İbrahimi Dinani: Fârâbî Dersleri (4): Fârâbî’nin Epistemolojisi (Bilgi Felsefesi)

İbrahimi Dinani: Fârâbî Dersleri (4): Fârâbî’nin Epistemolojisi (Bilgi Felsefesi)
O, başka bir yerde de şöyle terennüm etmiştir: “İki gözümün üstüne otur, ey benden daha ben olan!” Ben benim ama sen benden daha çok bensin. Benim bu benim, bir işe yaramaz. Hakikat, Hakk Teâlâ’ya aittir. Bakınız ne kadar da güzel söylüyor. Sen, bensin; ben Sen’in yanında kimim ki? Sen’in olduğun yerde, artık ben yokum.

 

 

Lârîcânî: Bismillâhirrahmanirrahim.

Siz aziz izleyicilerimizi, sevgili dostlarımızı ve Marifet programının samimi takipçilerini saygıyla selâmlıyoruz.

Birkaç derstir hakîm Fârâbî’nin ulu düşüncelerinin gül bahçesinde geziniyoruz. Bugün de onun epistemolojiye bakışı konusunda saygıdeğer üstadımızın görüşlerinden faydalanmak istiyoruz. Bugünkü konumuzun bir miktar felsefî terimler içermesi mümkündür. Ancak bizler sizin marifet, hikmet ve ilmî seviyenizin, sözünü edeceğimiz bu meselelerin sizin açınızdan oldukça rahat bir şekilde tahlil edilebilir ve sindirilebilir düzeyde olduğundan eminiz.

Evet, üstad. Fârâbî, bilgiyi edinmenin ilk yolunun duyu olduğuna inanmakta ve bunu dışsal (zâhirî) duyu ve içsel (bâtınî) duyu olmak üzere iki kısma ayırmaktadır. Dışsal duyunun, duyumsanabilen suretleri ve tikel anlamları algıladığına; içsel duyunun işlevinin ise, duyumsanabilen şeylerin ortadan kaybolmasından sonra, bunların nefisteki [zihin] algılarını ve suretlerini korumak olduğuna inanmaktadır.

Tam da burada, daha genel meselelere girmeden önce konu hakkında daha da derinleşebilmemiz için epistemolojiye bir giriş yapmanızı rica ediyorum.

Dînânî: Bismillâhirrahmanirrahim.

Evet, sizin de söylediğiniz gibi, İslâm dünyasının ilk ve belki de en büyük filozofu Ebû Nasr Fârâbî, bilginin duyuyla başladığına inanmaktadır ve bu doğrudur da. Nitekim tüm Müslüman hakîmler arasında da şu cümle hayli meşhurdur: Kim bir duyudan [duyu organının yetisinden] yoksun olursa, bilgiden de [bilginin, o duyu organıyla ilişkili kısmından da] yoksun kalır.[1] Dolayısıyla bilgi, duyuyla başlar. İşte konunun en önemli yeri de burasıdır: Bilgi, beş duyu organıyla başlamakla birlikte, hiçbir zaman duyu mertebesinde kalmaz. Çünkü bilginin esası ve doğası, yükseliştir [yükselişi gerektirir]. Yani bilgi, duyudan ilk olarak ortak duyuya – çünkü dışsal duyudan sonra ortak duyu gelmektedir– ulaşmaktadır. Bakınız siz, duyma duyusuna konu olan şeyleri kulağınızla duyarsınız, görme duyusuna konu olan şeyleri ise gözünüzle görürsünüz. Göz ile kulak birbirine oldukça yakın olmasına rağmen aralarında yaklaşık dört parmaklık bir mesafe söz konusudur. Tıpkı Emîru’l-Mü’minîn Ali’nin (a.s.) buyurduğu gibi, “Hakk ile bâtıl arasında dört parmaklık bir mesafe vardır.” Görmek ile duymak arasında da işte bu kadarlık bir mesafe mevcuttur. Ancak buna rağmen, bunların ikisinin de âlemleri birbirinden farklıdır. Siz eğer gözünüzle konuşabilirseniz, ona neyi duyduğunu bir sorun. Eğer konuşabilseydi size, duyma yetisinin olmadığını ve dolayısıyla da bir şey duymadığını söyleyecekti. Kulaklarınıza da neyi gördüğünü sorun. Kulaklarınız da, görmek gibi bir fiile muktedir olmadığını söyleyecektir. Tatma duyunuza da neyi duyduğunu sorun. “Ben, duyamam; sadece tadarım” diyecektir. O, tatmaktan başka bir şey yapamaz. Yine koklama duyusu da sadece koklar ve bunun dışında başka hiçbir şey yapamaz. Göz görür, ama duymaz; kulak duyar, ama görmez. Ve dokunma duyusu da aynı şekildedir. Bunların her biri kendi görevini yerine getirmekte olup, biri diğerinin ne yaptığından habersizdir. Ancak bu beş mecra, tıpkı aynı denize dökülen beş nehir gibidirler. Bu beş duyunun algıladığı her şey, insanın iç dünyasındaki bir duyuda toplanmakta ve burada birbirlerine karışmaktadırlar. Hakîmler bu duyuya ortak duyu adını vermişlerdir. Bu, insanların bir konudaki duyularının ortak olması anlamında değildir. Ortak duyu, bu beş mecranın tamamının duyumsadığı şeyleri kendinde toplayan ve bunları birbiriyle irtibatlandıran duyudur. Örneğin siz, şekere baktığınızda, onun beyazlığını görür, tatma duyunuzla da onun tatlılığını tadarsınız. Sonrasında bu farklı duyumların her ikisi de iç dünyanızdaki ortak duyuya ulaşır ve şöyle bir çıkarımda bulunursunuz: “Bu beyaz şey tatlıdır” ve “Bu tatlı şey beyazdır.” Böylece şeker hakkında birtakım yargılara ulaşmış olursunuz. Bu yargıya göre şekerin tatlılığına, tatma duyusundan, beyazlığına ise görme duyusundan ulaşılmıştır.

Ortak duyunun bir üst mertebesi ise hayâl âlemidir. Hayâl âlemi, zihninizdeki – örneğin, rüyanızda gördüğünüz ya da gözlerinizi kapatıp bir köşede oturduğunuz sırada müşahede ettiğiniz birtakım suretlerin/imajların bulunduğu âlemdir. Bu suretlerin hepsi, zihninizde mevcuttur ve tamamı dışarıdan alınmıştır. Şimdi ise, sizin zihninizde bir suret ve imaj olarak hayâlî suretlere dönüşmüştür. Bu âlem, oldukça geniştir. Hayâl âlemi, dışarıdan alınan şeylerden ayrı olarak ve aynı zamanda bunlar üzerinden dış dünyada var olmayan şeyleri dahi kurgulayabileceğiniz bir âlemdir. Örneğin siz dış dünyada kargayı, güvercini ve leyleği görür ve bu örnekler üzerinden hayâl âleminizde bir “Simurg” tasavvur edebilirsiniz. Ne var ki o, mevcut değildir. Sonuç itibariyle ne karga ne güvercin ne de leylek olan, ancak bunların tüm özelliklerini taşıyan bir kuş hayâl edebilirsiniz. Hayâl âleminin genişliği işte bu kadar sonsuzdur.

Lârîcânî:

Hayâl, derya olmanın arzusunda

Heyhât, bu katrede, düşünmesi ne kadar da imkânsız/muhâl şeyler var

Dînânî: O “muhâli düşünme”nin kendisi dahi bir hayâldir. Çünkü muhâl, mevcut değildir. Mümteni‘ [imkânsız] olan bir şey var olamaz, ancak siz yine de onu düşünebilirsiniz. İşte bu, hayâlin bir sanatıdır.

Lârîcânî: Hayâl âlemi, makûller âleminden daha mı geniştir?

Dînânî: Hayır, yalnızca onun duyudan daha üst bir mertebe olduğunu ve kapsamının da oldukça geniş olduğunu söylemek istiyorum. Bunu akıl konusuna geldiğimizde izah edeceğim.

İçimizde var olan bir diğer âlem de vehimdir. Buradaki “vehim”, bâtıl bir şey anlamında değildir. Örfte, “vehim” denildiği zaman, bâtıl bir olgudan söz edildiği düşünülür. Hayır, zorunlu olarak bu anlama gelmez. Felsefî terminolojide “vehim”, bâtıl bir olgu anlamına gelmemektedir. Hayâl, suretlerin algısıdır. Algıladığımız tikel anlamlar ise vehimdir. Örneğin, filan kimsenin sevgisini düşünün. Bu kimsenin kalbinde, kendi çocuğuna karşı bir sevgi vardır ya da biz bir arkadaşımıza karşı kuvvetli bir sevgi besleriz. Ancak bu belirli (muayyen) şahsın sevgisi, vehimdir. Burada felsefî bir terimden söz ediyorum; dolayısıyla mezkûr kelime artık örfteki anlamına sahip değildir. Felsefî terminolojide ise “tikel bir anlamı algılamak”tır. Veya düşman olduğunuz, nefret ettiğiniz bir kimseyi ele alalım. Bu nefret, neticede bir anlamdır. Ancak tikel olduğu için, vehim olarak adlandırılmaktadır. Özetle hayâl, suretleri; vehim ise tikel anlamları idrak etmektir.

Vehmin ve hayâlin de ötesine gittiğimizde bu kez başka bir anlamla karşılaşırız ki, bu, idrakin aslıdır ve aklî idrak olarak adlandırılır. Bu merhale artık tikel değil, tümeldir. Tümellerin algısı, akıl âlemidir. Tümelin kapsamı ne kadardır? Sonsuzdur. Akıl âlemi, bitimsiz bir âlemdir. Dış dünyada Hasan, Hüseyin, Ali olarak gördüğünüz insanların her birinin zihninizde hayalî bir sureti söz konusudur. Bunların her birinin sevgisi ise tikel bir anlamdır ve vehimdir. Ancak ezelden ebede insan olan ve hiçbir mısdakla/fertle sınırlanmayan “insan”ın tümel anlamı, akıl âlemine aittir. İnsan, ezelden sonsuza dek sonsuz sayıda mısdağa sahip olabilir ve bu, onun aklî anlamıdır. Dolayısıyla Fârâbî, bilginin duyuyla başladığını belirtirken (elbette duyu olmazsa insan, akla da ulaşamaz) doğru olanı söylemiştir. Tabii ki bilgi, hiçbir zaman yerinde saymaz. Akla ulaşıncaya kadar sürekli yükselir. Felsefenin başladığı yer de işte burasıdır. Buraya dikkat ediniz: Fârâbî’nin de bir filozof olduğunu düşünürsek, filozofun işi akıl iledir. Filozof da işe duyu ve hayâl ile başlar ve bunda hiçbir mahzur da bulunmamaktadır. Ancak o filozof, burhanî (burhan ile) konuşmaktadır. Burhân, tümel önermelerden müteşekkildir. Tümel önermeler aklî idrak ile anlaşılır. Filozof, aklı esas alarak sözünü söyler. Aklî burhan, felsefî burhandır. Filozofun diğer insanlardan ve hatta pozitif bilimlerin düşünürlerinden, yani pozitivistlerden farkı (ki bu kimseler akıldan yardım alsalar da daha çok duyumsanabilen (mahsûsât) ve deneye konu olabilen şeyleri esas alırlar. Onlara göre deney, duyuya indirgenmeli ve ister çıplak gözle ister mikroskop veya teleskop gibi araçlarla olsun, görülebilir olmalıdır) duyudan akla gidebilmesidir. Daha farklı bir ifadeyle söyleyecek olursam; filozof mele-i a‘lâya giden kimsedir. Bu âlem nerededir? A‘lâ, “en yüce ve en yüksek” demektir. Peki, buna niçin “mele’” denmiş? Mele’ “(bir şeyle) dolu olan” anlamındadır. Akıl âlemi geniş ve kapsamlı olmanın yanı sıra, aynı zamanda doludur da. Sonsuz genişlikteki bu akıl âleminde, boşluk yoktur. Mele-i a‘lâ, akıllar âlemi demektir. Yani bu âlem şüphelerden ve evhamdan ari olup, aklî hüküm vermektedir. Duyu âlemi, boşluklara sahip olabilir. Siz burada bir şeyi görürken, aynı anda başka bir şeyi göremezsiniz. Şu önümüzdeki masanın dışını görebilirsiniz, ama içini göremezsiniz. Duvarın, size bakan cephesini görürsünüz, ama arkasında ne olup bittiğini göremezsiniz. Çünkü bu âlemde boşluk vardır. Duymak da böyledir; bir şeyi duyarken, diğer şeyleri duyamazsınız. Kezâ tatmak da aynı şekildedir; bir şeyi tadarken, başka bir şeyi tadamazsınız. Duyu âleminde hem varlık hem de yokluk hem de eksiklik söz konusudur. Oysa akıl âleminde, boşluğa bir yer kalmamıştır. Akıl âlemi, dinî ıstılahta da kendisine mele-i a‘lâ denen âlemdir. Kur’ân’da geçen “Muktedir melikin katında[2] ne kadar da güzel bir ifade! Melîk, mâlikin mübâlaasıdır. Yani her şeyi kuşatandır. Melîk, “çok sahip olan” demektir. Her şeyi ihata ettiğinden ve [akıl âleminde de] mele’ (doluluk) olduğundan, muktedirdir. Peki, kudret nerededir? Eğer kudrette bir boşluk söz konusu olursa, bu şey, kudret olabilir mi? Hayır, kudret olmaktan çıkar. Dolayısıyla mele-i a‘lâ ve saf akıl âlemi, aynı zamanda kudrettir ve sıdkın [doğruluğun] da mebdeidir. Yani burada yalan, aldatmaca, riya ve sahtekârlık mevcut değildir. Tesadüflere yer yoktur. Nitekim her şey kendi yerinde güzeldir. Bu durumda şunu söylemekten çekinmememiz gerekir: Mele-i a‘lâ, saf akıl âlemidir. Burada akıl hüküm sürmektedir: “Muktedir melikin katında…” Yani ilâhî âlemdir ve burada Allah hâkimdir.

Lârîcânî: Allah’ın isimlerinden biri de Melî’dir. Yani, “dolduran…”

Üstad, hakîm Fârâbî’nin işaret ettiği diğer zarif hususlardan biri de şudur: “Vehim ve bâtınî his (duyu), salt manayı algılayamaz; bilakis bunları karıştırır. Ancak duyumsanan şeyin zevâlinden (ortadan kaybolmasından) sonra onu korur.” Burada anlatılmak istenen nedir?

Dînânî: Biraz önce anlattığım şeydir.

Lârîcânî: Burada “karıştırmak” derken, neyi karıştırmaktan söz ediliyor?

Dînânî: Hemen açıklayayım: Onun, ihtisârın bir zirvesi olarak bir cümlede beyan ettiği şey, size biraz önce anlattıklarımın bir icmâli (genel hatları) idi. Yani şu demektir: Duyu ve hatta vehim âlemi, anlamları idrak etmekte, ancak birbirine karışmış bir şekilde anlamaktadır. Saf anlam [katıksız bir şekilde anlamak], duyu âleminin işi değildir. Duyu bir şeyleri her zaman şekiller halinde görür. Siz şekli olmayan bir şeyi görebilir misiniz? Eğer sesi yoksa ve belli bir frekansta değilse onu duyabilir misiniz? Kaldı ki frekans da belli bir düzeyde olmalıdır. Daha düşük veya daha yüksek olduğu takdirde bir sesi duymanız mümkün olmaz. Velhâsıl, algılanan şey daima duyumsanabilir olanlarla karışmaktadır. Saf akıl, beş duyu organının sınırlarına gelemez. Bizler saf aklı ve manâ âlemini duyularla algılayamayız. Kezâ Allah’ı da… “Gözler O’nu idrak edemez, ama O, gözleri idrak eder.[3] Allah, saf manâdır ve mânânın aslıdır. Hatta akıl âlemi de… Dolayısıyla duyu, her şeyi idrak eder, fakat “karıştırarak”… Burada “halten: karıştırarak” ifadesi ne kadar da güzel söylenmiş! Yani siz anlamı, şekilde bulur, sadece cisimleri –duyumsanabilen yani, duyunun ve deneyin kapsamındaki şeyleri– görürsünüz. Kaldı ki bunu da “karıştırmış” bir halde görürüz. Ancak nihayetinde bunların her birinin bir anlamı vardır. Bu âlemde anlamı olmayan bir varlık var mıdır? Bir zerreden, hücreden, atomdan ve atomun da altındaki şeylerden ta galaksilere kadar, bu âlemde anlamsız bir şeye rastlanabilir mi? Peki, bulduğumuz şey, salt anlam mıdır, yoksa anlamla karışmış mıdır? Yani anlam mıdır [anlamın kendisi midir] yoksa anlamlı mıdır [anlamla mı karışmıştır]?

Lârîcânî: Mani-dar’dır (yani anlamla karışmıştır, anlamlıdır; anlamın kendisi değildir).

Dînânî: Dolayısıyla manâ ile manidar arasında bir fark söz konusudur. Manâ, manânın kendisidir. Manidar ise, anlamın yanında başka bir şeyin de olmasıdır. Fârâbî’nin söylediği “halten:  karıştırarak” ifadesinin anlamı budur. Duyumsanabilen (mahsûsât) ve vehme konu olan şeylerin (mevhûmât) bir “anlamının olduğunu” görürsünüz (yani anlamın kendisi değildirler; anlamla karışmışlardır). Kezâ mütehayyilâtın da (hayâle konu olan şeyler)... Ancak salt manâyı algılamak, sadece aklın işidir. Burada şunu ifade etmek istiyorum: Sadece duyumsanan ve duyusal deneye konu olan şeylere odaklanan ve pozitif bilimlerle meşgul olan kimselerin –kendi rüyalarında gördüklerinin dışında– mutlak anlamı ve varlığın manâsını idrak etmekten bir nasipleri yoktur. Buraya dikkat ediniz. Bilimin kaydettiği tüm bu gelişmelere saygı duymakla birlikte –ki bugün de son sürat ilerlemeye devam etmektedir ve sizler bunun etkilerini/sonuçlarını tüm dünyada görmektesiniz– onun salt akıl âlemine, saflığın anlamına ve saf varlığa ulaşamadığını görmekteyiz (rüyalarında gördükleri hariç). Pozitivist ve duyumcu bir kimse manâ âlemini yalnızca rüyasında görebilmektedir. Ancak manâ ehli olan ve varlığı bilen kimseler –örneğin Fârâbî, bu manâ âlemini rüyasında görmemekte, varlığı uyanıkken idrak etmektedir. Bu, oldukça önemlidir.

Lârîcânî: Mevlânâ da bu hususu çok güzel bir şekilde beyan etmektedir:

Bu beş duyudan başka beş duyu daha vardır

O tıpkı bir kızıl altın gibidir, bu hisler ise tıpkı bakır

Burası, Fârâbî’nin “halten: karıştırarak” dediği yerdir. Çok ilginç! “Canın duyusu güneşten beslenir.” O halde sormak istediğim şey şu: Güneşten beslenen, yani bâtının duyusu demek olan o şeyi niçin “duyu” olarak adlandırıyoruz?

Dînânî: Bunun cevabını vermiştim. Bâtının duyusu; hayâl, vehim ve ortak duyudur ve bunların tamamı bir duyudur. Ancak aklın adını “duyu” koymayız. Ortak duyunun ne olduğunu biraz önce açıklamıştım: O, tüm duyuları kapsamakta ve içte (bâtında) bunları birbirine karıştırmaktadır. Hayâl de dış dünyaya değil, bâtın âlemine aittir ve alanı/kapsamı oldukça geniştir. Zâhir âlemi, sadece duyumsananlardır (mahsûsât). Bunları daha önce de bu programda defalarca izah etmiştim: Hayâl âleminin genişliği sonsuzdur. Duyu âlemi ise sınırlıdır. Sizler sonsuz bir şekilde hayâl kurabilirsiniz. Zira burada esas itibariyle bir sınır yoktur. Daha önce burada büyük bir şairimizin (Hâfız) beyitlerini de okumuştum: “Hayâlinin geliş yolunu kapatmak için gözlerimi kapıyorum, dedim. O, ise onun gece geleceğini söyledi.” Bu, hayâl âleminin genişliğini ifade etmektedir. İçsel (derunî) bir duyu olup bu denli geniş bir kapsama sahip olabilen bu duyuların yanında bir de zatı itibariyle faal olan akıl âleminin genişliğini bir hesap edin! Akıl, zatı hasebiyle faaldir ve duraklayabileceği bir sınır yoktur. Bu âlemden daha üst bir âlem yoktur. Ne kadar ilerlerseniz ilerleyin, neticede hep aklı göreceksiniz; akıl içinde aklı... Dolayısıyla Fârâbî’nin de söylediği gibi bilgi, duyuyla başlamakta, ancak sürekli olarak ilerlemeye devam etmektedir. Fakat burada bir durum söz konusudur: Bizler çoğunlukla, duyumsanan şeyleri görür ve bir taraftan makûlleri de anlarız. Makûlât, mahsûsât, mütehayyilât ve mevhûmât hakkında düşünürüz. Ancak duyu, akıl, vehm ve hayalin kendileri hakkında ise hiç düşünmeyiz. Diğer bir deyişle, bizler şeyleri düşünürüz; ancak düşünceyi düşünmeyiz. Bakınız, insanlar sürekli bir şeyleri (masayı, evini, evreni, denizi, çölü; kısacası her şeyi) düşünüp dururlar. Peki, kendi düşünceleri hakkında düşünüyorlar mı? Hayır. Oysa yapılması gereken şeylerden biri de budur. Felsefe, düşünce hakkında düşünmektir. Düşüncenin kendisi, başka şeyler hakkındadır. Bunun bir aşama ilerisi, şeyleri düşünen düşüncenin kendisi hakkında da düşünmenizdir. Düşünceyi düşündüğünüzde doğrunun ve yanlışın yollarını da bulmuş olursunuz. Buraya dikkat ediniz. Sizler her şey (dağlar, denizler, mülk ve melekût vs.) hakkında düşünüyor ve gayet de iyi de ediyorsunuz. Peki, bu düşündüklerinizin doğru olduğundan emin misiniz? Hayır. Bundan ne zaman emin olabilirsiniz? Düşündükleriniz hakkında tekrar düşündüğünüzde… Düşünce, hakkında düşünüldüğü takdirde arınır ve böylece doğru, yanlıştan ayırt edilmiş olur. Mantık biliminin de görevi budur. İkinci makûllerin anlamı işte budur. Yani sizler bir şeyler hakkında düşünürsünüz ve bunun ardından, bu kez de düşüncenizin kendisi hakkında düşünürsünüz. Böylece doğruyu ve yanlışı teşhis edebilir ve doğru düşündüğünüzden emin olabilirsiniz.

Bazen, bir şeye inanan bir kimsenin artık o şey hakkında düşünme gücünü yitirdiği sanılır. Bu, bir açıdan doğru olmakla birlikte bir açıdan da yanlıştır. Bir şeye çok kuvvetli şekilde inanan bir kimse, artık düşünmez. Bu çok yanlış bir tutumdur. Bazı mutaassıp ve mürteci kimselere, düşünmelerini söyleseniz, düşünmek istemeyeceklerdir. Kendince bir şeye erişmişlerdir ve artık düşünmek istemezler. Oysa inanç ve akide, düşüncenin son aşamasında gerçekleşir ve sonlandığı noktada bu kez başka bir düşüncenin başlangıcını oluşturur. Siz bir şeye inandığınızda, bir düşünce sona ermiş olur, ancak burası aynı zamanda başka bir düşüncenin de başlangıcıdır. Bunun aksi olarak mezkûr kimseler ise, istediklerine ulaştıklarını ve burada her şeyin bittiğini sanarak artık düşünmezler. Böyle düşündüğünüzde aslında yerinizde sayarsınız. Bir şeye inanmanızın bir mahzuru yoktur, fakat bunun başka bir düşüncenin başlangıcı olduğunu bilmelisiniz.

Lârîcânî: Çok güzeldi, üstad. Siz eserlerinizde ve düşüncelerinizde daima zarif noktalara değiniyorsunuz. Filozof her zaman kendi düşünceleri üzerinde düşünmeli ve her düşüncesinin sonunda başka bir düşünceye ulaşmalıdır. Bu seyir, böylece sonsuza kadar sürmektedir.

Mevlânâ da şöyle söylemektedir:

Her ânın, O’nun ânı olduğu o zâta aşığım

Akıl ve cân, O’nun mercanında bir canlıdır

Bu seyir, o mercana ulaşana kadar sürmelidir.

Dînânî: Ve canın Cân’ına… Canın canının canı Cânân’dır.

Lârîcânî:

O’nun âleminin kutbu olan o canı/kalbi getir

İnsanın canının canının canı O’dur

Dînânî: Yani yükselişin (teâlî) merhaleleri… Yani asla durmak yoktur. Sürekli düşünerek yükselmek gerekir. Eğer düşünmezseniz, yerinizde kalakalırsınız.

Lârîcânî: Tabii ki mercanda da duraklamamak gerekir, nitekim yol devam etmektedir.

Dînânî: Bu mercanda aynı zamanda bir güzellik de söz konusu. O, kıymetli bir doğal taşın ismidir. Ancak mercanla ilgili başka bir şey daha söylemek istiyorum: İnsanlar mercanı, kendilerine bir süs olması için kullanırlar. Oysa bir şey, aslında canın [ruhun] zîneti olmalıdır. Bizler bedensel zînete karşı değiliz. Kimse bu konuda bizi gerici zannetmesin. Bunların her ikisi de neticede birer zînettir. Peki, bedenin zîneti mi daha iyidir, yoksa canın zîneti mi? Canın zîneti. Canın zîneti nedir? İlim, akıl, bilinç ve düşünmektir.

Lârîcânî:

Ben ben olmadığım için bu soluk O’ndandır

Bu soluğa karşı kim söz söylerse kâfir odur

Dînânî: Bu büyük insan (Mevlânâ) ne kadar da güzel söylemiş! O, başka bir yerde de şöyle terennüm etmiştir: İki gözümün üstüne otur, ey benden daha ben olan!Ben benim ama sen benden daha çok bensin. Benim bu benim, bir işe yaramaz. Hakikat, Hakk Teâlâ’ya aittir. Bakınız ne kadar da güzel söylüyor. Sen, bensin; ben Sen’in yanında kimim ki? Sen’in olduğun yerde, artık ben yokum.

Lârîcânî: Çok güzeldi, üstad. Fârâbî gibi kimseler insanın ruhu üzerinde ne de çok durmuşlar! O, iç dünyayla (bâtınla) ilişkili beş duyu organı olduğuna inanmıştır. Bunlardan biri, ortak duyudur. Diğerleri ise, musavvire (tasarlayıcı) gücü, vehim gücühafıza gücü, mütefekkire (düşünen) güç ve mütehayyile (hayal eden) güçtür. Bunlar birbirinin hiyerarşisinde yer alan mertebelerdir.

Dînânî: Evet, sürekli olarak bir yükseliş vardır. Bir mertebeden diğerine geçilir.

Lârîcânî: Modern psikolojide ne yazık ki insanın iç dünyasına değinmekten kaçınılmaktadır.

Dînânî: Çok güzel bir konuya değindiniz. Bizim elbette ki tüm bilimlere saygı duymamız gerekir ve duyuyoruz da. Modern psikoloji –bir bilim olması hasebiyle duyusal ve deneyseldir ve bilimlerin özelliği de budur; ancak felsefe, burhanî ve aklîdir – eğer bir bilim olacaksa – ki bilimdir – onun, deneyi kullanması gerekir. Deney bir duyu mertebesidir. Bu bilim, insanın ruhunu incelemek istediğinde –ki insanın ruhunu göremez– bunu onun davranışları üzerinden gerçekleştirir. Yani sizin davranışlarınızı gözlemleyip ölçümler: Örneğin neler yaptığınızı, ne konuştuğunuzu, bakış açınızı, giyim-kuşam biçiminizi, kısacası dışarıya yansıyan, gözlemlenebilir tüm hareketlerinizi mercek altına almakta, bunları sentezlemekte ve size sonucunu söylemektedir. Böylece ruhu, bu ölçütler üzerinden tanımış olur. Bunda bir mahzur yok. Bu da bir tanıma biçimidir. Ancak tamamen duyusal ve deneyseldir, yalnızca bu düzlemde bir anlama sahiptir. Ruhun aslını/özünü ve bâtınını tanıyamaz. Her varlığın bir bâtını vardır; ancak insanın bâtını, yalnızca bir bâtın olmaktan ibaret  değildir. Onun yalnızca tek bir bâtını yoktur; bâtınının da bâtını ve bunların da her birinin birer bâtınları vardır. Ve nihayetinde bunlar sonsuz sayıdadır. Burada izin verirseniz Kur’ân-ı Kerîm’den faydalanmak istiyorum. Siz felsefî açıdan sordunuz ama burada Kur’ân’a da bir kadr ü kıymet vermemiz gerekir: Allah hem Zâhir hem de Bâtın değil midir? “O, Evvel ve Âhir, Zâhir ve Bâtın’dır.[4] Allah, Zâhir ve Bâtın olduğundan, diğer varlıkların da bir zâhiri ve bâtını (hatta taşın, denizin ve çölün dahi) vardır. Mevcudât, Allah’ın mahlûkları değil midir? Onların, Hâlıkları ile bir sinhiyyetlerinin [ilişkisellik, benzerlik] olması gerekir. Psikolojinin incelediği şey de insanın, zâhirine ve davranışlarına yansıttığı ruhtur. Oysa insanın birtakım bâtınları da vardır ki, bunların amelde görülebilmesi mümkün değildir. İnsanın tüm şahsiyeti, onun fiilinde görülebilir mi? İnsanları tanımaya çalışanların aynı zamanda bir psikolog olmaları gerekir. Her insan, bir şekilde insanları tanır. Yani her insanın, başka insanlara dair deneyimleri mutlaka vardır. Örneğin insanları görür ve bu insanların şu ya da bu şekilde olduklarına dair bir hüküm verir. Onları çabucak tanır ve haklarında “filan insan şunu yapıyordu, şöyle bakıyordu, şu özelliklere sahipti” gibi yargılarda bulunur. Ancak bunu da belli bir yere kadar yapabilir. Eğer bir caddede yürüyen insanlar, yevme tuble’s-serâirde[5] olduğu gibi, bir diğerinin sırr-ı süveydâsını biliyor olsaydı, acaba ne olurdu?

Dolayısıyla insanın, insanı tanıması psikolojide dahi, belli bir ölçüye kadardır. Nitekim psikologlar da insanı ve onun davranışlarını belli bir yere kadar tanıdıklarını itiraf etmektedirler. Oysa bir ârifin, filozofun, hakîmin ya da Fârâbî gibi bir şahsiyetin söz ettiği ruh, oldukça üst seviyeli bir mevzudur. Saf akıl âlemi, deneyle değil, yalnızca akılla anlaşılır. Sizin Fârâbî’den okuduğunuz ifadelerde geçen “halten: karıştırarak” ifadesi pek bir manidardır. Bizim tüm algılarımız, karışmıştır. Yani şekil ve duyu ile karışmış bir vaziyettedir. Aydınlık, karanlıkla karışmıştır. Buna karşılık, hiçbir şeyle karışmamış olan saf akıl, saf nurdur. O saf nura erişmek, bilimin işi değildir; felsefe, irfân ve dinin işidir. Bilim adamının değil, ârifin harcıdır bu!

Lârîcânî: Böylece cevabı da vermiş oldunuz, üstad. Ben de bunu söylemek istemiştim. Dışarıdan gözlemlenen davranış, insanın şahsiyetinin ve bâtınının tamamı değildir. Bu, birincisiydi. İkincisi ise, davranışlarımdan yansıyan şeyin, kişiliğimin ta kendisi olduğu nereden bellidir?

Dînânî: Kesinlikle öyle. Nitekim bir maslahat icabı, bazı kurnaz kimselerden, gerçekte iç âlemlerine muhalif davranışlar da sâdır olabilmektedir.

Lârîcânî: Yani kendilerini gizliyor ve birbirlerine göstermiyorlar.

Dînânî: Tüm insanlar kendilerini gizlemektedirler. Tüm insanların maskeleri/perdeleri vardır. İzin verirseniz ben bu konuya lûgavî bir perspektiften girmek istiyorum: Bizler genelde “kişi, şahıs” sözcüklerini kullanıyoruz. Yabancı dillerde ise bunun karşılığı olarak “person” sözcüğü kullanılmaktadır. Person’ın ne demek olduğunu biliyor musunuz? Sözcükbilimciler bunu bilirler. Kökeni Yunancaya dayanan person, “perde” ve “nikap” anlamındadır. Yani her insanın bir nikabı vardır. Siz hiç kimsenin bâtınına ulaşamazsınız. İnsanların içini okuduğunu iddia eden kimseler, yalan söylemektedirler ve söyledikleri de bir çağrışımdan başka bir şey değildir. Sizin hakkınızda sadece bir yere kadar bir şeyleri anlayabilirler. Sizin içinizi Allah’tan başkası bilemez. Ne var ki insanların kendisi de bazen kendi iç dünyalarını tanıyamamaktadırlar. İnsanın bâtınına ve sırr-ı süveydâsına, Allah’tan başka kimse için bir yol yoktur.

Lârîcânî: Bizim, psikolog bir grupla gerçekleştirdiğimiz bir toplantıda da konu bu idi: Yani “insan tam olarak bilinemeyecekse, o zaman antropoloji bilimi atıl ve işlevsiz mi kalacaktır?” Burada verilen cevaplardan biri de, bunun yolunun hikmet ve irfân olduğu yönündeydi. Zira Mevlânâ da şöyle söylemiş:

Benim üryan olma vaktim gelmiştir

İz bırakayım ve baştan sona Cân olayım

Dînânî: Bakınız, “Benim üryan olma vaktim gelmiştir” ifadesi, sizin tam olarak Fârâbî’den okuduğunuz kelimenin kendisidir. Üryan olmak, hiçbir şeyle karışmamak demektir. Mevlânâ, “bir şeyle karışmak istemediğini” söylemek istemektedir. Üryan olmak, üzerimizdeki kıyafetlerimizi çıkarmak anlamında değildir; fazlalıklardan, hissiyâttan ve bağlardan üryan olmak demektir. Şekilden, suretten ve tüm zâhirî şeylerden üryan olduğunuzda, canın Cân’ına ulaşmış olursunuz. İrfânî antropoloji işte budur. Peki, psikoloji, insanı bu boyutuyla tanımak istiyor mu acaba? Hayır, bu şekilde tanıyamaz. Oysa bu iki tanıma biçimi arasında bir fark vardır.

Lârîcânî: Ruhun kaynağının irfâna dönük olması da işte bu bağlamdadır.

Dînânî: Sokrates’in bu sözü, insanların tüm zamanlarda bir başucu sözü olmalıdır. O, bunu 2500 yıl kadar önce söylemiştir: “Ey insan, kendini bil.” Burada ben size şöyle bir soru sormak istiyorum: “Kendini bil” ne demektir? Buna cevaben belki de kendinizi tanımak/bilmek için gidip onlarca kitap okumanız ve bir hayli zahmetli yollardan geçmeniz gerektiğini söyleyeceksiniz. Kendinizi bir defa bildiğinizde, her şey burada bitecek midir? Kendini bilmek, kendine dair bildiğin her şeyi, yeniden bilmektir/tanımaktır. Bin kere de kendinizi tanıyacak olsanız, yine dönüp bin kere daha kendinizi tanımanızdır. Yani kendinizi, bir defalığına değil, sonsuza dek bilmenizdir. Oysa insanlar, bunu yapmak yerine, “Ne yapayım, ben böyleyim” demektedirler. “Ben böyleyim” diye bir şey yoktur. Biz şu an olduğumuz şey miyiz, yoksa olacak olduğumuz şey mi? Ben burada oturan mıyım, yoksa olacağım şey miyim? Ben bir an sonrasında bile, artık başka bir şeyim. Yani her şeyin bittiğini sanmayın. Bitmek diye bir şey yoktur. Daima kendimizi tanımalı ve bulunduğumuz mertebenin de ötesine yükselmeye çalışmalıyız. Yücelmek, yükselmek… İşte insanoğlunun yapması gereken budur.

Lârîcânî: Mevlânâ’nın güzel bir şiirine değinmek istiyorum:

Dostun senin çıkınındır, kesendir

Sen Ramin isen, Vîs’ten başkasını arama

Yani sevdiğin şey, aslında yine sensin. Bu zâhirî şeylerin hepsi birer âfettir.

Dînânî: Bu zâhirî şeyler, işte o “halt: karıştırma”dır.

Lârîcânî: Bu büyük düşünür ( Fârâbî) , nasıl bir psikologmuş öyle!

Dînânî: Evet. Zahirî olan her şey karışma ve karışmışlıktır; bâtınî olan her şey ise saflıktır. Bu derûn içre derûn ta canın Cân’ına kadar uzanmaktadır.

Lârîcânî: Bakınız, nasıl da her şey bizi dışarıya/zâhirî olana davet etmekte! Bizi kendi derûnumuza çağıran hiç kimse yok.

Dînânî: Günümüzün âfeti ve sorunsalı budur: İnsan tüm iç dünyasını dışarıya vurmuş ve dış dünyanın kaydında kalakalmıştır. Oysaki bir an olsun zâhirden bâtınına ve bâtınının da bâtınına doğru yol olacak olsa, o vakit ona tüm kapılar açılacaktır. Yol, budur ve bunu, insanların kendisi bulmalıdır. Bu yolu, elinizdeki bir ışık kaynağıyla insanlara göstermenize imkân yoktur. Onların kendisi bir farkındalığa/tenebbühe ulaşmalılar. Bunun yolu da tenebbühtür. Şu an dış dünyanın uykusuna ve rüyasına dalmışlardır. Onlara bir tür rehavet çökmüş ve bu yüzden de dış dünyaya gark olmuşlardır. Hâlbuki biraz olsun iç dünyalarına yönelebilseler… Bu, uyanmayı gerektirir.

Lârîcânî: İnsanın da bunda pek bir suçu yok, üstad. Dünya insanoğlunu sürekli kendisine çağırmaktadır.

Dînânî: Çünkü günümüz dünyası oldukça aldatıcıdır. Ve insanı sürekli dış dünyaya karşı cezbetmektedir.

Lârîcânî: Ve bizleri tek bir şeyin içinde “karıştırmak” istemektedir.

Dînânî: Dış dünyayı sürekli olarak bizim gözümüzde çekici kılmaktadır. Ve günümüzde rengârenk, türlü türlü cilveler söz konusudur. Örneğin günümüzde bazıları, başını bilgisayardan kaldırmamaktadır. Yemin ederim ki ben, bilgisayara muhalif değilim. Fakat bunun ekranına hapsolmuş çocuklar, bir an olsun başlarını bilgisayardan kaldırmıyorlar. Bu bilgisayarların iç dünya (derûn, bâtın) olduklarını sanmayın, bunlar dış dünyadırlar (zâhirdirler). Kişinin olabilecek en üst düzeyde bilgisayardan faydalanmasında bir beis yoktur, ancak kendi iç dünyasına da yönelmelidir.

Lârîcânî: Epistemoloji konusu, bizi çok güzel konulara getirdi ve bu alanda elbette ki konuşacak çok şey var. Örneğin, “duyunun mertebeleri” gibi konular… Epistemoloji gerçekten başlı başına bir âlem gibi. Yani bir anlamıyla, insan duyusal bir bilgiye ulaştığında; dilin, gözün ve kulağın, kısacası tüm beş duyu organının hakkını icra etmiş ve onları kendi mecrasında kullanmış olur.

Dînânî: Her mahsûs (duyumsanan), ait olduğu duyu organıyla bilinir.

Lârîcânî: Bazıları, görmenin, bakmak veya dinlemenin, kulağı öylece serbest bırakmak olduğunu sanır. Hayır, kesinlikle bu demek değildir. Aksine, İmam Seccâd'ın (a.s.) Risâle-i Hukûk’ta buyurduğu gibi, bunların her birinin hakkını eda etmektir, ki bu da oldukça zordur.

Dînânî: İç dünyadan (bâtından) dış dünyaya (zâhire) gelmek daha kolaydır. Derûn ehli olan bir kimse, bir anlığına dış dünyayı müşahede edebilir.

Lârîcânî: Çünkü iç dünyasında, dış dünya da mevcuttur.

Dînânî: Evet. Ancak dış dünyaya gark olan kimsenin, kendi iç dünyasına dönmesi oldukça zordur. Sizin de belirttiğiniz gibi insan, normalde dış dünyadan, içine yönelmektedir. Nitekim programın başında da söylediğimiz gibi, duyudan, yani dış dünyadan başlanır. Eğer dışarıdan başlamazsa, onun bir iç dünyası da olmaz. Dış dünyası olmayanın iç dünyası da yoktur. O, dış dünyadan içe yönelmekte ve böylece yol, sonsuza kadar açılmaktadır. Ancak bir kimse yalnızca dış dünyada kalır ve iç dünyanın yolunu bilmezse, bu durum onun için oldukça zor olacaktır. Söylediğim gibi, bunun yolu da tenebbühtür. İnsanların, neticede kendi durumları hakkında düşünmeleri gerekir. O vakit, yolu mutlaka bulacaklardır.

Lârîcânî: Evet. Hâfız da çok güzel söylüyor:

Her nefeste senin çehrenden hayâle bir yol çizmekteyim

İnsan kendi derûnundaki bu kat kat perdelerin –ki bu perdelerin her birinde bir cilve âşikârdır– nerede olduğunu bilmemektedir.

Dînânî: Belli ölçüde dış dünyaya dönük olan bilimin, şaşırtıcılıkları had safhalara ulaşmıştır. Sizin de bildiğiniz gibi bilim, pek çok problemi çözmüştür. Ancak bilimin henüz üstesinden gelmeyi başaramadığı bir sorun vardır: Bilim ahlâkî sorunları çözebilmiş midir? Ne yazık ki, hayır! Bilim, doğru yolun yanlıştan ayırt edilebilmesini sağlayabilmiş midir? Günümüzde pek çok meseleyi çözebilmiştir: Bizleri Mars’a kadar götürüp geri getirebilmektedir. Bizlere pek çok imkânlar sunabilmiş ve olabildiğince ilerlemiştir. Muhakkak ki bundan daha ileriye de gidecektir. Bilim, ahlâkın yanı sıra, siyasî meseleleri de çözüme kavuşturamamıştır. Çünkü siyasî meseleler de ahlâkla irtibat halindedir, öyle değil mi? Fârâbî, bin yıl önce bu konular üzerine düşünmüştü.

Lârîcânî: İnşallah bu konulara yer vereceğiz. Ona göre üç mihver vardır: Ahlâk, hikmet ve adalet. Bu konulara değinen tek filozof odur.

O halde buradan şu sonuca ulaşmaktayız: İster hakîm olsun, ister ârif ya da başka bir şey, insan hangi örtü altında olursa olsun, kendisini ne kadar hafifleştirir ve ağyârdan ne kadar üryan olursa iç âleminde de bâtınî bir safâyı bir o kadar hissetmiş olacaktır. Mevlânâ’nın şu güzel ve hikmetli beyitlerini de hayatımızın bir başucu levhası haline getirmemiz gerekir:

Benim üryan olma vaktim gelmiştir

İz bırakayım ve baştan sona Cân olayım

İnşallah hepimize bu tevfik nasip olur.

Bir sonraki programımızda tekrar görüşünceye dek siz tüm sevgili dostlarımıza veda ediyoruz.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

 

https://youtu.be/Ill3F1wFNys



[1] “Men fekade hissen, fekad fekade ilmâ.”

[2] Kamer Sûresi, 55. âyet.

[3] En‘âm Sûresi, 103. âyet.

[4] Hadîd Sûresi, 3. âyet.

[5] “Bütün gizliliklerin ortaya çıkarıldığı gün” (Târık Sûresi, 9. âyet)