İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (30): Felsefe Varlık’ı, bilim varlıkları inceler / Varlık bitişik, mahiyetler (şeyler) ayrıktır

İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (30): Felsefe Varlık’ı, bilim varlıkları inceler / Varlık bitişik, mahiyetler (şeyler) ayrıktır
Metafiziğin anlamını kavrayamayanlar onun fizikten ayrı olduğunu sanırlar. Bazıları fiziğin bittiği yerde kocaman bir boşluğun başladığını ve metafiziğin bundan sonra geldiğini savunmaktadırlar. Bu, kuruntudan başka bir şey değil. Öncelikle bilmemiz gereken şey, varlık âleminde boşluk diye bir şeyin olmadığıdır. Hayır, tüm varlık birbirine vâsıldır. Ancak âlemdeki bu ittisalin yanında bir fasl da mevcuttur. Yani mahiyetler birbirlerinden ayrıdırlar.

 

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Aziz izleyicilerimizi, kıymetli dostlarımızı ve Marifet programının samimi takipçilerini saygıyla selâmlıyoruz.

Bugün de yine siz sevgili seyircilerimizin karşısına Feyz’den bir gazel ile çıktık. İşleyeceğimiz gazel bu büyük muhaddisin, ârifin, filozofun ve müfessirin gönlüne pek çok açıdan ışık tutuyor.  

Gam mevsimi geçti, Yâr’e visal mevsimi geldi

Bülbülün gönül okşayan nağmeleri ilkbahara erişti

Üzerine şen, mavi bir bulut geldi

Zevk ü sefâ vaadi zamanın feryadına yetişti

Sabâ, Yâr’in diyarından bir haber getirdi

Kenarı çekil (yer ver) ey can, o Sevgili geldi

Gönlümün iddia ettiği her ne varsa hâsıl oldu

Binlerce kez şükürler olsun ki, ümidvârın ümidi geldi (emanet yerine ulaştı)

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Çok güzel bir gazel seçtiniz. Burada ilginç olan, bu beyitleri Feyz gibi fakih ve muhaddis bir şahsiyetin kaleme alması… Bazıları gazelde pek iyi olmadığını söylese de, bendeniz onu bu alanda da gayet başarılı buluyorum. Bahara ulaşmayı sembolik bir dille çok zevkli bir şekilde kaleme almış. Sözlük bilgisi olan herkes “fasl” ile “vasl” sözcüklerinin birbirine zıt olduklarını bilir. Bunlardan biri birleşmek ve kavuşmak anlamına gelirken, diğeri ayrılmak ve uzaklaşmak manasındadır. O burada bir kelime cümbüşü yaratmış. “Ayrılık” anlamına gelen “fasl” sözcüğü aynı zamanda “mevsim” anlamına da gelmektedir. Yani “ayrılık vakti geldi” değil, “kavuşma vakti geldi” demek istiyor. “Ayrılık” anlamına gelen sözcük, burada kavuşmayı anlatmak için kullanılmış. Ârifçe ve âşıkça bir gazel gerçekten… Bu sözcükleri bir araya getirip onlardan bu tarz anlamlar devşirmek şairane ve hikmetli bir sanat anlayışına işaret eder. Bu minvalde “fasl” ve “vasl” sözcüklerine yeni bir bâb açmak istiyorum. Çünkü o burada kelimeleri çok hikmetli bir şekilde raks ettirmiş. İçinde bulunduğumuz âlem fasl âlemi midir, yoksa vasl âlemi mi? Bir anlamıyla fasl, bir anlamıyla vasldır. Burada vızıldayan bir sineğin galaksilerle ittisali vardır. Varlıklar arasında boşluk yoktur. Onlar arasında hem bir mesafe hem de bir ittisal vardır. Cemâdât, nebâtât, hayvânât, insan, mülk, melekût, fizik ve metafizik vd. bunların hepsi birbirine muttasıldır. Metafiziğin anlamını kavrayamayanlar onun fizikten ayrı olduğunu sanırlar. Bazıları fiziğin bittiği yerde kocaman bir boşluğun başladığını ve metafiziğin bundan sonra geldiğini savunmaktadırlar. Bu, kuruntudan başka bir şey değil. Öncelikle bilmemiz gereken şey, varlık âleminde boşluk diye bir şeyin olmadığıdır. Hayır, tüm varlık birbirine vâsıldır. Ancak âlemdeki bu ittisalin yanında bir fasl da mevcuttur. Yani mahiyetler birbirlerinden ayrıdırlar. Vücûd ve mahiyeti ele alan filozoflar –ki bunların başını, meselenin gerçek kahramanı olan Mollâ Sadrâ çeker– vücûdun muttasıl mı, yoksa munfasıl mı olduğu konusunu özel olarak incelemişlerdir. Evet, vücûd muttasıldır; yani tek bir şeydir. Buna karşılık mahiyetler munfasıldır. Merhum Sebzevârî de mahiyetlerin müteferrik ve kesir olduğunu belirtmiştir. Bir mahiyet her ne ise odur; olduğundan başkası değildir. Her hayvan ayrı bir türdür; kısacası neyse odur. Türler ve mahiyetlerden her biri, diğer tür ve mahiyetlerden farklıdır. Bunlar arasında gayrıyet (başkalık) hüküm sürmektedir. Cansız varlık (cemâdât) bitki değildir; bitki hayvan değildir; hayvan da insan değildir. Bunların her biri bir diğerinde olmayan özelliklere sahiptir. Bunlar hangi konuda ortaktırlar? Vücûdda… Tüm varlıklar, vardırlar öyle değil mi? Evet. Tüm varlıklar vücûdda ortak, mahiyette ise farklıdırlar. Bu âlem, vücûd bakımından vasldır ve her yeri kaplamıştır. Mevcutlar mı farklıdırlar, yoksa vücûd mu? Vücûd her zaman birdir; lakin varlıklar kesirdir. Bunu daha önce de vurgulamıştık: Mevcut ile vücûd arasında bir fark vardır. Öte yandan fasl, vasldan bir surettir. Yani vücûd olmasaydı, mahiyetler birbirlerinden habersiz olurlardı. Bu varlıklar birbirleriyle vücûd üzerinden ilişki kurmuşlardır. Örneğin, eğer vücûd olmasaydı, aslan hiçbir zaman kurdun mahiyetini bilemezdi. Hayvanlar vücûd üzerinden birbirlerine alışırlar, yer ya da yenirler veya birbirleriyle çatışırlar vd. Vücûd, tespih taneleri gibi birbirinden ayrı olan bu mevcutları/mahiyetleri birbirlerine yakınlaştırmakta, birleştirmektedir. Bu tesbihin ipi koparsa, mevcutların her biri bir yana dağılır. Kısacası varlık (vücûd), mahiyetleri bir araya getirmektedir. Buradan çıkan sonuç, âlemin hem vasl hem de fasl âlemi olduğudur.

Lârîcânî: Her vasl bir fasl ve her fasl da bir vasldır.

Dînânî: Vasl faslları birleştirir. Ne vasl fasldır ne de fasl vasl... Bunlar sadece kendileridirler. Vasl olması bakımından vasl sadece vasldır. Fasl da fasl olması bakımından sadece fasldır. Vasl-ı mahz olan vücûd, farklı mahiyetleri birbiriyle birleştirmektedir. Varlık her şeyi birbiriyle irtibatlı kılar. Fizik ile metafiziği, canlı varlık ile hayvanı, vd. birleştirir. Onlar vücûdda bir olsalar da, vücûdun kuvveti (şiddeti) bakımından birbirlerinden farklılık arz ederler. Hakîmlerimizin “teşkîk-i vücûd”dan kasıtları bu idi.

Feyz bu gazelde hikmetini ortaya koymaktadır. Konuya başka bir yönden bakacak olursak; bu âlem aynı zamanda bir fasl âlemidir. Çünkü hiçbir varlık başkası değildir. Ağaç deniz değildir, deniz de güneş değildir vd. Ancak buna rağmen vücûd gibi ortak bir paydaya sahiptirler. Madde âleminin bâtını olan o âlemde her şey bir aradadır. Fasl ve vaslın anlamını kavrayabilen tek varlık insandır. Diğer varlıkların böyle bir kabiliyetleri bulunmuyor. Bakınız, insanın insanî bir yaşantısı vardır. İnsanî yaşantının tabiî yaşantıdan farkı nedir? Doğada gördüğümüz her şey, bir şekilde tabiatının ve vücûdî mertebesinin gerektirdiği yaşantıyı sürdürmekte. İnsanın hayatı tabiî bir yaşantı olup doğa kanunlarına mı mahkûmdur, yoksa bunların ötesinde midir? Esasında insan hayatının tüm anlamı, tabiatın dışına çıkmakta dürülmüştür. Burada bazıları insan hayatının gayrı tabii olduğunu söylemeye çalıştığımızı düşünmesinler. İnsan tabiatta yaşamını sürdürmektedir ve aynı zamanda tabiî bir varlıktır. Ancak bununla birlikte, tabiatla iktifa etmez. O, tabiatın da ötesine ulaşabilen bir varlıktır. İnsanın yaşam seyri daima bu çizgi (veya hedef) üzerinde ilerler. Konunun daha iyi anlaşılması adına şöyle bir misal vereyim: Elbise dikmek ve giymek tabiî midir? Hayır. Hayvanlar doğal olarak bir kürke sahiptirler. Bu, onların üşümemesi içindir. Peki, kendileri için elbise dikebilirler mi, yani terzilik gibi bir becerileri var mı? Hayır. O halde terzilik, örmek-dikmek, dokuma fabrikası kurmak gibi faaliyetler tabiî değildirler. Her mevcudun kendine özgü bir gıdası vardır. Bitkilerin, hayvanların… Peki, bunlar pişirmeyi biliyorlar mı? Bizler, pişirmek eylemiyle tabiatın ötesine geçmiş oluruz. Diğer varlıkların beslenmeleri, giyinmeleri vd. tabiîdir. Toplumsal kararlar tabiî midir, yoksa onları bizler mi vazederiz? Meclisler kanunlar mı vazederler, yoksa bu işleri doğaya mı bırakırlar? Kanun vazetmek de tabiatın dışına çıkmaktır. Yine bir başka örnek olarak hükümet (kurmak) de tabiat ötesi bir olgudur. Buna nezaket, muaşeret kuralları, teknoloji ve keşifler vd. de dahildir. Giyim kuşamımız, yediğimiz içtiğimiz, pişirdiğimiz, keşfettiklerimiz, ürettiklerimiz (araç, makine vd.), kurduklarımız (fabrika vd.) hep insan ürünü olgulardır. Bu bir vaz‘ mıdır, yoksa tab‘ mı? Vaz‘dır; yani tabiatın ötesine geçmektir. Buraya kadar anlattıklarımız insan hayatının sadece zahirî boyutuydu. Natüralizme eğilim duyan ve tüm ilgisini buraya odaklayan pek çok düşünür tanıyoruz.  Onlara göre insan tabiattandır ve yine tabiata dönecektir. İnsan için şu birkaç günlük dünya hayatında dahi tabiatın dışına çıkmak gibi bir hedef belirlenmişse, onun tekrardan tabiata döneceği nasıl düşünülebilir? İnsanın var oluş sebebi tabiata dönmek mi, yoksa onu aşmak mı? Eğer döneceğiniz yer yine tabiat olsaydı, bu durumda hâlâ tabiat âleminde yaşıyor olmanızın bir anlamı olur muydu? Zaten döneceğiniz yerde mi yaşıyorsunuz yani? Bu durumda içinde bulunduğunuz bu âlem [tabiat âlemi], aynı zamanda sizin dönüş yeriniz midir? Bunu makul bulabiliyor musunuz? Siz bu birkaç günlük dünya hayatınızda bile – örneğin hayvanlar gibi – tabiî yaşayamadınız ve her fiilinizle (pişirmek, dikmek, üretmek vd.) onun dışına çıktınız! Durum böyleyken, tekrar tabiata dönebileceğinizi nasıl düşünürsünüz?!

Varlık bilgisi (ontoloji) felsefenin inceleme alanına girerken, varlıkları (mevcutları) tanımak bilimlerin işidir. Vücûdu tanımakla mevcudu tanımak arasında bir fark vardır. Peki, insan sadece tanımakla mı yetinir, yoksa bir şeyi görür görmez onu aynı zamanda değerlendirmelere mi tabi tutar? İnsanın bir şeyle karşılaşıp da onu değerlendirmeye tabi tutmaması düşünülebilir mi? Değerlendirmek sadece insanın işidir. Hayvanlar değerlendirmelerde bulunamazlar.

Lârîcânî: Üstat, her mevcut vücûd ve mahiyetten meydana gelmiş. Dolayısıyla onlarda hem fasl hem de vasl vardır. Bizim hayat ve memâtımızın dahi fasl ve vaslın bir tecessümü olabilmesi oldukça ilginçtir.

Dînânî: Evet, aynen söylediğiniz gibi… Fasl mahiyetlerin, maddenin, zamanın ve mekânın neticesidir. Mücerredâtta fasl yoktur; orası vasl-i mahzdır, vahdetin hüküm sürdüğü yerdir. Zaman fasl mıdır, yoksa vasl mı? Hem fasl hem de vasldır. Zamanda bir durağanlık ve kesinti mi vardır, yoksa o süreğen midir? İttisalle birlikte bir infisal de vardır. Ânlar birleşik ve ardı sıra olsalar bile gerçekte birbirlerinden ayrıdırlar (fasl). Peki, ya mekân? Örneğin, şu an içinde yaşadığımız yer Tahran; Şiraz değil… Tahran ile Şiraz arasında belli bir mesafe mi vardır, yoksa onlar iç içe midir?

Lârîcânî: Hem fasl hem de vasldırlar.

Dînânî: Dünyanın her yeri bu şekildedir. Ne var ki, bir santimetre kare diğer bir santimetre kareden farklıdır. Zaman bir süreklilik midir, yoksa durağanlıkların fasıla oluşturduğu bir şey midir? Zamanda bir durağanlık yoktur. Ancak bununla birlikte tüm ânlar bir diğerinden ayrıdır. Keza saniyeler, dakikalar, saatler, günler, aylar, yıllar ve asırlar da bu şekilde… Zaman süreğen iken, biz onun içindeki belli birimleri ve dilimleri birbirinden ayırır, her birini farklı bir isimle adlandırırız. Mekân da tıpkı zaman gibi, süreğen bir boyuttur. Bunun nereye kadar uzandığını ancak Allah bilir. Sonlu mudur, sonsuz mudur? Onun bir bölümü bağ ve bahçeyken, başka bir yeri çorak arazilerden müteşekkildir.

Lârîcânî: İnsanın ömrü de bu şekilde değil midir zaten üstat?

Dînânî: İnsanın ömrü de zamandadır. İnsan ve âlem zamandan bir parçadır. Zaman hem muttasıl hem de munfasıldır. Bendenizin de sürekli olarak tekrarladığı gerçek şu: İnsan tabiat âleminde yaşamakla birlikte, onu aşabilecek bir kapasiteye sahiptir. Niçin? Yücelebilen bir varlık olduğu için. Niçin yücelir? Bir şeyleri değerlendirip tarttığı için… Te‘âlî ve isti‘lâ… Te‘âlî yücelmek demekken, isti‘lâ bunun için çaba sarf etmektir. Dolayısıyla bu iki sözcük arasındaki farka dikkat etmek gerekir. İsti‘lâ sözcüğünün felsefî bir boyutu söz konusudur. Buna Kant da özel olarak değinmiştir. Elbette ki burada onunla ilgili konulara girecek değilim. O, anlama edimini bir tür isti‘lâ olarak görmekte… Burada yücelmenin mekânı olarak tasavvur edilen “yukarısı” neresi? İnsan metafiziğe, bâtın âlemine ve mücerredâta inanmadan yücelebilir mi? Bunlarsız bir yücelişin bir anlamı olabilir mi? İsti‘lâdan söz edecek kimsenin bunun fizikten metafiziğe, zahirden bâtına, kesretten vahdete gitmek olduğunu bilmesi gerekir.

Lârîcânî: Şuhûddan gaybe gitmektir.

Dînânî: Bu sadece insan gibi bir varlığın harcıdır. O her zaman bu tabiat âlemini aşmayı murâd etmiştir. Tabiî bir varlık olmakla –ve tabiat âleminde yaşamakla– birlikte burada kalmayı arzu etmemektedir. Bu nedenle daima yücelmeyi talep eder. Onun tabiatı aşması da ancak bir yüceliş talebiyle mümkün olurdu zaten. Bu yücelişle birlikte o, bir değer de yaratır. İnsan hem bilir hem de değerlendirir.

Lârîcânî: Hem cevher hem de arazdır.

Dînânî: Hem cevheri hidayet eder hem de arazı…

Lârîcânî: Üstat, “fasl” ve “vasl” sözcükleri hakkında gerçekten çok özgün bir açıklama yaptınız ve bunları tüm varlığa –özellikle de insana– genellediniz. Sizin de belirttiğiniz gibi, insandaki bu te‘âlî ve isti‘lâ gerçekten de üzerinde fazlasıyla durulmayı hak eden çok zarif bir nokta… Hareket ve yücelim talebinin özü/cevheri belki de şu beyitlerde gizlidir:

Gönlümün iddia ettiği her ne varsa hâsıl oldu

Binlerce kez şükürler olsun ki, ümidvârın ümidi geldi (emanet yerine ulaştı)

Buradaki “emanet”, insanın gerçek cevheri değil mi üstat?

Dînânî: Allah Feyz-i Kâşânî’ye gani gani rahmet eylesin! Onun gazellerini o kadar hikmetli buluyorum ki… Söylediği şeyler gerçekten de çok hikmetli…

Lârîcânî: Bu konu hakkında bir âyet de var: “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik.[1]

Dînânî: O bu beyitlerde te‘âlî için ziyadesiyle çabaladığından söz ediyor aslında. Bu çabalarının, yücelişinin ve maksada ulaşmasının sonucu, olacağı şeye varmaktı. Batılı bir düşünürün de söylediği gibi –ki o muhtemelen Feyz’i okumamıştı– insan her ne değilse o olmalıdır. “Olmak” dediğimiz şey kişinin olduğu şey midir, yoksa olmadığı şey mi? Olunan şeyi bir daha olmak, tahsil-i hâsıldır. Olmamak, “olma”yı getirir. Bu sözler çok anlamlı gerçekten… Feyz de bu beyitlerde buna işaret ediyor. Onun çalışıp çabaladığı şey, olması gereken şey olmaktı. Yani o ilâhî emanete –ki o, Allah’ın ezelden omuzlara yüklediği emanettir– erişmek… Bu emanet neydi peki? Allah’ın yeryüzüne, gökyüzüne, dağlara, denizlere ve meleklere sunduğu şeydi. Onlardan hiçbiri bu emanetin sorumluluğunu üstlenemediler. Bu o kadar ağır bir emanetti ki, hiçbir omuz onu kolayca yüklenemezdi. Bu emanetin ne olduğunu birazdan söyleyeceğim. Velhâsıl diğer varlıklar bu emaneti yüklenmekten âcizdiler. Burada sadece tek bir varlık öne atılmış ve emaneti yüklenmiştir. Tabii ki o, insandan başkası değildi. Âyetin devamındaki “o çok zâlim ve çok cahildir” ibaresine şimdilik girmeyelim; zira tefsiri oldukça uzun. İnsan nasıl oldu da, böylesine bir deli cesareti gösterebildi? Şimdi gelelim bu emanetin ne olduğuna… İnsanın sonsuza kadar cesaretle yüklendiği bu emanet, Feyz’in mezkûr beyitlerde ulaştığını söylediği emanettir. O emanet, Hakk’ın marifeti (marifetullah) idi. Âlemde Allah’ı insan kadar bilebilecek başka bir varlık mevcut mudur? Hangi melek Allah’ı tıpkı Hz. Hatmî Mertebet (s.a.a.) gibi tanıyabilirdi? Hakk’ı Mevlâ Ali (a.s.) gibi tanıyabilecek biri var mıydı? İşte Feyz bunlara dikkat çekiyor. Hakk’ı kâmil bir marifetle bilebilecek tek varlık insan-ı kâmildir. Bu ancak ona nasip olabilir. Diğer varlıklar böylesi bir kudretten yoksundurlar. Elbette ki her varlığın kendi kapasitesince bir marifeti vardır. Bir testiyi denize daldırın bakalım. Ondan ne kadar su alabilir? Kendisi ne kadarsa o kadarını…

Lârîcânî: Hâfız da insanın bu cesaretini bir tür delilik hali olarak nitelendiriyor.

Dînânî: Hâfız’ın söylediği delilik hali insanın bu cesaretine ve küstahlığına bir atıftır. Bu delilik hali âyetin, “o çok câhil ve çok zâlimdir” kısmını tefsir ediyor aslında. Hâfız meseleyi gerçekten de çok güzel kavramış! Evet, bu yükleniş bir cesaret ister. Burada hesap kitap yapmaksızın öne atılmanız gerekir. Ne kaybedeceğinize ya da ne kazanacağınıza bakmaksızın… Bu hakikaten de delilik ister… Burada artık tüm zahirî idrakleri ve husûlî bilgileri aşar, huzûr âlemine varırsınız. Mantığı, burhânı, suğrâyı (küçük öncül), kübrâyı (büyük öncül) ve felsefeyi geride bırakırsınız. Deliliğin anlamı budur. İleri görüşlü aklın hesap-kitaplarını ve maddî kaygılarını bir kenara bırakmaktır. Elbette ki bu anlamdaki bir akıldan faydalanmanın eleştirilecek bir yönü bulunmamakta. Fakat aklın o ileri görüşlülüğünü Hakk’ı görmek için de devreye sokmalı… O bize hem yakın hem uzaktır. Feyz, gazelinin son beyitlerinde bunları vurguluyor.

Lârîcânî: O burada hem emaneti hem de emanet ehli olmayı vurguluyor. Bu sonuncusu o kadar önemli bir haslet ki…

Dînânî: Kesinlikle öyle. Evet, Allahu Teâlâ bu emaneti tüm varlıklara teklif etmiş, ancak onlardan hiçbiri onu yüklenmemişti. İnsan o emaneti üstlenmekle kalmamış, aynı zamanda ona sahip de çıkmıştır. Hangi insan? İnsân-ı kâmil… O, Kıyamet’e kadar bu vazifeyi üstlenecektir. Bilinçli bir varlık olan insan için Hakk’ı bilmekten (marifetullah) daha değerli bir şey var mıdır? Ezelî ve ebedî olan Hakk Tebârek ve Teâlâ’nın marifetini bir kenara iten ve/ya onu yitiren neye ulaşabilir ki? Tüm âlemler sizin olsa, yine de bu yitiğin yarattığı boşluğu dolduramazsınız. Bir kere sahip olduğunuz şeyler, ebedî bile değildirler. Âlem aslında koca bir hiçtir. Hakk’ın marifeti ise hiçbir zaman yok olacak değildir. İnsanoğlunun bu marifeti bir kenara bırakıp fani ve değersiz şeylerin peşinden koşmak için çıldırmış olması gerekir. Ne yazık ki bazıları cehaletlerinden dolayı böyle kötü bir tercihte bulunabiliyorlar.

Lârîcânî: Mevlânâ’nın da söylediği gibi, toprak bile emanetine sahip çıkmakta… Ona ne ekerseniz, size yine onu verir: Arpa ektiyseniz arpa, buğday ektiyseniz buğday devşirirsiniz. İnsanın yüklendiği emanet nispetinde/özelinde bakarsak, onun da bir toprak kadar gelebilmesi gerekir. Böylece “cahil ve zâlim” olmamış olur…

Dînânî: Tabiat âleminde öyle sırlar gizli ki… Ama bunları anlayacak olan kim?! İnsanlar tabiatın sadece zâhiriyle meşguller. Zâhiri görüyorlar, ama esrarı görmüyorlar. Bunları ancak bilinçli ve akıllı bir insan kavrayabilir. Eğer bir şeyi görüyor/okuyor/işitiyor, ancak anlayamıyorsanız, gözlerinize ve kulaklarınıza vd. değil, kendi sadakatsizliğinize sövün. İlk önce kendinize karşı dürüst ve sâdık olmadığınız için o sırları göremiyorsunuz. Eğer kendinize karşı dürüst/sâdık olsaydınız, gözleriniz de doğru bir şekilde görürdü. Kendinize sâdık olmuyorsunuz, ama dönüp gözlerinize sövüyorsunuz… Hiç olacak şey mi?! Amerikalı bir yazar, dokunma duyusunun diğer tüm duyulardan daha önemli olduğunu söylemişti. Gerekçesi de, diğer duyu organları sadece baş bölgesinde yer alırken, dokunma duyusunun vücudun her yerine yayılmış olmasıydı. Bu bir bakıma yanlış bir yargı değilse de, ancak bir açıdan da oldukça temelsiz… Dokunma duyusu olmadığında yaşanacak şeylerle işitme duyusu olmadığında yaşanacak şeyler aynı mıdır? Kulak olmasaydı, insan neyi öğrenebilirdi? Eğer kulak yoksa, insanın dili de yoktur, anlayışı da (anlaması da)… Yani aslolan kulaktır.

Lârîcânî: Yani yarılan bu topraktan Yâr’in mesajını ve Hakk’ın sırlarını almaya bakmalı… İnsan bu mesajı nasıl işitmeli ki emanetin sırrına vâkıf olabilsin?

Dînânî: Bilinç ve marifetle işitmeli… Mademki bu emaneti yüklendik, o halde onu muhafaza etmeliyiz. Hakk’ın marifetine ulaşmaya çalışanların topraktaki sırları anlamaması düşünülebilir mi? Suyun, âlemin ve bilumum eşyânın sırları… Hakk’ın marifetine ulaşıldığı takdirde, âlemin sırları da keşfedilmiş demektir. Hakk’ı bilmek, insana her şeyi keşfettirir. O halde Hakk’ı nasıl tanıyacağız? Büyüklerimiz bunun yolunu pek çok yerde açıklamıştır: Kendini tanımakla… Emaneti bilmek, Hakk Teâlâ’yı bilmektir, Hakk Teâlâ’yı bilmek de önce kendini bilmektir. Kendini tanımanın yolu da dış dünyadan değil, iç dünyadan geçer. Âlemi tanımış, ancak kendinizi tanımamışsanız gerçekte hiçbir şeyi tanımamışsınızdır. Kendini tanıma, oldukça zarif ve hassas bir konudur. Bu iki türlüdür (iki şekilde gerçekleşir): İnsan kendini tanır, ancak bu tanımada kayıtlanır kalır. Yani Firavunî olur. Kendisine tutkun olur, öyle ki artık hareket edecek bir alan bulamaz. Bir tanıma daha vardır ki, insan onun sayesinde kanatlanır ve uçar. Bu iki tanıyıştan biri prangalara mahkûm ederken, diğeri özgürlüğün zirvesine uçurur. Bunlardan hangisi “kendini tanımak” sayılır? Ayaklarıma zincir vurduran bir “ben”, Firavunî bir “ben”dir. Bu haldeyken sonsuza dek kendimize ve şehvetlere gark oluruz. Bu, nefsanî bir hayattır ve prangadan başka bir şey değildir. Bir de iki kanatlı bir “ben” vardır. İşte aslolan o iki kanatlı “ben”i tanımaktır. Bu iki kanatlı ben, nasıl bir bendir? Bilinçli ve farkında bir “ben”. Tevhidî istikamette yol alan bir “ben”… Bu “ben” yukarı doğru uçuştur. Kendi kanatlı “ben”inizle uçun/yücelin. Nereye kadar? Hiçbir aklî hesap ve kitabın yapılamadığı yere kadar…

Tüm âlem “insan” denen varlıkta gizlidir. Bu gizlilik onun bedeninde/cisminde değildir; bilakis onu kuşatmıştır. Çünkü o bir bilinç ve marifettir. O hakikat cismimizi kuşatmışken, biz nasıl cisme hapsolabiliriz? Eğer cisimde/bedende kalırsak, ayağımıza sadece pranga vurmuş oluruz. Bu marifeti kendi varlığımızda tanırsak, işte o zaman kanatlanmış ve yücelmiş oluruz.  

Bizler gerçekten de kendimizi görmüyoruz. Kur’ân da bize kendinizi niçin görmüyor/tanımıyorsunuz diye serzenişte bulunuyor, … Batılı bir düşünürün biraz önce aktardığım sözü Doğululardan mülhemle söylenmiş bir sözdü muhakkak… Ne varsa kişinin bâtınındadır ve bunların keşfedilmeleri gerekir.

Lârîcânî: Feyz çok güzel bir şiir yazmış… Siz de gerçekten bunu hakkıyla deruhte ettiniz üstat. Eğer bu beyitteki kelimelerin raksına (fasl-vasl gibi) odakmazsak, ne ilkbaharı anlayabiliriz ne de hayatın mesajını… Bu dünyaya niçin geldiğimizi ve yine buradan niçin ayrılacağımızı da bilemeyiz. Bu ilişkiyi anlamak o kadar önemli ki… Eğer anlaşılırsa, hayat gerçekten de bahar olacaktır insana… Böylece o, hayatının tüm anlarından keyif alacaktır. Gönüllerin gerçek baharı bundan başkası değildir. Allah hepimize nasip etsin…

Bir sonraki programda tekrar görüşmek dileğiyle, aziz üstadımızla birlikte hepinize Allahaısmarladık diyoruz.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=uj7UabDQsUQ&list=PLnkv67jnIKP1oDyt__FI2rF7grvHUMnIw&index=20&t=1884s

 

 



[1] Ahzâb Sûresi, 72. âyet