İbrahimi Dinani: İbn Sina Dersleri (16): Cisim, zaman ve hareket kendi zatında birleşiktir / Evrende boşluk yoktur

İbrahimi Dinani: İbn Sina Dersleri (16): Cisim, zaman ve hareket kendi zatında birleşiktir / Evrende boşluk yoktur
Zihniniz hareketi algılar, ancak dışarıdaki o araç gibi 150 km/s hızla gitmez/hareket etmez. Zihniniz sabit kalır. Hareket bilimsel olarak da ispatlanmıştır. Ancak Mutlak İlim [Âlim] olan Allah’ın huzurunda her şey tek bir yerdedir. Yani tüm âlem Allah’ın katında huzûr-i mahzdır (saf ve salt bir huzurla bulunur).

Cisim, zaman ve hareket kendi zatında birleşiktir / Evrende boşluk yoktur

 

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Kıymetli izleyicilerimizi, sevgili dostlarımızı ve Marifet programının samimi takipçilerini saygıyla selâmlıyoruz.

Ebû Ali Sînâ’nın halis düşüncelerinin gül bahçesinde gezinmeye ve saygıdeğer üstadımızın, sırları çözen açıklamalarından istifade etmeye devam ediyoruz.

Bildiğiniz üzere Ebû Ali Sînâ’nın çok yönlü bir kişiliği vardır. O, felsefe, mantık, tıp ve ilâhiyât gibi alanlarda oldukça yetkindi. Aynı zamanda edebiyatın da önde gelen isimlerindendi…

Dînânî: Evet. O, felsefî alanda Farsça olarak Dânişnâme-i Alâî’yi kaleme almış ve bu eserin bir bölümünde cismi konu edinmiştir. “Cisim nedir?” Şu gördüğümüz duvarın, masanın veya diğer şeylerin tamamıdır. Bu âlem, cisimler âlemidir.  O bu konuda ne de güzel bir söz söylemiş: “Cisim kendi zâtında birleşiktir/süreklidir. Eğer birbirlerinden ayrı olsalardı, boyutları da olmazdı.” Başlı başına bu cümle hakkında bile ciltlerce kitap yazmak gerekir. Bu hem cismin tanımıdır hem bir şiirdir hem de çok güzel bir şekilde beyan edilmiştir! Bu ifade, cismin kendi zâtıyla birleşik/muttasıl olduğu anlamına gelmekte ve aynı zamanda Eşâire’nin kabul ve temsil ettiği görüşün karşısında yer almaktadır. Çünkü Antik Yunan’da cismin birleşik mi yoksa birbirinden ayrı olan atomlardan mı teşkil olduğu hususunda bir ihtilâf söz konusuydu. Nitekim günümüz dünyası da atomcudur. Atomu yarmış ve bu zerrelerden, birleşik mi yoksa ayrı mı olduğunu bilemedikleri quarka kadar erişmişlerdir. Quarktan da dalgalara ulaşmışlar ve aynı soru bu kez dalgalar için gündeme gelmiştir: Dalgalar birbirinden ayrı mıdır (munfasıl), yoksa zâtlarıyla birleşik (muttasıl) midir? Şeyhü’r-Reîs, cismin suretinin, onun arazıyla (ilintileriyle) değil, zâtıyla birleşik olduğunu söylemiştir. Eğer cisim, zâtıyla muttasıl olmasaydı, onun boyutları da olmazdı. İttisal (birliktelik) olmasaydı, boyutun bir anlamı olabilir miydi? Bu durumda boyut da asılsız bir şey olup çıkardı. Bölünemeyen parçaların bir hacmi yoktur. Bir hacmin oluşabilmesi için sizin kaç tane hacimsiz varlığı bir araya getirmeniz gerekir? Hacimsizlikten hacim, imtidatsızlıktan imtidat (ki cisim imtidaddır) ve ayrı(k)lıktan birliktelik meydana gelebilir mi? Daha da ilerisini söyleyecek olursak; vücûd (varlık) ademden (yokluktan) oluşabilir mi? O halde cisim haddizatında muttasıldır. Muttasıl ise; bu durumda o, “bölünmez bir parça” ve ferdî cevher[1] [monad] olamaz. Zira bu cevheri sonsuza kadar bölebilmeniz mümkündür. Ancak ulaştığınız her parça eğer bir cisim olacaksa, en azından belli bir hacme sahip olmak zorundadır. Hacim büyük ve küçük oranlarda olabilir; ancak birleşik olma hususiyeti, hacimden ayrı bir konudur. Küçük hacmin de bir ittisali söz konusudur. Şeyh, cismi zâtla birleşik olarak kabul etmekle kalmamış, aynı zamanda hareketin de zâtla birleşik olduğunu söylemiştir. Hareketi biliyorsunuz. Onun, kemmî (nicel), keyfî (nitel), zamansal ve mekânsal olmak üzere birtakım kısımları vardır. Örneğin, bir otomobilin hareketi mekânsal harekettir. Cevherî hareket ise oldukça karmaşıktır ve şu an bunu açıklamak için uygun bir zaman değildir. Bu hareketin bir bütünlüğü/ittisali mi vardır, yoksa munfasıl [ayrık] unsurların toplamından mı meydana gelmiştir? Tabii ki bir bütünlüğü söz konusudur. Birkaç, hatta binlerce durağan unsuru bir araya getirsek, bunlardan bir hareketin hâsıl olması mümkün müdür? Durağanlıktan bir hareket vücûda gelebilir mi? O halde, hareketi gruplandırdığımızda atomun hareketinin ölçüsü/birimi nedir? Atomun hareketi durağanlık mıdır? Hayır, o daima hareket halindedir. Eğer birimi hareket ise, hareketin kendisi de birleşiktir. Şu halde cisim, hareket ve daha da ötesine geçecek olursak, zaman da kendi zâtında muttasıldır. Zaman birleşik midir, ayrık mıdır? Birleşiktir. Bazıları, akmakta olan binlerce anın (ân-ı seyyâl) bir araya gelerek zamanı oluşturduğunu sanır. Gerçekten de zaman anlardan mı meydana gelir, yoksa anlara bölünebilecek bir mahiyette midir? Zaman; anlar, geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek zaman olarak bölümlenebilir; ancak anların toplamından meydana gelmez. Tıpkı cisim gibi, o da bir ittisal/süreklilik halinedir. Çünkü hareket de bir ittisaldir. Hareket, iki yönlü bir ittisaldir. Bir yüzü cisme, diğer yüzü zamana dönüktür. Zira zamanın kendisi, hareketin miktarıdır. Hareket muttasıldır, bundan dolayı hareketin miktarını ifade eden zaman da muttasıldır. Bir yüzü de cisme dönüktür, cismi hareket ettirir. Müteharrik nedir? Cismânî olan şey. O halde hareket, bu zincirin orta halkasıdır. Yani cisim ile zaman arasındaki berzahtır. Cisim ve zaman muttasıl olduğundan, bu ikisinin arasında bir berzah olan hareket de muttasıldır.

Lârîcânî: Bu durumda hareketin bir dış muharriki yoktur. Öyle değil mi?

Dînânî: Yukarıda saydığımız dört hareketten ayrı bir tür olarak, burada Molla Sadrâ’nın cevherî hareket nazariyesi devreye giriyor. Çok güzel bir tespitte bulundunuz. Zira bu meseleye odaklanmak bizi cevherî hareket düşüncesine ulaştırır. Molla Sadrâ’dan önce hiç kimse bunu açıkça söylememiştir. Eğer bir kimse cisim, zaman ve harekette birlikteliği/ittisali kabul ederse – ki etmek zorundadır; çünkü bunlar ayrık ve kesintili unsurlardan meydana gelmemiştir – evrende de bir birliğin var olduğunu kabul edecektir. Hatta evrende hiçbir boşluk bulunmamaktadır. Varlıkların arasını yokluk (adem) mu doldurmuştur? Hayır. Evrendeki her şey birbiriyle birleşmiştir/muttasıldır. Hatta bazıları şöyle söylemiştir: Amazon ormanlarındaki bir kelebeğin kanat çırpışıyla Hindistan’da ya da Doğu’nun herhangi bir bölgesinde meydana gelen bir sel arasında bir bağlantı söz konusudur. Belki bu duruma şaşırabilirsiniz ama bu iki hadisenin arasında bir irtibat vardır.

Bizzat tarihin kendisi de muttasıldır. Bir kimse tarihten anlamayabilir; fakat eğer tarih konusunda bir bilince ulaşırsa onun muttasıl olduğunu görecek ve tarihteki en küçük olayların bile birbirleriyle bağlantılı olduğunu keşfedecektir. Tarihin bir tesadüf olduğunu sanıyoruz; ancak tesadüf değildir. Onun her şeyi hesaplanmıştır. Deyim yerindeyse, eğer Kleopatra’nın burnu biraz daha uzun olsaydı, tarihin yazgısı şu ankinden farklı olacaktı. Yani siz evrene veya tüm galaksilere bakacak olsanız, bunlarda bir zerre dahi olsa boşluğun (yokluk/adem) olmadığını göreceksiniz. Tüm evren birbiriyle muttasıldır. Şeyhü’r-Reîs ne kadar da güzel söylemiş: Cisim haddizatında birleşiktir. Eğer ayrık olsaydı, boyutlanabilir olmazdı. Boyut olmasaydı cisim meydana gelmezdi. Cisim olmasaydı zaman, zaman olmasaydı hareket olmazdı. Siz gerçekten çok güzel bir soru sordunuz: Evet. Eğer tüm bu öncülleri toplarsak ve hareketin dışardan değil, içeriden olduğunu kabul edersek, cevherî harekete (yani hareketin içeriden olduğu sonucuna) ulaşırız. İçeriden gelen hareket, cevherî hareket anlamına gelmektedir. İşte Molla Sadrâ, mezkûr konuyla böylesine derin bir şekilde ilgilenmişti. Ona bu konuda bir vahiy gelmiş değildi ki… Onun içsel bir dikkati vardı. Molla Sadrâ tüm bu konuları içselleştirerek düşündü, öncülleri bir araya getirdi ve aslında tüm âlemin cevherinin bir hareketten ibaret olduğu ve dışarıdan herhangi bir şeyin onu hareket ettirmediği sonucuna ulaştı. Bu öncüller, Molla Sadrâ’nın dâhiyane fikirlerini, cevherî harekete ulaşmaya sevk etti. Bu mesele ne kadar da önemli… Niçin biliyor musunuz? Çünkü akıllı bir kimse veya bir ârifin ifadesiyle, insan-ı kâmil, âfâkı enfüste, yani dış âlemi, kendi içinde gören kimsedir. Çünkü dışarıda yalnızca beş duyuyla algılanabilen şeyler vardır. Duyulardaki yanılsamalar, evrenin dağınık bir şekilde algılanmasına sebep olur. Dışarıdaki şeyleri derûnunuzda tekrar tekrar incelediğinizde ve bunlar hakkında dikkatli bir şekilde tefekkür ettiğinizde – bir önceki derste söylediğim şekliyle tefekkür eder, yani gerçek anlamda tefekkür ehli olursanız – o vakit âlemin akıl/tefekkür sahibi kimseleri olarak siz, âlemdeki tüm varlıklar arasındaki bu ilişki ve irtibatı apaçık bir şekilde görmüş olursunuz. Şeyh’in bu bağlamdaki sözü ne kadar da edebîdir!

Lârîcânî: Sözü oldukça güzel bir yere getirdiniz. Hareket içeriden olduğu için Allâme Tabâtabâî hazretlerinin de çok güzel bir cümlesi var: “Tıpkı ‘Allah yeryüzünde olan ve ondan çıkan, gökten inen ve göğe yükselen her şeyi bilir.’ ifadesinde olduğu gibi, Allah’ın ilminde olan her şeyin bir hareketi vardır.” O, cevherî hareketten de daha ilerisini söylemiştir. Ne kadar lâtif!

Dînânî: Cevherî hareket, içseldir. Ancak tüm hareket, hatta âlemin tamamı Allah katında toplu olarak hâzırdır. Mezkûr konunun izleyicilerimize ağır gelmemesi için burada bir misal vermek istiyorum: Dış âlemde gördüğümüz mekânsal hareketler (örneğin 150 km/s süratle giden bir otomobilin hareketi) istikrarsızdır/düzensizdir; yani gayrı kârru’z-zâttır. Bir an belli bir yeri boşaltır, sonra başka bir yeri işgal eder. Ancak bu hareketin tamamı sizin zihninizde de aynen dışarıdaki gibi mi hareket eder, yoksa zihniniz bu hareket karşısında sabit mi kalır? Zihniniz hareketi algılar, ancak dışarıdaki o araç gibi 150 km/s hızla gitmez/hareket etmez. Zihniniz sabit kalır. Hareket bilimsel olarak da ispatlanmıştır. Ancak Mutlak İlim [Âlim] olan Allah’ın huzurunda her şey tek bir yerdedir. Yani tüm âlem Allah’ın katında huzûr-i mahzdır (saf ve salt bir huzurla bulunur). Bu ayrı bir bahistir. Zira O, Sermed’dir. Bakınız, bunu defalarca söyledim: Âlemde ve zamanda birbirinden ayrı görünen her şey, dehrde bir aradadır. Dehrde birbirinden ayrı görünenler de sermedde birliktedirler. Yani Allah katında her şey birdir. Çünkü Hakk Teâlâ birdir. O, huzûr-i mahz ve vahdet-i mahzdir. İşte söylemek istediğim buydu. Allah hakkında vahdet, vahdet-i hâkka-i hakikidir; kendisinde asla bir kesret yoktur. Ancak Hakk Teâlâ’nın vahdetinin zuhuru akıl, hayal ve hatta cisim âlemlerine kadar iner. Cisim haddizatında muttasıldır. Siz ittisali, muttasıl olan şeyle vahdet halinde görürsünüz, öyle değil mi? İttisal bir vahdet midir, değil midir? Bir cismi istediğiniz kadar parçalarına ayırınız. Ancak ne kadar ayırırsanız ayırın, ayırdığınız bu parçalar da kendi içinde birleşiktir. İttisali cisimden çekip alabilir misiniz?

Lârîcânî: Bilakis, cismin belirgin/somutlaşmış özelliği budur.

Dînânî: Çünkü ittisal, onun zâtî niteliğidir. Cisim olup da ittisalin söz konusu olmaması mümkün değildir. Ancak benim söylemek istediğim şey nedir? Bu ittisal, Vahdet-i Hakka-i Hakîkiye’nin zuhurudur. Buraya çok dikkat ediniz. Nâsûta inen Hakk’ın ve melekûtun vahdeti, bir ittisal halindedir. Ancak bu ittisal aynı zamanda hareket ve zamanla istikrarsızlaşmıştır. Zaman hem birlik (vasl) halindedir hem de ayrılabilir/bölünebilirdir (fasl). Nitekim zamanı; geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman olarak taksim edebilirsiniz. Bu taksim fekkî (fiziksel) midir, yoksa vehmî (zihinsel) mi? Fekkî, yani fiziksel bir bıçağı alıp zamanı fiziksel anlamda bölmektir. Zamanı fiziksel olarak (dışarıda) mı, yoksa zihninizde mi bölersiniz? Zaman, bıçak, hançer veya kılıçla bölünebilecek bir şey değildir. Onu bölebileceğimiz keskin bir alet mevcut mudur? Hayır. O halde bu taksim yalnızca zihindedir. Buna vehmî veya zihinsel taksim denir. Siz zamanı yalnızca geçmiş, şimdi ve gelecek zaman olarak değil, aynı zamanda an olarak da bölebilirsiniz; ancak bunu sadece zihninizde yapabilirsiniz. Zamanın dışsal hakikati ise, başlangıcı ve sonu olmayan bir ittisaldir. Böyle bir ittisal, vahdetin mazharıdır. Bu sebeple cisim de vahdetin bir mazharıdır.

Lârîcânî: Üstad cisimlerde ittisal ve varlığın birliği konusunda çok lâtif bir noktaya değindiniz.

Dînânî: Ben her şeyi Hakk’ın bir mazharı olarak görüyorum.

Lârîcânî: Bu çok güzel bir yaklaşım. İbn Sînâ da “Sonra Arş’a istivâ etti”[2] âyetinin tefsirinde aynı şeyi söylemiştir. “Allah yeryüzünde olan ve ondan çıkan, gökten inen ve göğe yükselen her şeyi bilir.” Yani bu âlemde gördüğünüz her bir zerre, Hakk’ın teveccühünden nasibini almıştır. O tek bir zerreden dahi gaflet etmez. Bu çok güzel bir noktadır ve Kur’ân âyetleri de buna işaret etmektedir. Nitekim bizler de Allah’ın hakiki vahdetini, bir zerrede olduğu kadar aynı zamanda galaksilerde de müşahede edebiliriz. İbn Sînâ bu konuyu bir rubaisinde de işlemiştir:

Dînânî: Bir okuyun bakalım. Nasıl beyan ettiğini çok merak ediyorum.

Lârîcânî: Elbette bu şiiri Ebû Saîd’e nispet ediyorlar. Ancak birçok kaynakta bunun Ebû Ali’ye ait olduğundan söz edilmiştir:

Gönül bu sahrâda epeyce koşmuş

Kılı yarabilse de aslında onun hakkında hiçbir şey bilememiş

Bu kalbe binlerce güneş yansısa da

Sonunda bir zerrenin kemâline [dahi olsa] yol bulamamış

Dînânî: Aslında bu, ancak Ebû Ali Sînâ’nın söyleyebileceği bir şiir.

Lârîcânî: Gerçekte sizin söylediğiniz şey.

Dînânî: Evet. Bakınız, bin tane güneşi yarmak [gerçi şiirde “bin tane güneşin yansıması” denmiştir][3] bir filozofun işidir. Bu sebeple Ebû Saîd’den çok İbn Sînâ’ya uymaktadır. Ebû Saîd de büyük bir insan ve büyük bir âriftir. Ancak bu şiir hem filozofça hem de arifçedir: “Gönlüme bin tane güneş yansır.” Sayın Lârîcânî, bu bin güneş neyin güneşidir? Gökyüzündeki güneş, herkes için ışır. Bir tanedir ve herkese eşit bir şekilde parıldar. Ancak bu dizelerdeki “bin tane” ifadesi, kesreti kinâye eder. Yani binlerce değil, milyarlarca ve sonsuz sayıda güneş… İbn Sînâ’nın gönlüne yansıyan güneşler nelerdir? Bilginin ve bilincin güneşidir. Bir önceki derste de söz ettiğimiz gibi; sâlikin düşüncesi anbean hareket halindedir. Ve onun kalbine her an düşüncenin güneşi – binlerce güneşi – yansımaktadır. Her zerrenin bir merkezi, bir çevresi, bir de yörüngesi vardır. Her zerre bir sistemdir veya bir Güneş Sistemi’dir.

Onun kalbine yansıyan her bir bilgiyle birlikte, neticede binlerce bilgi ve marifet yansımaktadır. Bu insan (İbn Sînâ) yerinde sayan biri değildi. Sürekli olarak bir tefekkür ve fikrî bir sülûk halindeydi. İşte önemli olan burasıdır: Işıyan bu binlerce güneşe rağmen yine de bir zerrenin dahi kemâline erişememek… “Ben bir zerreyi yarabildim, içini görebildim, [ancak kemâline erişemedim].” Zerrenin kemâli nedir? Burada oldukça ilginç bir şey söz konusudur: Zerrenin kemâli, âlemin kemâlini içinde barındırmasındadır. Bir zerrenin kemâli aynı zamanda âlemin kemâlidir. Burada ne söylediğime dikkat ediniz. Âlemde olan her şey, zerrede de mevcuttur. Bir zerre, aynı zamanda âlemin de bir numunesidir. Bir zerrenin kendisi dahi, başlı başına bir sistemdir. Aralarındaki fark; birinin makro, diğerinin ise mikro bir sistem olmasıdır. Dolayısıyla âlemin kemâli, zerrenin kemâlinde gizlenmiştir. Zerrenin kemâlini anlayan, varlığın kemâlini de anlamıştır. İşte İbn Sînâ, bir zerrenin kemâline ulaşamadığını söylüyor. Yani ‘kalbimde binlerce güneş ışımasına rağmen henüz âlemin mutlak kemâlini anlayabilmiş değilim’ diyor. Eğer kemâle ulaşsaydı, durması gerekecekti. Ancak onun sonsuza yani bir zerrenin kemâline kadar gitmesi gerekiyor. Yani kişi bu yolda ne kadar ilerlerse ilerlesin, henüz bilmediği/tanımadığı/ulaşamadığı şeyler olacaktır.

Lârîcânî: Kemâlin bir galaksiye nazaran bir zerrede tecelli etmiş olması, insanın hayretini daha çok artırmaktadır.

Dînânî: Gerçekte bir zerre, tüm galaksilerden daha şaşırtıcıdır. Tüm âlemin kemâlinin tek bir zerrede toplanmış olması elbette ki [diğer şeylerde toplanmasından] daha hayret vericidir. Bundan da şaşırtıcı olanı; bu zerrenin ve diğer tüm âlemlerin kemâllerinin insanın kalbinde bir araya gelmesidir. Eğer bir insan, zerrenin kemâlini kendi kalbinde müşahede edebilirse, bunu daha iyi anlayacaktır. Siz gönül ehli, akıl ve bilinç sahibi olmadıkça, bir zerrenin şaşırtıcılığını dahi idrak edemezsiniz. Bu şaşırtıcılık içeriden mi yoksa dışarıdan mı gelir? Dışarısı içeriye uzanamadıkça ve hakkında tefekkür edilmedikçe şaşırtıcılık diye bir şey ortaya çıkabilir mi? Şaşırtıcılık nedir? Şaşırtıcılık da başlı başına bir meseledir. İnsan ne zaman şaşırır? Bu belki biraz karışık gelebilir.

Lârîcânî:

Her şeyi sebeplerden bildiğin için hayretin azalıyor

Oysa seni Hazret’in huzuruna çıkaracak yola hayretin götürür

Hazrete yakınlaştıkça hayret de daha çok artmaktadır.

Dînânî: Hayreti doğuran şey, azamettir; küçüklük/basitlik hayret verici değildir. Peki azameti nasıl anlarız? Âlemi anladığınızda, yani âfâkı enfüsünüzde müşahede ettiğinizde... Bir şeyleri anlayabilmek için kendi içimizde düşünmek - ki Allah bize ve herkese bu konuda tevfik nasip etsin – konusunda şunu söylemek isterim: İnsanların en bedbahtı ve en canisi, içsel bir düşüncesi olmayan kimselerdir. Bir kimse kendi içine, o sonsuz deryasına dakikalarca dalacak olsa ve bu konuda derinleşebilse – ki nice şeyler bu derundadır – böylesine bedbaht olmaz. Hitler kendi içinde düşüncelere dalabilecek evsafta biri değildi. Cengiz Han, kendi içinde düşüncelere dalma zahmetine katlanmamıştı. Derun/gönül ehli olmayan, dış âleme yalnızca yüzeysel bir şekilde bakan ve kendi içinde içsel bir tefekkürü olmayan bir kimse kolaylıkla profesyonel bir katile dönüşebilir. İnsanlık tarihinin en büyük cinayetini işleyen Şimr’e, Hz. Peygamber’in (s.a.a.) torunu İmam Hüseyin’i (a.s.) ve O’nun yarenlerini niçin öldürdüğü sorulmuş, o da bunu Yezid’e itaat ettiği için yaptığını söylemiştir. Acaba o, Yezid’in ve İmam Hüseyin’in (a.s.) kim olduğunu ve Yezid’e itaat etmenin ne gibi bir değeri olabileceğini kendi içinde hiç düşünmüş müydü? Eğer kendi içinde İmam Hüseyin’i (a.s.), O’nun makamını ve aynı zamanda Yezid’in konumunu biraz olsun düşünebilseydi, böyle bir şeye yeltenebilir miydi? O, meselelere yüzeysel bakan cahil bir kimseydi. Gönül ehli değildi. Bir başka örnek olarak İbn Mülcem (l.a.)… Kim bilir İmam Ali’yi (a.s.) şehit edeceği gece belki de teheccüd namazı dahi kılmıştı. Ancak o, İmam Ali’yi (a.s.) mihrapta ve ibadet sırasında şehit etmek gibi büyük bir hatayı ve günahı irtikâp etmişti. Eğer bir nebze düşünebilseydi, böyle bir şey yapamazdı. O neticede bir Haricî idi. Haricî olmak ne demektir? Hz. Emîr’in (a.s.) nasıl bir şahsiyet olduğunu ve neleri buyurduğunu bilememektir. Biz sürekli olarak içsel bir tefekkürün önemli olduğunu vurgularken, gerçekte tefekkür ehli olmayan – her tefekkürü kastetmiyoruz - bir insanın profesyonel bir katile dönüşebilme potansiyelinden söz etmiş oluyoruz. Yüzeysel ve basit düşünen kimseler, profesyonel bir katile dönüşebilir ve tarihin en büyük cinayetlerini işleyebilirler. Nitekim tarihe mal olmuş cinayetler de çoğunlukla bu gibi kimselerin eliyle gerçekleştirilmiştir.

Lârîcânî: Şebusterî de çok güzel söylemiş:

Muvahhidin vahdeti şuhûdundadır

Bakışı ilk olarak varlığın nurunadır

Marifette safânın nurunu gören gönül

Gördüğü her şeyde ilkin Allah’ı görür

Dînânî: Eğer kalp marifet ehli olur ve âlemdeki vahdeti, cisimdeki, zamandaki ve hareketteki ittisali vahdetin mazharında müşahede ederse, bunların hepsinin Hakk’ın nuru olduğunu görecektir.

Lârîânî: Tüm âlem bir ittisaldir.

Dînânî: Âlemdeki her şey birdir. Bunları müşahede eden bir kimse, hiç bu feci cinayetleri işleyebilir mi? Dolayısıyla önemli olan bilgi ve bilinçtir.

Lârîcânî: İzin verirseniz Şeyhü’r-Reîs’in bununla ilgili bir şiirini okumak istiyorum.

Keşke kim olduğumu bilseydim

Ve şaşkın bir şekilde neyin peşinde olduğumu

Eğer ikbal sahibiysem rahat ve hoş bir yaşantının içindeyim

Yoksa binlerce gözle ağlarım.

Dînânî: Eğer mukbil isek rahat ve hoş bir yaşantı içerisindeyizdir. Mukbil, ikbal sahibi demektir. Yani güzelliği ve bilgiyi karşılamak. İlerlemeye ve bilince doğru yol almak. İkbal, bunlardadır. Bakınız ilk olarak, “Keşke kim olduğumu bilseydim” diyor. Eğer kendini bilirse neyin peşinde olduğunu da bilecektir. Bunları ne kadar da düzenli bir şekilde ifade ediyor. Bu şiiri bir filozofun yazdığına dikkat ediniz. Nihayetinde, eğer kendinizi bilirseniz, aradığınız şeyin aslında kendiniz olduğunu fark edersiniz. Attâr’ın Mantıku’t-Tayr’ının da tüm mantığı budur. Bin tane kuş Kaf Dağı’na Simurg’u bulmaya gitmişti. Oraya geldiklerinde binlerce kuştan, geriye yalnızca otuz tanesi kalmıştı. Onlar nihayetinde, otuz tane kuştan, yani kendilerinden başkasını göremediler. İbn Sina’nın bu şiirinin ne kadar ârifçe olduğuna bir bakınız! O, bin yıl önce bu bahsi Farsça olarak yazdığı bir beyitle özetlemiştir. Felsefe tarihinin bir dönüm noktasını temsil eden ve kendisinden sonraki tüm filozofları etkisi altına alan meşhur Alman filozof Kant’ın ne söylediğine bakınız. Yalnızca üç cümle… Bu sözler onun tüm felsefesini teşkil eder: Ben ilk olarak neyi biliyorum ve bilebilirim? Neyi yapabilirim? Ve neye karşı ümitvâr olabilirim? Son iki cümle, ilkine dönmektedir. Neyi yapabileceğinizi bildiğinizde neyi bildiğinizi de bilirsiniz. Neye karşı ümitli olduğunuzu bildiğinizde de neyi bildiğinizi bilirsiniz. Dolayısıyla son iki cümle neye bağlı? Neyi bilebileceğinizi bilmenize… Ben neyi bilebileceğimi ne zaman bilebilirim? Kendimi bildiğimde… Kant’ın tüm felsefesinin özünü içeren bu üç cümle, İbn Sînâ’nın rubâîsinin ilk iki dizesinde özetlenmiştir.

Lârîcânî: Ve aynı zamanda İmam Ali’nin (a.s), “Âlim, kendi kadrini bilen kimsedir” cümlesinde… “Kendi kadrini bilmemesi kişiye cehalet olarak yeter.”

Dînânî: Tam cehalet, kişinin kendini bilememesidir. Kendini bilmeyen bir kimse, câhil-i mutlaktır (cehl-i mutlak). Dünyadaki her şeyi bilse dahi cahildir [ve onun bu durumu da cehldir]. Fakat eğer kendini tanırsa, her şeyi bilecektir. Bu, Şeyh’e ait bir rubâîdir. O bunları ne de güzel terennüm etmiş! Ben bunun ona ait olduğuna eminim. O, bu mısraları filozofça ve arifçe söylemiştir.

Lârîcânî: Pekâlâ, üstad. Oldukça ilginç bir konuydu… O, tıbbın temelini dahi kişinin, kendisini tanıması üzerine bina etmiştir. Aynı zamanda erdemli bir doktorun bir filozof olması gerektiğini söylemiştir. Niçin? “Kendi yaratılışını idrak edebilmesi için.” Yani anatomisini ve bu anatominin nasıl işlediğini bilmesi için. Bir tabip düşünün ki kalbi tedavi ediyor, ancak onun yaratılışı hakkında hiçbir şey bilmiyor. Veya gözü tedavi ediyor; ancak gözün hakikatini ve hilkatini bilmiyor. Bunları bilmesi için filozof olması gerekir.

Dînânî: Gerçekte, İbn Sînâ, anatomiyi bir tür felsefe olarak kabul etmiştir. O, anatomiyi çok iyi biliyordu… Ancak bundan daha önemli olan bir şey daha vardır: O da tıptaki bilgilerinin/keşiflerinin ehemmiyetine – ki bu bilgiler önemini yitirmemiştir – ve bu alandaki tüm başarılarına rağmen onun ferasetinin, yani teşhis gücünün tıptaki yetkinliğinin de üstünde olmasıdır. Tabibin teşhisi, daima temel bir role sahiptir.

Lârîcânî: Peki, üstad. Epey güzel bir konuydu. Ancak vaktimiz sona erdi. Her halükarda İbn Sînâ büyük bir ârif, filozof, doktor, muallim ve siyasetçi idi. Kısaca, büyük bir hekîmdi. Umarım, onun kıymetini bilenlerden oluruz. O kadar çok yönlü bir düşünür ki, onun hiçbir şeyi öyle basitçe geçiştirilemez.

Bir sonraki programımızda görüşünceye dek aziz Üstadımızla birlikte sizlere veda ediyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuhu.

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=HfdDijyfVPo

 

 

 



[1] Unites substantielles (ç.n.)

[2] Secde Sûresi, 4. âyet

[3] Çevirmen notu