İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (31) (SON): Hz. Muhammed Akl-ı Küll'dür / Mutlak Kemâl mazharsız olmaz / Her zaman bir İmam vardır

İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (31) (SON): Hz. Muhammed Akl-ı Küll'dür / Mutlak Kemâl mazharsız olmaz / Her zaman bir İmam vardır
Hz. Hatmî Mertebet’in (Muhammed'in) (s.a.a.) aklı, Sâdır-ı Evvel’dir (ilk sudûr eden). Sâdır-ı Evvel de Akl-ı Küll’dür. Vahiy de Akl-ı Küll’den başka bir şey değildir.

 

Gerçek Kemâle Ulaşmanın Yolları

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahmanirrahim.

Aziz izleyicilerimizi, sevgili dostlarımızı ve Marifet programını daima samimiyetle takip eden değerli takipçilerimizi saygıyla selâmlıyoruz.

Birçok izleyicimizin uzun zamandır bizlere sorduğu bir soru vardı. İşte bu programda bu sorunun cevabını ele almayı düşünüyoruz. Evet, gerçek kemâle ulaşmanın yolları nelerdir?

Feyz-i Kâşânî, El-Hakâik adlı eserinin bugün okuyacağım pasajında bir anlamda siz değerli izleyicilerimizin bu sorusuna da cevap vermiş. Kim bilir belki de bu soru o zaman da gündemdeydi ve Feyz-i Kâşânî konuyu buna binaen ele almıştı:

Gerçek kemâle erişmenin ilk yolu/adımı marifetullahtır. Yani Allah’ı, O’nun sıfatlarını, yerin ve göğün bâtınındaki hikmetini, dünyanın ve âhiretin düzenini ve bu ikisiyle ilişkili her şeyi bilmektir. Bunun bir sonraki adımı özgürleşmekte, yani şehvetlerin, gamların, dünyevî hırsların zincirlerinden azat olmakta ve düşmanın sayısının, kendilerini mağlup etmeye yetmediği, gazabın ve öfkenin kendilerini saptırmadığı meleklere benzemekte tecelli etmektedir. Üçüncü yol/adım, nefsi tezkiye etmenin yollarını bilmektir. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Nefsini tezkiye eden kurtuldu.’[1] ‘Bizim yolumuzda cihat/gayret edenleri, elbette ki yollarımıza iletiriz.’[2] Nefis mücahedesi yapanlar, Hakk’ın yolları üzeredirler. Onlara tevessül etmek hidayete vesile olur; ihtilafları ortadan kaldırır; herkesi tevhid üzere birleştirir. Bunun mısdağı da Muhammed Mustafâ’nın (s.a.a.) nefs-i zekiyesidir.”

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Hem izleyicilerin sorduğu soru çok güzel hem de Feyz’in cevabı. Çok temel ve hayatî bir soru olan bundan önce şöyle demek de mümkündü, böylece bu soru yerini bulmuş olacaktı: Bizlere böyle bir soru sorulduğunda, gerçek kemâle ulaşmanın yollarını açıklamadan önce, öncelikle kemâlin ne olduğunu belirtmemiz gerekir. Kemâle ulaşmak isteyen onun ne olduğunu biliyor mu, bilmiyor mu? Eğer kemâlin ne olduğunu bilmiyorsa yolu boşu boşuna yürümüş olur ve bunun sonu mutlak meçhuldür. Takdir edersiniz ki, meçhule gidilmez. Dolayısıyla kişinin en azından icmalî de olsa kemâl hakkında bir bilgisinin olması gerekir. Kemâlin ne olduğunu bildiğimizde, ona götürecek yolları da seçeriz. Bana göre önce bu sorunun sorulması gerekirdi. Ama sizin sorduğunuz şekliyle de gayet makbuldür.

Allah, kemâl-i mutlaktır. O en kâmil varlıktır. Bu O’nun hakkında söyleyebileceğimiz en az şeydir. Eğer O mutlak kemâl ise, kemâle ulaşmanın birinci yolu O’nu tanımaktan geçer. Bu da O’nu ve sıfatlarını tanımak demektir. O’nu tanımak da sıfatları vasıtasıyla olur. Bu, kemâle ulaşmanın ilk adımıdır. Eğer siz mutlak kemâl olan Allah’ın sıfatlarını tanımaz ve tanımak için çabalamazsanız kemâlin daha alt bir mertebesinde kalırsınız ki, bu da noksanlık demektir ve onun, ademin sınırındaki heyûlâ-i ûlâya kadar derekeleri vardır. Bu derekeler cemâdî, nebâtî ve hayvanî olmak üzere ilerler. Hayvaniyet görece bunların en üstün mertebesidir. Yani böyle birinin bulunabileceği en üst mertebe hayvaniyet mertebesi olabilir. Eğer kişi hayvanî mertebeyi aşmak ve insanî mertebeye ulaşmak isterse bunun tek yolu kemâlin ne olduğunu bilmek ve Hakk Tebârek ve Teâlâ’yı tanımaktır. Bu, epey önemli bir konu. Peki, O’nu nasıl tanıyalım? Burada Feyz’in söylediklerine birkaç şey eklemek isterim: O, kemâle ulaşmanın yolunu Hakk Tebârek ve Teâlâ’yı tanımak olarak görüyordu. Evet, bu doğrudur; bundan hiçbir şüphemiz yok. Peki, O’nu tanımanın yolu nedir? Bu da yerinde bir soru: Eğer O’nu tanımak istersem ne yapmalıyım? Allah’ı ve sıfatlarını tanımanın en iyi, en kolay ve en güzel yolu önce kendimizi tanımamızdır. Kendini tanımayan, Rabbini de tanıyamaz. Bazıları bu hadisin güvenilir bir senedinin olmadığını iddia ediyor. Diyelim ki, öyle… Ne olursa olsun öncelikle bu sözün en azından, yeryüzünün en hikmetli sözü olduğu konusunda hakkını teslim etmemiz gerekir. Bu sözün önemi ve anlamı, onun bir senedinin olmasından çok daha önemli bir şeydir. Eğer senedi varsa ne alâ! Yoksa bu onun öneminden ve muhtevasından hiçbir şey kaybettirmez. Kısacası Allah’ı bilmek için öncelikle kendimizi bilmemiz gerekir. Bunu daha önce bu programda defalarca belirtmişizdir: Kendini tanıyamayan sadece Hakk’ı değil, hiçbir şeyi tanıyamaz. Hatta bir sineği bile… Bir şeyi tanımanın yolu – en küçük şeyden Hakk Tebârek ve Teâlâ’ya kadar – öncelikle kendimizi tanımaktan geçer.

Lârîcânî: Üstat, kendimizi tanımamızın Maşuk’u tanımanın bir yolu olması paradoks değil midir?

Dînânî: Eğer kendinizi tanımazsanız, buraya tanıyan özne yerine kimi koyacağız? Ortada bir tanıyan bile olmaz ki her şeyden önce! Burada tanımak dediğimiz fiilin de bir anlamı ve önemi kalmıyor. Tanımak boşlukta olmaz ki… Tanımak her zaman iki taraflıdır. Bilen (süje) ve bilinen (obje). Burada bilen ve tanıyan kim? Eğer kendinizi tanımazsanız, bu iki tarafın “bilen”i kim olacak? Önce kendinizi tanıyın, ondan sonra kimi tanımak istiyorsanız tanıyın.

Lârîcânî: Burada “ben” de karşı taraf için “bilinen” oluyorum.

Dînânî: Evet, bunu demeye çalışıyorum. Burada bilenin meçhul olabilmesi mümkün mü? Bu denklemi anlayabilmek için bilginin tanımına bakmamız gerekecektir. Sürekli olarak, “onu bilelim, şunu bilelim” deyip duruyoruz. Peki, bu bilmek dediğimiz şey nedir? Bilgi nedir? Bunları hiç düşündük mü? Etrafınızda gördüğünüz her şeyi bilirsiniz, peki, bilginin ne olduğunu biliyor musunuz? Siz daha çok objeleri (bilinen) bilirsiniz, bilgiyi değil… Bugün dünyada bilgiye, dolayısıyla da epistemolojiye konu olan sayısız şey var. Burada uçsuz bucaksız bir alan mesabesindeki epistemolojiye girmek niyetinde değiliz, zaten girersek de çıkamayız. Vurgulamak istediğim tek şey, bilginin tanımı: Bilmek, kendinizin dışına çıkmanız ve yine kendinize dönmenizdir. Epistemolojide söylenen her şey bu cümlenin etrafında döner aslında. Bunun anlamını biraz açalım o halde. Örneğin buradaki çiçeği bilmeniz için, kendi içinizde mi kalmanız gerekir, yoksa kendinizin dışına mı çıkmanız icap eder? Dışarıya bakabilmeniz için, önce kendinizden sıyrılmanız gerekir. Bu bir tür kendinden çıkıştır. Bu da dışarıya bakmanız ve odağınızı dışarıya yönlendirmeniz demektir. Bir şeyi bilmeniz için öncelikle ona yönelmeniz ve odaklanmanız gerekir. Kaldı ki bunu kendi içinize gömülerek değil, dışa açılarak yaparsınız. Ancak tam da bu noktada şunu da bilmek gerekir ki, kalmanız gereken yer dışarısı değildir. Sizin yine kendinize dönmeniz gerekir. Örneğin bir duvarı bilmek için, öncelikle dışa açılıp karşınızdaki şeyin “duvar” olduğunu bilin/teşhis edin, sonra da iç âleminize dönerek kendinize, “bu duvarı gören, anlamlandıran, onun bir duvar olduğunu bilen benim” deyin. Ben bilenim (süje), duvar ise bilinen (obje). Bilen olabilmeniz için, kendinizden çıkmanız gerekir. Çünkü gördüğünüz ve göreceğiniz her şey sizin dışınızdadır. Biraz önce kendinize dönmeniz ve kendinizin dışına çıkmanız bilginin ve bilmenin temelidir dememin sebebi buydu. Nitekim tüm epistemolojinin etrafında döndüğü o cümle de bunu anlatıyordu. Tüm âlem şu iki ibarede özetlenir: Gerçekte tüm varlık âlemi “ben” ve “benim dışımda”dan başka bir şey değildir. “Benim dışımda”ya neler dahildir? Adından da anlaşılacağı gibi, benim dışımdaki her şey… “Benim dışımda”yı tanımak için ne yapmak gerekir? “Ben”in dışına çıkmam... Bilenin ben olduğumu görmem için de kendime dönmem gerekir. Buradan şu noktaya da geleceğim: Peki, durum, Hakk Teâlâ için nasıldır? Allah bana benden daha çok bendir. Bizler O’ndan başka olmakla birlikte O’nun için bir muhatız (kuşatılan). O benden başkasıdır [benim dışımdadır] ama, kendisi karşısında benden geriye bir şey kalmayacak bir “benim dışımda”dır [benden gayrısıdır]. O’nun ihatası hiçbir varlığa kendisinden bir şey bırakmaz. Âlem “benim dışımda”dır. O kesin… İnsan sadece kendi dışındakine odaklanan ve onu seçen bir varlık değil, aynı zamanda kendini de seçen bir varlıktır. Örneğin siz evinizden bu stüdyoya gelene kadar birçok şeyi seçtiniz: Kılık kıyafetinizi, yürüyüşünüzü, bineceğiniz arabayı, şu an elinizde bulundurduğunuz kitap ve kalemi… İnsan seçen bir varlıktır. O her şeyi seçer. Bir pazara gittiniz diyelim, alacağınız her şeyi seçersiniz. Yürüdüğünüz caddeyi dahi… Kendinizden başka her şeyi seçersiniz. Peki, kendinizi seçebiliyor musunuz? Örneğin eşiniz olacak kimseyi evlenmeden önce seçiyorsunuz. Kısacası yediğiniz, içtiğiniz, giydiğiniz, elde ettiğiniz vd. her şeyi seçmişsinizdir. Kişi eğer kendini seçmezse, bu onun ne olduğunun belli olmadığı/olmayacağı anlamına gelir. Çünkü insanın “her şey olabilme” istidadı vardır. İnsanların isteklerinin sayısı kaçtır? Ya bildiklerinin ve nefsanî isteklerine konu olan şeylerin sayısı? O halde bunca seçenek arasında o, kendisini seçmeli midir, yoksa kendi haline mi bırakmalıdır?  

Lârîcânî: Üstat, Feyz’in de atıfta bulunduğu “Nefsini tezkiye eden kurtuldu” âyeti üzerinden ilerleyecek olursak, tezkiye aynı zamanda kişinin kendisini seçmesidir diyebilir miyiz?

Dînânî: Hiç şüpheniz olmasın ki, öyle. Bu tezkiye ne zaman tahakkuk eder? İnsan ne zaman tezkiye olur? Bunun kendi kendine olmayacağı açık. Âyetteki fiil (=zekkâ) tef‘îl bâbında kullanılmış… Bu, kişinin harekete geçmesi anlamını vermenin yanında, aynı zamanda bu işin kendiliğinden değil bir müdahale ve çabayla gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtiyor. Bu bağlamda gerçekten çok güzel ve ince mesajlar barındıran bir âyet…

Lârîcânî: O halde kişi kendisini hem seçmeli hem de tezkiye etmeli…

Dînânî: Çok değil, Kur’ân’ın sadece şu âyeti dahi bihakkın anlaşılsaydı, insanın bütün varoluşsal ve ahlâkî problemleri çözülmüş olurdu. Âyet kurtuluş ve felâhın kendini bırakmakta değil, tezkiyede olduğunu söylüyor. Tezkiye etmek de kendini seçmek demektir. İnsan bir şeyi seçeceği vakit iyi şeyleri mi seçer, yoksa kötü şeyleri mi? Dolayısıyla kendinizi seçmeniz, kendinizi bırakmadığınız anlamına gelir. Eğer kendimi seçersem bu durumda ben seçen mi olurum, seçilmiş mi? Her ikisi de olurum. Kişi eğer kendisini iyiliğe seçtiyse, iyilik için seçilmiş demektir. İnsanlar kendilerini seçimleriyle ifade eder. Dostoyevski’nin Ezilenler adında çok güzel bir romanı var. Bu ezilenler ne zaman ezilirler? Bir irade ortaya koyamadıklarında… Ezilmeniz, iradesizliğiniz anlamına gelir. Eğer kararlarınızı kendiniz verirseniz, tercihlerinizde bir irade ortaya koyarsanız, size “ezilmiş” diyebilmek mümkün olur mu? Ezilenler, seçme yetisi ve kudreti olmayanlardır; bunlar bir akıma kapılmışlardır. Eğer insan nefsine boyun eğdirebilmişse, artık başkalarına boyun eğmez. Zamanın akımlarına kapılmak istemiyorsanız, kendinize, diğer her şeyden/herkesten önce, yine kendiniz boyun eğdirmelisiniz. Ezilenler, rüzgâr nereden eserse oraya yönelen kimselerdir. Örneğin bir akım moda olduğunda insanlar sorgulamaksızın onun rüzgârına kapılıp giderler. Akım üstüne akım… Bunun bir nihayeti de yok üstelik… Sürekli olarak birinin miadı dolar ve bir başkası gelir… Bu akımlara teslim olan kimselere kendileri dışındakiler boyun eğdirmiştir. Kendini seçen insan, kimseye boyun eğmez. O halde zamanın, nereden geldiği ve bizi nereye ulaştıracağı belli olmayan akımlarına kapılmamak ve ezilmişlerden olmamak için kendimizi seçmemiz gerekir. Bu seçiş ne demektir? Nefsimizi kontrol altında tutmak ve biraz önceki âyetin mesajına teslim olmamız demektir. Tezkiye, kendini bilmek ve ölçüyü korumak demektir. Hakikat yolunu seçmek ve bunun için gereken özen ve dikkate sahip olmaktır.

Lârîcânî: Gerçekten çok güzel bir noktaya işaret ettiniz. İnsan kendi kendine boyun eğdirmedikçe hem seçme yetisini zaafa uğratır ve bunun sonucu olarak neyi seçeceğini bilemez hem de kendisini nereye götüreceğini kestiremeyeceği akımların peşinden gider. Feyz de kemâlin zirvesine çıkmanın diğer bir yolunun – âyetten ilhamla – Allah (Hakk ve hakikat) yolunda mücadele olduğunu söylüyor. Üstat, sizce pasajın bu kısmıyla ilgili olan âyet, insanın seçim içinde bir seçimin içinde olduğunu ve seçişlerin sonsuz olduğunu anlatmıyor mu?

Dînânî: Çok doğru söylediniz. Evet, seçimler sonsuzdur. Neyi “iyi” olarak seçerseniz seçin, her zaman ondan daha “iyi” bir şey mutlaka vardır. Bu dünyada daha iyisinin olmadığı bir iyiyi seçtiğinizi iddia edebilir misiniz? Bu durum, siz mutlağa ulaşana kadar devam eder. Artık bu noktada Hakk Teâlâ’dan daha iyi bir şey var mıdır? Farsça bir darbımesel vardır ya hani… Eskiler, İran’daki Âbâdân’ın dünyanın diğer bir ucu olduğunu sanırlardı. Bildiğiniz gibi, Siyonistler de Tevrat’ta Nil’den Fırat’a kadar olan toprakların kendilerine vaat edildiğini iddia etmekteler. Bana kalırsa bunların coğrafî bilgileri epey bir kıt. Çünkü dünyanın Nil ile Fırat arasındaki bölgeden ibaret olduğunu sanıyorlardı. Evet, şimdiki bilgileri elbette ki bu düzeyde değil. Ancak o dönemler ufukları ve perspektifleri bu kadardı. Bunlar insanoğlunun girdaplarındandır. Niçin biliyor musunuz? Okuma-yazma bilmeyen cahil kesimi bir kenara bırakırsak, şunu söylememiz gerekecektir: Esas itibariyle herkesin ufku düşünceleri kadardır. İnsanların dünyalarının sınırları nereye kadar uzanıyor?

Lârîcânî: Düşünceleri nerelere uzanabiliyorsa oralara kadar…

Dînânî: Her insanın sınırı, düşüncesinin sınırları kadardır. İnsan düşüncelerinden başkasını bilebilir mi? Bu düşünceler ne kadar engin olursa, kişinin sınırları da o kadar geniş olacaktır. Düşünceleri sınırlı olanların dünyalarının da ne kadar küçük olduğuna mutlaka şahit olmuşsunuzdur. Böyleleri zihinlerinin zindanında yaşıyorlar. Zihin ve düşünceler ne kadar açık ve geniş olursa, kişinin dünyası da bir o kadar açık, aydınlık ve geniş olacaktır. Dolayısıyla kişi neyi iyi olarak seçerse seçsin, o iyinin de üstünde başka bir iyi mutlaka olacaktır. Kişi mutlağa eriştiğinde artık bundan daha iyisini tasavvur edemez. O’ndan daha yücesi de yoktur zaten. Dolayısıyla insan buralara kadar ilerleyebilir. Buraya da enaniyetten sıyrılmadıkça erişebilmek mümkün değildir. Örneğin zamanı ele alalım. Herkes zamandan kendine göre bir şeyler anlar. Eskiler zamanın haftadan, aydan vd. ibaret olduğunu sanırlardı. Çünkü zamanı sınırlı bir düzlemde tasavvur edebiliyorlardı. Örneğin bin seneden sonrası onlar için artık zamanın sınırlarının aşılması demek olup, hesaplanamazdı. Oysa şimdiki bilgilerimizle baktığımızda şu soruyu çok rahatlıkla sorabiliyoruz: Geçmişte, içinde zamanın olmadığı bir şey var mıydı? Veya gelecek için soracak olursak: Gelecekte, içinde zamanın olmayacağı bir şey olacak mı?

Tarihî eserlerin niçin bu kadar değerli olduğunu hiç düşünmüş müydünüz? Bu durum bir sanat eseri, tablo vd. için de geçerli. Örneğin önemli bir düşünürün el yazmalarına ulaşıldığını varsayalım. Bunu bir yayınevinde bastırıp teksir edebilirsiniz ya da bir sanat galerisinde değeri çok uçuk fiyatlara tekabül eden tabloların resimlerini bir fotoğraf makinesiyle çekip sanal ortamlar da dahil olmak üzere pek çok mecrada yayabilirsiniz. Buna rağmen bunlar tek başına ve orijinal halleriyle niçin bu kadar değerli ve pahalılar? Mesela Mollâ Sadrâ’nın ya da İbn Sînâ’nın el yazması nüshalarına ulaşıldığını düşünün. Bir yayınevi bunu bir kitap halinde bastırabilir. Siz de bu kopyayı satın alabilirsiniz. Ama orijinalini almak isteseniz, bunun için büyük bir meblağı gözden çıkarmanız gerekecektir. Bunların orijinalleri değerliyken, fotokopilerinin ya da matbu hallerinin bir mali değeri yoktur. Sorumun cevabını verecek olursam; geçmiş zamana ait bu orijinal nüshalar ya da yazmalar yaratıldıkları anları gösterdikleri için değerlidirler. Örneğin bir tablo, bir anlığına ressamın elinden tuvale dökülüyor. Bu yaratılış ânı, bir daha kesinlikle tekrarlanabilir değildir. Fotokopisini, çıktısını vd. sonsuz sayıda tekrarlayabilirsiniz belki… Ancak meydana geldiği zamanı tekrar ettiremez, geri döndüremezsiniz. Platon’un yazdığı bir yazının veya Mollâ Sadrâ’dan günümüze ulaşan bir nüshanın yazıldıkları bu ânlar bir daha tekrar edilemez. İşte bu ânlar bir daha sonsuza kadar tekrarlanamayacakları için değerlidirler. Kopyalara gelince, onları dilediğiniz vakit çoğaltabilirsiniz.  

Yine zamana dönecek olursak; biz zamanın tekrarlanabildiğini sanır, bu nedenle onu yeterince önemli bulmayız. Bendenizin şu an aldığı nefes bir daha tekrar alınabilir mi? Eğer tekrarlanamıyorsa, bu değerli bir şeydir. Biz bu ânları ve nefesleri niçin değerli bulmuyoruz biliyor musunuz? Tekrarlanabilir olduklarını sandığımız için. Eğer bir şey o ân olmadıysa, nasıl olsa başka bir zaman mutlaka olacaktır özgüveniyle baktığımız için. Bundandır ki, vaktimize bir türlü gereken değeri veremiyoruz. Bugün olmazsa olmasın, nasıl olsa yarın olur rahatlığında yaşıyoruz hayatı çünkü. Oysa aldığımız her bir nefesin bir daha bir tekrarının olmayacağını bilseydik, o zaman da böyle bakabilir miydik? Dolayısıyla seçmek de bir şeyin yaratılış ânı gibidir. Bir şeyi seçtiğiniz o ân, bir daha tekrarlanmayacaktır. Bu nedenle şeyleri/şahısları seçtiğiniz ânlara dikkat edin. Neyi, kimi seçiyorsunuz, nasıl seçiyorsunuz? Şimdi ihtiyârınızda olan bu zaman –yani şimdiki zaman– bir daha asla tekrarlanmayacaktır. O halde neleri seçtiğinize her zaman dikkat edin; öncelikle kendinizi doğru bir şekilde seçin. Kendinizi iyi bir şekilde seçmediğinizde, başkalarını da iyi bir şekilde seçemezsiniz. Kendinizi iyi seçerseniz, kendiniz için de daima iyileri seçersiniz. Kendinizi kötü seçtiyseniz, başka şeyleri iyi seçebileceğiniz düşünülebilir mi? Önce kendinizi iyi seçin ve bu “iyi kendi”nizle, diğer iyileri seçmeye gayret edin.

Lârîcânî: Üstat, burada merhum Feyz’in işaret ettiği bir diğer latif nokta, Hakk Teâlâ’nın bilgisine (marifetullah) erişmenin bir diğer emin yolunun insân-ı kâmil olduğu gerçeğidir. Bunun nedenini de, insân-ı kâmilin tevhidin mazharı olması olarak gösteriyor. Çünkü o, Hakk’ın kemâlinin mazharıdır. İnsân-ı kâmil, insanı mutlak kemâle götürecek çok mekânlı (=her-câyî) bir şahit olabilir. Bunun en güzel yollarından biri, insân-ı kâmilin yoludur. Bunu bir hakîmin, ârifin ya da filozofun da yapabileceğini iddia edebiliriz elbette… Bunlar kişinin doğru ve yerinde bir seçim yapmasında etkili bir rol oynayabilirler; ama Hakk’ın mazharı olamazlar. Hz. Muhammed’e (s.a.a.) uymanın zarureti de burada ortaya çıkıyor. Çünkü o, Hakk Tebârek ve Teâlâ’nın kâmil mazharıdır.

Dînânî: Tamamen doğru bir yaklaşım. Hatta bu açıklamayı biraz daha genişletebiliriz. Esasında mutlak kemâl olan Allah’ın mazharsız olabilmesi mümkün değildir. O’nun, var olup da mazharsız olması düşünülebilir mi? Bu mazhar (olma özelliği) –başta Peygamberimiz (s.a.a) olmak üzere– nebilerde ve velilerde en kâmil şekildedir. Hz. Hatmî Mertebet (s.a.a.) yalnızca belli bir zaman diliminde mi Hakk’ın mazharıydı? Hayır. Hakk her zaman kendisine bir mazhar yaratır. Dolayısıyla her zaman bir “İmam” vardır. Veliyy-i Asr’ın (a.f.) gaybetinin sebebi de budur. İnsân-ı kâmilin olmayacağı bir zaman, dönem ya da çağ düşünülebilir mi? Kesinlikle, hayır. Âlem var olduğu müddetçe, Allah’ın her zaman kâmil bir mazharı olacaktır. Bu âlem, Hakk Teâlâ’nın kâmil mazharı olmaksızın varlığını sürdürebilir miydi? Meseleleri biraz da bu açıdan tahlil etmek gerekir. Tabii ki Hz. Hatmî Mertebet (s.a.a.) en kâmil mazhardır. Bundan hiç kimsenin şüphesi olamaz. Keza Allah’ın velileri de böyle.

Hz. Hatmî Mertebet’in (s.a.a.) aklı, Sâdır-ı Evvel’dir (ilk sudûr eden). Sâdır-ı Evvel de Akl-ı Küll’dür. Vahiy de Akl-ı Küll’den başka bir şey değildir.

Lârîcânî: Akıl, bir anlamda vahyin kendisidir.

Dînânî: Vahiy, Akl-ı Küll’dür.

Lârîcânî: Feyz’in hâtimedeki sözleri de çok güzel.

Eğer insan kemâli talep ederse (ararsa) insân-ı kâmilin hidayetine her an mazhar olacaktır.

Dînânî: Evet, bunu istemek çok önemli. İstemeyene zorla verilemez. Tabii ki burada dirayetli ve akılcı bir isteyişi kastediyorum.

Lârîcânî: Feyz de böyle söylüyor:

İstemek ve talep etmek maşukça ve akılcı bir bakışı gerektirir. Bunlar insanı hedefe ulaştıran ve ona yolu açan şeylerdir.”

Dînânî: Aşk ile akıl arasında bir savaş olduğunu öne sürenlerin, üzerinde düşünmeleri gereken ifadeler… Bu kimseler bilmeliler ki, aşk ile akıl arasında kesinlikle bir savaş yoktur. Aşk aklın süsüdür; akıl da aşkın düzeni ve sistematiğidir. Dolayısıyla Feyz’in bu ifadelerini hiç unutmamamız gerekir.

Lârîcânî: Üstat, Marifet programının var oluş amacı da adeta bunu ispatlamak… Bizim tüm programlarımız, bu konuların mihverinde dönüyor ve bu ikiliği ortadan kaldırmayı amaçlıyor. Bunlar birbirinden ayrı iki dünya değil. Aksine daima birliktedirler. Keza durum insân-ı kâmilde de bu şekildedir. O halde Feyz’in burada ne söylemek istediğini iyice anlamamız gerekir. Onun mazharları anlatan bu pasajı gerçekten çok güzel ve önemliydi. Bir yol gösterici (hâdî) unvanıyla insân-ı kâmil, şartlar ne olursa olsun daima insanlığın elinden tutar. Yeter ki insan –sizin değerli tespitinizdeki gibi– kendi “ben”ini tanıyabilsin, seçme kudretine erişebilsin, nefsine boyun eğdirebilsin ve zamanının akımlarını iyi tanısın… Bunların hepsi insanın yardımına koşacaktır. Böylece o, ebedî saadete ulaşabilecektir.

Gerçekten çok güzel bir program oldu bugün de…

Bir sonraki programda tekrar görüşmek dileğiyle, saygıdeğer üstadımızla birlikte hepinize Allahaısmarladık diyoruz.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=T1cXBvPWQsQ&list=PLnkv67jnIKP1oDyt__FI2rF7grvHUMnIw&index=24&t=2s



[1] Şems Sûresi, 9. âyet.

[2] Ankebût Sûresi, 69. âyet.