İbrahimi Dinani: Fârâbî Dersleri (5): Akl-ı Küll / Faal Akıl

İbrahimi Dinani: Fârâbî Dersleri (5): Akl-ı Küll / Faal Akıl
"Faal akıl, evreni idare eden akl-ı küll’dür. İnsân-ı Kâmil’in aklı da o akılla bir birlik kuran ve uyumlu olan bir akıldır."

 

Fârâbî’ye Göre Aklî Bilgi

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Siz sayın seyircilerimizi, kıymetli dostlarımızı ve Marifet programının daima samimi takipçilerini saygıyla selâmlıyoruz.

Hatırladığınız gibi, bir süredir hakîm Fârâbî’nin gül bahçesindeyiz. Konumuz, bu büyük filozofun nazarında bilgiyi edinme yollarının hangileri olduğu idi.

Üstad bir önceki programımızda Fârâbî’ye göre duyusal bilginin ne olduğundan söz etmiştik. Bu dersimizde ise inşallah aklî bilgiye değineceğiz.

Onun, Risâletu Me‘âni’l-Akl adlı küçük bir risalesi mevcuttur. Burada benim gördüğüm; onun, akıl hakkındaki sınıflandırmasının, diğer hakîmlerden farklı olduğuydu. O, burada altı akıl türünün olduğunu belirtmiştir. İzin verirseniz bu akıl türlerinin isimlerini saymak istiyorum:

O, birinci aklı, genel akıl (akl-ı âmm) olarak anmaktadır. Bu akıl, fazileti aramakta ve şerri defetmektedir. İkinci akıl ise, kelâmî akıldır ve fiillerin iyi ya da kötü olduğunu teşhis etmektedir. Üçüncüsü fıtrî akıldır ve bu akıl, fıtraten (fıtrat itibariyle) yakinî ve bedihî (açık) şeylerin bilgisini, bir düşünme ameliyesi olmaksızın elde etmektedir. Dördüncü akıl, deneysel akıldır ve deneyimlerin sayıca çokluğundan hâsıl olmaktadır. Beşinci akıl, teorik (nazarî) akıldır. Bu akıl türünü pek çok yerde zikretmiş ve kapsamını da oldukça geniş tutmuştur. Ancak Uyûnu’l-Mesâil adlı eserinde, teorik aklı “ilmî akıl” olarak zikretmiştir. Bunun sebebine, konumuzun akışı sırasında yer vereceğim. Son olarak altıncısı ise faal akıldır. O, faal aklı insan aklının bir parçası olarak görmemekte, O’nun Ay üstü evrende[1] yer aldığını söylemektedir.

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Sizin de belirttiğiniz gibi Fârâbî’nin akıl hakkındaki bu sınıflandırması, diğer Müslüman hakîmlerin yaptığı sınıflandırmadan biraz farklıdır. İbn Sînâ’dan Molla Sadrâ’ya hatta –yakın dönemde– Allâme Tabâtabâî’ye kadar birçok Müslüman hakîm, akıl hakkında yaptıkları sınıflandırmada dört akıl türünün olduğundan söz etmişlerdir: Bilkuvve olan heyûlâî akıl, bilfiil akıl, bilmeleke akıl ve müstefâd akıl. Bunların hepsini açıklayacağım. Bu, İbn Sînâ’dan itibaren yaygınlık kazanan ve günümüzde de kabul gören bir sınıflandırmadır. Ancak sizin de söylediğiniz gibi Fârâbî bunları altı kısma ayırmıştır. Örneğin, genel akıl (akl-ı âmm) adında bir kısmı öngörmüş ve bunun, şerlerin def‘i ve iyiliğin kesbi için olduğunu söylemiştir. Bizler aklî düzeyi ne kadar düşük olursa olsun, genelde varlığın, kendisinden bir şekilde şerri defetmeye çalıştığını biliyoruz. Her varlık şerden kaçmakta ve iyiye yönelmektedir.

Lârîcânî: Bu, hayvanlar hakkında da geçerli olabilir.

Dînânî: Bunu “akıl” olarak adlandırabiliriz. Bu, içgüdüyü de içine alan bir şey olabilir. Örneğin hayvan da kendisi için kötü gördüğü bir şeyden kaçar, ona karşı kendini savunur ve kendisi için kötü olmayacak bir şeye yönelir. Eğer bu açıdan bakacak olursak bu akıl, içgüdülerle uyumlu olacaktır. Elbette o bu konuyu çok genel bir şekilde ele almıştır. Ancak doğru sınıflandırma, Fârâbî’den sonra gelenlerin, aklı ilk olarak teorik (nazarî) ve pratik (amelî) olmak üzere ikiye ayırdıkları sınıflandırmadır. Akabinde onlar bu dalları da bilkuvve, bilfiil, bilmeleke ve müstefâd akıl olarak kısımlara ayırdılar. Bu, daha doğru ve düzeltilmiş bir gruplandırmadır. Ayrıca ise Fârâbî, müstefâd aklı, diğerlerinden ayrı kabul etmiştir. Gerçekte müstefad akıl, insanın dışında değildir. Âlemi idare eden, akl-ı küll’dür. Âlemi idare eden akıl ile aklı bu merhaleye erişen insanın aklı birbirinden ayrı değildir. İnsan-ı Kâmil’in aklı ve diğer insanların akılları da müstefâd akıldan bir nasip almıştır. Yani insanın akıl sahibi olması, onun müstefâd akılla olan ittisalinden (birlikteliğinden) dolayıdır. Daha açık bir ifadeyle şunu söylemek mümkündür: Akıl, birden fazla değildir ve o da yalnızca akl-ı külldür. Ancak insanların bu akıldan aldıkları pay ve fayda birbirleriyle aynı değildir. Herkes bir dereceye kadar o akl-ı küllden nasibini almıştır. Bu sınıflandırma tam da burada konuya dâhil olur ve bizler her insanın o akl-ı küllden ne ölçüde nasiplendiğini sormaya başlarız. Eğer söylediklerimi bu şekilde düzeltirsem daha doğru söylemiş olacağım. Yoksa gerçekte birkaç akıl var olmuş değildir. Akl-ı küll, tek akıldır (akl-ı vahdânî). Bu, evrenin kendisiyle idare edildiği akıldır. Bu evren akıl üzerine mi idare edilmektedir akılsızlık üzerine mi? Tüm varlık, akıl üzerine idare edilmektedir. O akıl da bir tanedir. Fârâbî’nin akılları altı kısma ayırıp diğer filozofların dört kısma ayırması, bu şahsiyetlerin akl-ı küll ile olan irtibatlarındaki paydan dolayıdır. Kimin aklı akl-ı küll’e daha fazla yaklaşırsa, onun aklı daha kâmildir. Her hâlükârda o, ilginç bir sınıflandırma ortaya koymuştur ve onun bu akıllar hakkında söyledikleri epey dikkat çekicidir. İdrak aklın işidir. Hiç kuşku yok ki bizler duyuyu da müdrik (algılayıcı) olarak kabul etmekteyiz. İbn Sînâ ve diğer tüm hakîmler duyunun algılayıcı olduğunu söylemişlerdir. Ancak duyusal idrak, arkasına aklın desteğini almadıkça, elinden hiçbir şey gelmez. Benim gördüğüm, işittiğim, dokunduğum, tattığım doğrudur. Fakat bu duyumsanan şeyleri anlamlandırmak ve bir duyumsananı (mahsûs) diğer bir duyumsanandan ayırmak, aklın yardımıyla gerçekleşebilecek şeylerdir. Eğer günümüz insanı, Fârâbî’nin bin yıl önce söylediği bu şeyler üzerinde dikkatli bir şekilde düşünecek olursa, bunların günümüze de hitap eden bir muhtevada olduğunu görecektir. Günümüz dünyasında şaşırtıcı gelişmeler meydana gelmiştir. Sizler bugün içinde bulunduğumuz bu yirmi birinci yüzyılda, bilimin, başlangıcından şimdiye dek ne kadar ilerlediğini müşahede edebilirsiniz. Bilimin en küçük etkilerinden biri, teknik alandaki ilerlemelerdir. Teknolojinin ne kadar ilerlediğine bir bakın; insanların gezegenlere yaptıkları seyahatler, uçaklar, astronomik gelişmeler, internet aracılığıyla kurulan iletişim vd. bunların hepsi bilimin sonuçlarındandır. Yine tıpta, diğer bilimlerde, quantum fiziğinde ve daha nice alanda oldukça çarpıcı gelişmelere imza atılmıştır ve bu gelişmelere insaflı bir şekilde bakmayı bilenler için, bunlar inkâr edilemeyecek gerçekliklerdendir. Bunların hepsi deneysel bilimdir ve Fârâbî de bunlara işaret etmiştir. Yani insanlar deney ve aklın öncülüğünde alabildiğine ilerlemişler ve evrenin sırlarını keşfetmişlerdir. Bu keşifler günbegün hızlanmaktadır. Bizler bir yıl sonrasında bile hangi gelişmelerin kaydedileceğini bilemiyoruz ve bunu öngörmek bile oldukça zordur. İşte tam da burada, aklımızda şöyle bir soru belirmektedir: Kaydedilen tüm bu şaşırtıcı deneysel ve aklî ilerlemelere rağmen, insanoğlu ne kadar tekâmüle ulaşabilmiştir? Buna cevap olarak belki de insanın, dünyayı ve insanlığı yok etmede ilk sözü söyleyecek kadar gelişebildiği (!) söylenecektir. Sahip olduğu tüm tahrip edici güçlerle birlikte (atom bombaları, envai çeşit silâhlar vd.) günümüz insanının kudreti hangi seviyelere erişmiştir? Çağın insanı bir saatte neler yapabilir? Milyarlarca insanı öldürebilir. Hatta yerküreyi dahi yok edebilir ve fesada sürükleyebilir.

Lârîcânî: Bir düşünürün kitabında insanın [dünyayla aynı ebatta olan] yetmiş adet gezegeni yörüngesinden çıkarabileceğini okumuştum.

Dînânî: Bu durum, bilimin bu aşamasındaki günümüz insanının teknolojik tahrip gücünü gözler önüne sermektedir. Eskiler bunları yapamazdı ki… Onların sadece kılıçları ve bıçakları vardı. İsteseler bile ne kadar insan öldürebilirlerdi veya kaç yeri haritadan silebilirlerdi ki? Fakat insanın günümüzdeki tahrip gücü, eskiye oranla oldukça artmıştır. Tam da bu noktada sormak istediğim soru şu: Peki, insanın tüm bunlara karşılık ıslah etme gücü ne kadardır? O, insanlığı ne kadar ıslah edebilir?

Lârîcânî: Eğer yapmak isterse, bunun için gerekli kapasiteye sahiptir.

Dînânî: Peki, böyle bir şeyi hiç yaptı mı? Hayır. Demek ki bunu yapabilecek bir kapasitesi yok; eğer olsaydı, yapardı. İnsanlığı manevî olarak ıslah edebildi mi? Islah etti, diyelim. Yapabileceği en fazla, birileri için yiyecek ve giyecek temin etmek olabilir. Bu ise henüz hayvanî derecede bir ıslahtır. Ya insanî ıslah, yani maneviyat ve insanın kuvvelerinin (potansiyel) fiiliyete (dinamiğe) ulaşması? Peki, insana vedia olarak bahşedilen o teâli (yücelme), insanı ne kadar aşkın (müteâli) kılabildi? Islah edebildi mi, hayır. Doğrusu, insanın bunun için yeterli kapasitesi de yoktur. Günümüz insanı ahlâkî açıdan, bin yıl önce yaşayan insanlardan daha mı ahlâklıdır? Açıkçası buna hiç inanasım gelmiyor.

Lârîcânî: Tam tersine ahlâkî ve manevî bir krizin ve çöküşün içindedir.

Dînânî: Nükleer ve biyolojik silâhlar veya adını bilemediğimiz daha nice silâh… Bunlar insanlığın kökünü kurutabilecek silâhlardır. Acaba tüm bu tahrip ediciliklerine rağmen, bu silâhların gücü mü daha fazladır yoksa insanı ıslah etmeye yetecek birkaç kelâmın mı? Fakat bir cümle dahi olsa…

Lârîcânî: Böyle bir söz kimin ağzından çıkabilir? [İnsan ancak yıkmayı bilir].

Dînânî: Silâh, sözden daha tahripkâr iken ve insanı helâk edebilecekken… Elbette bu silâhların tahribinin ne denli büyük ve bir sözün yıkıcılığıyla ne kadar kıyaslanamaz olduğunu söylememize gerek yok. Bu silâhların ıslah ediciliği ne kadardır? Tüm bu kudretlerine rağmen bu silâhlar bir kimseyi ıslah edebilmiş midir? Oysa bazen bir cümle, hatta tek bir kelime, insanı ıslah edebilir.

Lârîcânî: Hatta toplumu…

Dînânî: Tahripkâr bir kudrete sahip olmak mı kemâldir, ıslah edici bir kudrete sahip olmak mı? İnsanlığı ıslah eden şey, kemâldir.

O halde biz, Fârâbî’nin yapmış olduğu bu sınıflandırmanın eşliğinde aklın ne olduğuna bir bakalım: Akıl, duyu ve diğer algılarımız hakkında bir şey söylemek istiyorum: İnsanın gerçekliği ve evreni gördüğü derunî bir gözü vardır. Bunu zâhirî gözler (baş gözü) ne kadar görebilir? Sınırlı olarak… Ne kadar görürse görsün, yine de görebilecekleri sınırlıdır. Ancak bâtınî idrak ve bu derûnî göz, varlığı/vücûdu gören gözdür. Bakınız zâhirî göz, varlıkları görmektedir. Siz vücûdu mu görürsünüz yoksa mevcudu mu? Bizler mevcudu görürüz. Vücûdu hangi gözlerle görürüz?

Lârîcânî: Can’ı gören göz ile…

Seni görebilmek için Can gözü gerekir

Benim dünyayı gören gözüm bu liyakate sahip değildir

Dînânî: İşte o Can’ı gören gözün adını ben “akıl” koyuyorum. Can’ı gören o göz, vücûdu bilmektedir. Zahirî göz ise sadece mevcudu bilir. Ben “aklı başında olması kaydıyla” bilime, bu baş döndürücü ilerleyişi ve insanlığın bir iftihar kaynağı olduğu için son derece saygı duyuyorum. Ancak bununla birlikte bilimin ve onunla birlikte tüm fennî ve teknolojik inceliklerin, meselelere “at gözlüğüyle” [dar bir açıdan] baktığını da söylemeden geçemeyeceğim. Bu ne demek? Yani onun görüş alanı kısıtlı ve sınırlıdır. Eğer böylesine dar bir perspektiften bakarsa, hiçbir şeyi görmesi gerektiği gibi görmez. Bu at gözlüğünün, mikroskop veya teleskop vd. olması da fark etmez. Bilimin bakışı tikeldir. Peki aklın, yani bâtın gözünün bakışı nasıldır?

Lârîcânî: Onun “câm-ı Cem”i vardır.

Dînânî: O, dar bir çerçeveden bakmaz; çünkü varlığın kendisini görür. Tüm görüş mesafelerinin üstündedir ve kendi varlığını bilmektedir. İnsanın teâlîsi [aşkınlaşması, yücelmesi] dar bir açıdan bakmakla mı hâsıl olur, yoksa Cân’ı gören bâtın gözüyle mi? Varlığı mı tanımak gerekir, var olmuş olanı mı? Varlık mı mevcûdla vardır, yoksa mevcûd mu vücûd sayesinde vardır? Bu kelimelerin hangisi bir diğerinden alınmıştır? Mevcûd, vücûddan türemiştir. Bundan asla şüphe etmeyin: Eğer vücûd olmazsa mevcûd nedir ki? Bizler mevcûdu bilmekteyiz. Vücûdu tanımak ise can gözüyle olur. İnsanın teâlîsi de (ki ben elbette bu yüceliş ile mekânsal bir yüceliği kastetmiyorum ve bu arada şunu da eklemek istiyorum: Ben bilimin birçok şeyi başarmış olduğunu kabul ediyorum ve bundan dolayı da onu takdir ediyorum; hepimizin ona bu bakımdan medyun olması gerekir; zira bir refah meydana getirmiş ve keşifler yapmıştır) ki burada tekrar bir parantez açmak istiyorum: “Teâlî” dendiği zaman birçokları bunu yanlış anlamaktadır. Örneğin bir kimsenin Mars’a gitmesi, bir bilimdir, ilerlemedir; ancak teâlî midir? Siz gidip bir yıl Mars’ta ya da Ay’da yaşayıp dönseniz manevî bakımdan ilerlemiş/yücelmiş sayılabilir misiniz?

Lârîcânî: Bu bir “terakki”dir; ancak “teâlî” değildir.

Dînânî: Bir gezegenden diğerine gitmek bir terakkidir, ama teâlî değildir; teâlî, insana özgü bir şeydir. Teâlî, Can’ı gören gözle hâsıl olur. Can’ı gören göz ne yapıyor? Sürekli keşif yapıyor. Bilimsel keşif de bir keşiftir. Ancak başka keşifler de vardır. Vücûdu/varlığı tanımak, ontoloji… Keşif kudreti ve teâlî yalnızca insana mahsustur. Hayvanların, bitkilerin ve cemâdâtın (cansız varlıklar) bir teâlîsi yoktur; neyseler odurlar. Bir ağaç, her zaman o ağaçtır. Hayvan da her zamanki hayvandır; bir kedi daima kedidir. “Ancak insan her zaman insandır” diyemeyiz. Evet, insan da her zaman insandır. Ancak bir an önceki insan ile bunun bir an sonrasındaki insan aynı insan değildir. Bugünün insanı, yarının insanından farklıdır. Eğer teâlî yolunda olursa, insan her an başka bir şeydir. Tek bir cümlede özetleyecek olursam; tüm varlıkların bir “kendi”si vardır. İnsanın da bir “kendi”si vardır. Bu masanın kendisi, kendisidir. Bir güvercinin de “kendisi” yine “kendisi”dir. Ancak bu güvercin, “kendi”sini seçememektedir. O, sonsuza kadar sadece bir güvercin olarak kalacaktır. İnsan hem seçilmiştir hem de kendisini seçebilendir. Sizi siz mi seçmelisiniz yoksa başkaları mı? Eğer siz kendinizi seçmezseniz, başkaları sizi seçer. Beni başkaları mı seçmelidir, yoksa ben mi kendimi seçmeliyim? Sadece tek bir an için mi kendimi seçmeliyim, yoksa bu seçim her an yenilenmeli midir? İşte, kendinizi her an seçmeniz, teâlidir. Siz her an kendinizi seçmeli ve her saniye yükselmelisiniz. Teâlî ise yeni bir keşifle olur. Her seçim bir keşiftir. Siz kendinizi seçtiğinizde yeni bir keşifle seçersiniz; bunu anlamsız bir şekilde ve herhangi bir ölçüt olmaksızın yapmazsınız. Önceden bir keşfiniz olmuştu, şimdi ise daha yeni ve daha ileri/yüce bir keşfiniz var. Bu yeni keşfe göre kendinizi yeniden seçersiniz ve bu, böylece sonsuza dek sürer gider. Bu seçim, bir yüceliştir, yeni bir keşiftir ve aynı zamanda çeşitlidir. İnsan bir varlıktır, ancak çeşitlidir. Güvercin sadece bir güvercindir, fakat çeşitli değildir; onun sadece renkleri farklı olabilir, oysa mahiyeti aynıdır. İnsanın belki de hiçbir mahiyetinin olmadığı söylenebilir. Niçin mahiyeti yoktur, çünkü son ana kadar ne olacağı belli değildir. Zira sürekli olarak bir seçme halindedir. Bu seçim her gün değil, her an olmaktadır. Eğer biz kendimizi seçmezsek, başkaları bizi seçer. Başkaları seçtiğinde ise ben artık ben olmam. Biri beni seçtiğinde ben kendimin mi olurum, yoksa onun mu?

Lârîcânî: Muhammed İkbal’in, Hz. Ali’nin (a.s.) buyruğuyla da teyit edilebilecek çok güzel bir sözü var: “Günümüz insanı akıl ile hayat bulacağına, midesi ile hayat bulmaktadır.” Yani insan bu nedenle teâliye erişememektedir. Midesi terakki etmektedir. Elbette bu ifade, aynı zamanda Mevlânâ’dan alınmıştır.  

Başsız hareket eden herkesin hareketi bir kuyruğun hareketi gibidir

Bu hareket tıpkı bir akrebin hareketi gibidir

Üstad ben burada Fârâbî’nin bu sınıflandırmasının biraz da müdafaa edilmesini istiyorum: Diğer büyüklerimizin, ilk olarak aklı teorik ve pratik olmak üzere ikiye ayırdıkları doğrudur ama burada akıl hangi ölçüte göre teorik ve pratik olarak ayrılmıştır? Sanki o, şu hususa dikkat çekmek ister gibidir: Örneğin teorik akıldan söz ettiğinde şunları söylüyor: “Aklın mahiyeti, ilimdir ve akıl aynı zamanda ilmîdir de. İlmî akıl, nefs cevherini tamamladığında bilfiil aklî bir cevher olur.” Yani nefs cevheri kâmil olduğunda orada ikileşmekte ve nazarî ve bilfiil akıl olmaktadır. Tespiti ne kadar da güzel!

Dînânî: İşte sizin söylediğiniz bu şey “bilkuvve akıl” olarak adlandırılmıştır. Örneğin sizin aktardığınız bu ifadede “ilmî” sözcüğü geçiyor. Bizim ilk olarak bu ifadeleri tam ve doğru bir şekilde anlamlandırmamız gerekir. Hakîm Fârâbî, bin yıl önce “ilmî akıl” ifadesini kullanmıştır. Bugün kullanılan bilgi/bilim sözcüğü ise bundan (Fârâbî’nin söylediğinden) biraz farklıdır. Bugün bilgi/bilim, science’tir. Siz bugünkü ıstılah ile “bilim” dediğinizde, “deneysel olan ve laboratuvarın teyit mührünü taşıyan bir bilim”i kastetmiş olursunuz. Oysa Fârâbî’nin sözünü ettiği bilimin/bilginin zorunlu olarak deneysel olması gerekmez ve sadece deneysel bilimi içine almaz. Fârâbî’nin o dönemde, bu kelimeyle (“ilim”) kastettiği şey; bilgi ve bilinçtir. Bilgi ise keşiftir. Yani bir şeyi anlamak… Anlamak, keşfetmek, akıl, bilgi vd. bunların hepsi aklın şuûnundandır. Eğer akıl yoksa, bilgi de yoktur anlamak da… Akıl olmazsa, keşif yoktur. Dolayısıyla “teorik akıl” dediğimiz zaman, bunların hepsini kapsanmış olmaktadır. Yani tek bir sözcükle ifade edecek olursak: “Bilinç.” Bu bilgi ve bilinç bazen deneysel ve scientific, bazen felsefî ve burhanî, bazen ise keşfî ve şuhûdîdir (sezgisel).

Ayrıca “keşif” ve “şuhûd” hakkında da konuşmamız gerekir; çünkü bugünlerde bu konular çok moda oldu. Yanıma bazı zamanlar birileri gelmekte ve “bana [gaipten] bir şeyler söyleniyor” demektedirler. Onlara “Size kim, neler söylüyor?” diye soruyorum, bilmediklerini söylüyorlar. Bu kimseler gerçekte vehme gark olmuşlardır. Biz onlara bir şeyler söylenmesinin yanlış olduğunu söylemiyoruz, zira bu mümkündür. Fakat bu kimseler gerçekte evhama kapılmış ve şaşkınlığa uğramışlardır. Bu kimseler birtakım tarikatlara da mensuptur ki, bunların isimlerini burada zikretmek istemiyorum. Nihayetinde bu kimselere, “Size söylenen, ilham edilen veya sizin tabirinizle, o yapılan şey her ne ise, bunlar, aklın terazisinde makûl sözler midir?” diye soruyorum, fakat cevap alamıyorum. Bakın insanlar nasıl da vehimlere kapılıyorlar… Vehmî bir düşünceyi aklî bir düşünceden ayıran şey nedir? Vehmin de bir tür düşünce olduğu söylenmektedir. Ancak bunlar aklî ölçülere uymayan düşüncelerdir. Günümüz toplumunda ve belki de pek çok toplumda sıkça rastlandığı üzere –ki bunun kaynağının ne olduğunu bilemiyorum– tevehhüme kapılan insanların sayısı ne yazık ki bir hayli fazladır. Kendilerine bir şeylerin söylendiğini, ilham edildiğini, birtakım rüyalar gördüklerini ve bazı şeyler duyduklarını söylemektedirler. Peki, biz meselenin bu kısmına bir şey söylemiyoruz; her ne görmüş veya duymuş olurlarsa olsunlar, bunların bir an için yalan değil, doğru olduğunu varsayalım. Onlara bu gördüklerini ve işittiklerini aklın mihengine vurmalarını teklif ediyoruz. Acaba bunlar saf aklın ve mantığın ölçülerine uyuyor mu, uymuyor mu? Eğer uyuyorsa, ne güzel bir sonuç! Neticede bu düşünceyi akıl onaylamalıdır. Eğer akıl bu vehmi onaylamazsa, onun bir itibarı olabilir mi? İşte bu bir çıkmazdır. Dolayısıyla biz aklı doğru bir şekilde tanımalıyız. Peki, aklı neyle tanımamız gerekir? Yine akılla… Aklı, akıl olmayan bir şeyle tanımak mümkün olabilir mi hiç? Akıl duyuyla, deneyle ve laboratuvarla bilinebilir mi?

Lârîcânî: Üstad, güzel bir noktaya parmak bastınız. Günümüz toplumunun önemli problemlerinden biri de, bedeninin sultanıyla iyi bir irtibat kuramamasıdır. Biz bir taraftan Mevlânâ’nın akıl ile ilgili söylediği şeyi söyleriz: “Sofra akıldır; ekmek ve yemek değil.“ İnsan kendi iç dünyasına daldığında kendini, o azametli deryasıyla, hoş ve sonsuz bir varlık olarak görür. Siz bir denize baktığınızda suyunu ne kadar berrak görürseniz görün onun içinde birtakım canlıları da (balıklar, mercanlar ve köpek balıkları gibi muhtelif deniz canlılarını) birlikte görürsünüz. Tevehhüme kapılan bu gibi insanlar genelde kendilerine dönmekte; fakat kendi vadilerinde şaşkın şaşkın dolaşmaktadırlar. Naçizane fikrim, burada halkanın koptuğu yer, insanın kendi bedeninin sultanıyla iyi bir ilişki kuramadığı yerdir. Bu sorunu nasıl çözmeleri gerekir?

Dînânî: Aynen, tıpkı sizin söylediğiniz gibidir. Bu sorunu “kendi”leriyle çözmeleri gerekir. Burada “kendi” oldukça ilginç bir kelimedir. Bu insanlar kendi vehimleriyle meşguldürler ve o vehim de onların “kendi”sidir. “Bana birileri bir şeyler söylüyor” dedikleri şey, gerçekte kendilerinin kendilerine söyledikleridir. Ve bu kimseler de bizzat tevehhümün kendisidirler. Tevehhümü tevehhümle çözemezsiniz. Eğer insan bir tevehhümden bir diğerine giderse, tevehhümler vadisinden dışarıya çıkamayacaktır. Yine sizin de belirttiğiniz gibi, eğer bir insanın manevî bir rahatsızlığı yoksa onun daima aklî boyutu ağır basar. Bu tevehhümü akıl ile tashih etmek gerekir. Acaba kendilerinin söyledikleri bu şeyler ve duyduklarını iddia ettikleri bu sözler aklî ölçülere uyuyor mu, uymuyor mu? Eğer uyuyorsa, bu durumda son sözü akıl söylemiş demektir. Bu durumda, bize, “O halde akıl nedir?” diye sorabilirler. Nitekim pek çok kimse bana bu soruyu sormaktadır. Hiç kimse, akılsız olduğunu söylemez, herkes akıllı olduğunu iddia eder. Kendi akıl ve mantıklarını gayet yeterli de görmektedirler. Peki, akıl, hiç bulunduğu mertebeden daha ilerisine gidemez mi? O, daima olduğu yerde mi sayar? Herkes aklın bir mertebesinde yer alır. Ancak insanın, aklın, içinde bulunduğu o mertebeden daha ileriye gidebileceğini bilmesi gerekir. Nasıl daha ilerisine gidebilir? Kitap okuyarak, bir üstadın öğrencisi olarak, akıl sahibi kimselerle ilişki kurarak, onlara sorular sorarak ve öğrendiklerini sürekli tartıp süzgeçten geçirerek… Yani aklın ilerlemesi ve gelişmesi okumakla, eğitim görmekle, araştırmakla ve tefekkür etmekle olur. Üstelik bunları sürekli ve düzenli olarak yapmak gerekir. İnsan bir köşede oturup, aklın çabasız ve zahmetsiz bir şekilde kendisine öylece geleceğini beklememelidir. Bunlar peygamberlere ve velilere özgüdür [oysa (peygamber ve veli olmayan) normal bir insanın bunlar için çaba sarf etmesi gerekir]. Ne kadar çabalarsa bir o kadar ilerlemiş olacaktır. Eğer adımlarını bu şekilde atarsa, tehlikelerden korunmuş olur. Aksi takdirde bir ömür boyu bir tevehhümde takılı kalıp zamanını boşuna harcamış olacak, hatta kendisini helâk edecektir. Tevehhüm, doğru bir yol değildir. Ve içinde bulunduğumuz şu çağ, pek çok insanın vehimlere maruz kaldığı bir çağdır. Bir tarafta nihayetsiz bilgi yığınları, diğer tarafta ise olabildiğince az tefekkür! Bilgiler bir deniz ve okyanus kadar; ancak denizin derinliği yalnızca birkaç santimetre! İnsanın hafızasını ağırlaştıran ve haklarında hiçbir şekilde düşünülmeyen bu bilgi yığınları ne işe yarayabilir? Hâlbuki sürekli düşünmek gerekir. İnsanların, aynı zamanda yalnızken düşünmeleri ve yalnız kalmayı da bilmeleri gerekir. Çağın insanı o kadar meşgul ki… Haddinden fazla meşguliyet… Ya dışarıda gündelik işlerle meşguldür ya da evinde internet ve elektronik iletişim araçlarıyla… O kadar meşguldür ki, kendisine, kendiyle baş başa kalacak hiçbir zaman bırakmamaktadır. İnsanın kendiyle yalnız kalabildiği bir halveti olmalıdır. Halvet (baş başa kalmak) ve yalnızlıkla kastettiğim; kişinin kendini bir odaya kapatması değildir. Zaten bunun kendisi de yalnızlık değildir. Kişi bir odada yalnız kalıyor olabilir, ama aklı başka yerlerdedir. Yalnız kalmak bu değil ki… Asıl, topluluk (kalabalıklar) içinde yalnız kalabilmek yalnızlıktır. Toplum içinde yalnız kalınabilir mi, kalınamaz mı? Toplum içinde olabiliriz ama bir anlığına kendi dünyamıza da dalabiliriz. Bazen yalnızken de toplum ile meşgul olabilirsiniz. Bir insan yalnız kalıyordur ama aklı bin bir yerdedir. Dolayısıyla insan bu rutin uğraşılarından –ki bunlar helâk edicidir ve insanı bir bitki ve bir hayvan seviyesine indirgemektedir– bir nebze de olsa kendini sıyırmalı ve yalnız kalabileceği ortamlar yaratmalıdır. Eğer bir kimse halvet ehli olursa, o vakit kendisini bulacak, kendisini bulduğunda ise akletmeye (taakkul) başlayacaktır. Günümüz insanı her şeyi tecrübe etmek istemektedir. Siz bu evreni galaksilere kadar deneyimlemek isteyebilirsiniz. O halde bir soru: Kendi zatınızı, yani “mutlak ben”inizi deneyimleyebilir misiniz, deneyimleyemez misiniz? “Mutlak ben”i ne ile deneyimlersiniz?

Lârîcânî: Yine kendi “mutlak ben”imle.

Dînânî: Yani mutlak ben’inizi yine mutlak ben’inizle mi deneyimleyeceksiniz?

Lârîcânî: Hayır.

Dînânî: Eğer “mutlak ben”in kendisi deneyim demekse, bu durumda onun [hiçbir çaba olmaksızın] kendi kendini deneyimleyebilmesi gerekir. Mutlak Ben, deneyimleyendir; ancak kendisi hiçbir zaman deneyimlenemez.

Lârîcânî: Aynı cümleyi Fârâbî de beyan etmiş ve “O, insan nefsinin cevherinin tamamlandığı şeydir” diyerek çok güzel bir ölçü ortaya koymuştur. Eğer insanın nefs cevheri, Kur’ân’ın ve Ehlibeyt’in (a.s.) öğretileriyle ve çeşitli eğitimsel faktörlerle kemâle erişir ve nefs cevherini mutlak kılarsa, o vakit hem teorik hem de pratik akıl gibi iki boyut kazanmış olur. Yine pratik aklın tanımında da oldukça güzel ifadeler kullanmıştır: “Bu, ilâhî sun‘un [yaratmanın] eserlerinden hayrete düşen akıldır.” Buradaki “hayrete düşen” ifadesi ne kadar da ilginç! Sonra şöyle devam ediyor: “İşte bu hayret, onu varlığın rolünden haberdar kılmaktadır.

Dînânî: Bendeniz de bunu anlatmaya çalışmıştım. Hayrete kapılmak, deneyim değildir. Deneyimde bir şaşkınlık ve hayret var mıdır? Hayır. Neticede ortada somut ve duyumsanabilir bir şey vardır. Hayret, deneyimin ötesinde bir merhaledir ve sizin deneyin/deneyimin de ötesine ulaşmanız gerekir. O Mutlak Ben, deneyimleyendir; fakat kendisi bir deneyim değildir. Bakın bu hem basit hem de bir parça dikkat gerektiren bir husustur ve muhterem izleyicilerimizin buna dikkat etmeleri gerekir. Bakın, siz her şeyi düşünürsünüz. Ancak sizin bu düşüncenizin kendisi de düşünülmektedir. Fakat düşünen, her zaman düşünülenden daha aşkındır [onun ötesindedir]. Yani düşüncenin kendisini de düşünürsünüz. Düşünülen şey düşünülünce o da [yeni] bir düşünce olur. Örneğin siz bir şeyleri tasavvur ettiğinizde, o şeyin tasavvuru kendi içinizde olduğu için onu tasavvur edersiniz, öyle değil mi? Mutasavvir olmaksızın tasavvur olabilir mi? Sizin zihninizde bir tasavvur oluştu diyelim. Bu tasavvur nedir? “Yani ben tasavvur ediyorum.” Bu noktada tasavvuru tasavvur ediyorsunuz; peki o aradaki “ben” kimdir? O, ben’im tasavvur ettiğim ben’dir.

Lârîcânî: İşte önemli olan nokta, tam da burası.

Dînânî: Evet. Sizin her zaman düşündüğünüz bir şeyler vardır. Yani zihninizde birçok düşünce mevcuttur ve o düşüncenin kendisi de “Ben düşünüyorum” demektedir. Bu, Descartes’ın da söylediği, “Düşünüyorum, o halde varım” cümlesi gibidir; lakin o da gerçekte bu meseleye gereken hassasiyeti göstermemiştir. Düşünce, “Ben düşünüyorum;” tasavvur ise, “Ben tasavvur ediyorum” demektir. Hatta amel için de bu geçerlidir; “yani ben amel ediyorum.” Amel eden olmaksızın amel var mıdır? O amel eden, düşünen ve tasavvur eden “ben,” hep aşkındır/ötedir; hiçbir zaman bir kalıba sığmaz.

Lârîcânî: “Ben” ile amel ve “ben” ile düşünce arasındaki mesafeye Fârâbî “hayranlık” diyor.

Dînânî: Evet.

Lârîcânî: Çok güzel bir noktaydı. Nitekim siz bu mesafenin hayret anlamına geldiğini daha önceleri de söylemiştiniz. Fârâbî ne kadar da güzel hususlara değinmiş.

Dînânî: Evet, neticede o bir hakîm.

Lârîcânî: Mevlânâ da şöyle söylemektedir:

[Her şeyi maddî] sebeplerden bilmenden ötürü hayretin azalmakta

Oysa seni Hakk’ın dergâhına götürecek olan bu hayrettir

Dînânî: Fârâbî’nin bir filozof olarak işaret ettiği bu hayret, hadiste de zikredilmiştir. Fârâbî’nin bu hadise rastlayıp rastlamadığını bilmiyorum. Eğer rastlamışsa ne iyi, rastlamamışsa da neticede bu çıkarımıyla oldukça güzel bir noktaya ulaşmıştır. Âlemlerin muvahhidlerinin, akıl sahiplerinin efendisi ve varlık âleminin en büyük aklı Hz. Hatmî Mertebet (s.a.a.), “Allah’ım, Sen’in hakkındaki hayretimi artır!” diye dua etmiştir. Bu ne demektir? Bu hayret, ilmin ve bilincin kendisidir. Ancak ne var ki, laboratuvarda deneye tabi tutulabilir değildir.

Lârîcânî: Sadî de çok güzel söylemiş:

Sen insanların yüzlerine bakarsın

Biz ise yaratılışın eserlerinden hayrete düşenlerdeniz

Görüşü [bakış açısı] dar olanlar meyveye nazar ederler

Biz ise bostanı seyredenlerdeniz

Dînânî: İşte burada da geçen “bakışı/bakış açısı dar” olan kimseler, az önce belirttiğim gibi, “at gözlüğüyle” bakanlardır. At gözlüğüyle bakmak, bir ağaçtan sadece meyveyi yemektir [onun geri kalan şeylerine bakmamaktır]. Bu şekilde bakan bir kimse için ağaç, verdiği meyveden başka bir şey değildir. Bu meyvenin etkilerini, onu meydana getireni, meyvenin ağaçla ve varlık âlemiyle ilişkilerini dikkate almamaktır. Konu bu nimetlerden faydalanıp faydalanmamaları değil, meyveleri tabii ki yesinler; ancak bu kısmî bakışı bir nebze de olsa terk etsinler (neticede ağacı değil, meyveyi tüketiyorlar ve bu meyvenin nasıl meydana geldiğini düşünmeliler). Bakın Sadî ne de güzel söylemiş: “Biz yaratılışın eserlerinden hayrete düşenleriz.” Mesnû‘u [yaratılmış şey] tüketiyorsunuz; ancak Sâni‘den [onu meydana getiren] gaflet ediyorsunuz.

Lârîcânî: Fârâbî de aklın kemâlini, yaratılışın eserlerinden hayrete düşmekte görüyor. Bu eserlerdeki birbiriyle bağlantılı hikmet kanalları ne kadar da güzel.

Dînânî: Evet, bu kimseler bu meyveleri yesinler, sonuçta bu nimet aynı zamanda onlar içindir. Ağacın bu meyveyi hangi süreçlerin sonucunda ve ne şekilde meydana getirdiğine bir bakmalılar. Acaba bu meyve o ağaç için önceden bilinçli ve planlı bir şekilde mi meydana geldi? Bunların hepsinden gafil kalınmaktadır.

Lârîcânî: Sonrasında Fârâbî, bu hayretin bizleri varlığın rolünden haberdar kıldığını bildirmektedir.

Varlığın/hilkatin işleyişinde senin yaratılmandan neyin kastedildiğini bilmeden

Âşık ol, yoksa bir gün âlem son bulacak

Dînânî: “Varlığın işleyişi”… Yani âlemin akışı… Ancak bu akışın ve işleyişin bir rolü vardır. Onu bir nakşeden vardır. Aynı zamanda bir hikmeti ve gayesi bulunmaktadır. Fakat biz bunlardan gafiliz. Bunlar tefekkürle anlaşılacak şeylerdir.

Lârîcânî: O Burhân kitabında aklın mertebelerini kendine özgü bir sınıflandırmayla ele almıştır. Dolayısıyla Fârâbî’ye, “Aristoteles’in bir mukallidiydi” demek insaflı bir tutum değildir.

Dînânî: Bu programda buna defalarca değinmiştik: Fârâbî’den başlayarak Molla Sadrâ’ya, hatta Allâme Tabâtabâî’ye kadar –ki o bizim üstadımız ve muâsırımız idi–tüm hakîmlerimizin, Yunan filozofların eserlerini okuduklarına şüphemiz yoktur. Eğer okumamışlarsa bu kötüdür. Muhakkak okumuşlardır. Ancak bunların hiçbiri Aristoteles’in düşüncelerine bağlı kalmamıştır. Onlardan aldılar, fakat sonrasında onların da ötesine geçtiler. Bu programda da işlediğimiz gibi, Fârâbî’nin Aristoteles’i ne kadar aştığını görüyorsunuz, kezâ İbn Sînâ ve diğerleri için de bu geçerli. Dolayısıyla Yunan filozoflarını okumalarında bir sakınca yoktur; asıl okumasalardı, onlar için bir eksiklik söz konusu olurdu. Okumak da gerekir tabii ki. Buna bir engel mi var? Yani güzel olan sözü, dünyanın neresinde olursa olsun, alıp okumak gerekir. Güzel bir söz, esasında belli bir coğrafyaya ait de değildir. Mantıklı ve hikmetli söz, Çin’de de olsa onu gidip almak gerekir. Söylediğim gibi, bizim hakîmlerimizin bu fikirlere yaklaşımı hiçbir zaman onları taklit etme şeklinde (mukallidâne) olmamıştır; bilâkis tıpkı bir müçtehidin, hakîmin ve muhakkikin yaklaşımı gibi müçtehidâne, hakîmâne ve muhakkikâne bir surette olmuştur. Onları incelediler ve sonrasında kendilerine ait bir fikir geliştirip kendi [esas aldıkları] temellere göre o fikri beyan etmişlerdir. Onlara sürekli olarak, mukallit oldukları ithamı yöneltilmektedir. Bizim hakîmlerimiz kesinlikle mukallit değillerdi. Bizim mukallit bir hakîmimiz yoktur. Onlar âlemin hakikatlerine karşı daima araştırmacı bir tutum izlemişler ve bir taraftan da onlardan almaya devam etmişlerdir. Alabilirler, şu anda da almaya devam etmekteyiz. Ve almalıyız da… İlmi nerede olursa olsun almak gerekir. Neden almayalım ki? Burada yapılmaması gereken şey, taklittir. Onların bilgilerini muhakkikâne bir şekilde geliştirmek, o bilgiyle uyumlanmak ve akıl ve mantıkla ilerlemek gerekir.

Lârîcânî: O sonrasında teorik aklı, heyûlâî veya bilkuvve akıl, bilfiil akıl, bilmeleke akıl ve müstefâd akıl olmak üzere taksim etmektedir.

Dînânî: Evet, bu sınıflandırma, onun teorik akla nazar makamından bakmasının bir sonucudur. Bilkuvve akıl, salt istidat olan bir makamdır; yani heyûlâdır. Örneğin bir bebek dünyaya geldiğinde, onun bilfiil aklı yoktur; ancak bilkuvve aklı mevcuttur. Ancak bu yavaş yavaş bilfiil akla dönüşür, bir şeyleri teşhis etmeye başlar, temyiz yaşına gelir ve fiiliyet kazanır. Bu bilfiil akıl, birtakım merhaleleri kat ettikten sonra bilmeleke olur. Bilmeleke olması ne demek? Yani onun için artık bir zahmet yoktur. Meleke, ona nüfûz etmiştir. O, artık onun için bir Can’dır. Bu meleke ona nüfûz ettikten ve canı aklânî olduktan sonra son kertede müstefâd, yani sizin de belirttiğiniz, Ay üstü akıl olur. Böylece insan aklı, tüm evreni idare eden faal akıl ile bir birlik oluşturur. Yani aklı, evrenle uyumlu hale gelir. Evreni anlar ve varlıkla uyum içinde olur. İşte bu, müstefâd akıldır.

Lârîcânî: Evet. Bu derste akıl konusunu tamamlamayı düşünüyorduk ancak görünen o ki vaktimiz yetmeyecek. Altıncı akıl, aslî akıl idi. Hakîm Fârâbî’nin aslî aklı, faal akıldır ve o, bu faal aklı, insan aklının bir parçası olarak görmemektedir. Bu, Ay Üstü Evren’de yer alan akıl idi.

Dînânî: Daha önce de belirttiğim gibi; onun Ay Üstü Evren’deki akıl ile kastettiği, âlemi idare eden akıldır. O burada Batlamyus’un kozmik modeline göre açıklama yapmıştır. Faal akıl, evreni idare eden akl-ı küll’dür. İnsân-ı Kâmil’in aklı da o akılla bir birlik kuran ve uyumlu olan bir akıldır.

Lârîcânî: Bu konulara pek çok şerh de yazılmıştır. Bazıları faal aklın, birinci neden olduğunu söylemiştir ve Kindî de risalelerinden birinde buna değinmiştir: “O, tüm akıllar için birinci nedendir.” Ancak Fârâbî, Es-Siyâsetü’l-Medeniyye’de faal aklı, Rûhu’l-Emîn ve Rûhu’l-Kuds olarak tabir etmektedir.

Dînânî: Evet bu düşünce, Fârâbî’nin gerçekte kendine özgü vahiy anlayışının bir sonucudur/yansımasıdır ve buna değinmek geniş bir vakti gerektirmektedir.

Lârîcânî: Evet, bundan ayrı bir programda söz etmek gerekir. Yine o, Aristoteles’in söylediği müfârik aklın maddeyle karışmış olduğunu, kendisinin faal aklının ise böyle olmadığını söylemiştir.

Dînânî: Evet, onun Rûhu’l-Kuds meselesi oldukça önemlidir ve İslâm dünyasında ve belki de dünyada bunu bu şekilde ele alan ilk düşünür odur. Çok da önemli bir konudur.

Lârîcânî: Rûhu’l-Kuds’ü de akıl ile memzûc etmiştir.

Dînânî: Evet. Akl-ı Küll de Rûhû’l-Emîn’dendir.

Lârîcânî: Ona [akl-ı küll’e] rütbesi melekût olan buna benzer isimleri koyabiliriz.

Evet, üstad. Yine çok güzel bir konuydu ve oldukça akıcı ve anlaşılır bir şekilde işlediniz. Gerçekten de bu büyüklerimiz ne kadar da zahmet çekmişler ve bazı meseleler hakkında ne kadar da dikkatli ve ince bir şekilde düşünmüşler! Her insanda var olan bu mertebeleri ve şuûnu tanımayı ümit ediyoruz. İnşallah bizler için akıl sofrasından güzel bir mâide olur da böylelikle hepimiz hidayeti bulmuş oluruz. Sizin de söylediğiniz gibi, kemâl yolu zorluklarla kat edilir.

Bir sonraki programımızda tekrar görüşünceye dek, saygıdeğer üstadımızla birlikte tüm seyircilerimizi Allah’a ısmarlıyoruz. Hoşça kalın.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

 

https://youtu.be/PCWGX9FcqLo

 



[1] Ay Altı Evren: Yerden Ay’a kadar olan kısım. Mükemmel olmayan kısımdır, geçicidir ve her türlü değişim buradadır. Ay Üstü Evren: Ay küresinin ötesindeki kısım. Faal, yetkin, sonsuza dek kalıcı, değişmez ve bozulmazdır (ç.n).