İbrahimi Dinani: Fârâbî Dersleri (3): Fârâbî’nin siyasî düşüncesi / Medîne-i Fâzıla

İbrahimi Dinani: Fârâbî Dersleri (3): Fârâbî’nin siyasî düşüncesi / Medîne-i Fâzıla
A‘yânu’ş-Şîa’da merhum Muhsin El-Emîn, Fârâbî’yi İmamların ismet [günahsızlık, hatasızlık] ve imametine inanan ilk Şiî filozof olarak kabul etmektedir. Yine Âga Bozorg-i Tehrânî’nin Ez-Zerî‘a’sında ve daha sayılamayacak pek çok eserde bu hususa işaret edilmiştir. Bu kimselerin, Fârâbî’nin Şiî olduğundan hiçbir tereddütleri yoktur. Hatta o, İmam Mehdî’nin üçüncü naibi Hüseyin b. Rûh Nevbahtî’nin çağdaşı ve arkadaşı idi.

 

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Aziz izleyicilerimizi, sevgili dostlarımızı ve Marifet programını daima samimi bir şekilde takip eden tüm takipçilerimizi saygıyla selâmlıyoruz.

Hatırladığınız gibi, Hakîm Ebû Nasr Fârâbî’nin düşünce dünyasında geziniyoruz ve saygıdeğer üstadımızın, sırları çözen açıklamalarından istifade ediyoruz.

Bu büyük düşünürün asıl düşüncelerine geçmeden önce, onunla ilgili genel bilgilere yer vermiştik. Onun sahip olduğu özelliklerden biri de, topluma oldukça sosyo-politik bir düzlemden bakmasıdır. Fârâbî, toplumdaki belli şahıslar ve gruplarla diyalog halindeydi. Az çok bilgisi olan herkesle diyalog kuruyor ve gerçekte Sokrates’in izlediği yöntemi o da uyguluyordu. Kendine has özellikleri ve yöntemleri olmakla birlikte, aynı zamanda hem Sokrates’in hem Platon’un hem de Aristoteles’in yöntemini takip ediyordu. Onun birkaç türde münazara ve diyalogları mevcuttur, ki bugünkü programımızda bunlardan bir tanesine işaret etmek istiyoruz. Üstad, izin verirseniz konuyla ilgili bu metni okumak istiyorum:

Fârâbî, ilmî münazaralara ve diyaloglara/tartışmalara da katılmaktaydı. Bunlardan bir tanesi, üstadı Ebû Bişr Mettâ İbn Yûnus ve meşhur edip Ebû Saîd Es-Seyrâfî arasında gerçekleşmiş, pek çok âlim ve düşünür de bu meclise katılmıştır. Münazaranın sonunda ise, Ebû Saîd Es-Seyrâfî galip gelmiştir. Bunun sonrasında orada bulunanlar Es-Seyrâfî’yi överken, o, Ebû Bişr’e dönerek, “Siz filozofların edebiyatla ne işi olabilir ki?” demiş ve bu söz, Ebû Nasr Fârâbî’ye oldukça ağır gelmiştir. Fârâbî oradaki dostlarının da teşvikiyle öne atılarak Es-Seyrâfî ile müstevfîlik[1] hakkında münazaraya başlamıştır. Sonunda Fârâbî’nin kuvvetli mantığı öylesine galip gelmiştir ki, herkes onu methetmiştir. O, münazarayı hüsn-ü hitama erdirirken, şunları söylemiştir: “Evet, biz filozofların edebiyata ve dilbilimine ihtiyacı yoktur. Ancak senin, hikmete ihtiyacın var, tıpkı balığın suya ihtiyacı olduğu gibi! Eğer hikmete ulaşamamışsan, şimdiye dek geceni ve gündüzünü boşuna sarf etmişsin/tüketmişsin demektir.

Dînânî: Evet. Bismillahirrahmanirrahim.

Sizin de arz ettiğiniz gibi, Fârâbî gerçekten de çok boyutlu bir filozof. Hatta onun, İslâm dünyasındaki diğer tüm filozoflara kıyasla, toplum ve onun nasıl idare edileceği hakkında fikirler üreten tek filozof olduğunu söylememiz mümkündür. O, bu bağlamda El-Medînetu’l-Fâzıla adlı bir kitap da kaleme almıştır. “El-Medînetu’l-Fâzıla” başlığı altında diğer filozoflar da görüşlerini aktarmışlar; ancak, Fârâbî’de olduğu gibi, konuyu bağımsız bir şekilde ele almamışlardır. El-Medînetu’l-Fâzıla, Fârâbî’nin [müstakil] kitaplarından biridir. Medîne-i Fâzıla nedir? Medîne, “şehir” demektir. Ancak onun kastettiği, bildiğimiz anlamda “şehir” değildir. Medîne-i Fâzıla, tüm erdemlerin vücut bulduğu ve içinde hiçbir kusurun bulunmadığı bir insan topluluğudur. Zulmün, adaletsizliğin, eşitsizliğin, insafsızlığın ve kaosun yaşanmadığı, herkesin müreffeh bir şekilde hayatını sürdürdüğü toplumdur. Medîne-i Fâzıla, içinde yaşayan herkesin, yaşamını sürdürmekten mutluluk duyduğu toplumdur. O, bu kitabında böylesi bir toplumu resmetmiştir. Elbette bu konuda Platon ve Aristoteles’in de kitapları mevcuttur. Fakat İslâm dünyasında, “Medîne-i Fâzıla” adı altında [müstakil] bir kitabı olan ve bu konuyu ele alan tek düşünür Fârâbî’dir. İbn Sînâ da bu konudan söz etmiştir; ancak onun bu isimde bir kitabı yoktur. Kezâ Molla Sadrâ da bu konuya değinmiş, ancak bu isimde bir kitap kaleme almamıştır. “Medîne-i Fâzıla” kavramının karşısında – ki bu, çok güzel bir isimdir ve “toplumun en iyi/ideal şekilde yönetilmesini ifade eder – medîne-i fâsıka, medîne-i câhile ve’d-dâlle ve medîne-i müteğallibe [despotluk] vardır. Bunlar; içinde zulmün, adaletsizliğin, keşmekeşin ve zorbalığın olduğu toplumlardır. Bu toplumlarda bir düzen yoktur. O, bunların hepsini zikretmiştir. Bu toplumlar merdûddur (reddedilmiştir) ve ideal bir toplum örneği teşkil etmezler. Fârâbî’nin bu kitabı hayli ilginçtir.

Burada şöyle bir soru soracağız: Fârâbî, “Medîne-i Fâzıla” olarak adlandırdığı bu toplumun idaresi konusuna hangi yoldan girmeyi tavsiye etmektedir? Zira günümüz dünyasında da bilimlerin bu denli ilerleme kaydetmesine rağmen, ideal toplum ve bu toplumu idare edecek en iyi yöntemin ne olduğu sorusu hâlâ tartışılmaya devam etmektedir. İçinde bulunduğumuz bu yirmi birinci yüzyılda, (Doğu’da, Batı’da, gelişmiş, uygar, süper güç…) herkes, toplumu en iyi kendisinin yönettiğini iddia etmektedir. Acaba onların bu iddiaları, kendi toplumlarına bir zulüm değil midir? Bizim bugün, içinde zulmün ve adaletsizliğin olmadığı bir toplum bulabilmemiz epey zordur. Bu, Batı’nın en gelişmiş toplumları da olsa fark etmez ve saydığım şeyler oralarda da mevcuttur. Peki, “Medîne-i Fâzıla”ya, kurtuluşa ve içinde hiçbir zulmün olmadığı bir topluma ilk adımı atmanın yolu nedir? Bazıları buna, “ahlâk” cevabını vermiştir. Bu kimselerden biri de Kant’tır. Kant son dönemin büyük filozoflarından biridir. O, tarihin dönüm noktasıdır ve günümüz dünyasının diğer pek çok filozofunu da derin bir şekilde etkilemiştir. Ona göre, böyle bir topluma, ahlâk ile girilebilir. Bazıları da bu yolun “adalet” olduğunu söylemiştir. Onlara göre adalet, bir toplumu yönetmenin en iyi yoludur. Adaletin, gerektiği şekilde uygulandığı adil bir toplum, mutludur ve kurtuluşa ermiştir. Adaletin ne olduğu sorusu da ayrı bir konudur. Kendisinde, toplumun doğru bir şekilde idare edildiği adalet hangi adalettir? Bu da problematiktir. Marksistler, sosyalistler, şu ana kadar var olmuş (Sovyetler gibi) ve hâlihazırda da var olan sosyalist sistemler toplumun adaletle yönetilebileceğini ve bunu uyguladıklarını iddia etmektedirler. Onlara göre adalet sosyalizmdir ve sosyalizm de bir tür eşitliktir – ki gerçekte durum böyle değildir. Burada, Sovyetlerin nasıl bir yönetime sahip olduğu ya da Stalin’in hangi katliamları yaptığı gibi tarihsel konulara girmek istemiyoruz. Başka bir grup da bunun yolunun insaf olduğunu söylemiştir. İnsafın ahlâk ve adaletten ne gibi bir farkının olduğu da ayrı bir meseledir. Ahlâk, adalet, insaf… Bunların her üçü birlikte midir yoksa birbirlerinden farklı mıdırlar? Eğer farklı iseler bu farklılıklar hangi konulardadır? Bu programda bunlara değinmemiz oldukça vakit alacaktır. Kısacası bunlar, bir toplumun iyi bir şekilde yönetilmesinin yolları olarak zikredilmiştir.

Lârîcânî: Üstad, bu yolların ne olduğuna girmeden önce, Ebû Nasr Fârâbî’nin düşüncesindeki ideal toplumun ne olduğuna daha çok vurgu yapsak… Tıpkı zât-ı âlinizin de ifade ettiği gibi; o, bu toplumu, içinde fısk ve fücûrun, zulüm ve adaletsizliğin olmadığı ve insanların, haklarına rahatça ulaşabildiği bir toplum olarak tanımlamıştır. Ancak Tahsîlu’s-Sa‘âde [Mutluluğun Kazanılması] adlı kitabında, “maddî ve manevî imkânlarını/potansiyellerini sükûnet ve huzur içinde, mutluluğu elde etmek için seferber eden bir toplumun mutlu bir toplum olacağını” belirtmiştir.

Dînânî: Ben de bunları söylemiştim.

Lârîcânî: Sonrasında ise bir başka eseri olan Et-Tenbîhu ale’s-Sebîli’s-Sa‘âde’de mutluluğun tanımını yapıyor. Bu durum bize, onun, bir toplumu; o toplumun mutluluğunu ve koyduğu hedefleri temel alarak kategorileştirme görevinin de bir filozofun görevi olduğuna inandığını düşündürüyor.

Dînânî: Evet, ben de buna işaret etmek istiyorum. Onun ideal ve fazıl (erdemli, üstün) saydığı toplum, kurtuluşa ermiş ve içindeki herkesin mutlu olduğu toplumdur. Bu, herkesin kendi potansiyellerini gerçekleştirdiği ve kimsenin, kendi tekâmül yolculuğundan geri kalmadığı bir toplumdur. Nihayetinde herkesin bir istidadı ve potansiyeli vardır. İnsanlarda mevcut olan tüm potansiyeller, hiçbir engel olmaksızın gerçekleştirilmelidir. Yani potansiyel kinetiğe dönüşmelidir. Bu, insanların sahip olduğu tüm potansiyellerinin gerçekleştiği ve yaşamlarından hoşnut oldukları bir toplumdur. Fârâbî’nin portresini çizdiği ideal devlet, böyle bir devlettir. Sözünü ettiğimiz şey de işte budur. Onun istediği ve adını “Medîne-i Fâzıla” koyduğu bu ideal topluma – ki buna felsefe jargonunda “ütopya” denir – hangi yolla ulaşılır? Az önce, bazılarının buna ahlâk, adalet veya insaf yoluyla ulaşılabileceğini söylediklerini belirtmiştim. Fakat Fârâbî, bu saydığımız yolların hiçbirini zikretmemektedir. Size söylediğim bu nokta, oldukça ilginçtir. Çünkü o ne adaleti ne ahlâkı ne de insafı inkâr etmektedir; bilakis bunların hepsini kabul eder. Fârâbî’nin bu ideal topluma giriş yolu, “metafizik”tir. Aslında hakîmlerimizin düşüncelerinin temel ilkeleri de metafiziktir/metafiziğe dayalıdır. Yani felsefî ve akılcı bir şekilde düşünmektir. Peki, metafizik nedir? Bazıları onun doğa ötesi olduğunu söylemiştir ki, buna İslâmî kitaplarda mâ-ba‘de’t-tabî‘a denmiştir. Metafiziği kavramak kolay değildir. Bazıları “meta: öte, art” sözcüğüne bakarak, bu âlemden ayrı olarak ötelerde başka bir âlemin olduğunu, bunların arasına bir sınırın çizildiğini ve bu sınırı geçtikten sonra o âleme varacağımızı sanmıştır. Bu algı tamamen yanlıştır ve metafiziğe dair hatalı bir varsayımdır. Metafiziğin fizikten daha yüce/aşkın olduğu doğrudur. Ancak bu yücelik/aşkınlık zamansal ve mekânsal bakımdan değil, varlıksal (vücûdî) mertebe bakımındandır. Metafiziği tanımlayabilmek adına biraz daha anlaşılır konuşacağım: Şu an burada oturan sizin, benim ya da diğer herkesin vücûdî boyutu daha çok metafizikseldir. Eğer bizim aklımız olmazsa, biz insan olamayız. İnsan, akıl olmaksızın insan olabilir mi? Olamaz, ya hayvandır ya bitkidir ya da cansız varlıktır (cemâdât). Bizzat aklın kendisi, metafiziktir. Örneğin akıldan söz ettiğimizde, bu metafiziktir [yani metafiziksel bir konudan söz ediyoruzdur]. Bazıları bana, “Siz bu kadar akıldan söz edip duruyorsunuz, peki bu akıl nedir?” diye soruyor. Acaba bu akıl, pragmatik bir akıl mıdır, ticarî ya da maddî akıl mıdır? Hayır, kastettiğim bunların hiçbiri değil. Akıl, varlığı ve onun hakikatlerini kavramaktır. Bu da sadece insan için söz konusudur. İnsan, varlığın hakikatlerine ulaşabilir. Aklı görebilen kimse olmuş mudur? Akılda fiziğin etkileri görülebilir mi? Örneğin siz, aklı bir fizik laboratuvarında inceleyebilir misiniz? Bir hacmi var mıdır? Fizik, temel parçacıkları ve cismi inceler. Siz aklı laboratuvarda ölçebilir misiniz? Aklı ölçmek ne şekilde olur? Psikologlar bile aklı ölçemez. Onlar davranışları incelerler. Peki, aklın kendisi nedir? Akıl metafizikseldir. Çünkü hakikatleri ve tümelleri (külliyât) idrak eder ve esasında da mücerreddir (soyuttur). Mücerred olan her şey, metafizikseldir. Bazıları, mücerredin anlamına yeterli ölçüde dikkat etmiyor. Mücerred, maddenin özelliklerinden ve etkilerinden soyutlanmaktır (ari olmaktır). Maddî özelliklere sahip olmayan şey mücerreddir. Bu metafiziksel şey, “vardır;” ancak maddî özellikleri (bir ağırlığı, zamanı, mekânı, boşluğu) yoktur; bozulabilir değildir, yok olmaz, hareket etmez. Bir şey maddî özelliklere sahip olmadığında, bu, onun var olmadığı anlamına mı gelir? Hayır. O şey “vardır.” Akıl da böyledir; vardır, fakat maddî özelliklere sahip değildir; dolayısıyla metafizikseldir. Akıl, insanın bir boyutu olup, ona kendisini kendisinde gördüren şeydir. Yani adeta, insanın aynasıdır. İnsanın insanlığı da akıl iledir. Akıl metafizikseldir ve metafiziksel âleme yol bulabilir.

Lârîcânî:

Akıl iki tanedir: Birincisi, kazanılabilir (iktisâbî) akıldır

Ve küçük çocuk bunu okulda öğrenir

Diğer akıl ise Yezdân’dan (Allah’tan)  bir hediyedir

Ve canın arasında bulunur

Sizin kastettiğiniz bu “can”ın/”can”daki akıldır.

Dînânî: Evet. Peki, bu can nedir? Burada aklın “can”ın arasında olduğunu söylüyor. Oysa o, “can”ın özüdür.

İnsan nefsinin yedi merhalesine girecek olursak, konumuz çok uzayacak ve asıl meselemize giremeyeceğiz. Bu nedenle bu konuyu şimdilik geçelim. Benim kastettiğim; Fârâbî, Medîne-i Fâzıla’ya metafizik yoluyla girmektedir. Temel ilkesi metafiziktir. Metafiziğin en temel ilkesi de akıldır. Diğer bir deyişle Fârâbî, toplumun akılcı bir şekilde yönetilmesini istemektedir. Bu akıl da ilâhî akıldır. Aklın metafiziksel olması, ilâhî olduğu anlamındadır. İnsanda daima mevcut olan ilâhî bir şey vardır. Bundan dolayı herkesin, ilâhî bir boyutu bulunmaktadır. Bazen bu şeyin üzerini bir şeylerin perdelemesi ya da nefsî temâyüllerin ona galip gelmesi söz konusu oluyor ve insan, kendi ilâhî boyutunu idrak edemiyorsa bu bir sapkınlıktır. Dinleri inkâr eden pek çok şahıs, genelde Allah’ı inkâr etmemektedir. Tanrı’yı bir şekilde kabul etmektedirler; sadece bu tanrı başka türlüdür, “dinlerin tanrısı” değildir, derler. Yani genel olarak hiç kimse varlığın başlangıcını inkâr etmemektedir. Bunu ancak aklından zoru olanlar yapabilir. Aksi takdirde kim varlığın başlangıcını inkâr edebilir ki? Bu kimseler gerçekte Allah’a inanmaktadırlar; ancak dinlerin ve peygamberlerin anlattığı Tanrı’ya fazla önem vermemektedirler. Varlığın başlangıcını önemsemek, insanın ruhuna adeta kök salmıştır. Bu ilgiyi sağlayan şey de akıldır ve akıl da metafizikseldir. Fârâbî, böylesi ilâhî bir akılla Medîne-i Fâzıla’ya girmek istemekte ve burayı, ilâhî akıl esasınca burhanî, istidlâlî bir şekilde tavsif etmektedir. Eğer akıl, ilâhî akıl olursa, ahlâk, adalet ve insaf gibi değerler ve erdemler de onun peşi sıra gelecektir. Ancak adaletten, ahlâktan ve insaftan dem vurup akıl sahibi biri gibi davranmazsak, bunların kesinlikle tek başına bir işlevi olmayacak ve sorunları çözmeye yetmeyeceklerdir. Oysa akıl geldiğinde, zaten bunları da beraberinde getirecektir.

Lârîcânî: Fârâbî, sosyo-politik sistemin üç kurucu ilkesinden söz eder. Bunlardan birincisi (üst tabaka) yöneticiler, ikincisi (orta tabaka) çeşitli meslek grupları, bürokratlar ve üçüncüsü (alt tabaka) ise halktır (çiftçiler, tüccarlar, esnaf vd.). Ona göre yönetici sınıftan sadır olması gereken şey; hikmet ve akılcılıktır. O bu sınıfın adını zaman zaman “peygamber,” “imam” veya “nevâmîs: kanunlar” gibi adlarla anmıştır. Burada zikredilen “imam” konusuna daha sonra girebiliriz isterseniz; bana göre oldukça ilginç bir konu olacak. Orta tabakadaki meslek gruplarından sadır olması gereken şey ise adalettir. Yargının ölçütü adalettir. Halktan sadır olması gereken şey de ahlâktır… Eğer bu hiyerarşi hercümerce uğrarsa; örneğin orta tabaka, hikmet ve yöneticilik (üst tabakanın görevi) iddiasında olursa burada bir kaos meydana gelecek ve o toplum fâsık bir toplum olacaktır...

Ben bu konuya aslında daha sonra girmek istiyordum ama, mademki konusu açıldı, yeri gelmişken ben de şunu ilave edeyim: Öyle sanıyorum ki Fârâbî, burada çok önemli bir noktaya işaret etmek istemiş. O, adaletin özünün/cevherinin hikmet olduğunu söylemiştir. Yani sosyo-politik bir düzen ne demektir? İnsanlara ekmeğini, suyunu vermek ve her şeyin bununla bittiğini sanmak mıdır? Hayır. Bu sosyo-politik sistemin cevheri hikmettir [ve hikmet olmalıdır]. Yönetici sınıf, halkı bu hikmete yönlendirmelidir. Yöneticiler bu hikmeti, dinden almalıdırlar. O, burada dini de çok güzel bir şekilde tanımlamaktadır. Sonuçta hikmet [sadece] dünyevî değildir [sadece dünyevî alanları ve meseleleri kapsıyor değildir]. Bir önceki programımızda [bir şiirde de] belirttiğimiz gibi, dünyevî hikmet, ancak şüpheyi ve zannı artırır, Hakk’ın hikmeti ise asude kılar. O burada önemli bir konuya işaret ediyor: Eğer bu yönetici sınıf, sözünü ettiğimiz hikmete sahip değilse, bunların yönetimi, despotik ve diktatoryal bir idareye dönüşür. Günümüzdeki sistemlerin büyük bir kısmının demokratik olduğu doğrudur. Ancak piramidin tepesindekilere baktığımızda, gerçekte bunlar beş altı kişi ya da gruptan oluşmaktadır. Sadece bunların veto hakkı vardır ve dünyayı da kendi aralarında, istedikleri gibi paylaşmaktadırlar. Orta tabaka için, evet, görünürde bir demokrasi mevcut ve bunlar bir taraftan oylarını kullanmaya da devam etmektedir. Aynı zamanda kanun da teşri edilmektedir. Oysa Fârâbî’nin burada parmak bastığı şey, oldukça hikmetli.  “…Kitabı ve hikmeti öğreten…”[2]

Dînânî: Dinin de hikmetli bir şekilde yorumlanması gerekir. Dini kim yorumlamalıdır? Hakîm olmayan bir kimse dini nasıl tefsir edebilir? Bu, üzerine çok şey söylenebilecek oldukça hassas bir mevzudur. Dinin özü de hikmet olduğundan, onu hakîmler (hekîmler) yorumlamalıdır. Din hikmettir ve hatta hikmetin özüdür. Aklın özü de dindir. Din, akla aykırı değildir ki… Fârâbî bu hususların her birine akılcılıkla parmak basmaktadır. Fârâbî’nin düşüncesinin temeli de akılcılıktır. Akılcılığı biraz önce anlamlandırdım: Pragmatik, ticarî ve aldatıcı bir akıl değil; ilâhî ve metafiziksel akıl… Diğerleri akılcılık değil, cehalettir. Akıl iş başına geldiğinde ve toplum akılla yönetildiğinde hem ortada bir zulüm ve haksızlık kalmaz hem de insanlar bâtınî olarak kurtuluşa ererler. İnsan, sadece yemek ve içmekten ibaret değildir; onun bâtını da gelişmelidir. Yalnızca yiyip içerek zâhirini mi geliştirmelidir, yoksa aynı zamanda bâtını da gelişmeli midir? Eğer insanın bâtını gelişmezse, onun bir hayvandan farkı kalmaz. Çünkü hayvanlar da yiyip, içip yatmaktadırlar. Yani Medîne-i Fâzıla’da insanın hem manevî hem de maddî yönü gelişmelidir. Yani giysisini, yiyeceğini vd. temin edebilmeli, zulmetmemeli ve insanlarla güzel geçinmelidir. Ancak bir yandan tefekkürü de gelişmeli, yani hikmete ulaşmalıdır. Aksi takdirde hiçbir zaman tatmin olmayacaktır. İnsan ne zaman tatmin olur? Yiyip içip yattığında tatmine erişir mi? İnsanın tatmin olduğu şey nedir? İnsan en iyi kıyafetleri giyse, yine de bundan daha iyisini giymek ister. Ne kadar parası olsa, bununla yetinmez ve hep daha fazlasını ister. Hangi servet sahibi, elindekiyle yetinip ‘ben artık bundan daha fazlasını istemiyorum’ diyebilir? Böyle bir kimse var mıdır? Hayır, yine de daha fazlasını ister. Ona ne kadar verseniz, ondan da fazlasını ister: “Daha yok mu?”[3] İnsan neye ulaştığında doyuma erişir? Akılcı bir ebediyet dışında hiçbir şey onu doyuma eriştirmez. İnsanı doyuma eriştirecek tek şey, ebediyettir. Buna bu programda defalarca değindim. Ebediyet ve sermediyet ne zaman hâsıl olur? Sadece akıl ile. İnsanların aklı, rüştüne erdiğinde, bu, Medîne-i Fâzıla’nın kendisidir. Fârâbî’nin Medîne-i Fâzıla’sı sadece yiyip içip yatmaktan ibaret değildir. Elbette yeterli maddî koşullar sağlanmalıdır; fakr, felâket ve perişanlık tabii ki olmamalı. Bu, kesindir ve herkesin ilk olarak bildiği şeylerdendir. Ancak bunlar sağlandıktan sonra insanın aklı gelişmeli ve manevî bir tatmine erişmelidir. İnsan manevî bir tatmine eriştiğinde ya da toplumdaki herkes, akılları kâmil olup yaratılışın ve hikmetin sırrına ulaştığında artık hiçbir şeyden korkmazlar. Bazen zengin ve maddî açıdan her türlü imkâna sahip olanların da birtakım korkularının olduğunu görürsünüz. En azından ölümden veya servetlerini yitirmekten korkmaktadırlar. Korkunun kaynağı cehalettir.

Lârîcânî: Çok güzeldi, üstad. Çok önemli bir noktaya işaret ettiniz ve doğru olan bakış açısı da bu idi. Fârâbî de bunun peşindeydi. Aslında hayatın özü, hikmet ve akliliktir. Bu ister sosyal ister siyasal isterse de ailevî düzlemde olsun, fark etmez. Zira insan da zaten bunun peşindedir: “Hikmet, mü’minin yitiğidir.

Bu büyük düşünür şöyle söylüyor: “Ben Aristoteles’e, Platon’a ve hatta Plotinos’a saygı duymakla birlikte, şunu da söylüyorum ki, hikmet dünyevî değil, semâvîdir. Onlar bunu yeryüzünde arıyorlardı, ben ise onun semada olduğuna inanıyorum.” Ne kadar da güzel ve önemli bir nokta!

Dînânî: Evet, daha önce de belirttiğim gibi, hikmet veya felsefe – ki “hikmet” onun dindeki karşılığıdır; Yunanca terminolojide ise “felsefe”dir; yani felsefe aslında hikmettir – aklın neticesidir ve akıl da metafizikseldir; yani ilâhîdir. Fârâbî’nin tüm çabası buydu. Metafizik, ilâhîdir; fiziksel olan ise yok olabilir. Yani madde âlemi, ayrışma ve bölünme [kesret] âlemidir. Metafizik ise vahdet (birlik) âlemidir. Burada defalarca, zamandan ve sermedden söz ettik. Sermed âleminin zuhuru, zamandadır. Vahdet âlemi, bu kesret âleminde tecelli etmektedir. Kesretten vahdete, maddeden mânâya ulaşılır. İnsan akıl sahibi olduğu için kendisine ‘Ben kimim?’ sorusunu soran tek varlıktır. Bunu hiçbir hayvan, kendisine sormaz. Hayvanlar içgüdülerine göre yaşamakta, yiyecek bulmakta; kısacası yapmaları gereken tüm şeyleri içgüdülerini esas alarak yapmaktadırlar. Ve bu faaliyetlerinde bir yanlışlık da yapmazlar. Hiçbir hayvan yanlışlık yapmaz. İçgüdüleri, onları, yapmaları gereken her şeye yönlendirmekte ve onlar da bu doğrultuda hareket etmektedirler. Ancak varlık âleminde, bir sorusu olan/soru sorabilen tek varlık, insandır. Onun ilk sorduğu soru, ‘Ben kimim ve ne anlam taşıyorum?’ sorusudur. İnsan kendi anlamını soruyor mu sormuyor mu? Kendi anlamını sorduktan sonra, eşyanın da anlamını sormaya başlamaktadır. ‘Ben ne yapmalıyım, benim hedefim nedir? Nereden geldim ve nereye gideceğim?’ Bunlar insanın, kendisine sorduğu sorulardandır. Bu soruları soran akıldır. Fârâbî’nin de söylediği budur. Yani Medîne-i Fâzıla’ya girmenin yoludur. İnsan, düşünmenin de ne demek olduğunu sorabilen bir varlıktır. Burada ne söylediğime dikkat ediniz: İnsan bazen yeryüzü, gökyüzü, eşya, karalar, denizler, fizik, kimya vd. hakkında düşünmektedir [bunlar hakkında soru sormaktadır]. Ama bazen düşünmenin de ne olduğunu sorabilmektedir. Bu, düşüncenin de düşüncesi demektir; tefekkür içinde tefekkürdür ve sadece insanın yapabileceği bir şeydir. İnsan akıl sahibi olduğu için bunları sormaktadır. Hatta bazen akıl da aklın ne olduğunu sorar. Bunlar insanî hususiyetlerdir. Eğer insan bu aklî merhaleye ulaşır, yani akıl sahibi bir varlık olarak kendisini tanır ve bunun yanında aklın ne olduğunu ve ne gibi bir işlevinin olduğunu sorarsa, [farkına vardığı] bu nazarî (teorik) akılla ilâhî hakikatlere ulaşır. Bu aklın bir de amelî (pratik) boyutu vardır. Onun pratik boyutu da kendisini ahlâk ve adalette vd. gösterir. Bunların tamamı aklın pratik (amelî) boyutudur. Ancak nazarî (teorik) aklın nerelere kadar ulaşabileceğine gelince… Bu, hayret verici bir sınırsızlıktır. Akıl, nazarın neresine kadar gidebilir? İnsanın Allah’tan başkasını görmeyeceği yere kadar… Buraya uçakla uçarak gidilmez. Nazar nereye kadar gider? Bir bakın bakalım, makamların bir sınırı var mı? Nazar makamı mı daha geniştir, amel makamı mı? Nazar makamının kapsamını hiç kimse ölçemez ve kimse ona bir sınır koyamaz. Amel ise ölçülebilirdir.

Aklın iki boyutu vardır: Onun teorik (nazarî) boyutu, pratik (amelî) boyutundan daha önemlidir. Evet, eğer akıl kendi nazar makamını bulur/ulaşır, ilâhî olur ve metafiziği de doğru anlarsa,  ki temel olan, metafiziktir. Bakınız, Sayın Lârîcânî, akıl zatı itibariyle metafizikseldir. Eğer o, metafiziksel ilkelere ulaştırmazsa, tüm dikkati maddenin üzerinde yoğunlaşır. Bundan sonrasında da ‘maddenin temeli nedir?’ diye sorulduğunda, şaşakalır. Maddenin temeli yine madde midir? - Madde, hareket edici ve yok olucudur. Peki, sabit midir yoksa değişken midir? - Onun değişkenlik ve yok olma özelliğinin yanında tekâmül gibi bir özelliği de vardır. Peki, onun tekâmülü yine madde içinde midir yoksa madde ötesi midir? Eğer tekâmülü yine madde içinde olursa, bu durumda o “daha madde” mi olacaktır? Hayır. Maddenin “daha madde” olmasının bir anlamı var mıdır? Dolayısıyla maddenin tekâmülü, onun metafiziğe kapı aralaması ve ilâhî olmasıdır. İlâhî âlem, sonsuzdur. Ve aklın nazarının, [sonsuzluğu] turladığı yerdir. Fârâbî’nin tüm gayreti, nazar makamından başlayıp amel makamına inmektir. Bu “medîne”, “medîne” olabilecekse, ancak o zaman olabilir. Sizin bu dünyada gördüğünüz “medîne”ler “medîne” değildir.

Lârîcânî: İzin verirseniz, Fârâbî’nin son cümlesini de tamamlamak istiyorum. Aslında bu konuya ileride daha ayrıntılı bir şekilde girmek isterdim. Ancak şimdi kısaca değinsek de makbuldür. O şöyle söylemişti: “Aristoteles ve Platon’a fevkalâde saygı duymakla birlikte, ben, hikmetin semavî olduğuna inanıyorum. Bu hikmeti ise bizlere, peygamberler vermiştir.” “Onları temizler ve onlara Kitab’ı ve hikmeti öğretir.” Yani hikmetin özünü/cevherini, nebilere nispet etmektedir. O halde benim sorum şudur: Filozof, bu hikmetin sahibinin peygamberler olduğunu söyleyebilen bir kimse midir?

Dînânî: Bundan şüphe edilemez.

Lârîcânî: Hikmeti bir kenara bırakarak felsefe yapan kimseler gerçekten filozof mudurlar?

Dînânî: Hayır, kesinlikle. Az önce de söylediğim gibi hikmeti dışlamak, maddeye yoğunlaşmaktır. Bakınız, Fârâbî’nin tasvir ettiği o ütopya ve Medîne-i Fâzıla, “iyi yaşamak”tan ibarettir. İlâhî olmayan ve içinde metafiziksel temeller bulunmayan bir düşünce ne yaparsa yapsın, ancak ve ancak maddede yoğunlaşabilir. Nihayetinde “yaşamak” ile ilintilidir ve bizler hep “yaşamak” üzerine düşünürüz. Tüm insanlar kendi hayatları hakkında düşüncelere kapılır. Hakîm ise hikmeti yaşamaktadır. Hikmeti mi yaşamalı yoksa yaşamak için mi hikmeti öğrenmeli? Hikmeti yaşadığınız zaman, yaşamak hakkında da düşünmüş olursunuz. Hikmetli bir şekilde ve hikmeti yaşamak gerekir.

Lârîcânî: Çok güzel bir ifade!

Dînânî: Bu konuyu sadece yaşamak/yaşam hakkında düşünmemeli. Ona bakarsak, hayvanlar da gayet güzel bir şekilde yaşamaktadırlar. Onların hayatları kötü değil ki… Hayatlarında hiçbir eksikleri yoktur. Nihayetinde başlarına bir felâket gelir veya bir hadise sonucu ölürler. İnsan da ölüyor. Mesele, bu değil. Aslında Fârâbî’nin, El-Medînetu’l-Fâzıla’nın tamamında söylediği şey, hikmetin yaşanması gerektiğidir. Netice, budur.

Lârîcânî: Bir diğer güzel nokta da onun şu sonuca ulaşmasıdır: “Her peygamber hekîmdir. İmam hekîmdir. Her kim bu hikmete sahipse, onun hükümeti vardır/olmalıdır. Ona hükümet ister verilsin ister verilmesin…” Ne kadar da güzel bir çıkarım.

Dînânî: Akıl hâkimdir ve cehalet eninde sonunda mağluptur.

Lârîcânî: Yani mutlak hâkimiyeti akla veriyor.

Dînânî: Hâkimiyet, mutlak olarak aklındır. Cehalet hâkim olabilir mi? Cehalet nedir? Karanlık, ahmaklık ve bilgisizlik… Nihayetinde hem insanın yaşantısında hem de âlemde hâkim olan, akıldır. Bu âlemi akıl mı döndürmektedir yoksa cehalet mi? Yer ve gök, cehaletin ışığında mı hareket etmektedir, aklın ışığında mı? Elbette ki aklın ışığında… Bunun şakası yoktur. Fârâbî’nin bu eserdeki tüm gayreti bunu ortaya koymaktır. Zira söylediğim gibi, bu bir ütopyadır ve henüz gerçekleşmemiştir; çünkü bazıları ütopyanın bu dünyada gerçekleşemeyeceğine inanmaktadırlar. Ancak Fârâbî, bir gün bu Medîne-i Fâzıla’nın tahakkuk edeceğinden yana ümitliydi. Kısacası akıl, insanın tüm hareketlerinde (harekât) ve durmalarında (sekenât) hâkimdir. İnsanlar, aklın yörüngesinde hareket etselerdi, bu dünya ne kadar güzel olurdu! O vakit bu âlemde bir şer de olmazdı. Her şeyin akıllıca olması ne güzel olur! Elbette bu akılla kastettiğim, ilâhî ve metafiziksel akıldır.

Lârîcânî: Anlaşıldığı üzere, Fârâbî din ile felsefeyi hikmetli bir şekilde ve aklî ölçülerle birbirine bağlamaktadır. Öyle ki, bunları birbirinden ayırmak neredeyse mümkün değildir. Bazıları bu düşüncelerde bir kusur/eleştirilecek bir husus bulamayınca, bunların bir Şiî düşüncesi olduğunu söylemişlerdir.

Dînânî: Şiî tefekkürü olsun, bir sakıncası mı var?

Lârîcânî: Onun, bu düşünceleri Şia’dan ödünç aldığını ve delillerinin Şia’ya ait olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Dînânî: Evet. Şia, akılcı düşünce demektir.

Lârîcânî: Nitekim bu söylediği de Emîru’l-Mü’minîn Ali’nin (a.s.) sözüdür.

Dînânî: Bakınız ben size bir ölçü sunmak istiyorum: Her kim akılcı ve ilâhî düşünürse o kimse Şiî’dir. Bu şekilde düşünmeyen bir kimse de zaten Şiî değildir; zâhiren kendini istediği kadar Şiî olarak görsün, Şiî değildir. Burada yine ticarî aklı değil, ilâhî aklı kastediyorum. İlâhî bir akılla düşünen kimse, Şiî’dir. Eğer ölçünüz bu olursa, Fârâbî’nin de Şiî olduğunu söylemekten çekinmemeniz gerekir. Dikkat ederseniz, ben burada tarihten bahsetmedim. [Sadece] Akılcı düşünmek konusunda bir ölçü sundum. Neticede İbn Sînâ da Fârâbî de Firdevsî de akılcı düşünmekteydiler. Bu programda işlediğimiz tüm filozoflar akılcı düşünmekteydiler.

Lârîcânî: Evet, siz Filozofun Yakarışı adlı kitabınızda da bu hususa işaret etmiştiniz. Gerçi bu konuda pek çok tarihsel kanıt da mevcuttur. Mesela A‘yânu’ş-Şîa’da merhum Muhsin El-Emîn, Fârâbî’yi İmamların ismet [günahsızlık, hatasızlık] ve imametine inanan ilk Şiî filozof olarak kabul etmektedir. Yine Âga Bozorg-i Tehrânî’nin Ez-Zerî‘a’sında ve daha sayılamayacak pek çok eserde bu hususa işaret edilmiştir. Onun bu yönüne değinmeyen çok az eser vardır. Bu kimselerin, Fârâbî’nin Şiî olduğundan hiçbir tereddütleri yoktur. Hatta o, [İmam Mehdî’nin (a.f.)] üçüncü naibi olan Hüseyin ibn Rûh En-Nevbahtî’nin çağdaşı idi. Nevbahtî de aslen İranlı idi.

Dînânî: Aslında Nevbaht da Farsça bir kelimedir. [Tarihteki] Nevbahtîlerin hepsi İranlıydı.

Lârîcânî: Bu da bizim için bir iftihardır. Fârâbî, onunla oldukça samimiydi de. Sizin bu açıklamanız da oldukça güzeldi. Gerçekte onun düşünce yapısı bir Şiî düşüncesiydi. Esasen Şia da böyledir. Hikmetten ari bir Şia yoktur. Bundan büyük bir iftihar olabilir mi? Oldukça güzel bir noktaydı, üstad.

Evet, o bir Şiî tefekkürüne sahipti ve bu inanç üzere yaşıyordu. Aynı zamanda onun Mevlâ Emîru’l-Mü’minîn Ali’ye (a.s.) bakışı da oldukça âşıkanedir. Ben şu ifadeyi Fütûhât’ta okumuştum: “Ben [Ali] diğer peygamberlerle gizlide, Allah Rasûlü ile ise açıkta birlikteydim.”[4] Meğer ondan önce Fârâbî de bunu nakletmiş. Demek ki Ali’ye (a.s.) olan muhabbeti oldukça fazlaydı. Hz. Ali (a.s.) tüm nebilerin bâtını idi.

Dînânî: Acaba hekîm olup da, Mü’minlerin Emîri’ne (a.s.) muhabbet duymayan bir kimse var mıdır?! Eğer bir kimse Ali’nin (a.s.) sözlerini okumaz, anlamaz ve kabul etmezse hekîm değildir. Her hekîm, Hz. Emîr’in (a.s) mürididir. Çünkü hikmetin başlangıcı/aslı O’ndadır.

Lârîcânî: Sonrasında o, “sırru’l-enbiyâ” ifadesini, “onların aklı” olarak yorumlamaktadır. Sırr ile aklın farkı şudur: Akıl daima vardır. Şimdi de vardır. Çok ilginç bir nokta!

Dînânî: Fârâbî’nin bir düşüncesi daha var ki, ona bugün değinmemize fırsat olur mu, bilmiyorum. Onun nübüvvet hakkındaki tanımı da oldukça ilgi çekicidir. Hatta nübüvvete dair böyle bir tanım sunan ilk kişidir. Eğer bu konuya bir gün girebilirsek, bu bahsettiğiniz meselelerin hepsi, onun içinde mevcuttur. O burada nebiyi ve vahyi de tanımlamıştır. Ondan önce hiç kimse ilâhî vahyi böyle tanımlamamıştı. Bunun hakkında ayrıntılı bir şekilde konuşabilmemiz için geniş bir zamanımızın olması gerekir.

Lârîcânî: Evet, mutlaka.

Dînânî: Yine orada da onun bu meselelere ne kadar akılcı bir şekilde baktığı anlaşılacaktır. Fârâbî, gerçek anlamda bir hekîmdir.

Lârîcânî: Bendenize göre demokrasi, Fârâbî’nin tüm bu düşüncelerinin ve çıkarımlarının yanında oldukça eksik ve yetersiz kalmaktadır... Kendisinden hikmetin istihraç edildiği bir Medîne-i Fâzıla’yı kurmak oldukça zordur... Çok güzeldi, üstad. İstifade ettik. Bir başka programda tekrar görüşünceye dek, aziz üstadımızla birlikte siz tüm sevgili dostlarımızı Allah’a emanet ediyoruz.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

 

https://youtu.be/GGGDzYgRsDQ

 



[1] Eskiden İslâm ülkelerinde devletin hesaplama işlerinden sorumlu kimse. (ç.n.)

[2] Cum‘a Sûresî, 2. âyet.

[3] Kâf Sûresi, 30. âyet.

[4] “Kuntu me‘a’l-enbiyâi sırran ve me‘a Rasûli’l-lâh cehrâ.” (ç.n.)