İbrahimi Dinani: Mesnevi Dersleri (19)

İbrahimi Dinani: Mesnevi Dersleri (19)
İnsanların farkında olmadığı hususlardan biri, temel meselelerin hiçbir zaman görünür olmamasıdır. Bakın tümel bir şey söylüyorum. Temel meseleler hiçbir zaman görünür değildir. Görünür olan şeyler, çok da esaslı olmayan şeylerdir. Sadece bedenden örnek vereyim, zaten görünmeyen ruhtan söz etmiyorum, sadece bedenden bahsediyorum. Sokrat ile cahil bir adam bir yerde oturuyor olsa siz sadece iki tane beden görürsünüz. Sokrat’ın düşüncesini görebilecek durumda değilsiniz.

 

 

İsmail Mansuri Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm.

 

Gönül fezası dostla o kadar doldu ki

İçimde kendi düşünceme yer kalmadı

Doldur kadehi ki ben aşk devletinde

Yaşlı olsam da bahtı genç biriyim

 

 

Selam sevgili izleyiciler, aziz dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. Bildiğiniz gibi sayın üstadımızla birlikte Mevlânâ’da marifet meselesini konuşuyoruz. Duyusal, akli ve şuhûdî idrakleri ele aldık. Daha sonra şu konuya geldik. Mevlânâ tüm bu idraklerin rolüne inanıyor olmakla birlikte onları, hakikatleri kavrama ve hikmete ulaşma konusunda aciz görüyor.

 

Keşke varlığın bir dili olsaydı da

Ta ki var olanlardan perdeyi kaldırsaydı [hakikati ortaya çıkarsaydı]

 

Ey varlık nefesi ona dair her ne söylersen

Bil ki onun üstüne bir perde daha örtmüş olursun

 

Onu idrak etmenin afeti sözdür ve hâldir

Kanı kan ile yıkamak ise muhalden de muhaldir

 

Mevlânâ bu şiirde de belirttiği gibi “kâl ve hâl”i idrakin afetlerinden biri olarak görüyor. Fakat bu programda bir diğer afetten daha bahsetmek istiyoruz. Bu da kıyas meselesidir. Kıyas onun bir hikâye ile açıkladığı önemli bir konudur.

 

Bu, papağan ve bakkal hikâyesidir. Papağan yağı döküyor, bakkal kapıyı açıp da içeri girince dükkândaki tüm yağların döküldüğünü görüyor. Papağanın kafasına vuruyor ve onun tüm tüyleri dökülüyor. Ondan sonra da papağan artık konuşmaz oluyor.

 

Bunun üzerine bakkal yaptığından rahatsız oluyor, çünkü artık o güzel sesli papağan susuyor. O sırada dükkâna başı kel bir derviş giriyor. Hikâyenin devamı Mesnevî’de şöyle anlatılır:

 

Papağan o anda akıllılar gibi konuşmaya başladı

Dervişe ‘‘hey falanca’’ diye bağırdı.

Ey kel neden kellere karıştın

Yoksa sen de şişedeki yağı mı döktün?

Onun bu kıyasından dolayı insanları gülme tuttu

Çünkü papağan o hırka sahibini kendisi gibi sanmıştı

Temiz insanların işini kendinle kıyaslama

Yazıda “şîr” [aslan anlamında] ve “şîr” [süt anlamında] aynı olsa bile

 

Mevlânâ bu şiirle kıyas meselesine giriyor. O, bununla aslında çok önemli bir meseleyi anlatarak şöyle diyor:

 

Bütün âlem bu sebeple sapıttı

Abdallardan çok azı Hakk’ın bilincine vardı

Peygamberlerle eşit düzeyde olduklarını düşündüler

Evliyayı da kendileri gibi sandılar

 

Üstad Dînânî: Bismillâhirrahmânirrahîm. Evet bu, Mevlânâ’nın söz konusu ettiği çok önemli bir meseledir. Mevlânâ bununla kıyası kınayan en güzel misali veriyor. “Onun bu kıyasından dolayı insanları gülme tuttu.” Bu kıyas gerçekten de komiktir. Çünkü papağan badem yağını dökmüş ve dayak yediği için de başı kel olmuştu. İçeri kel bir derviş girince de onu kendisiyle kıyasladı ve “yoksa sen de badem yağı mı döktün” diye sordu. Kendisi gibi kel olan herkesin badem yağı döktüğünü sanmıştı.

 

Mevlânâ’nın dikkat çektiği bu konu çok önemlidir. Kıyas kelimesiyle ilgili olarak ben kısa bir tarihçe sunmak istiyorum. Elbette niyetim tarih anlatmak değil, Mevlânâ’nın konusunun anlaşılmasını istiyorum. Kıyas, hekimlerin ve mantıkçıların terminolojisinde ayrı, genel halkın dilinde ayrı bir anlam taşır.

 

Hatta [Şiî] fakihler kıyası bâtıl kabul ederler. İlk kıyas yapanın İblis olduğu sözü meşhurdur. Çünkü “beni ateşten, onu ise topraktan yarattın” diyerek ilk defa kıyasa başvuran Şeytan’dır.  

 

Şeytan’ın yaptığı, Şiî fakihlerin karşı çıktığı, Mevlânâ’nın değindiği ve genel halkın örfünde meşhur olan kıyas, mantıkta “temsil” diye anılır. Bizler, mantıkta bir şeyi bilme konusunda üç yola sahibiz. Bunlardan biri istikradır (tümevarım), biri temsil, biri de burhandır.

 

İstikra, istatistik yönü olan bir şeydir. İstikrada siz bir şeyin ayrıntılarını bir, iki, on, yüz veya bin defa incelersiniz. Günümüzde bilim büyük ölçüde istikraya dayalıdır. Bir varlığı mesela bir bitkiyi defalarca incelersiniz, deney yaparsınız, sonra da onda tespit ettiğiniz etkiyle ilgili olarak bir hüküm verirsiniz. Böylece istikra yoluyla bir sonuca ulaşır ve ona göre de adım atarsınız. Çünkü belki bin defa denediniz ve bu etkiyi gördünüz.

 

İstikranın hüccet olup olmadığı, nasıl hüccet olduğu, ve “acaba istikra kendi başına bir hüccet midir yoksa onu sonuçta kıyasa mı döndürmeliyiz” konusu ayrı bir meseledir ve şu an biz bu konulara girmiyoruz. Evet, birinci yol, istikradır.

 

İkinci yol ise temsildir. Yani bir varlıkta bir özellik görüyorsunuz, aynı özelliği bir başka varlıkta da gördüğünüz için onu diğerine geçerli kılıyorsunuz. Mesela fıkıhta, bizatihi fakihler şu misali vermiştir: Şarap haramdır. Neden haramdır? Çünkü sarhoş edicidir. Şimdi eğer bir şarap olmadığı halde sarhoş edici olan bir bitki veya bir içecek bulsanız, hatta bu katı da sıvı da olabilir veya başka bir şekilde de olabilir… Sarhoş edici özelliği varsa acaba şarabın sarhoş edici özelliğini, kendisi şarap olmayan o şey için de geçerli sayabilir miyiz?

 

Fıkıhta temsil hüccet değildir, bunu yapamayız denir. Yani üzüm suyu olan ve belirli özellikleri bulunan bu şarap “hamr”dır ve haramdır; ama “kendisi şarap olmadığı halde sarhoş edici olan o şey haram mıdır” konusu ihtilaflıdır. Bazıları sarhoş edicilik, başlı başına iyi değildir vs. diyor. Bu ayrı bir konudur ancak “hamr”a dayanarak bu istidlali yapamıyorlar. Sarhoş edicilikten, insanın bilincini kaybettirmesinden hareketle delil getiriyorlar ki bu ondan farklıdır. Yani her halükarda temsili, hüccet olarak görmüyorlar.      

 

Mantıkta bunun adı temsildir. Yani tikeli tikel ile karşı karşıya getirmektir. Tikel bir nesnede bir özellik görürsünüz, bir başka nesnede onunla olan benzerliği diğerine de geçerli kılarsınız, işte buna mantıkta temsil denir. Genel halkın örfünde de buna kıyas denir. Aslında buna yanlış olarak kıyas deniyor, bu temsildir.

 

Burhana gelecek olursak... ‘‘Burhani kıyas’’ diye bir şey vardır. Burhani kıyasta tümelden tikele gidilir. Mesela deniz sudur ve su da H2O’dur [2 Hidrojen ve 1 oksijen]. Şimdi siz bir bardakta veya herhangi bir yerde bir damla su bulduğunuz zaman bunun da H2O olduğuna hükmedebilirsiniz.

 

Örneğin insanın konuşmak, gülmek, şaşırmak gibi özellikleri vardır. Bunlar insana ilişkin tümel hükümlerdir. Herhangi bir yerde ya da adada rastladığınız herhangi bir insana da o tümel hükümleri geçerli sayabilirsiniz. Yani hüküm tümelden tikele gider. Bu kıyastır, bunun öncülleri vardır; “kübra”sı vardır, “sugra”sı vardır, bu ayrı ve uzun bir konudur, buralara girmiyorum.

 

Fakat her halükarda bir cümleyle şunu söyleyebiliriz: Burhani kıyas, tümelden tikele gitmektir. Bu kesinlikle doğrudur. Çünkü tümel için geçerli olan bir şey, tikel için de kesinlikle geçerlidir. Temsil, tikelden tikele gitmektir. İstikra ise tikellerden hareketle tümel bir hükme ulaşmaktır. Mesele kısaca bu şekilde özetlenebilir. Mevlânâ’nın burada bahsettiği kıyas, temsildir. Temsil ise fıkıhta da hüccet değildir, akılda da.         

 

Papağan, bademyağını döktüğü için dayak yemiş ve başı kel olmuştu. Papağan kel olan herkesin bademyağı döktüğü için başının kel olduğunu düşünüyordu. Hâlbuki tikel bir hüküm, başkalarına da genelleştirilemez. İşte bu yüzden bu, aslında temsildir ve temsil ise ne fıkıhta hüccettir ne de başka bir yerde. Bu aslında sadece bir teşbihtir, teşbih ise hüccet değildir.   

 

Mevlânâ burada kıyası eleştirirken temsili eleştiriyor, burhani kıyası eleştirmiyor. Burhani kıyası hiç kimse reddedemez. Burhani kıyası inkâr etmek aklı inkâr etmektir. Bu yüzden onu kimse inkâr edemez. Ancak temsil anlamındaki kıyası, yani tikel bir hükmü, bir başka tikele genelleştirmek tabii ki tüm akıl sahipleri tarafından eleştirilmiştir.

 

Mevlânâ da burada bunu eleştirmektedir. Ancak maalesef insanlar da çoğunlukla temsile başvuruyor. Burhani insanlar da var ama maalesef azlar. Burhanın büyüklüğünün farkında olan insan nadirdir. İnsanların çoğu maalesef Mevlânâ’nın eleştirdiği bu temsile başvuruyor. Yani teşbih yapıyorlar, nefsî kıyas yapıyorlar, İblis’in yaptığı kıyası yapıyorlar. Kendilerinde olan bir şeyden dolayı başkalarının da aynen o şekilde olduğunu düşünüyorlar. Bu nefsî kıyastır, o zavallı papağan da nefsî kıyas yapıyor. Çünkü kendisi badem yağını dökmüş ve dayak yediği için başı kel olmuştur, bundan dolayı her başı kel olanın bademyağı döktüğünü düşünmektedir.

 

İnsanlar bu şekildeki nefsî kıyası çok yapıyor. Kendisi bir şey düşünüyor, başkasının da öyle düşündüğünü sanıyor. Hatta daha da kötüsü öyle düşünmesi gerektiğini sanıyor. Ben bir şeyi sevdiğim zaman herkesin de onu sevdiğini, sevmediğim zaman da herkesin onu sevmediğini düşünüyorum. Herkesin kendim gibi olduğunu düşünüyorum. Hatta bundan daha da kötüsü herkesin benim gibi düşünmesini istiyorum. İşte bu çok daha kötü bir şey.

 

Böyle yapıyorsam aslında herkesi kendime davet ediyorum. Herkesi benim gibi düşünmeye davet ediyorum. İşte Mevlânâ’nın kınadığı şey budur. Her akıl sahibinin de bunu kınaması gerekir.

 

Laricanî: Üstad ben temsilin insanlardan alınabileceğini pek sanmıyorum. Hatta birçok meseleyi temsil ile halletmek mümkündür. İzin verirseniz bizzat Mevlânâ’nın bu konudaki birkaç beytini okuyayım, ardından sorumu sorayım. İnsan burada bir çelişki ortaya çıktığını hissediyor.

 

Peygamberlerle eşit düzeyde olduklarını düşündüler

Evliyayı da kendileri gibi sandılar

Dediler ki onlar da insan biz de insanız

Biz de uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da.

 

Her iki tür arı da aynı yerden yedi

Ancak birinden zehir oldu, diğerinden bal.

 

Her iki tür geyik ot yedi ve su içti

Birinden dışkı çıktı, diğerinden halis misk.

 

Her iki kamış da aynı sulaktan su içti

Biri bomboş oldu, diğeri şekerle doldu.

 

Bu şekilde birbirine benzer yüz binlerce şey var

Aralarındaki yetmiş yıllık farkı var da sen gör.

 

Biri yer ondan pislik çıkar,

Öteki yer tümüyle Allah’ın nuru olur.

 

Biri yer ondan cimrilik ve haset doğar

Öteki yer ondan da bir olan Allah’ın nuru doğar.

 

Mevlânâ bu tür örnekleri vermeye devam ettikten sonra nihayet şöyle diyor:

 

Sihri mucize ile kıyas ettiler

Her ikisinin de esasını hile sandılar.

 

Mûsâ ile mücadele eden sihirbazlar inatla

Ellerine onun asası gibi asa aldılar

 

Bu asa ile o asa arasında ince bir fark var

Bu amel ile o amel arsında büyük bir mesafe var.

 

Şimdi benim sorum şudur: Allah Peygamberine (s.a.a.) “Ben de sizin gibi insanım” demesini buyuruyor. Ama diğer taraftan da biz bunu temsil olarak görüyor ve reddediyoruz. Burada bir çelişki var gibi gözüküyor.

 

Üstad Dînânî: Hayır, burada hiçbir çelişki yoktur. Tam aksine sizin okuduğunuz bu misaller en güzel örneklerdir, çelişkiyi ortadan kaldırmaktadır, hatta zaten çelişki yoktur. Evet, âyette “ene beşerun mislikum” [Ben de sizin gibi bir insanım] diyor. Peygamber beşer türündendir ve zaten beşer türünden de olmalıdır. Eğer beşer cinsinden olmasaydı muvaffak da olamazdı.

 

Ama bu âyetin bizatihi kendisi size cevap veriyor. “Kul innema ene beşerun mislukum” yani “de ki ben sizin gibi bir insanım” diyor, ancak ardından da  “yuha ileyye” yani “bana vahyedilmektedir” diyerek aradaki farkı ortaya koymaktadır.

 

Evet, Peygamber de bir insandır, Mekkeli müşrikler, Ebu Cehil ve Ebu Leheb de “sen de bizim gibi çarşıda, sokakta dolaşıyorsun, bizim gibi yiyip içiyorsun, bizim gibi bir insansın ne farkın var? Sen neden Allah tarafından gönderilmiş oluyorsun, hâlbuki tıpkı bizim gibisin” diyorlardı. Evet, “ene beşerun mislikum” buraya kadar doğru; ancak devamında ne diyor? “Yuha ileyye” yani ‘‘bana vahyediliyor’’. Ben vahiy alıyorum, siz vahyi anlamıyorsunuz. İşte fark budur. Sizin okuduğunuz o misallerdeki arılar veya geyiklerle ilgili söylenenler doğrudur. Aynı şekilde Ebu Cehil de insandır Hz. Peygamber de insandır. Buraya kadar doğru, ancak onların içlerinin farkı nereden nereye kadardır? Ebu Cehil ile Hz. Peygamberin farkı, doğu ile batının yahut yer ile göğün farkı gibi bir fark değildir. Sonsuz bir farktır.

 

Dış benzerliklere bakmayın, insanların farkında olmadığı hususlardan biri, temel meselelerin hiçbir zaman görünür olmamasıdır. Bakın tümel bir şey söylüyorum. Temel meseleler hiçbir zaman görünür değildir. Görünür olan şeyler, çok da esaslı olmayan şeylerdir. Sadece bedenden örnek vereyim, zaten görünmeyen ruhtan söz etmiyorum, sadece bedenden bahsediyorum.

 

Sokrat ile cahil bir adam bir yerde oturuyor olsa siz sadece iki tane beden görürsünüz. Sokrat’ın düşüncesini görebilecek durumda değilsiniz. Bunu geçiyorum, hatta sadece bedeni ele alalım. Siz bedende sadece renk, boyut ve cisim görürsünüz. Sinir sistemini, hücrelerini görüyor değilsiniz. Dolayısıyla temel hususlar hiçbir zaman görünür değildir.

 

İşte temsilin yanlışı da budur. Çünkü sadece görünene bakar, tıpkı papağanın yaptığı gibi. Badem yağını döktüğü için sahibi tarafından dövülen ve bu yüzden de başı kel olan papağan, başı kel olan herkesin bademyağı döktüğünü sanıyor. En büyük yanlış temsildir. Okuduğunuz şiirde Mevlânâ ne diyor?

 

Peygamberlerle eşit düzeyde olduklarını düşündüler

Evliyayı da kendileri gibi sandılar

Dediler ki onlar da insan biz de insanız

Biz de uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da

 

Kendilerini neden peygamberlerle eşit düzeyde gördüler? Çünkü aptalca temsile kapıldılar. Bir varlıkta olan bir özelliğin diğer varlıkta da bulunması, onların ikisinin de aynı olduğuna kanıt olmaz. Arının biri yedikleriyle bal yaparken, diğeri zehir yapıyor. Geyiğin biri dışkı veriyor, diğeri misk veriyor. İkisi de aynı bitkiyi yiyor; ancak sahip oldukları kapasiteleri ve hususiyetleri sebebiyle farklı şeyler üretiyorlar. Dolayısıyla bu farklılıklar bir paradoks değildir. Biz insan olmak bakımından peygamberlerle aynıyız, ancak peygamberlerle diğer insanlar arasındaki mesafe sonsuz bir mesafedir. Doğu ile batı arasındaki mesafe belki azaltılabilir ama Hz. Peygamber (s.a.a.) ile Ebu Cehil arasındaki mesafenin azaltılması mümkün değildir. Hz. Mûsâ (a.s.) ile Firavun’un mesafesi nasıl azaltılabilir? Her ikisi de bedene sahip olmakla birlikte Firavun mutlak enaniyet, mutlak bencillik iken Hz. Mûsâ ise Kelimullah’tır.   

           

Laricanî: Pekâlâ Üstad, kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

Üstad izleyicilerimiz aydınlansın diye ben yine bir soru soracağım. Bakınız, biz bir dereceye kadar temsili kabul etmeliyiz. Allah’ın peygamberleri insanlardan seçmesi de bunu açıklıyor. Ben bir örnek vereyim: Mesela insan bir yere, bir çöle gidiyor ve ansızın bir korku hissediyor. Örneğin “eğer bana burada canavarlar saldırırsa ben ne yaparım?” diyor. Ama bir insan sesi duyduğunda, hatta o insan felçli dahi olsa, kendisini savunacak gücü olmasa bile yine de bir rahatlama hissediyor.

 

Bu, aynı türden varlıkların birbirine olan temayülünü gösteriyor. Bunun muhtemelen psikolojik temelleri de vardır. Mevlânâ bu konulara güzel dikkat çekiyor. Bu temsil ve benzerlikler o kadar önemlidir ki bazıları insanları istismar etmek için bunları kullanırlar. Mesela Hz. Mûsâ’nın mucizesi neden asa oldu ve diğerleri de neden gidip onun asası gibi bir asayla onunla mücadeleye giriştiler. Bu, temsilin insan hayatında ve psikolojisinde güçlü bir yeri olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla biz bunu reddedemeyiz.

 

Üstad Dînânî: Evet, tamamen doğru. Ben daha önceki programların birinde arz etmiştim. Temsilin kendine özgü bir itibarı vardır. Temsilin olmaması mümkün değildir, bu bir gerçekliktir. Evet, her şey de kendi türünü talep eder. Örneğin siz Ay’da olsanız, hiçbir şeyin olmadığı Ay’da eğer bir bitki görürseniz tabii ki mutlu olursunuz. Çünkü bir hayat belirtisidir. İnsan Ay’da bir hayvan görürse daha mutlu olur, vahşi dahi olsa bir insan görürse çok çok daha mutlu olur. Kendine ne kadar yakın olursa o kadar mutlu olur bunda hiç kuşku yok. Ancak yakınlık olduğu kadar uzaklık da vardır.               

 

Laricanî: Fakat burada bir paradoks yok mu?

 

Üstad Dînânî: Hayır, hiçbir paradoks yok. İnsan iki gözüyle görmelidir. Eğer tek gözle bakarsanız paradoks görürsünüz; ama iki gözle baktığınızda paradoks yoktur. Bizim iki gözümüz vardır, hem kesreti görürüz hem de vahdeti görürüz. Hem türdeşliği hem de türdeş olunmamasını görürüz. Evet, Ebu Cehil, Hz. Peygamber, Firavun ve Hz. Mûsâ insan olmaları bakımından türdeştir. Ancak bunlar maddi ve beşerî açıdan ve bedensel açıdan yakın olmalarına rağmen, içsel açıdan o ölçüde birbirinden uzaktırlar.

 

İzin verirseniz bunu bir örnekle açıklayayım. Hekim Ebu Zercumehr [Bozorgmehr. Enuşiravan’ın çok değer verdiği bir İranlı filozof ve âlim. Arap ve İslam kaynaklarında Ebu Zercumher olarak bahsediliyor. Çev.] zindanda bulunuyordu. Tek başına bir hücrede olmak oldukça zordur. Ancak o düşünceyle, tefekkürle meşgul olduğu için zindana tahammül ediyordu. Bir gün cahil ve aptal birini onun hücresine hapsettiler. Şimdi bir yönüyle sizin de bahsettiğiniz gibi bu iyi bir şeydi, çünkü zindanda tek başına kalmak yerine türdeşi olan biriyle bulunmak iyi bir şey olmalıydı. En azından konuşacak biri olacaktı.

 

Ebu Zercumehr, bir gün tefekkür ediyordu ve düşünürken de kafasını sallıyordu. O sırada o cahil ve aptal kişinin ağlamakta olduğunu gördü. Ebu Zercumehr, şefkatle ona ‘‘ne oldu, neden ağlıyorsun, kötü bir şey mi oldu’’ diye sordu. Ebu Zercumehr’in uzun bir sakalı vardı. Adam ona ‘‘Sen başını öyle sallayınca benim keçim aklıma geldi. O da yem yediği zaman başını sallardı ve sakalları sallanırdı. Ben keçimin sakallarını hatırladım ve o yüzden beni ağlama tuttu’’ dedi. Bunun üzerine Ebu Zercumehr ellerini kaldırıp şöyle dua etti: Ey Allah’ım ben zindanda yalnızlığa tahammül ettim; ama ahmaklığa ve cehalete tahammül etmek bana çok zor geliyor.

 

Bildiğiniz gibi rivayetlerde de geçtiği üzere Hz. İsa Mesih (a.s) anadan doğma kör olanlara şifa vermişti. Ölü birini hayata döndürmüştü. Ama ahmak ve aptallar yüzünden çöllere kaçmıştı. Yani her şeyi yapabiliyordu; ama ahmaklara tahammül edememişti. Ahmaklara tahammül çok zordur.

 

Ebu Cehil veya Firavun’un durumu ise ahmaklardan çok daha kötüydü. Çünkü ahmak, sadece ahmaktır ama onların bir de kötülükleri var. Bir yönüyle haklısınız, evet, bu işin psikolojik bir yönü vardır. Aynı türden olanlar birbirine yaklaşır, birbirini ister. Ama uyumsuzluk çok kötüdür. Bakın, cahil ve kötü biri bir kediden, bir aslandan, bir kurttan çok daha kötüdür. Cahil adamın zararı, yılanın zararından daha fazladır.

 

Elbette temsil ve teşbihin faydası vardır, tüm hayatımızda bunu kullanırız. Şiirlerin çoğunda teşbih kullanırız. Temsil, teşbihtir; teşbih iki ayrı tikeli birbiriyle benzer kılmaktır. İki ayrı şeyin bir özelliğini birbiriyle aynı göstermek birçok yerde çok işlevsel bir şeydir. Ama bu hakikatin yolu değildir. Yani siz temsille hakikate ulaşamazsınız. Evet, hayatta bazı işlere yarayabilir. Evet, şiirde, konuşmada, hitabette, normal hayatta çok işe yarayabilir, bunda hiç şüphe yok. Demin de arz ettiğim gibi bu üç teknikten biridir. Aristo istikra, temsil ve burhanı binlerce yıl önce bir teknik olarak ortaya koymuştur. Evet, temsil bir tekniktir ve belagattir; ama temsille hakikate ulaşılabilir mi? Bir varlıkta bulunan bir özellik bir başka varlıkta da var diye “bu, odur” diyebilir miyiz? Asla diyemeyiz!

 

İşte zaten Mevlânâ da bu hataları sayıyor. Onlar kendilerini peygamberlerle bir tutarak büyük bir hataya düştüler. Çünkü onlar sadece insan olma özelliğine dayanarak “onlar da insan, biz de insanız o halde biz aynıyız” dediler. Hâlbuki bu en büyük hatadır. Hakikate ulaştırmadığı gibi tam tersine hakikatin yolunu kapatmaktır. Bu hatayı yapanlar, benzerlikleri anlıyorlar, ama farkları anlamıyorlar. Zahiri benzerlikleri görüyorlar, ama içsel farklıkları görmüyorlar; hâlbuki esas olan budur.

 

Demin de söylediğim gibi esas olan şeyler görünür değildir. Esas olan hiçbir zaman görünür değildir, yüzeysel olan şeyler ise her zaman görünürdür. İşte bunu anlamadıkları için hakikatin yolunu kapatıyorlar. Bu yüzden de onlar asla hakikate ulaşmanın yolunu bulamayacaklar. Sadece kendini Peygamber’le bir tutanlar değil, kendini âlimlerle bir tutanlar da aynıdır. Mesela kimileri “benim şu âlimden ne eksiğim var” diyor. Evet, sen bedene sahipsin ama âlim değilsin. Eğer birileri gurura kapılarak ben de falan âlim veya filozof gibi âlim ve filozofum diyorsa o, aslında ilim öğrenme yolunu kendine kapatmış oluyor. Ben âlimim diyen biri artık öğrenme yoluna gitmiyor; çünkü kendini zaten âlim görüyor.

 

Hâlbuki onun âlim olduğunu kendisinin âlim olmadığını, onun bildiğini ama kendisinin bilmediğini bilirse öğrenme ihtiyacı duyar ve öğrenmeye çalışır. Eğer onun peygamber olduğunu kendisinin olmadığını bilirse onun sözlerine kulak verir. Ama ‘‘ben de insanım o da insandır’’ diyerek kendisini onunla eşitlerse hakikati keşfetme yolunu kendisi sonsuza kadar kapatmış olur. Dolayısıyla temsil, güzel olmakla ve bazı yerlerde işe yaramakla birlikte, aynı ölçüde tehlikelidir de. Bizler hakikati keşfederken asla temsili kullanmamalıyız. Ancak hitabet, belagat, zihni açmak, fesahat için kullanmanın hiçbir sakıncası yoktur.

 

Laricanî: Üstad gözüken o ki temsilden kaçış yok. Ama iki noktayı çok güzel açıkladınız. Bunlardan biri meselelere iki gözle bakmak ve marifeti yükseltmektir. Nitekim bizim bir sonraki konumuz budur. Mevlânâ da en büyük afeti cehalet olarak görmektedir. Cehaletten kurtulmak için de reçete veriyor. Bu noktada şöyle diyor: Akıllının sövgüsü cahilin şerbetinden daha iyidir.

 

Akıllı bana sövse ben razı olurum

Çünkü benim verdiğim feyizden feyz almıştır

 

Onun sövmesi faydasız değildir

O, misafirliğe eli boş gelmemiştir

 

Ahmak ağzıma helva koysa

Ben onun helvasından hasta olurum ateşim çıkar

 

Üstad Dînânî: Evet, aynen öyle. Sadi’nin de dediği gibi ilgili olanın sövgüsü de güzelliktir; ama cahil olan biri övgüde de bulunsa bu iyi değildir. Sokrat’a ‘‘falanca kişi seni övdü’’ diyorlar. Sokrat o şahsı tanıdığı için ağlamaya başlıyor. Onlar, “biz kötü bir şey söylemedik, biz o şahsın sizi övdüğünü, yücelttiğini söyledik” diyorlar. Sokrat “Evet biliyorum o şahıs cahildir; acaba ben nasıl cahilce bir iş yaptım ki o cahil beni övdü” diyor. İşte fark budur.

 

Laricanî: Mevlânâ bu tür misalleri çokça kullanıyor. İzleyicilerimize Mevlânâ’nın bu misallerini okumalarını tavsiye ediyoruz.

 

Üstad Dînânî: Fakat sizin okuduğunuz bu bölümlerde Mevlânâ temsilin hakikati keşfetme yolu olmadığı mesajını veriyor. İnsanların psikolojik açıdan temsile ilgi gösterdiği doğrudur. Günümüz psikolojisi bilgelikle ilgilenmiyor, pratiğe bakarak türdeşlerin birbirini çektiğini söylüyor.

 

Fakat Mevlânâ bilgece söz söylüyor. Bu teşbihin tehlikeli olduğunu söylüyor. Çünkü benzer özelliğe sahip olan iki şeyi aynı sayarak hakikatin yolunu kapatıyor. Dolayısıyla iki gözle bakmak gerekir, yani onlar arasında benzerlik olduğu kadar fark da vardır. Mevlânâ’nın mesajı tam olarak şudur: Temsil hakikati bulmanın yolu değildir. Mevlânâ’nın burada bahsettiği kıyas da mantıktaki kıyas değildir. Bunu bir kez daha hatırlatayım buradaki kıyas örfi kıyastır ve mantıkta buna temsil denmektedir. Bu temsil, hüccet değildir ama burhani kıyas kesinlikle hüccettir. Bunun hüccet olduğunu da hiç kimse inkâr edemez.

 

Laricanî: Evet Üstad, o daha sonra şöyle bir misal veriyor:

 

Sağır bir adamın arkadaşı hasta oluyor, sağır olan şahıs da onu ziyaret etmek istiyor. Sonra kendi kendine “ben sağırım ona gidip nasıl hal hatır soracağım” diye düşünüyor ama daha sonra da şu çözümü buluyor. Onu ziyarete gider ve ‘‘nasılsın’’ derim, o da ‘‘Allah’a hamd olsun’’ der, ben de ‘‘çok iyi şükürler olsun’’ derim. Sonra ona ‘‘ne ilaç içiyorsun’’ diye sorarım, o da ‘‘falan ilacı içiyorum’’ der, ben de ona ‘‘çok iyi şifalar olsun’’ derim. Sonra ‘‘doktorun kim’’ derim, o da ‘‘falanca hekim’’ der, ben de ‘‘o, ayağı çok uğurlu, mübarek, çok iyi bir doktordur’’ derim.

 

O sağır kişi bu kıyasla arkadaşını ziyarete gidiyor. Sağır kişi, hasta arkadaşına ‘‘nasılsın’’ diye soruyor. Arkadaşı ona “ölüyorum” diye cevap veriyor. Sağır kişi ona “çok iyi, şükürler olsun” diyor. Sonra “ne yemek yiyorsun, ne ilaç içiyorsun” diyor. Arkadaşı da öfkelenerek “zıkkımın kökünü” diyor. O ise “çok iyi, şifalar olsun” diyor. Sonra “doktorun kim” diye soruyor, o da “Azrail” diye cevap veriyor. Sağır ise ona “o, ayağı çok uğurlu mübarek biridir” diyor. Bunun üzerine arkadaşı çok kızıyor, onu kovuyor ama o yaptığından çok memnun ayrılıyor!

 

Aslında şimdi birçok kişi bu örnekteki gibi davranıyor. Kendi kıyaslarını cennetlik, geri kalanı ise cehennemlik sanıyorlar.

 

Hace kendinin ibadet ettiğini sanır

Ancak günaha battığından habersizdir

 

Daha sonra da şöyle diyor:

 

Nice insan görünüşlü iblis vardır

O halde her eli tutmamak gerekir

Kuş avcısı kuş sesi çıkarır

Böylece kuşu kandırıp yakalamak ister

 

Üstad Dînânî: Burada daha da vurgulu bir şekilde anlatıyor. Avcı kuş sesi çıkarıyor, cahil kuş kendi türdeşinin olduğunu sanıyor, ona yaklaşıyor ve avcının hedefi oluyor.

 

Laricanî: Yani hayvanlar da temsili kullanıyor.

 

Üstad Dînânî:  Elbette, daha önce de arz ettiğim gibi bu hayvani bir yandır, Mevlânâ’nın tüm mesajı da işte budur. Temsil yani örfi kıyas tehlikelidir, demek istiyor. Hakikati keşfetmeye yolu yoktur, hatta insanı tehlikeye de düşürür. Hayvanlar da bu hisse sahiptir, hatta bu zaten hayvani bir histir. Türdeşine olan ilgi ve yakınlık doğal bir histir. Her hayvanda, bitkide ve insanda bu vardır. Ancak sadece akıl gözü açık olursa aradaki farkı anlayabilir.

 

Laricanî: Şimdi süremiz bitti ama inşallah bir sonraki programda şu konudan devam ederiz:

 

Kuş kendi türdeşinin sesini duyar

Havadan gelir ve tuzağa düşer

 

Alçak kimseler dervişlerin sözlerini çalar

Böylece salim bir kişiyi büyülemek ister

 

Burada asıl konuya giriyor. Yani ilimden irfandan haberi olmayan kişilerin sadece iddia sahibi olduğunu söylüyor. İnşallah bu da bir sonraki programımızın ana konusu olsun.

 

Umarım izleyici dostlarımız için faydalı olmuştur; zira artık Mesnevî vadisinden çıkarak diğer hekimleri de incelemek istiyoruz.

 

Bir sonraki programda buluşmak üzere hoşça kalın.

 

 

 

 

Çeviri: Hüseyin Mahir

 

 

 

Medya Şafak

 

 

   

          

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=7XHxCjtONkY