İran ve yeni çok kutuplu dünya

İran ve yeni çok kutuplu dünya
Bununla birlikte İran, yaptırımlara ve yoluna döşenen diğer engellere rağmen 1979 devriminden bu yana bir dizi sosyal göstergede önemli gelişmeler kaydetti. Beklenen ortalama yaşam süresi 55 yıldan 71 yıla çıktı; çocuk ölüm oranları %70 oranında azaldı; ücretli doğum izni ILO standartlarını bile gerisinde bırakıyor ve çalışma konuları üzerinde herhangi bir cinsiyet yasağı olmaksızın, üniversite öğrencilerinin %60’ı kadın.

 

 

 

James O'Neill

 

 

New Eastern Outlook

 

 

Son başkanlık seçimi kampanyası esnasında Cumhuriyetçi aday Donald Trump, ABD dış politikasında bir odak değişimine işaret eden bir dizi açıklama yaptı. Başka şeylerin yanında, bundan böyle rejim değişikliği girişimi olmayacağı, IŞİD terör örgütüne karşı etkili bir savaş verileceği ve Rusya'yla daha iyi ilişkiler geliştirileceği sözü verdi.

 

Bunlar güzel sözler, ama eskilerin deyimiyle, “ne söylediğimizi dinlemeyin, ne yaptığımızı izleyin.”

 

Yaptıkları şey, en azından 2. Dünya Savaşı'nın bitiminden bu yana temel olarak değişmeden kaldı. Temel jeopolitik hedef, Amerika Birleşik Devletleri'nin dünyanın yegâne süper gücü statüsünün korunmasıdır. Bu statü en azından son on yıldır geçerli değil, ancak bu durum, ABD'yi başkalarını durumun hâlâ böyle olduğuna inandıracak şekilde hareket etmekten alıkoymadı.

 

Bu tek kutuplu statüye yönelik meydan okumalar tolere edilmez. Ülkeler, Amerikan taleplerine uyumluluk derecesine göre göze girer veya gözden düşürülür. İran örneğinde bu açıkça görülmüştür.

 

İran'ın Batı tarzı demokrasi konseptiyle deneyimi, Muhammed Musaddık'ın seküler denebilecek hükümeti altında mevcuttu. 1952 yılında Musaddık, sağladığı büyük kazançlar İran halkının payına düşsün diye Anglo-Amerikan (şimdiki BP) petrol şirketini millileştirdi.

 

Bu, Amerikalılar ile, 1913 yılından beri İran'ın petrol zenginliklerini kontrol etmiş İngilizler için tolere edilemez türdendi. İngiliz MI6 kuruluşu ve CIA tarafından organize edilen bir darbe, Musaddık hükümetini devirdi ve Pehlevi hanedanının gaddar rejimini yeniden tesis etti. Bundan böyle demokrasi meselesi denklemin içinde olmayacaktı ki, Amerika ve Britanya'nın dünyaya demokrasi getirme misyonu hakkındaki Batı propagandası duyulduğu zaman bu noktayı hep hatırlamak gerekir.

 

Takip eden 25 yıl boyunca İran'ın Amerika Birleşik Devletleri'yle iyi ilişkileri oldu. Bu, 1979 İslam Devrimi'yle birden bire son buldu. O tarihten bu yana İran, ekonominin önemli sektörlerini sakatlayan yaptırımlara maruz kaldı. Ülke aynı zamanda, ABD tarafından böyle görülmeyen bir terör örgütü olan Halkın Mücahitleri (HM) örgütünden gelenler başta olmak üzere, terörist saldırılara da maruz kaldı.

 

1980 yılında, yaptırımlar ve diğer önlemler İran'ı Amerikan çizgisine getirmeyi başaramayınca, ülke Irak tarafından saldırıya uğradı ve bunun ardından gelen sekiz yıllık savaş, bir milyon İranlının hayatına mal oldu. Iraklılar Amerika Birleşik Devletleri tarafından silahlandırılıyor ve destekleniyordu. İran-Irak Savaşı'nın bitiminden iki yıl sonra, Kuveyt macerası tuzağına düşen Irak'ın bizzat kendisinin ABD'nin saldırısına uğraması, Amerikan desteğinin güvenilmezliğinin ve şahsi menfaate dayalı olmasının bir göstergesidir.

 

Yeni Trump yönetiminin önde gelen yetkililerinin kamuoyuna yaptığı beyanlarda başka süreklilikler de görülebilir. Savunma Bakanı James Mattis, kısa süreline Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak görev yapan Michael Flynn ve bizzat Trump'ın kendisi, eskiden beri var olan, İran'ın “terörizmin en büyük destekçisi” olduğu şeklindeki Amerikan suçlamasını tekrar etti.

 

Bu tür açıklamaların, son 70 yıl içinde dünyanın bütün diğer ülkelerin toplamının yaptığından daha fazla ülkeye saldırmış ve daha fazla insanı öldürmüş bir devletin yetkilileri tarafından yapılmasının ironisi bir yana, bu, Gareth Porter'ın işaret ettiği gibi, en azından Clinton yönetiminden beri İran'a karşı hep yöneltilmiş bir suçlamadır.

 

1995 yılında Clinton, İran'a karşı daha da geniş bir yaptırımlar yelpazesi getirdi. George Bush ise Ocak 2002'de yaptığı Birlik konuşmasındaki ifadesinde, İran'ı (Rusya ve Kuzey Kore'yle birlikte) “şer ekseni”nin bir parçası olarak adlandırdı. Bazı şeyler hiçbir zaman değişmiyor.

 

Yine Porter'dan alıntı yapacak olursak, İran'a karşı yöneltilen bu suçlama herhangi bir kanıta dayanmamakla birlikte, ABD dış politikasının yerleşik bir ilkesidir.

 

2007 yılında dönemin Başkan Yardımcısı Richard Cheney İran'a saldırmak istedi ve Savunma Bakanı Gates ile Genelkurmay Başkan tarafından, ilkeli bir temelde değil, yalnızca böyle bir saldırının ABD'nin bölgedeki askeri varlıkları için risk meydana getireceği gerekçesiyle vazgeçirildi.

 

Son başkanlık kampanyasında Demokratların adayı Hillary Clinton, seçilmesi halinde İran'a saldırma tehdidinde bulundu ki böyle bir eylem kuşkusuz çok daha geniş bir savaşın kıvılcımını çakacaktı. Savaş yanlısı tutumu, İslam Cumhuriyeti'nin davranışları hakkında meşru bir yakınmadan çok, Amerika'nın İsrail ve Suudi Arabistan'la olan yakın ilişkilerinin ürünüydü.  

 

Bu yılın Ocak ayında Trump, İran'a karşı yeni ve taze yaptırımlar getirmek için İran'ın balistik füze testlerini bahane etti. Testlerin 14 Temmuz 2015 tarihli Ortak Kapsamlı Eylem Planı'nın (JCPOA) ihlali olduğu şeklinde, açıkça gerçek dışı bir iddiada bulundu. Bu plan Rusya'nın yönlendirmesiyle, varsayılan nükleer silah programı nedeniyle İran'a karşı bir saldırı halini alması çok muhtemel gibi görünen şeyi savuşturmak için müzakere edilmişti.

 

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 2231 sayılı kararı JCPOA'yı oy birliğiyle destekliyordu. Trump, “anlaşma”yı bir “budalalık” olarak tanımladı ve görmezden gelme tehdidinde bulundu. Trump muhtemelen 108 sayfalık kararı hiçbir zaman okumadı; İran'ın yaptığı türden füze testlerinin yapılmasını yasaklamayan detaylı hükümlerini anlamamış olması ise daha da yüksek ihtimal.  

 

Eğer okuyup anlamışsa bile bu pek de önemli olmamalıdır, zira ABD dış politikasındaki bir diğer süreklilik, ulusal güvenlik çıkarları bunu gerektirdiği düşünüldüğünde, uluslararası hukuku yalın bir şekilde görmezden gelmektir.

 

Bununla birlikte İran, yaptırımlara ve yoluna döşenen diğer engellere rağmen 1979 devriminden bu yana bir dizi sosyal göstergede önemli gelişmeler kaydetti. Beklenen ortalama yaşam süresi 55 yıldan 71 yıla çıktı; çocuk ölüm oranları %70 oranında azaldı; ücretli doğum izni ILO standartlarını bile gerisinde bırakıyor ve çalışma konuları üzerinde herhangi bir cinsiyet yasağı olmaksızın, üniversite öğrencilerinin %60'ı kadın.

 

Bütün büyük sosyal göstergelerde kadınların statüsü, bölgedeki bütün diğer ülkelerdeki durumu belirgin bir şekilde geride bırakıyor. İran'ın bölgedeki en büyük iki hasmı olan İsrail ve Suudi Arabistan'ın canını sıkacak şekilde bu eğilimlerin devam etmesi beklenebilir.

 

Her ne kadar Trump tek taraflı olarak İran'a yeni yaptırımlar dayattıysa da, bunlar çok önemli bir nedenden ötürü, muhtemelen İslam Cumhuriyeti'ni zayıflatma yönündeki önceki adımlarla aynı etkiyi yapmayacaktır.

 

İran şimdi, her ikisi de bir dizi nedenden ötürü kendisini, dünyanın en büyük altyapı projesi olan Çin öncülüğündeki Tek Kemer Tek Yol (OBOR) projesinin temel bir bileşeni olarak gören, Rusya ve Çin gibi çok güçlü iki dosta sahip. Her iki ülke de aynı zamanda, sınırlarının içinde veya hemen dibindeki Selefi aşırıcılığın tehlikelerinin güçlü bir şekilde farkında. İran, Batı propagandasının çoğu zaman söylediğinin aksine, Ortadoğu'yu kasıp kavuran, Sünni ağırlıklı şiddet karşısında bir denge ağırlığı olarak görülüyor.

 

Haritaya bakıldığında İran'ın açık stratejik konumu görülecektir. Burası, OBOR'un merkezi bileşeni olan Avrasya'daki bütün kalkınma projelerinin mantıksal dayanak noktasıdır.

 

Çin'den Avrupa'ya giden yüksek hızlı demiryolu bağlantılarından biri İran'dan geçecek. Başka bir yüksek hızlı demiryolu hattı ise İran'ı, Fars Körfezi'ndeki Gwador'da son bulan Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru'na bağlayacak.

 

Bir diğer gelişme olan, 5600 km uzunluğundaki Uluslararası Kuzey-Güney Taşımacılık Koridoru (INSTC), Hindistan'ın Mumbai şehrinden başlayıp İran üzerinden Azerbaycan'a ve oradan Rusya'ya uzanacak. Test sürüşleri 2014 yılında gerçekleştirildi.

 

Diğer yandan INSTC, OBOR'un deniz bileşenine ve 2015 yılında Hindistan, İran, Kazakistan, Umman, Türkistan ve Özbekistan arasında imzalanan Aşkabat Anlaşması'na bağlanıyor. Bu anlaşmanın konusu, Orta Asya ve Fars Körfezi devletleri arasındaki ticareti kolaylaştırmak.

 

OBOR gelişmeleri, bir dizi ticaret ve finans yapısı üzerine inşa ediliyor ve bunların en önemlilerinden biri, üyeleri Çin'den Orta Asya'ya ve Rusya'ya uzanan Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ). İran şu anda ŞİÖ ortağı statüsünde ve tam üyeliği, Rusya tarafından güçlü bir şekilde destekleniyor. 

 

Rusya aynı zamanda Avrasya Ekonomik Birliği'nin (AEB) kilit üyesi. Bir diğer AEB üyesi olan Ermenistan kısa süre önce, İran ve AEB arasında bir serbest ticaret anlaşması yapılmasını destekleyen bir açıklama yaptı. 21 Şubat 2017 günü Rusya'nın başbakan birinci yardımcısı İgor Şuvalov, böyle bir serbest ticaret anlaşmasını tartışmak üzere İran'ı ziyaret etti.

 

Bu gelişmelerin hiçbirini hoş karşılamayan Washington, temel hedefi Rusya ve Çin arasındaki giderek güçlenen ilişkileri bozmak olan ve İran'ı bir jeopolitik manevra piyonu olarak kullanan bir karşı stratejiyi hızlandırıyor.  

 

ABD'nin bu jeopolitik hedefi, Rusya'yla ilişkilerin normalleşmesi konusunda Trump yönetimi içinde (aksi yöndeki pek çok sesle birlikte) belli belirsiz gürültülerin yükselmesine yol açıyor.

 

Bu adımlarda zekice ya da fedakârca bir şey yok. Trump'ın yorumları muhtemelen, Amerika'nın Rusya'yla yakınlaşmasını Çin'e karşı kullanılacak bir takoz olarak gören Henry Kissinger'dan aldığı tavsiyeyi yansıtıyor. Rusya'nın, Avrupa sınırlarında, özellikle Ukrayna'da tavizler karşılığında İran'la ilişkisini feda etmesi beklenecektir.

 

Rusya Devlet Başkanı Putin, bunlara kanmayacak kadar zekidir. Her ne kadar o dönemde Batı medyası büyük ölçüde görmezden gelmiş olsa da Putin, on yıl önce, Şubat 2007'de Münih Güvenlik Konferansı'nda yaptığı konuşmada hayli farklı bir dünya hakkındaki kendi versiyonunu telaffuz etmişti.  

 

O konuşmada Putin, tek kutuplu dünyanın “kötücül” doğasından söz ediyor, böyle bir sistemin son kertede kendi kendini içeriden yıkacağını söylüyordu. Putin, “tek kutuplu model yalnızca kabul edilemez değil, aynı zamanda günümüzün dünyasında imkânsızdır” demiş, modelin bizzat kendisinin “temelinde modern medeniyet için hiçbir ahlaki temelin olmaması ve olamayacak olması nedeniyle kusurlu” olduğunu söylemişti.

 

Konuşmasında “Bugün, uluslararası ilişkilerde neredeyse kontrolsüz bir şekilde hiper güç – askeri güç – kullanıldığına, bu gücün dünyayı daimi çatışmalar uçurumuna soktuğuna tanık oluyoruz” diyordu.

 

Putin devamında şunları söylemişti: “Uluslararası hukukun temel ilkelerinin daha fazla küçümsendiğini görüyoruz. Bir devlet, temel olarak Amerika Birleşik Devletleri, ulusal sınırlarını her gün aştı. Bu, öteki ülkelere dayattığı ekonomik, siyasi, kültürel ve eğitimle ilgili politikalarda görülebilir. Peki bu kimin hoşuna gider?”

 

Batı'nın kulakları, Putin'in öngörülü yorumlarına sağır kesildi. Eğer dinleyip kulak kesilmiş olsalardı, on yıl sonra, Şubat 2017'de düzenlenen aynı konferansta Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov'un yaptığı vurgular böyle bir şok yaratmazdı.  

 

Bu konferansta Bay Lavrov, Rus hükümetinin geleceği algıladığı haliyle bir “Batı sonrası düzen” çağrısı yaptı. Lavrov'un konuşması, Rusya'nın felaket getiren 1990'lı yıllarda Boris Yeltsin'in izlediği Batı yanlısı yola ilgi göstermediğini teyit etti. Gerçekte Lavrov Batı'ya, “siz Rusya'yı Çin'i ‘zaptetmek' için kullanabileceğinizi, yahut yeni çok kutuplu dünyanın öteki iki büyük kutbu arasına bir takoz sokabileceğiniz düşünüyorsanız da, o ülkeler buna aldırış etmiyor” demiş oldu.

 

Aynısı, Batı'nın Rusya ve İran arasında ayrılık yaratmak için Rusya'ya verilecek tavizleri (bunlara güvenilebileceği ölçüde) kullanma yönündeki umutları için de geçerli.

 

Putin'in “bir delinin hayali” olarak adlandırdığı şeyi yapıp NATO devletlerine veya bir başkasına saldırma niyetinden epey uzakta olan Rusya'nın daha önemli öncelikleri var. Bunlara, Suriye hükümetinin talebiyle bu ülkeye yapılan müdahalede olduğu gibi, dostu olan ülkelerin desteklenmesi ve egemen çıkarlarının korunması da dahil.  

 

Bu yeni yönelimin bir diğer tezahürü, İran'la olan ticaret, iletişim ve savunma bağlarının geliştirilmesi oldu. Buna, İran'a S-300 füze savunma sistemlerinin sunulması ve bir ihtimalle, İran hava kuvvetlerinin Sukhoi 35 savaş uçaklarıyla geliştirilmesi de dahil. İran'daki Hamedan hava üssüne Rus güçlerinin geri dönüş ihtimali de tartışılıyor.

 

En önemlisi, yukarıda belirtildiği gibi Rusya, Çin Devlet Başkanı Xi'nin dünyanın jeopolitik yapısını dönüştürme potansiyeli taşıyan, Avrasya'da barışçıl kalkınma üzerine kurulu “kazan-kazan” stratejisinde Çin'e eşlik ediyor. İronik bir şekilde, bu büyük vizyonu 1904 yılında ilk dillendiren İngiliz coğrafyacı Sir Halford Mackinder olmuştu, fakat Mackinder'ın vizyonunu hayata geçiren, ŞİÖ ve müttefiki finans yapılarıyla işbirliği içinde, Çinliler oldu.

 

Amerikalıların, dünyanın tek hegemonik gücü olarak tahtından indirilmelerini barışçıl bir şekilde kabul edeceğini ileri sürmek naifçe olur. Kuşkusuz Andrew Korybko'nun “melez savaşlar” olarak tanımladığı şeye girişeceklerdir ve tam da OBOR ve ilgili gelişmelerin temel bir bileşeni olması nedeniyle İran'ın birincil bir hedef olması beklenebilir.

 

ŞİÖ şimdiden, Bölgesel Anti-Terörist Yapısı ile bir karşı stratejiye sahip. Bu, ABD'nin terörizm, renkli devrimler ve rejim değişikliğini amaçlayan ekonomik savaşa dayalı melez savaş stratejilerinin ortaya koyduğu tehditlere karşı tasarlanmış bir hızlı tepki gücü. 

 

BRICS, ŞİÖ ve OBOR gelişmeleriyle, ABD dolarının uluslararası ticaretin ana aracı rolünün kademeli olarak ortadan kaldırılmasında şimdiden elde edilen ilerleme de, hayata geçirilen askeri stratejileri tamamlayacak yeni savunma mekanizmaları sunacaktır. Çin-İran-Rusya üçgeni etrafında oluşturulan dünya, Anglo-Amerikan dünya düzeninin olağan durumu olan daimi savaştan çok farklı bir olasılık sunuyor. Dünyanın geleceği, onun başarısına bağlıdır.

 

 

Çev: Selim Sezer

 

www.medyasafak.net