Emperyal hafızaya karşı: İran’a yönelik ‘uzun savaş’
- Medyasafak.net
- ANALİZ
- 19.07.2025

"Gerçek şu ki, bu coğrafyada din ile siyasetin kesişimi ve tarihsel dönüşümleri, dışarıdan ithal kuramların yüzeysel şemalarıyla açıklanamayacak kadar karmaşık, yerli tarihsel özgüllüğe içkin bir çözümlemeyi zorunlu kılar."
https://en.al-akhbar.com/news/against-imperial-memory--the--long-war--on-iran
El-Ahbar
Jana Meddah
Eleştirinin içgüdüye indirgendiği, ikiliklerin yalnızca kutuplaştırmakla kalmayıp aynı zamanda sahte bir tutarlılık illüzyonu sunduğu bir dönemde yaşıyoruz. Sözde karşıtlıklarıyla liberal hümanizm ve muhafazakâr militarizm, tarihsel mücadelenin medyatik seslere dönüştüğü ve ahlaki netliğin anlatının basitleştirilmesinin bir işlevi haline geldiği bir dünyayı birlikte üretiyor. 7 Ekim gibi olaylar, hızla tarihsel bağlamlarından koparılıyor; uzun süredir devam eden yapısal şiddetin yankıları olarak değil, kökenlerinden arındırılarak derhal kınanması gereken kopuşlar olarak yeniden sunuluyor ve gösteri diline ustalıkla yediriliyor.
Son gerilimin gölgesinde, bir sonraki patlamanın kaçınılmazlığı eşliğinde, bu stratejik unutkanlık artık yalnızca tarihsel cehaletin bir tezahürü değil; hafızayı dizginlemeye, geçmişi hizaya sokmaya yönelik kasıtlı bir tasarruftur. Artık mesele sadece neyi hatırlamadığımız değil, neyin nasıl ve kim tarafından hatırlanacağıdır.
Bu, geçmişe sistematik biçimde el konulmasıdır —anlamın, sterilize edilmiş, bağlamından soyulmuş ve yalnızca itaatkâr bir kederin içinde yankılanmasına izin verilen tekil bir anlatıya dönüştürülmesidir.
Eğer bu kurmaca gerçekliğin içinde anlamlı bir yer edinmek, köksüz bir şimdiye mahkûm edilmeden yön tayin etmek istiyorsak, öncelikle bize geleceğin imkânlarını fısıldayan hafızayı —sadece olayları değil, direnişin biçimlerini de taşıyan kolektif hafızayı— yeniden uyandırmalıyız.
İşte bu sıkıştırma mantığı içinde el-Cezire’nin iki yıl önce yayınladığı “Uzun Savaş” (The Long War) belgeseli tarihsel anlatısını başlatıyor. Film, Batılı güçlerin petrol parasıyla fonlanan medya eliyle dayattığı çerçeveyi örnekliyor: İran’ın Batı karşıtlığı 1979 Devrimi ile başlatılıyor; sanki İngiliz savaş gemileri, petrol imtiyazları ve CIA darbeleri Humeyni’nin vaazlarından çok önce bu zemini hazırlamamış gibi.
Ancak devrimler nadiren düşmanlıkların başlangıcıdır; onlar, uzun süredir biriken çelişkilerin, bastırılmış mücadelenin kırılma anlarıdır. Tarihçi Ervand Abrahamian’ın İki Devrim Arasında İran adlı çalışmasında ortaya koyduğu gibi, İran’ın 20. yüzyıl tarihi, özellikle petrol ekonomisi etrafında şekillenen ve çözülememiş dış müdahale gerilimleriyle örülüdür. 1901 yılında, Kaçar hanedanlığının sonuna doğru Britanya’ya verilen petrol imtiyazı, bu ülkeye İran’ın yer altı kaynakları üzerinde neredeyse mutlak bir denetim sağladı. Bu hamle, yalnızca ekonomik kontrolün bir biçimi değil, aynı zamanda ileride direnişi şekillendirecek toplumsal güçlerin —çarşı esnafının, dinî otoritelerin ve yükselen profesyonel sınıfın— doğrudan yabancılaştırılması anlamına geliyordu.
1891–92 Tütün Protestosu, bu toplumsal tepkinin erken ama derinlikli bir ifadesiydi. Henüz bir devrim değildi; ancak sıradan bir muhalefetin çok ötesindeydi —kitlesel ölçekte, dış müdahaleye karşı kolektif bir reddiydi. İran’daki tütün ticaretinin tekeline dair verilen İngiliz imtiyazıyla başlayan süreç, kısa sürede ülke çapında bir boykota evrildi. Mirza Hasan Şirazi’nin tütün kullanımını haram ilan eden fetvası, yalnızca tüketimi durdurmakla kalmadı; aynı zamanda Şah’ı geri adım atmaya, anlaşmayı iptal etmeye mecbur bıraktı.
Bu bağlamda fetva, salt bir dinî hüküm değil; kutsal olanın, emperyal altyapıya karşı politik bir kuvvet olarak seferber edilmesiydi. Bu tür tarihsel anlar, liberal kavramsallaştırmaların kolayca kategorize edemeyeceği kadar girift ve çatallı yapılar sergiler. Zira burada direniş, yasal belgelerle değil, emperyal tahakkümü geçici olarak askıya alan bir teolojik müdahale biçiminde zuhur etmektedir.
Gerçek şu ki, bu coğrafyada din ile siyasetin kesişimi ve tarihsel dönüşümleri, dışarıdan ithal kuramların yüzeysel şemalarıyla açıklanamayacak kadar karmaşık, yerli tarihsel özgüllüğe içkin bir çözümlemeyi zorunlu kılar.
1905–1911 yılları arasında gerçekleşen Meşrutiyet Devrimi, edilgen egemenlik anlayışına karşı köklü bir reddiyeyi temsil etti. Bu yalnızca mutlakiyetçi bir hükümdarın otoritesine karşı değil, aynı zamanda imparatorlukların “kalkınma” ve “reform” kisvesi altında dayattıkları nüfuz biçimlerine yönelik derin bir başkaldırıydı.
Şura Meclisi’nin kurulması talebi ve ulusal imtiyazlar üzerinde kontrol arzusu, salt temsil ihtiyacını aşan; direnişi kurumsallaştırma ve bu direnci kalıcı bir siyasal yapıya dönüştürme iradesinin ifadesiydi. “Ülkenin İngilizlere satıldığı” ve “yabancı ekonomik politikaların İran ekonomisini çökerttiği” sloganları, bu mücadelenin özündeki egemenlik talebini ve sömürgeci tahakkümün reddini doğrudan ortaya koyuyordu.
1953’te yaşanan Musaddık darbesi ise, emperyal müdahalelerin örtülü ama sarsıcı gücünü yeniden gözler önüne serdi. Laik ve demokratik yöntemlerle seçilmiş bir liderin, Batı’nın çıkar kalıplarına uymaması kabul edilemezdi. Millileştirme hamlesiyle Anglo-İran Petrol Şirketi’nin (AIOC) egemenlik alanına darbe vurması, Britanya’nın küresel ambargo ve ABD’nin müdahalesiyle karşılık buldu. Soğuk Savaş kaygıları kılıfı altında, halkta karşılık bulan Tudeh Partisi’nin yükselişi bahane edildi; CIA ve MI6’nin organize ettiği Ajax ve Boot operasyonları, geniş halk desteğiyle çevrili Musaddık yönetimini yıkarak Şah’ı yeniden tahta çıkardı. Sonrası, baskı, sansür ve şiddetle örülen bir yönetim kurgusuydu; bu, 1979’da patlayacak olan öfkenin uzun süreli birikimiydi.
Bu müdahale, sadece bir rejim değişikliği değil, ABD’nin mühendisliğinde inşa edilen yeni bir devlet paradigmasının doğuşuydu. Şah rejimi, modernizasyon ve baskı, ekonomik büyüme ve derinleşen eşitsizlik, askerî yığınak ve siyasal boğulmanın iç içe geçtiği, imparatorluk mantığının temel taşı haline geldi.
ABD danışmanları, silah anlaşmaları ve kalkınma planlarıyla Tahran’a akarken, SAVAK’ın CIA ve MOSSAD tarafından eğitilip donatılması, sol ve dinî muhalefeti bastırma mekanizmasını işlevsel kıldı. “Toprak reformu” adı altında kırsal alanda uygulanan dönüşüm, aslında köylüyü güçlendirmekten ziyade tarım sistemini yeniden yapılandırarak kitlesel kırsal göçü tetikledi.
Petrol gelirleri, devletin kasasında toplanıp rejimin gücünü pekiştirirken, elitlerin servetini büyüttü. İran, bu süreçte ABD sermayesi için bir pazar olmanın ötesinde, bölgesel kuşatmanın ve emperyal stratejilerin ileri karakolu konumuna yükseldi.
Bu tablo, modernleşme söyleminin ardında gizlenen tahakkümün ve küresel güçlerin yerel gerçeklikleri nasıl şekillendirdiğinin en çarpıcı örneğidir; aynı zamanda İran’ın uzun soluklu direniş tarihinin anlaşılması için vazgeçilmez bir anahtar sunar.
Musaddık’ın millileştirme hafızası baskıya uğrasa da, derinlerden yüzeye yakın bir katmanda yaşamını sürdürdü; yeraltı örgütlenmelerinde, saklı yazında, kalkınmanın onursuzlukla kol kola yürüdüğünü fark eden büyüyen bir bilinçte… Bu öfke, onlarca yıl süren dış müdahale ve iç baskının izlerini taşıyan örgütlü bir direniş ağında biçimlendi. Üniversitelerin öğrenci hücrelerinden, çarşı ve camilerdeki dinî halkalara, hatta ordunun hoşnutsuz kesimlerine kadar uzanan, modern ulusalcılıkla Şii devrimci düşüncenin iç içe geçtiği çeşitli aktörler, Batı egemenliğine karşı sistematik bir itiraz dili geliştirdi. Bu kurumsallaşma yekpare ve homojen değildi; ortak bir meydan okuma sözlüğü, gizli iletişim kanalları ve Şah rejimi ile onun dış destekçilerine karşı paralel sosyal ve siyasal yapılar inşa etme çabası olarak şekillendi.
“Garbzedegi” yani “Batı’ya öykünme zehirlenmesi” kavramının doğrudan hedefe yerleştirilmesiyle, devrim artık salt içsel bir başkaldırı olmaktan çıktı; küresel emperyal planlara karşı İran egemenliğinin kapsamlı bir yeniden inşası, direnişin tarihsel misyonu olarak formüle edildi. Bu, İslamî yönetişimle modern “cumhuriyet” formunun ilk kapsamlı senteziydi. Çelişkilerine rağmen, bu kurucu kırılma bölge tarihinde eşi benzeri olmayan bir dönüm noktasıydı: Eski monarşiyi yerle bir edip radikal şekilde yeni bir siyasal sistem kurabilen son devrimdi.
Bu cumhuriyet, anti-emperyalist meşruiyeti sıfırdan icat etmekten ziyade, onu devraldı, tersyüz etti ve kurumsallaştırdı. Muhammed Tavakoli-Targhi’nin vurguladığı gibi, İran milliyetçiliği ilerleme ideolojisini reddederek değil; dış tahakküm altında şekillenen özgün bir modernlik tasavvuru olarak doğdu. Cumhuriyet, bu mirası direnç söylemiyle işleyerek sürdürdü. Bu miras, yalnızca rejimin ideolojik duruşunu değil, aynı zamanda onu eleştiren halkın bile ABD destekli son İsrail savaşında gösterdiği dayanışma ve millî duyguyu anlamamızda da belirleyicidir.
İran’da ABD destekli modernleşmenin on yılları boyunca, Körfez monarşileri paralel bir imparatorluk düzenine entegre edildi: Egemenliklerinin dış güvenliği garanti altına alındı, petrol akışının kesintisizliği sağlandı, itaat mekanizmaları güçlendirildi. Şah, kendisini Körfez’in polis gücü olarak konumlandırırken, bölge monarşileri itaatkârlığı pragmatizm olarak sahneledi; yabancı varlığı, yumuşak diplomasi ve petro-dolar uyumlarıyla normalleştirerek meşrulaştırdı.
ABD’nin “İkiz Direk” (Twin Pillars) stratejisi kapsamında, İran ve Suudi Arabistan, Batı çıkarlarının Körfez’deki ortak muhafızları olarak yeniden yapılandırıldı. Bu eşleşme, Şah’ın sadece askerî güçle değil, aynı zamanda OPEC mekanizmaları üzerinden uygulanan petrol diplomasisiyle bölgesel liderliğini pekiştirmesine olanak tanıdı. Şah’ın fiyatlama ve üretim kararları, Körfez ülkeleri tarafından yakından takip edildi ve desteklendi.
Ancak İran Devrimi, bu kırılgan uzlaşıyı kökten sarstı; Körfez monarşileri teslimiyet modeline dört elle sarılarak, petrole dayalı nüfuzu bir dönüşüm aracı değil, statükoyu koruyan bir para birimi olarak değerlendirmeye koyuldu. Bu süreç sadece jeopolitik bir yeniden ayarlama değil, aynı zamanda bilinçli biçimde üretilen ve pompalanan mezhepçi söylemin doğuşuydu: İran’ın Şii tonlu meydan okuyuşu, Sünni bölgesel düzen için varoluşsal bir tehdit olarak kurgulandı. Böylece siyasal bir kopuş, mezhepçi bir krize dönüştürülerek, imparatorluk ittifaklarının aslında bir kontrol ve bastırma stratejisi olan müdahaleleri çok daha meşru ve kabul edilebilir hale getirildi.
Bu dil ve strateji, çatışmayı yüzeysel bir mezhep kavgasına indirgerken, jeopolitik çıkarların örtülü savaşını kamufle eder; böylece bölgesel istikrarın korunduğu iddiası altında, çok katmanlı tahakküm mekanizmaları süreklilik kazanır. İran’ın direnişi ise, bu örtülü gerçekliğin açığa çıkarılması ve hafızanın canlı tutulması için vazgeçilmez bir kırılma noktası olarak kalmaya devam eder.
Devrimin ardından kurulan İslam Cumhuriyeti, hızlı ve kararlı adımlar attı: ABD’li danışmanları sınır dışı etti, Tahran’daki ABD Büyükelçiliği’ne el koyarak “Büyük Şeytan”a karşı sembolik bir darbe indirdi, kalan yabancı varlıkları millileştirdi, İsrail’le diplomatik bağları kesti ve bölgedeki direniş hareketlerine fiili destek verdi.
Tüm bu hamleler, ABD etkisine karşı kurgulanmış ulusal savunma stratejisinin ayrılmaz parçalarıydı. Anti-emperyalizm artık marjinal bir söylem olmaktan çıkarak, yeni bir politika, yasalaşmış bir mevzuat ve ihraç edilen bir strateji halini aldı.
Bu reddiye, hem derin teolojik zemine hem de darbe, imtiyazlar ve sömürge hafızasının kolektif bilinçte yerleşmesine dayanıyordu; zira itaat ve kuşatma üzerine kurulu küresel düzenle uzlaşmak mümkün değildi.
ABD, bölgedeki en istikrarlı ileri karakolunu yitirdiğinde, karşılığını kuşatma stratejisiyle verdi. Diplomatik bağların koparılması hemen ekonomik yaptırımlarla takip edildi; Washington, 1980–1988 yılları arasında İran’ı zayıflatmak için Saddam Hüseyin’in Irak’ına destek sundu ve bu, İran’ın ABD’yi doğrudan düşman olarak tanımasının pekişmesini sağladı.
İran’da “dayatılmış savaş” olarak adlandırılan bu dönemde, yaptırımlar, suikastlar ve medya temelli şeytanlaştırmalar, uzun soluklu kuşatma stratejisinin temel araçları oldu. Günümüzde yaşanan son İsrail savaşı da bu stratejik hattın devamı olarak okunmalıdır: Açıkça rejim değişimini hedefleyen, bölgeyi yeniden biçimlendirme amaçlı bir savaş. Netanyahu gibi figürlerin İran halkına “bu fırsatı değerlendirin” çağrısı, bu niyetin dolaysız ifadesidir. Ancak bu devletin yıkılması, İran Devrimi’nin tarihsel anlatısının ve meşruiyet iddiasının da tasfiyesini zorunlu kılar —yani, Şah’ın geçmişteki iktidarını İran için kabul edilebilir tek yol olarak sunan, uydurulmuş ve yapay bir nostaljiyi diriltmeyi.
Behrooz Ghamari-Tabrizi’nin Foucault İran’da adlı eserinde işaret ettiği gibi, Batılı gözlemciler, bu tarihi uzun süredir yanlış anlıyor; laik ile dinî, modern ile geleneksel ikiliklerine mahkûm, yüzeysel ve indirgemeci yorumlarla. Bu sığ okumalar, dinî erkin uzun süredir devam eden anti-emperyalist hattını, bu hissin nasıl devlet tarafından sahiplenilip kurumsallaştırıldığını ve zaman zaman ihanetle nasıl bozulduğunu gözden kaçırıyor.
Bu bağlam, Batı’nın “bireysel özgürlükler,” “terörizm” ve İran’ın “nükleer tehdidi” gibi söylemler üzerinden inşa ettiği ikiyüzlü anlatıları yeniden üretmeyi gerektirmez. O hikâye fazlasıyla ifşa edilmiştir ve görebilenler için ironisi büyüktür. Bugün asıl önemli olan, İran’ı kutsamak değil, bağlamı onarmak; her çatışmayı salt liberal değerler mücadelesi gibi gösteren hafıza kaybına direnmek… Çünkü yaşanan, tarihin, maddi koşulların ve bitmemiş kurtuluş mücadelesinin bizzat içinden doğan bir çatışmadır.
Bu çağrı, İslam Cumhuriyeti’ni yüceltme değil, tarihselleştirme çağrısıdır; medya döngülerinin düzleştirici şiddetine ve jeopolitik markalaştırmaya karşı direnme talebidir. Zira hafıza gösteri altında ezildiğinde, kendimizi anlamlandıracağımız, eleştirel konumlandırma yapacağımız bir ekseni yitiririz —o eksen ki, hafızayı taşır, reddi pratiğe dönüştürür ve özgürlüğe işaret eder.
İmparatorluk, her daim uzun bir hafızaya sahip olmaya muktedirdir. Bu nedenle, tarihsel temellendirme bir lüks değil, zorunluluktur.
Çünkü hafıza olmadan yol tayin edilemez.
Ve yol olmadan, özgürlük yalnızca içi boş bir slogandan ibaret kalır.
Çeviri: Medya Şafak