İbrahimi Dinani: İbn Sina Dersleri (8): Nefis, bedenden ayrıldıktan sonra nasıl tekâmül eder?

İbrahimi Dinani: İbn Sina Dersleri (8): Nefis, bedenden ayrıldıktan sonra nasıl tekâmül eder?
"Onlar her şeyi madde âleminde arıyorlar. Fakat şu kuralı göz ardı ediyorlar. Hiçbir şey kendini açıklayamaz. Her zaman bir şeyin amacı onun ötesindedir. Bu âlemin de bir amacı var ve bu amaç, zaman ve mekân içinde bulunmaz. O, maveradadır, ötededir. Peygamberlerin öğretisinin özü de zaten budur. "

Ruh, bedenden ayrıldıktan sonra nasıl tekâmül eder?

 

 

İsmail Mansuri Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm.

 

Gel, çünkü arzu sarayının temeli çok çürüktür

Bâde getir, çünkü ömür temeli mahvolmuştur

O çabanın kölesiyim ki mavi gök kubbe altında

Herhangi bir renk almayacak kadar özgürdür

 

Selam sevgili izleyiciler, aziz dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. Bildiğiniz gibi geçen programda İbn Sînâ’ya göre ruh ve cismin ilişkisi konusuna girmiştik. Şimdi ise soyut (mücerred) nefsin bedenden ayrılmasından sonra tekâmülüne nasıl devam ettiği konusunu ele alacağız.  Acaba soyut nefsin anlamı insanın tüm güçlerinin ve kabiliyetlerinin insanın nefsinde aktif hale geçmesi anlamına mı gelmektedir? Üstad eğer böyleyse o zaman soyut nefsin tekâmülü nasıl bir anlam taşıyor?  

 

Üstad Dînânî: Bismillâhirrahmânirrahîm. Evet, geçen programda da arz ettiğim gibi hekimler arasında bu konuda bir görüş ayrılığı var. İbn Sînâ bu konuda iki görüş ileri sürmüştür. Daha önce de söylediğim gibi görüşlerinin birinde ‘‘nefis bedenden ayrıldıktan sonra da hazırlığa sahip olduğu için aklânilikte diğer akılların da kendine feyiz vereceği bir aşamaya ulaşır’’ diyor. Dolayısıyla da aklâniyetinde bir eksiklik varsa daha yukarıdaki akıllar ona feyiz verir.

 

Onun biraz tereddütlü bir şekilde söylediği bir diğer görüşüne göre de nefis bedenden ayrıldığında artık her ne olmuşsa olmuştur. Molla Sadrâ da bu görüştedir. Yani nefis bedenden ayrıldığında artık her ne olmuşsa olmuştur; artık diğer âlemde tekâmül yoktur, tekâmül maddi âleme özgüdür.

 

Burada şu şekilde dinî bir bahis gündeme geliyor: Nasıl oluyor da bazıları kurtuluşa eriyor, bazıları kurtuluşa eremiyor? Burada deniyor ki: Bu Allah’ın feyziyle ilgili bir meseledir ve bizimle ilgili değildir. Yani insan eğer bu dünyada iyi işler yapmışsa burada artık rabbani bir feyiz söz konusudur. Tekâmüle, rabbani feyizle cevap veriyorlar, yani varlığın kendisinin artık tekâmülü yoktur. İşte bu, bu konudaki görüş ayrılığıdır.

 

Burada kesin olan nefsin soyut ve kalıcı olduğudur. Soyut (mücerred) nedir, konusu kolay anlaşılır gibi gözüküyor ama anlaşılması zordur. Bazı insanlar bunu anladığını sanıyor ama soyutun anlamını kavramak biraz zordur. Çünkü insanların çoğu duyusalcıdır. İdraklerimiz duyularla başladığı için insanların çoğu daha çok duyularla ilgilenirler.  

 

Bir varlıktan söz ettikleri zaman zihinlerine hemen zaman, mekân, boyutlar falan gelir. Hâlbuki soyut varlıklar vardırlar ama cismin hiçbir özelliğine sahip değildirler. Kimileri için bunu tasavvur etmek biraz zor olabilir. Yani bir şey var olduğu halde onun rengi, ağırlığı, boyutu, mekânı, zamanı nasıl olmayabilir? Bazı insanlar için bunun tasavvuru zor olabilir.

 

Nitekim bildiğiniz gibi bizim bazı kelâmcılarımız sadece Allah’ın soyut (mücerred) olduğuna inanırlar. Onlara göre Allah’tan başka soyut bir varlık yoktur. Müslüman filozoflar ise hayır, tabii ki Allah soyuttur ama soyut olan başka şeyler de vardır diyorlar. Onlar diğer soyutlar için “ukûl” yani akıllar diyorlar. Onlar on tane akıldan söz ediyorlar ama şu an bizim on akıl dememize gerek yoktur.

 

Onlar dokuz felek ve on akıl olduğunu kabul ederdi. Fakat şimdi akılların sayısı bizim için sayılabilecek gibi değildir. Tümel Akıl var, tüm varlığı idare eden akla Tümel Akıl deniyor. Tümel Akıl varken artık on akıldan bahsetmeye gerek yok. Her halükarda Tümel Akl’ın maddi özellikleri yoktur. Kayyûmi bir muhittir, her yeri ihata etmektedir. Daimi ve ebedidir, bozulması yoktur.

 

Tüm insanların o Tümel Akıl’dan bir payı vardır. Tabii bu pay, istidatları ölçüsündedir. Nitekim İbn Sînâ bedenin nefsin zuhuru olduğunu söylüyor. İnsanın bedeni, davranışları ne ölçüde hazırsa, kapasitesi ne kadarsa o akıldan da o kadar pay sahibi oluyor. Kapasitesi ne kadar azsa da Tümel Akıl’dan o kadar az pay sahibi oluyor.   

 

Dinî metinlerde “mele-yi âlâ” kavramından bahsedilmiştir. Dinî şahsiyetler bunu çokça kullanır, bu yüzden de dindar insanlar bu kavrama aşinadır. Dualarda da “mele-yi âlâ” ifadesi çokça geçer. Peki, “mele-yi âlâ” nedir? Bunu biraz açıklamak gerekiyor. “Âlâ” kelimesinin anlamı biliniyor. “Alâ” en üstün, en yukarı demektir. Yani ondan daha yukarıda bir şey yoktur. “Mele” ise “hela” (boşluk) kelimesinin karşıtıdır. Mele, dolu; hela ise boşluk demektir.

 

Peki, şimdi bir yer tasavvur edelim ki orası hem “mele” hem de “âlâ” olsun. Doğal olarak “mele” olan bir şey “âlâ”dır. Çünkü ancak “mele” âlâ olabilir, “hela” asla “âlâ” olamaz. Yani melekût âlemi, melekût âleminin yukarısı, ta “ceberût” ve “hâhût”a kadar “mele-yi âlâ”dır, yani doludur.

 

“Mele-yi âlâ” karşısında ise öyle bir âlem bulunmalıdır ki orada “mele” değil, “hela” olmalıdır. Elbette gerçek bir “hela” yoktur; fakat bizim içinde yaşadığımız bu âlemde adeta “mele” yoktur. “Mele” olan melekûttur. Peki, “mele” neden yoktur? Çünkü bu âlem “tefrika” (ayrılık) âlemidir. Şu an siz ve ben sohbet ediyoruz, siz o tarafta oturuyorsunuz, ben de bu tarafta oturuyorum. İnsanın elinin biri sağdır, diğeri de soldur. Mesela, su nelerden oluşuyor? Damlalardan oluşuyor, damlalar da moleküllerden. Cisimler atomlardan oluşuyor, atomlar ise daha küçük parçacıklardan.     

 

Ne kadar bölersek bölelim, cisim bölünebilir. Bölünmede ise bir “infisal” yani ara meydana gelir. Ara ise boşluktur. İnfisâl veya ara dediğimizde bu var şu yok demiş oluruz. Ara veya infisâl mele değildir, yani dolu değildir.

 

“Mele-yi âlâ”yı açıklayabilmek için daha basit bir örnek vereyim. Kendimizden başlarsak daha iyi anlarız. Mesela bizim bedenimiz vardır. Her organımız birbirinden ayrıdır, insanda milyarlarca hücre vardır. Her bir hücre diğer hücreden ayrıdır. Yani bu hücreler birbirinden ayrıdır ve boşluk vardır, dolayısıyla da “mele” değildir.

 

Peki, insan aklı nasıldır? İnsan aklı bölünemez, aklın sağı, solu, şu tarafı, bu tarafı yoktur. Akıl hücrelerden oluşmamıştır. Akıl soyuttur ve “mele”dir. İnsan aklı insanı ihata eder, Tümel Akıl da tüm âlemi ihata eder. İşte “mele-yi âlâ” soyutlar (mücerredât) âlemidir. Soyut olan şeyler bölünebilir şeyler değildir. Bu maddi âlem ise “mele” değildir. “Mele” ve “hela” kelimelerini anlamak bizim için önemlidir, bize mülk ve melekûtu gösterir. 

 

Laricanî: Üstad, İbn Sînâ İşârât ve’t-Tenbîhât’ta soyut nefsin tekâmülünü ispat için güzel bir ifade kullanıyor. Zatıâliniz de kitabınızda buna değinmişsiniz. O ‘‘nefis soyut olunca melekût âlemine adım atar’’ diyor. O, melekût âlemini de nur âlemi olarak adlandırıyor. Ruh o nur âlemine adımını atınca Hz. Hak Teâlâ’nın feyizleri daimi olarak ona yansır. Her yansıma da onda yeni bir bilgi ortaya çıkarır. Ondan sonra da “İşte ‘Allah'ın aydınlığıyla aydınlanmamış bir kimse için başka aydınlık yoktur’ (Nur, 40) ayetinin anlamı budur” diyor. İbn Sînâ, bu âyete ne kadar da güzel bir anlam vermiş.

 

Üstad Dînânî: Evet, Allah nurdur. Elbette biz daha önce de belirtmiştik. Buradaki nur, yani ışık, duyularla algılanan bir ışık değildir. Biz nurun zuhur anlamına geldiğini söyledik. Nur Sûresi’ndeki  “Allah, yerin ve göklerin nurudur” âyetinde de nurdan kastedilen zuhurdur. “Allah göklerin ve yerin nurudur” ama buradaki nur yani ışık, duyusal bir ışık değildir.

 

Bazıları, Allah’ın nur olmasını tasavvur edemedikleri için bu âyeti “Allah göklerin ve yerin münevviridir” yani “ışıklandıranıdır” diye açıklamıştır. Ancak âyeti böyle açıklayanlar için bir çıkış noktası yoktur. Çünkü bu âyeti “Allah yerin ve göklerin aydınlatıcısıdır” diye açıklayanların “kendisi ışıksız olan bir şey başkasını aydınlatabilir mi?” sorusuna cevap vermesi gerekir. Dolayısıyla bu âyetteki “nur” (ışık) kelimesini “münevvir” (ışıklandıran, aydınlatan) diye açıklayanlar bile yine Allah’ın nur olduğunu kabul etmek durumundadır. Zira Allah eğer nur olmasaydı münevvir de olamazdı.

 

Mesela şu an buradaki elektrikli lambanın verdiği ışık, ışık olduğu için mi zâhirdir, yoksa zâhir olduğu için mi ışıktır?

 

Laricanî: Işık olduğu için zâhirdir.

 

Üstad Dînânî: Peki, zâhir olduğu için ışıktır diyemez miyiz?

 

Laricanî: Hayır, ışığı olduğu için zâhirdir.

 

Üstad Dînânî: Zuhur mu öncedir, ışık mı?

 

Laricanî: Zuhur da bir ışıktır.

 

Üstad Dînânî: Evet, zuhur ışıktır; çünkü bu elektrik bir güçtür ve her gücün zuhur olması gerekmez. Onun ışık olması, zuhur olmasıyladır; o halde biz nurun zuhur olduğunu söyleyebiliriz. Nerede bir zuhur varsa orada nur vardır. Bu nur bazen duyusal veya hayalidir, bazen de aklidir. Akli zuhur da ışıktır, hatta duyusal ışıktan daha da zâhirdir.

 

Burada şu soruyu sorabilirsiniz: Eğer Allah nurların nuru ise ve nur da zuhur ise o halde Allah’ın her şeyden daha fazla zâhir olması gerekirdi. Peki, neden öyle değil?

 

Laricanî: Buna cevap vereyim mi?

 

Bu Güneş yüzünü örtmeden gidip duruyor

Onun ışığının şiddeti onun yüzüne perde oluyor

 

Mevlânâ bu beyitle cevap veriyor.

 

Üstad Dînânî: Bravo, çok güzel açıkladınız. Evet, cevap budur. Allah her şeyden daha zâhirdir. Peki, her şeyden zâhir olmasına rağmen neden bazıları bunu göremiyor? Çünkü diğer taraf kördür. Bazen de ışığın şiddeti görülmeyi engeller.

 

Daha önce de bu konuya değinmiştik. Biz ışığın kendisini değil, yansıdığı şeyi görürüz. Gördüğümüz her şey, ışığı yansıtan şeylerdir. Yansıtan bir şey olmadan ışığın kendisini görebilir miyiz? Şu duvar, masa, lamba, sandalye, ışığı yansıttığı için görüyoruz. Işığı yansıtan bir şey olmazsa ışığın kendisini göremeyiz. Hak Teâlâ daima tecellileriyle görülür. Mütecelli, yani tecelli eden, cilveleriyle yani tecellileriyle görülür. Hak Teâlâ’nın tecellilerini görenler, Hak Teâlâ’yı da görürler; ancak tecelli olmaksızın Hak Teâlâ’nın kendisini görmek imkânsızdır.

 

Hz. Musa, Hak Teâlâ’yı görmek isteyince, Allah ona “len terânî” yani beni asla göremezsin dedi. Fakat bir yere tecelli edince durum değişir, nitekim âyette “fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de Beni göreceksin.” (A’râf, 143) buyruluyor. Nur âlemi “mele-yi âlâ”dır, yani zuhur âlemidir. Bu âlem ise “mele-yi âlâ” değildir. Hem “mele” değildir hem de “âlâ” (en yüce) değil “esfel”dir. (en aşağı)

 

Laricanî: Üstad, bir diğer güzel nokta da şu: Nur âlemi nurdan beslendiği için onda her an yeni bir bilgi hâsıl oluyor.

 

Üstad Dînânî: Evet, Sayın Laricanî, burada “yeni” kelimesi çok yerinde bir kelimedir. Buna çok dikkat etmek gerekir zira mesele çok zariftir. Normal duyularla algıladığımız ışığı mânâ âlemindekine benzetebilirsiniz. Bakınız şu an buradaki ışık bir ışığın sürekli olarak gelmesidir. Buna Arapçada “teşe’şu” denir. Teşe’şu, her an sürekli olarak ışığın vurmasıdır. Yani ışık, sabit değildir, sürekli olarak yeniden ve yeniden vurur.   

 

Akıl nuru da aynen bu şekildedir. İnsan akıl âlemine ulaştığında orada eskilik, yıpranmışlık yoktur. Akıl her an nurani bir ışıma içindedir. Akıl âlemi sonsuz “behçettir”, yani güzelliktir. İbn Sînâ’nın ifadesi de “Fi’l-behceti ve’s-saade”dir. Yani o “behçet” ve saadet kelimelerini kullanıyor. Saadet kelimesinin anlamı nedir, diye ihtilaf olduğu için İbn Sînâ “Fi’l-behceti ve’s-saade” diyor yani akli behcet saadettir. Akli ışıma da ezeli ve ebedi olarak süreklidir.

 

Laricanî: Üstad izin verirseniz kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

 

Üstad, İbn Sînâ’ya göre soyut nefis, sürekli olarak nurdan besleniyor. Bu sebeple de onda her an yeni bir bilgi ve müşahede vardır. O “Mücerred bir varlık daima müşahede içindedir ve mücerred bir şeyin müşahedesi de fiili aklın hükmü gereğince her zaman tekâmül ve yükseliştedir” diyor.

 

Üstad Dînânî: Evet, bunu biraz açıklayayım. Biz akıldan ve akletmekten söz ettiğimizde çoğunlukla aklın adeta bir cisim olduğunu ve oturup aklettiğini düşünüyoruz. Hâlbuki akıl zaten akletmenin ta kendisidir. Yani aklın bir an dahi akletmemesi tasavvur edilemez. Akletmeyen bir akıl düşünülemez, bu anlamsızdır. Bir cismin hareket veya faaliyet içinde olmaması mümkündür. Akıl böyle değildir.

 

Akli bilgi zati olarak açıktır. Açık olmak her an alması ve vermesi demektir. Mesela şu masa kapalıdır. Çünkü bu masa, masa dışında başka bir şey değildir. Fakat akıl ve bilinç, makul olana açıktır. Makul nedir? Makul, “gayr” yani kendinden başkasıdır. Bu “başkası” ne olabilir? Hak Teâlâ’dan ve sıfatlarından tutun da tüm varlığa kadar her şey olabilir. Yani varlığa açıktır. Akıl adeta projektördür. Aklın başkasına açık olması daimidir ve hiçbir zaman kapalı değildir.   

 

Zihni kapalı olanlar, akla veda etmiştir. Bazı zihinler kapalıdır, ne denirse densin kulak vermezler.

 

Laricanî: Akıl açık olanlara kapansa bile yine de makuller üzerine düşünebilir.

 

Üstad Dînânî: Her şey makuldür. Akıl için makul olmayan şey yoktur. Aklın üstünde olan Hak Teâlâ’dan başka aklın akletme alanının dışında olan bir şey yoktur. Kendi dışındaki her şeye mutlak surette açıktır. Akıl kendi sınırını bilir, hatta kendi sınırını bilen tek varlık akıldır. Akıl daha fazla ilerleyemediği zaman ‘‘artık ben yapamıyorum’’ der. Hak Teâlâ’nın zatı söz konusu olduğunda ‘‘ben bilmiyorum’’ diyor. Yani bilmediğini biliyor. Bilmediğini bilmek çok önemli bir şeydir. Hak Teâlâ’nın zatı dışındaki her şey için ise akıl açıktır.

 

Akılla ilgili çok tarif yapılmıştır; ama İbn Sînâ’nın yaptığı tarif çok güzeldir. O “akıl, eşyanın sebepleriyle birlikte kavranmasıdır” diyor. Siz bu masayı sadece görürsünüz, bir sesi sadece duyarsınız, bir başka şeye dokunursunuz, bir başka şeyi tadarsınız ve ona tatlı veya acı dersiniz. Dokunduğunuz şey için sert veya yumuşak dersiniz. İşittiğiniz bir şeye iyi veya kötü, gördüğünüz bir şeye küçük veya büyük dersiniz.

 

Fakat bir şeyi idrak ettiğinizde, kavradığınızda onun sebeplerini de bilirsiniz. Daha doğrusu onu sebepleri ile bilirsiniz. Mesela Ay tutulmasını görürsünüz. Sıradan biri için bu Ay’ın bir kısmının veya tamamının görünmemesidir. Ama bir gök bilimci Ay tutulmasının tüm sebeplerini bilir. Bunu sebepleri ile bilir; hatta onu gözüyle görmese bile sebeplerini bildiği için bunun gerçekleşeceğini söyler. Mesela bir gökbilimci, falan gün falan saatte Ay tutulması olacak der. Görmediği halde bunu nasıl söylüyor? Çünkü onun sebeplerini biliyor.    

 

Biz eğer eşyayı nedenleriyle ve sebepleriyle bilirsek işte bu akıldır. Böylesi bir kavrayış sadece aklın işidir. Sebep ile müsebbip ilişkisi kurarak ve sebepleri izleyerek sonuçları öngörmek aklın işidir.

 

Laricanî: Üstad ben bundan şöyle bir sonuç çıkarıyorum. Nefis, soyut olduğu için tekâmül ediyor. Neden tekâmül ediyor? Çünkü nur âlemi olan “mele-yi âlâ”ya adım atıyor. Orada kendi de nurani olduğu için her şeyi müşahede ediyor. Müşahedesi de fiilî akıl olmasıdır. Peki, bu anlamda soyut nefsin âkil ile makulün veya bilginin ve bilincin ta kendisi olduğu söylenebilir mi?   

 

Üstad Dînânî: Evet, nefis kelimesinin üzerinde biraz daha durmak gerekiyor. Nefis, beden dışında olan ve akıldan tutun duyulara kadar olan bir bütündür. Biz bu bütüne nefis diyoruz. O halde nefis; duyu, vehim ve hayal aşamasında olması bakımından akıldan daha aşağıdadır. Fakat nefis akıl aşamasında aynen akıldır.

 

Laricanî: “Nefs-i nâtıka” akıl olmuyor mu?

 

Üstad Dînânî: Evet, ama en yüksek mertebesidir. Ama her zaman en yüksek mertebede kalmıyor. Evet, nefis, akıl mertebesinde akılla birleşik olduğunda bu nefsin en yüce mertebesidir. Fakat daha aşağı mertebeleri de vardır. Vehim de hayal de his de nefistir. Hatta insanın elinde bir sıyrık olup da eli acıdığında acıyan şey nefistir. Beden hissetmiyor. İdrak nefse aittir, en aşağısından en yukarısına kadar. Bunun en aşağısı histir, en yükseği de akıldır.

 

Dolayısıyla akıl ve nefisten bahsederken bilelim ki akıl nefisten, nefis de akıldan ayrı bir şey değildir ama akıl en yüksek mertebesidir. Yani nefsin aklâniyetten daha yüksek bir mertebesi yoktur.

 

Laricanî: Şimdi kitaptan sizin cümlelerini okuyayım: “Burada şimdiye kadar İbn Sînâ’dan nakledilenlerde çok temel ve esaslı bir nokta vardır ve bunu basitçe geçmemek gerekir. Bu mesele şudur. Ona göre soyut olan her varlık, ilim ve bilinçle aynıdır. İlim ve bilinçle aynı olan şey ise fiille aynıdır. Bu meselenin önemi ise şudur: İbn Sînâ, ilim ve bilinci fiil olarak görüyor. İlim ve bilincin fiil olduğuna inanan biri de nefs-i nâtıkânın bedenden ayrıldıktan sonra tekâmül ettiğini kabul edecektir.” 

 

Üstad Dînânî: Evet, dediğim gibi İbn Sînâ tekâmüle inanıyor. Bilgilenme bir fiildir ama bedenin fiili değil. Sonuçta her varlığın kendi fiili vardır. Bedenin fiili hareketidir. Nefis ve aklın fiili bilgilenmedir. Bu durumda nefis ve akıl fiilsiz olamaz o halde her zaman bilgilenme söz konusudur. İnsan sürekli bilgilenme halindedir ve her bilgilenme de güzellik (behçet) getirir.

 

Laricanî: Demek ki Cennet’in güzelliğini (behçetini) hurilerde veya ırmaklarda aramamak gerekiyor.  

 

Üstad Dînânî: Bunlar sadece duyuları esas alan insanlar için güzeldir, onun daha üstünü akli behçettir. Bakınız, bu mesele çok önemlidir, bugünün gelenek ve yenilik yahut geçmiş ve günümüz ilişkisi meselesi de böyledir. Günümüz dünyası biraz duyusalcıdır. Yani aslında pozitivisttir. Öte yandan da tarihin tekâmülü vardır. Günümüz bilginleri tarihsel tekâmüle inanır, yani tarihin tekâmül ettiğini kabul ederler.

 

Peki ama tarihin tekâmülü nereye gidiyor? Bunun cevabı nedir, tarih daha mı tarih oluyor? Tarihin amacının tarihin dışında yani “mele-yi âlâ” olması gerekir. Tarih “mele” değildir. Biz şu an, bugün, yarın veya milyarlarca yıl sonra nereye gidiyoruz? Ne zamana kadar gideceğiz ve nereye varacağız? Ne kadar giderseniz gidin hep zamanın içindeyizdir. Hâlbuki zamanın ötesine varılması gerekir. Yani tarihin ötesine, bir başka deyişle de “mele-yi âlâ”ya varmalıdır. Zaman içinde ne kadar giderseniz gidin zamanın karşısındasınız, “mele”nin değil. Zamanın ötesi “mele”dir. İşte İbn Sînâ tarihin amacını akılda buluyor.     

 

Laricanî: Pekâlâ, şimdi varlık âleminin seyrini tersine çeviren Batı felsefesinin insanlığa cevabı nedir?

 

Üstad Dînânî: Hiç, onlar her şeyi madde âleminde arıyorlar. Fakat şu kuralı göz ardı ediyorlar. Hiçbir şey kendini açıklayamaz. Her zaman bir şeyin amacı onun ötesindedir. Bu âlemin de bir amacı var ve bu amaç, zaman ve mekân içinde bulunmaz. O, maveradadır, ötededir. Peygamberlerin öğretisinin özü de zaten budur. Yani onlar, insanlığın başka bir yere gitmekte olduğunu söylüyor.

 

İnsan bu hayatta her nereye giderse gitsin zamandadır. Zamanda ne kadar gidersen git yine zamanın içindesin. Zamanın ötesine geçebilmelisin. Eğer bunu amaç bilirsen, buna şu an bile ulaşırsın. Yüzlerce milyar yıl geleceğe gitmen gerekmez.

 

Bakınız, bir yatay hareket vardır, bir de dikey. Bildiğimiz yön anlamında söylemiyorum, o dikey hareket önemlidir. Tarihin dikey hareketi de söz konusudur. İbn Sînâ bunun menziline akıl diyor. Yani tümel akıl âlemine ulaşmak gerekir. Yani benim “mele-yi âlâ” dediğim şeye. Bu âlem henüz “mele” değildir ve bizim mele”ye ulaşmamız gerekiyor. Yani kesretten vahdete gitmek gerekiyor. “Hela”dan “mele”ye gitmek gerekiyor. “Alçak”tan “yüksek”e, “çirkin”den “güzel”e gitmek gerekir.

 

Laricanî: İbn Sînâ şöyle diyor: “Bizim bilincimizi ve ilmimizi parçalanmadan uzaklaştıran ve bizi uyuma yaklaştıran şey aklaniyettir.” Yani akıl daima vahdete götürür.

 

Üstad Dînânî: Aklın işi vahdettir zaten. Biz aklettiğimiz zaman vahdete ulaşırız. Fakat duyular parça parçadır. Benim aldığım tat, sizinkinden farklıdır. Fakat bunlar akılda birleşirler. Biz tarihteki kanıtlarla, geçmiştekilerin nasıl aklettiğini anlayabiliriz. Mesela biz şu an İbn Sînâ’nın kitabını okuyarak İbn Sînâ’nın düşüncelerini izleyebiliriz. Fakat onun hissettiklerini nasıl anlayabiliriz? Bu çok zordur, yani örneğin İbn Sînâ yemek yerken nasıl bir tat aldı? Bunu anlayabilmek mümkün değildir. Fakat bin yıl sonra bile düşüncelerini anlayabiliriz. Yüzbinlerce yıl bile geçse tarihsel kanıtlarla, onun düşüncelerini anlayabiliriz. Buradan anlaşılıyor ki tefekkür ve akletmede vahdet vardır.

 

Laricanî: Kitaptan okumaya devam ediyorum: “Buraya kadar anlatılanları göz önünde bulundurarak İbn Sînâ’nın görüşleri incelenip tahlil edilebilir. O, genel ve kapsamlı bir kural olarak şöyle diyor: Kendi kendine bilinci olan şey akıl, âkil (akleden) ve makuldür (akledilen). Ayrıca, akıl hem akleden hem de akledilen olunca zatı itibariyle de soyuttur.’’

 

Üstad Dînânî: Soyut olduğu için de zatı itibariyle her zaman bilir. Hiçbir hicabı yoktur, soyut olan şeylerde hicap yoktur. Hicap olsa da o soyutluklarının miktarındandır. Ancak dışsal bir hicapları yoktur. Dışarıdan hiçbir şey onlar için hicap değildir. Mesela şu duvar benim için bir hicaptır çünkü öte tarafında ne olduğunu ben göremiyorum fakat soyutlar için duvar yoktur.

 

Laricanî: Kitaptan okumaya devam ediyorum: İbn Sînâ’ya göre kendini akleden her şey sorunlu olarak kendisinin makulü (akledileni) de olacaktır. Dolayısıyla sonuçta da akıl, âkil ve makul birleşik ve bütün olacaktır. İbn Sînâ bu sözünün hemen ardından şunu ekliyor: Bu hüküm gereğince akıl her şeyden öncedir. 

 

Üstad Dînânî: Evet, aynen öyle. Akıl “ilk”tir. İslami rivayetlerde de akıl “ilk”tir. Allah önce aklı yaratmıştır. Bu âlem hikmet esasına dayalı değil midir? O halde ilkin hikmet olduğu için bu âlem varıdır. Hikmet olduğu için bu âlem var olduğuna göre hikmetin önceliğini zorunlu kabul etmek durumundayız. Hikmet de aklın eseridir.   

 

Laricanî: Üstad çok keyifli bir sohbet oldu ancak programımızın süresi de bitti. Bir sonraki programda buluşmak dileğiyle hoşça kalın.

 

 

 

Çeviri: Hüseyin Mahir

 

 

Medya Şafak

       

  

    

 

https://www.youtube.com/watch?v=ivNZ6lzp4rc