İbrahimi Dinani: Mesnevi Dersleri (20) (SON)

İbrahimi Dinani: Mesnevi Dersleri (20) (SON)
Mesela, enerjiyle tedavi yapanlar bunun bir irfan olduğunu iddia ediyorlar. Ben enerji tedavisini inkâr etmiyorum, enerjiyle tedavi belki de yapılabiliyordur, ben bunu reddetmiyorum. Ama enerji maddidir. Neden maddidir, çünkü ölçülebilir bir şeydir. İrfan ise manevi meselelerle ilgilidir. Siz manayı maddi bir araçla ölçemezsiniz.

 

 

İsmail Mansuri Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm.

 

Gökyüzünün yeşil çiftliğini ve yeni Ay’ın orağını gördüm

Hasat zamanı kendi amel tarlam aklıma geldi

Züht ve riya ateşi din harmanını yakacak

Hâfız bu yün hırkayı [sahte dindarlık ve riyakârlık hırkasını] at ve git

 

Selam sevgili izleyiciler, aziz dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. Yine aziz üstadımızın huzurundayız ve Mevlânâ’ya göre marifetin afetleri yahut marifete zarar veren şeyler konusunu ele alıyoruz. O daha önce iki etkenden bahsetmişti. Bunlardan biri “İdrakin afeti kal [söz] ve hâldir/ Kanı kan ile yıkamak imkânsızdır” şeklindeki mısralarıydı. İkincisi de “Temiz insanların işlerini kendinle kıyaslama/ ‘Şîr’ [aslan] ile ‘şîr’ [süt] kelimelerinin yazılışlarının aynı olsa bile” [Bazı kelimelerin yazılışları aynıdır ama anlamları farklıdır. Sen dış görünüşe değil, öze bak. Çev.] şeklindeki mısralardı.

 

Üstadımızla bu konuyu konuşmuştuk, şimdi bu bahse devam edeceğiz ve Mevlânâ’ya göre bu meselelerin marifete ulaşmada nasıl felakete sebep olabildiğini yine üstadımızın açıklamalarıyla ele almayı sürdüreceğiz.

 

Üstad geçen programda şuna değinmiştik: Mevlânâ, verdiği güzel misallerle marifeti tanımada yapılan hataların kökeninin “temsil” olduğunu söylüyor. Yani dış görünüş bakımından benzerliklerin bazı kişilerde sapmaya sebep olduğunu söylemişti. Sizin yaptığınız açıklamalardan da anladık ki insan kendi marifetini güçlendirdiği oranda bu tür sapmalara maruz kalmaz. Mevlânâ, bu konuda bazı yollar da öneriyor ve ben bunu konumuzun akışı içerisinde okuyacağım.

 

O bu afetlerden birinin âriflik, dindarlık, zahitlik gösterisi olduğunu söylüyor. Ben saydım, o bu konuda 12 fırkanın ismini sayıyor ve insanın dikkat etmemesi halinde bunların sapmaya sebep olabileceğini söylüyor.

 

Ben şimdi onun tavus hikâyesini okuyacağım. O hikâyede bir çakal, içinde çeşitli renkler bulunan bir boya küpünün içine düşer. Çıkıp da kendini rengârenk görünce tavusluk iddia eder. Başkaları ise onun bu iddiasını kabul etmez ve ‘‘evet, senin de bedenin rengârenk olmuş ama sen tavus değilsin’’ derler. Şimdi ben şiiri okuyayım:

 

Rengârenk olmuş olan o çakal usulca geldi

Kınayıcının kulağına bir tokat vurdu [ve şöyle dedi]

Bana bak ve benim şu renklerime bak

Hiçbir şaman benim gibi bir put bulamaz

Yüzlerce renkli ve güzel bahçeden [cennet] geçtim

O halde bana secde et ve başını kaldırma

Şu görkeme, debdebeye ve şatafata bak

Beni dünyanın övüncü ve dinin rüknü olarak gör

Ben ilahi bir lütfa mazhar oldum

Yücelik ve büyüklük levhasına mazhar oldum

Ey çakallar, hiç buna çakallık mı denir

Hiç böyle güzel bir çakal görülmüş müdür?

O çakallar orada toplandılar

Tıpkı mumun etrafını saran kelebekler gibi

[Ona dediler ki] Peki ey cevher, sana nasıl hitap edelim

Dedi ki: Müşteri [Jüpiter gezegeni] gibi erkek tavus [deyin]

Ona dediler ki tavuslar

Bahçede [kanatlarını açıp gösteriş] cilve yapar

Sen böyle cilve yapabilir misin? “Hayır” dedi.

Çölü geçmeyen biri nasıl Kâbe ve Mina’dan bahseder!

Dediler ki: Tavus sesi çıkarabilir misin? Hayır dedi

Dediler ki ahmak o halde sen tavus değilsin

Tavusluk kaftanı göklerden gelir

Ona boyayla ve makam iddiasıyla ulaşabilir misin hiç!

 

Üstad, ne kadar güzel öyle değil mi? Marifet kaftanı da ezeli bir inayettir ve insana Allah vergisidir. Devamını okumaya geçmeyeyim. Burada birkaç ince husus olduğunu belirteyim. Bunlardan birincisi bu duygunun psikolojik kökleridir. Sıradan, işinde-gücünde bir adamın bir anda bu tür iddialarda bulunduğunu görebiliyoruz. Ya da yaşanan birtakım olaylar onun zihninde böylesi bir kıvılcım çakıyor ve o da bu tür iddialarda bulunuyor. Birinci konumuz bunun neden kaynaklandığı ve temelinin nereye dayandığıdır.

 

Üstad, ikincisi de şu ki tarihi incelediğimizde bu tür iddia sahiplerinin etrafında toplananların da çok olduğunu görüyoruz. Hatta peygamberlik iddia edenler bile etraflarına birçok insanı toplayabilmişlerdir.

 

Üçüncüsü de bu tür akımları veya fırkaları ayırma ve tanıma konusunda bazı ölçütlere sahibiz. Özellikle de günümüzde bir çakal, iki çakal da değil birçok çakal ortaya çıkıyor ve tavus olduklarını iddia edebiliyorlar. Bu üç konuyu bu programda ele almak istiyorum.

 

Üstad Dînânî: Bismillâhirrahmânirrahîm. Son olarak özellikle günümüzde çakalların çoğaldığına ilişkin ifadelerinize bir katkı yapayım. Buyurduğunuz doğru ama boya küpünün içine düştükten sonra iddialarla ortaya çıkan çakallar her dönemde vardı, şimdi de var ve gelecekte de olacak. Mevlânâ çok güzel bir örnek vermiş. Bir çakal tesadüfen bir boya küpünün içine düşer. Her tarafı boya olur ve bu renkler onun çok hoşuna gider. Bunun üzerine de kendisini en yüce makamların tavusu olarak görür. Ben tüm güzelliklere sahip bir erkek tavusum ve çakal değilim, diye iddiada bulunur.

 

Mevlânâ’nın çok güzel bir şekilde dikkat çektiği bu özellik, birçok insanda vardır. Onlar da bir boya küpüne düşüyorlar, sonra da kendilerini yanlış görmeye başlıyorlar. İnsanda iki tane “ben” vardır, bunlardan biri gerçek, diğeri de sahte olan ben. Daha doğrusu kalbî ben ile sahte (qullabi) ben.

 

Her şahsın bir mevcut hali veya şahsiyeti vardır. Yani bir şahıs her nasılsa öyledir. Şahsiyeti aşağı düzeydedir veya yukarı düzeydedir, bu ayrı bir konu ama her nasılsa öyledir. Ama insanlar arzularından bağımsız olmadıkları için insanların bir de sahip olmak istedikleri şahsiyetleri vardır.

 

Yani insanın iyi veya kötü, temiz veya kirli bir mevcut şahsiyeti vardır, bir de arzu ettiği, olmak istediği bir şahsiyeti vardır. İnsanlar çoğunlukla o gerçek olanı görmüyorlar, olmak istediklerini kendilerinde görüyorlar.

 

Örneğin giyim tarzını düşünün. Kimi insanlar kendi çevrelerine ve maddi imkânlarına göre giyinirler. Fakat eğer sevdiği veya özendiği biri varsa onun gibi olmaya çalışır. Onun gibi hareket eder, saçını, sakalını, bıyığını, giyim tarzını, hatta yürüme ve konuşma tarzını ona benzetir. Onun gibi olmak istediği için kendini de onun gibi yapmaya çalışır.

 

Peki, bu neden kaynaklanır? İnsanın daha fazlasını istemesinden... İnsanın elde edemediği arzuları vardır, kendini de arzuladığı o şekle getirmeye çalışır. Eğer o arzular iyi, manevi ve gerçek olursa o yönde ilerlemeye çalışmalıdır. Ancak elde edilemeyecek veya sahte arzuların peşinde koşmak tıpkı çakalın kendini tavus sanmasına benzer.

 

Hikâyedeki çakal tesadüfen boya küpüne düşmüştü. Çıktığında bedenini renkli görünce kendini tavus saymaya başladı. Ancak kimi insanlar renkli olabilmek için bilinçli bir şekilde kendilerini boya küpüne atıyorlar. Böylece olmadıkları bir şey gibi görünmek istiyorlar.

 

Kimi şeyler vardır, kimi şeyler ise sadece öyleymiş gibi gözükmektedir. Yani olduğu gibi görünmemekte; kendini olmadığı bir şekilde göstermektedir. Nasılsa öyle olmak ile olmadığı şekilde görünmek birkaç alanda daha fazla ortaya çıkıyor. Bunlardan birincisi ilimdir. Mesele bir insan âlim olmadığı halde kendini âlim gibi gösterir. Bir şeyler bildiğini iddia eder ama kısa süre içinde de rezil olur.

 

Özellikle de modern bilimlerde daha hızlı bir şekilde rezil olur. Mesela fizikçi olduğunu iddia eden birinin önüne bir fizik formülü koyarsanız rezil olacağı bellidir. Matematikçilik veya tarihçilik iddiasında bulunanlar da aynı şekilde çabucak rezil olurlar. Ancak din ve irfan alanında iddia sahibi olanların yalancılıkları çabucak ortaya çıkmıyor.

 

Matematikçi olduğunu iddia eden birinin önüne bir problem koyarsanız veya tarihçi olduğunu iddia eden birine tarihle ilgili bir meseleyi sorarsanız onun gerçekten olup olmadığını hemen anlarsınız. Ama çağın Selman’ı veya Ebu Zer’i olduğunu iddia eden birini ‘‘sen iddia ettiğin gibi değilsin’’ diye hemen rezil edemezsiniz. Çünkü insanların dinî inançlarını ölçebileceğimiz bir metremiz yoktur.

 

Bilimsel meseleler konusunda bir metremiz var, insanların bilgisini ölçebilirsiniz ama kendini çağın Ebu Zer’i olarak kendini tanıtan birinin dindarlığını nasıl ölçebilirsiniz? O yüzden de din ve irfan alanında sahtekârlık çok fazladır.

 

Filozofluk iddiasında bulunan birine felsefi bir mesele sorarsınız, heyula ve suret yahut varlık ve mahiyet, cevherî hareket vs. gibi kavramları sorduğunuzda bunlara cevap veremezse filozof olmadığı anlaşılır. Ama ârif olduğunu söyleyen birine ne yapacaksınız? Hadi nazari irfan konusunda bir şeyler sordunuz diyelim, ama amelî irfana dair ne yapabilirsiniz? Bu yüzden de hokkabazların çoğu ya din ya da amelî irfan konularında iddiada bulunur.

 

Din alanı, düşüncenin en iyi geliştiği alandır. Bazı pozitivistlerin iddialarının aksine belki de hiçbir alan, din kadar düşüncenin gelişimi için müsait değildir. Kimi pozitivistler, deney ve laboratuvarların düşüncenin geliştiği yer olduğunu düşünüyor. Aksine, düşüncenin en iyi geliştiği alan din alanıdır. En yüksek düşünceler, bu alandan ortaya çıkmıştır.

 

Ama, evet burada büyük bir ama da var. Din alanı düşüncenin geliştiği ve uçuşa geçtiği bir yer olduğu kadar aynı zamanda düşünsel donukluğun ve çöküşün de gerçekleştiği yer olabilir. Düşünmenin kapılarını kapattığınız anda donuklaşma, katılaşma başlar. Yani din alanı düşüncenin en yüksek noktalara uçuşa geçtiği bir yer olabilir. Nitekim bunu görüyoruz işte, mesela Mevlânâ’nın düşünsel yükselişine kim sahip? İbn Sina’nın, aynı şekilde Batı’da Aquinas’ın, Augustinus’un, yine Doğu’da Buda’nın düşünsel yükselişine kim sahip?

 

Ancak din düşünsel yükselişi sağladığı gibi, düşünsel donukluğa ve katılaşmaya da sebep olabilir. Mesela İbn Mülcem’deki donukluk kimde var? İbn Mülcem ve onun gibilerdeki dar görüşlülük, katılık ve taş kafalılık kimde olabilir? İbn Mülcem ile Selman-ı Farsi’yi kıyaslayın. Özetle din alanı son derece ince ve zarif bir alandır.

 

İşte afetler de burada başlıyor. Sahte bir irfana kendini vuruyor. İrfan iddiasının sahteliği de öyle kısa sürede ortaya konamıyor. Matematikçi olduğunu iddia eden birine bir problem sorup onun iddiasını çürütebilirsiniz. Bu durum fizikçilik veya filozofluk iddiasındaki biri için de geçerli. Ama sahte amelî irfan iddiasında bulunan, ‘‘ben şu kadar riyazet çektim, şu makama ulaştım, şuhûd ve mükâşefe ehliyim’’ diyen birinin bu iddialarını hemen nasıl çürütebilirsiniz ki?

 

Bu durumda bu iddia her geçen gün daha da artıyor, bunun kötülükleri daha fazlalaşıyor, hakikatten daha fazla uzaklaşılıyor ve kendi gibi birçok insanı da kandırıyor. Boya küpünden çıkan çakalın tavusluk iddiasına inananlar olabiliyor. Tıpkı sihirbazların sihrine inanılması gibi. Akledemeyenler bunları çok rahat bir şekilde tespit edemiyor.

 

Sonuçta yine dönüp dolaşıp akletme meselesine geliyoruz. Akletme ve düşünme insanın yücelişinin ve ilerlemesinin esasıdır. Hakikatin keşfinin ve insanın özgürlüğünün temelidir. Özgürlüğün hasleti tefekkürdür. Sınırsız olmanın hasleti tefekkürdür. Tefekkür sahibi biri sınırsızlığa ulaşabilir.

 

Düşünen insan özgür insandır. Tefekkür etmeyen biri özgür değildir. Düşünmeyen bir varlıkta özgürlük aramayın. Düşünmeyen birinin özgürlüğü yoktur, onun olsa olsa en fazla içgüdüleri vardır. İçgüdü ise özgürlük değildir, her hayvan içgüdüleriyle hareket eder. Her cahil içgüdüleriyle hareket eder. Bu özgürlük değildir.

 

Özgürlük tefekkürdedir. Peki, tefekkür nedir? Burada tefekkürü de açıklamak gerekir. Tefekkür, insanın her an kendi düşüncesi üzerine düşünmesidir. Her an kendisiyle arasına mesafe koymasıdır. İnsan kendisine mesafe koyabildiği zaman kendisinde oluşacak her düşünceyle arasına mesafe koyabilir. İster kederli olsun ister neşeli olsun her duruma mesafe koyabilir.

 

Örneğin, bu neşe nedir? ‘‘Bunun kaynağı nedir, neden neşeliyim, neşeli olmalı mıyım, olmamalı mıyım’’ diye düşünür. Veya eğer keder söz konusu ise ‘‘neden kederliyim, bunun kaynağı nedir, kederli olmalı mıyım’’ diye düşünebilmelidir. Böylesi bir özelliğe sahip olmak insana neler kazandırır? Sınırsız özellikler kazandırır. Sizde oluşan her türlü özelliğe mesafe koyabilirseniz, sonsuz ve sınırsız olursunuz.

 

Fakat eğer tefekkür yoksa veya tefekkür sahibi olmak istemiyorsa insan aşağı bir merhalede kalır, tıpkı o çakal gibi kendini renkli görmeye başlar. Cennet tavusu olduğunu düşünür ve kendi gibi birilerini de etrafına toplar, işte sapkınlık da burada başlar.

 

Laricanî: Pekâlâ Üstad, o tavus olduğunu iddia eden çakal ile diğer çakallar arasındaki diyalog da oldukça önemlidir. O çakal kendisini kınayanın kulağının dibine vuruyor ama diğerleri de onun iddialarına burhanla karşı çıkıyorlar. Mesela ‘‘sen tavus gibi davranamıyorsun, sen orman görmedin’’ vs. diyorlar.

 

Üstad kısa bir aradan sonra ben bu konudaki sorumu sorayım.

 

***

 

Üstad ben açıklamalarınızdan çok yararlandım ve şu sonucu çıkardım: Din veya ilim iddiasında bulunanları tanımak için ilk adım insanın akletmesi ve onlara düşünce ile karşı koymasıdır. Mevlânâ da bunu defalarca vurguladı. Biz akli idrakler konusunu ele aldığımızda buna değinmiştik. İkinci olarak Mevlânâ şöyle diyor:

 

Pirini seç, zira pîr olmadan bu yolculuk

Çok afetlerle, korkularla ve tehlikelerle doludur

 

Burada “pîr” nedir, ne gibi özellikleri vardır? Bu oldukça uzun bir konu. Ayrıca üçüncü olarak şunu söylemek isterim. Zatıâlinizin “Diyalog Filozofu, Hace Nasır-ı Tûsî” adlı çok güzel bir kitabınız var. Bence Mevlânâ da aynen o şekilde bizimle diyaloğa giriyor. İnsan gerçekten de Mevlânâ’nın düşünce atmosferini incelediği zaman adeta bugün konuşuyormuş izlenimi ediniyor. Yani bugünün insanına hitap ediyor ve bugünün ihtiyaçlarından söz ediyor.

 

Üstad Dînânî: Evet, hatta sonsuza kadar herkese hitap edebilir ve her zaman günceldir. Mevlânâ hem kadim, hem de çağdaştır. Yani İngilizce ifadeyle “eternal contemporary” daimi çağdaştır; her zaman muhatabı vardır. Sözleri derin olduğu için sürekli muhatap bulur.

 

Laricanî: Çok güzel bir açıklama oldu. Bu aynı zamanda şunu gösteriyor ki o, diyaloğa ve düşüncelerin eleştirisine çok önem veriyor. Yani biri bir şey söyleyince onu hemen ezip susturmuyor, tam tersine çakal hikâyesinde olduğu üzere o iddia sahibi ile diyalog kuruyor. O diyaloğun araçlarını da siz açıkladınız. Yani o diyalogdan bir şey elde edilmelidir.

 

Şimdi şunu sormak istiyorum. Siz demin bir örnek verdiniz, dediniz ki mesela matematikçi olduğunu iddia eden birinin önüne bir problem koyarız ve eğer çözemezse onun iddiasının yalan olduğunu anlarız. Aynı şekilde hatta felsefede de ona felsefeyle ilgili temel kavramları sorarız ve bu şekilde onun yalancı olup olmadığını görürüz. Nazari irfan da bu şekildedir ama amelî irfanda sorun olabilir. Ancak hangi gerçek ârif, nazari irfan olmaksızın bir amelî irfan tavsiye etmiştir ki?  Böyle biri var mıdır Üstad? Yani demek istiyorum ki bizim aklımız irfanımızdan ayrı değildir.

 

Üstad Dînânî: Çok güzel bir noktaya parmak bastınız. Bakınız kimse amelî irfanı inkâr etmiyor. Amelsiz düşünce anlamsızdır, her fikrin beraberinde bir amel vardır. Fikirsiz amel, belki tesadüfen iyi olabilir ama afet ve felaket yaratan bir şeydir. Arkasında bir fikir olmayan bir amel, doğru değildir. Amel belirli bir fikirden sonra ve belirli bir fikrin neticesi olmalıdır. Amel hem fikirden doğar hem de bu amel insanı daha yeni bir fikre hazırlar. Ama öncesinde fikir olmayan, belirli bir düşünceden kaynaklanmayan ve belirli bir düşüncenin sonucu olmayan bir amel hiçbir etkiye sahip değildir.   

 

Evet, tabii ki amelî irfan önemlidir; amelsiz insan bomboştur. Ancak bu amel düşünceden doğmuş olmalı ve yeni bir düşünceyi de beraberinde getirmelidir. Yani daha iyi bir düşünce için ortamı açmalıdır. Eğer amelde bu iki özellik bulunmazsa o amel etkisizdir. Düşünceden uzak bazı kimseler, olabildiğince amele dayanmaya çalışıyor. Amel bir düşünceden sonra değilse ve insan onu neden yaptığını ve amacını açıklayamıyorsa bu son derece tehlikelidir.

 

Dolayısıyla düşünceye ve görüşe dayanmayan bir amel faydalı bir amel değildir. Ancak bir düşünceden doğan ve daha yeni ve iyi bir düşünceye zemin hazırlayan amel faydalıdır. Bu meselenin birinci yönüdür.

 

Dolayısıyla biz ârifin görüşünü de görmek durumundayız. O ârifin neler söylediğini görmemiz gerekir. Ben bir ârifin sözünden hareketle onun marifetin hangi merhalesinde olduğunu anlayabilirim. Farz edelim ki bir ârif sabahtan akşama kadar rükû ve secde ediyor olsun. Eğer ondan hiçbir söz duymuyor ve ne düşündüğünü bilmiyorsam ben onun ne makamda olduğunu nereden anlayacağım? Bu adamın sıradan cahil biri olması da mümkündür.

 

Ancak iki laf ettiği zaman onun marifetin hangi merhalesinde olduğu anlaşılabilir. Sizin demin okuduğunuz o bölümdeki, diğer çakalların tavus olduğunu iddia eden çakalla konuşması çok önemlidir. Mevlânâ burada birkaç tane değil, çok fazla hususa dikkat çekiyor. O çakallar durumu anlıyor ve ona “sen tavus değilsin” diyorlar. Çünkü sen tavus özelliklerine sahip değilsin, uçamıyorsun vs. diyorlar. Bu bir istidlaldir; eğer istidlal olmasaydı onlar da onun sözüne kapılıp ‘‘evet, bu cennet tavusudur’’ diyebilirlerdi. Fakat onda tavus özellikleri göremeyince, tavusun yaptıklarını o yapamayınca onun tavus olmadığını anladılar.

 

Peki, bunu nasıl anladılar? Akıllarıyla ve düşünerek anladılar. Mevlânâ burada bize bu hayvanlarla ders veriyor. Sizler de inceleyin, araştırın bir kişinin sadece dış görünüşüne bakmayın, diyor. Dış görünüşüyle zahit olan, çok ibadet eden ama cahil olan bir sürü insan var.  Tarihte de vardı şimdi de var.

 

İzin verirseniz bu konuyla ilgili bir dinî hikâye nakledeyim. Bir kişi yıllar boyunca bir yerde bir mabette inzivaya çekilmiş, gece gündüz Allah’a ibadet etmekle meşguldür. Onun bu haline melekler bile gıpta etmektedir. Onlar Allah’a “Ey Rabbimiz, acaba sana bundan daha yakın bir başka kul var mıdır?” derler. Allah,  meleklerden gidip o adamla konuşmasını ister. Yani Allah meleklere hiçbir şey söylemez, onlardan sadece gidip onunla konuşmalarını ister.

 

İki melek insan şeklinde o kişinin ibadet ettiği mabede gider ve ona selam verirler. Ona saygı gösterirler ve hemen “ne mutlu sana, bravo sana” derler. O adam ise “Ne oldu ki?” diye sorar. Melekler adama “Biz yukarıdan seni izliyorduk, sen 60 yıldır sürekli ibadet ediyorsun. Senin bu makamından daha yüksek bir makam olabilir mi?” deyip adama övgü dolu sözler söylerler.

 

Adam onlara “Evet, doğru söylüyorsunuz. Ne mutlu bana, ben büyük makam sahibiyim. Ama bir üzüntüm de var” der. Melekler şaşırır ve “Böylesine bir makama sahip olan senin ne üzüntün olabilir?” diye sorarlar. Adam onlara şöyle der: “Bakın benim bu mabedimin etrafında çok güzel yulaflar var; ama bunlar boşa gidiyor. Ben bazen çok üzülüyorum, keşke Allah’ın bir eşeği olsaydı da ben onu burada otlatsaydım ve bu yulaflar da boşa gitmeseydi, diyorum.”

 

Bunun üzerine o iki melek birbirine bakar ve artık adama hiçbir şey söylemezler, çünkü artık adamın hangi marifet makamında olduğunu anlarlar. Yani adam onca yıl Allah’a ibadet etmiş ama “burada niye Allah’ın eşeği yok keşke olsaydı da ben de ona bu yulafları yedirseydim” diye üzülüyor. Şimdi böylesi bir marifetin ne değeri var? [Bu rivayet, mana itibariyle Usûlu Kâfî’de geçen bir hadistir, melekler âbidin sevabının az olduğunu görür ve Dergâh-ı İlâhi’ye bunun nedenini sorarlar; Medya Şafak]  

 

Düşünceden uzak olan biri öncelikle kendisi aldanır. Öncelikle kendisi zavallı duruma düşer. O sahte renklerde kalır; tıpkı o üstü boyandığı için kendini tavus sanan o çakal gibi. Hâlbuki o tavus değildir ve asla da tavus olmayacaktır.  O, kendini aldattığı gibi, başkalarını da aldatır.

 

Tefekkürden söz edildiğinde hiç kimse ‘‘ben tefekkür etmiyorum’’ demiyor. Herkes tefekkür ettiğini iddia ediyor. Peki, tefekkürün ölçüsü nedir? İzin verirseniz burada ben bir hususu arz edeyim, bu belki de izleyicilerimiz için de bir ölçü olabilir.

 

Temeli olan tefekkür vardır, bir de temelsiz tefekkür vardır. Amellerin zâhirine kanan ve düşünceye yabancı olan kimselerin tefekkürü temelsizdir. Temelsiz tefekkürün belirtisi nedir? Temeli olan tefekkür ile temeli olmayan tefekkürü nasıl ayırt edebiliriz? Tek cümleyle şöyle deriz: Düşüncenin temelini düşünmeyen bir düşünce temelsiz düşünce veya tefekkürdür. Bir başka deyişle temeli olan tefekkür, düşüncesi hakkında düşünen tefekkürdür.

 

Laricanî: Çok güzel Üstad, bu bana Allâme Seyyid Haydar Âmulî’nin bir cümlesini hatırlattı. O da sizin söylediğinize benzer şekilde şöyle diyor: Bir diğer düşüncenin temeli üzerine düşünmeyen tefekkür, tefekkür değildir.

 

Üstad Dînânî: Sadece başka bir düşüncenin temelini değil, kendi düşüncesinin temelini de düşünmeyen tefekkür, tefekkür değildir.  

 

Laricanî: Evet, o bunu “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette ibretler vardır.” (Âl-i İmrân, 190) âyetinin açıklaması ile ilgili olarak söylüyor. Bu âyette geçen “uli’l-elbâb” kelimesini biz “akıl sahipleri” diye tercüme ediyoruz. O ise diyor ki hayır bu, afaki ve enfüsi sahnede gördükleri karşısında hayrette kalan akıldır. Hayrete düştükleri için de “Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. ‘Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru’ derler.” (Âl-i İmrân, 191)

 

Yani fikirsiz zikir, zikir değildir; zikirsiz fikir de fikir değildir, demek istiyor.

 

Üstad Dînânî: Evet, zikir fikri beraberinde getirir, fikir de zikri. Ama zikir bir şeyi dille tekrarlayıp durmak demek değildir. Zikir, tezekkürdür; yani teveccühtür [dikkatini yöneltme, yönelme].

 

Laricanî: Aslında amelî irfanla nazari irfan birbirinden ayrı değildir.

 

Üstad Dînânî: Evet, bunlar birbirinden ayrılmazlar. Tekrar vurgulayayım, görüş derken her görüş değil elbette. Kimileri ‘‘biz de görüş sahibiyiz’’ diyebilir. Yani irfan iddiasında bulunanlardan bazıları görüş sahibi olduklarını da iddia edebilirler. Fakat onların görüşü temelsiz bir görüştür.

 

Mesela, enerjiyle tedavi yapanlar bunun bir irfan olduğunu iddia ediyorlar. Ben enerji tedavisini inkâr etmiyorum, enerjiyle tedavi belki de yapılabiliyordur, ben bunu reddetmiyorum. Ama enerji maddidir. Neden maddidir, çünkü ölçülebilir bir şeydir. İrfan ise manevi meselelerle ilgilidir. Siz manayı maddi bir araçla ölçemezsiniz.

 

Manayı metreyle ölçemezsiniz, manayı akletme yoluyla ölçebilirsiniz. Günümüzde insanlar sadece duyularla algılayabildiği şeylere odaklandığı için derin düşünceden uzaklaşılmıştır. Bu yüzden de duyularla algılanabilen bir irfan istiyorlar. Yani onu göstermeniz gerekiyor. İşte sihirbazın sihri tam da budur. Sihir peşinde olanlar bir şeyi amel içinde, pratik olarak görmek istiyorlar. İnsan eğer akledebiliyorsa ve derin düşünce sahibiyse zâhire çok bakmaz. Mucize falan istemez.

 

Peygamberler, mucizeleri bu zâhire bakan kimseler için getirmiştir. Zâhirin peşinde olmayan biri için peygamberin mucize getirmesine gerek yok. Selman, Hz. Peygamber’den hiçbir zaman mucize talep etmemiştir.  Peygamberin sözlerine inanmıştır. Yani Peygamber’i gören ve akleden kimseler onun sözlerine cezboldular. Ancak çok akletmeyen ve derin düşünce sahibi olmayanlar bize mucize göster dediler.

 

Laricanî: Üstad, insanların duyusalcı olmasında çağdaş felsefelerin de kabahati var. Mesela pozitivizm… Batı felsefesi neredeyse çoğunlukla bu yaklaşıma yöneldi. Galiba yeni ortaya çıkan irfani akımların çoğu bu alandan besleniyor.

 

Üstad Dînânî:  Evet, bu pozitivist düşüncenin sonucudur. Pozitivizm aslında bir felsefe değildir. Siz eğer pozitivizmi esas kabul ederseniz ona felsefe gözüyle bakarsınız. Pozitivizmde sonundaki o “izm” işi bozuyor. Pozitif olmak kötü bir şey değil, işi bozan sonundaki “izm”dir. Aslında o “izm”ler işi berbat ediyor. Pozitif olmak nesnel olmaktır, olduğu gibi görmektir; ama onu eğer esas kabul ederseniz, zâhiri temel kılmış olursunuz. İşte irfanda da zâhire bakıyorsunuz ve hemen bir etki görmek istiyorsunuz. Bu irfan değildir, irfanın hemen ortaya çıkan bir pratik etkisi yoktur. İrfan etkisiz bir şey değildir; ama onun yaptığı şey sizin içinizi, derinliğinizi değiştirmektir. İçiniz değiştiğinde onun zâhire de etkisi olur; fakat kimi insanlar sadece zâhire bakmak istiyorlar. İşte tehlike buradadır.

 

Sizin de buyurduğunuz gibi, pozitivist düşüncenin günümüz dünyasında etkileri vardır. İnsanlar daha çok duyusalcıdır. Duyusalcı olunduğu zaman da mana feda ediliyor. Maneviyat artık orada barınamaz oluyor. Yani siz duyularla algıladığınız şeylerden başka bir şeye inanmıyorsanız artık her şey kaybedilmiş oluyor.

 

Günümüz filozoflarından biri, çok tuhaf bir şey söylüyor ve “bizim duyulara inanmamız lazım” diyor. Ben o filozofa şunu demek isterim: İnsanlar zaten duyulara inanıyor, sizin onlara bunu tavsiye etmenize çok da ihtiyaç yok. Hatta gereğinden fazla inanıyor.

 

Hâlbuki duyumsanan bazı şeyleri sorgulamak gerekir. Büyük filozoflar duyumsanan şeyleri oldukça sorgulamıştır. Örneğin gökteki uçağı bir karga kadar görüyorsunuz. Bunu sizin duyularınız söylüyor; ama aynı uçağı havaalanında gördüğünüz zaman karga kadar olmadığını anlıyorsunuz. Bunlar iki bin yıl önce söz konusu edilmiş şeylerdir. Fakat bu Batılı filozof bize duyulara iman etmemizi tavsiye ediyor.    

 

Laricanî: Aziz üstadım, siz ülkemizin seçkin akademisyenlerinden ve filozoflarından birisiniz ve irfani ve felsefi meselelere bir ırmak gibi kaynak sağlıyorsunuz. Şimdi ben şunu soruyorum: Bizim gençlerin günahı ne? Biz kendi üniversitelerimizde Batılı felsefeleri bunca yayıyoruz. Bunlar bizim resmi ders kitaplarımızda ve derslerimizde yer alıyor. Bunun için parasal harcamalar yapıyoruz. Bunların sonucu da pozitivist düşünce ve bu nevzuhur uydurma irfanlar oluyor. Peki, sorunu yaşadığımız ve sıkıntısını çektiğimiz halde neden en azından bunun önüne geçmiyoruz?

 

Benim öğrencim Heidegger’i, Kant’ı, Agust Comte’u İbn Sina ve Molla Sadrâ’dan daha iyi tanıyor. Pek burada suç hoca olarak benim mi, bunun öğretilmesini sağlayan yönetimin mi, yoksa o öğrencinin mi?

 

Üstad Dînânî: Oldukça zor bir soru sordunuz. Gençlerin bir anlamda kabahati yok; ama bir anlamda da hiç kimse kabahatsiz değil. Öncelikle şunu söyleyeyim. Heidegger, Kant pozitivist değil. Evet, Batılılar ama Batı’nın da tamamı da pozitivist değil.

 

Pozitivizm sadece deney tüpünden çıkmıyor. Pozitivizm, zâhire bakmaktır. Tabii günümüzde pozitivizmin başka bir anlamı vardır ve deney tüpleriyle, nesnel deneylerle sonucu teyit etme peşindedir, pozitivizm budur. Fakat daha genel anlamıyla pozitivizm, zâhiri düzeyde kalmaktır.

 

Yani günümüzde yeni ve bilimsel deneyleri esas alan bir pozitivizm var. Ancak geçmişte pozitivizm zâhire bakmak olarak özetleniyordu. İnsanlığın başladığı günden beri kelimenin yeni anlamıyla değil, bu bahsettiğim genel anlamıyla pozitivist düşünce insanda vardı. Bir kimse zâhire takılıp kalmışsa, içe ve derinlikli akletmeye kapalıysa işte o pozitivisttir. İster dinî olsun isterse din dışı olsun, ister Batılı ister Doğulu olsun…

 

Elbette günümüzde Batılı akımların çoğu pozitivisttir. Ama Doğu’da ve bizim kendi dünyamızda pozitivist düşünce yok mu sanıyorsunuz? Siz Molla Sadrâ döneminde pozitivist düşüncenin olmadığını mı sanıyorsunuz? Molla Sadrâ’yı sürgün edenler, perişan edenler kimlerdi? İsimleri pozitivist değildi ama onların düşünceleri pozitivistti.

 

İbn Sina’yı tekfir edenler, kimlerdi? Aynu’l-Kudat’ı idam edenler, demin açıkladığım şekilde genel anlamda pozitivistti. Yani zâhirî düzeyde takılıp kalmışlardı. Bu zâhirden başka bir şeye bakmamak ve zâhircilik yapmak her zaman vardı ve tüm dinlerde de mevcuttu. Yahudilikte de Hıristiyanlıkta da İslam’da da vardı, hâlâ var ve var olmaya da devam edecek.

 

Sonuç itibariyle büyük filozofların ve âriflerin yapacağı şey tezekkürde bulunmaktır. Onlar da bu konuda bir eksiklik veya kusur göstermediler. İbn Sina ömrü de çok uzun sürmemesine rağmen son ana kadar çaba gösterdi. Molla Sadrâ, babasının tüm parasını ilim yolunda harcadı ve son anına kadar da çaba gösterdi. Onlar çaba gösterdiler.

 

Peygamberler çaba gösterdiler, ârifler çaba gösterdiler. Fakat insanlar boğazlarına kadar zâhire batmışsa onlar ne yapsın? Zâhirî düzeyde takılıp kalan ve derin akletmeyi başaramayan insanlar her ne kadar bugünkü terim anlamıyla olmasa da bir tür pozitivisttir. Bu, insanlığın sorunudur.

 

Laricanî: Peki ama Üstad mesela eğer Fransa Molla Sadrâ’ya sahip olsaydı, acaba Molla Sadrâ’nın eserlerini mi okuturdu yoksa Batılı filozofları mı?  

 

Üstad Dînânî: Bu zor bir soru. Evet, eğer Fransa Molla Sadrâ’ya sahip olsaydı kesinlikle onun eserlerini okuturdu. İbn Sina’yı zaten okutuyorlar, İbn Sina sadece Fransa’da değil tüm Batı’da okundu. İbn Sina’yı biliyorlar ama Molla Sadrâ’yı bilmiyorlar. Sadece Henry Corbin’den sonra birazcık duydular. Thomas Aquinas İbn Sina’yı okudu, zaten İbn Sina olmasa Thomas Aquinas olmazdı ki.

 

Ben bilimde zâhirciliğe karşı çıkmıyorum. Zâhircilik bilimde bir ilerleme sağladı ve dünya tamamen değişti. Bilimsel açıdan dünyanın değişmesi iyi bir şey. Ancak şuna da dikkat edilmesi gerekir: Zâhirin, bilimin, tekniğin ve bilimsel ilerlemenin oluşturduğu dünya dışında bir başka dünya da var. Gaflet gösterilen konu budur; yoksa Allah korusun bilimsel gelişmelere karşı çıkmak gibi bir duruma düşülmemelidir.

 

“Science” anlamda bilim tabii ki pozitiftir. Fakat bilim de sonuçta ‘‘bilim ötesi’’ bir zeminde gelişiyor. Bilim, bilimi izah edemiyor. Bilim ötesi bir şeyin bilimi izah etmesi gerekiyor. Bu, Batı’nın bir süre gaflet ettiği ancak şimdilerde yavaş yavaş uyandığı bir şey.

 

Mesela Heidegger’in pozitivizme yaptığı eleştirilerin benzeri az bulunur. [Mesela, “Bilim düşünmez” diyor; Medya Şafak] Batıda da büyük ‘‘muteellih’’ (ilahi) filozoflar var. Fakat ana akım maalesef zâhircidir, ne yapalım? Ama bizim içimizde de zâhirciler oldukça fazladır, onlar sadece Batı’da yok.    

 

Laricanî: Çok teşekkür ederim Üstad, aslında konu yeni hararetlendi aslında. Ben dinlemeye ve not almaya devam etmeye hazırım ama maalesef programımızın süresi bitti. İnşallah bundan sonraki sorulara Molla Sadrâ’nın eserleriyle devam deriz.

 

Üstad Dînânî: Yani Mevlânâ bahsini bitiriyor muyuz?

 

Laricanî: Eğer izin verirseniz… Elbette Mesnevî’den ayrılmak biraz zor ama her konunun da kendine göre bir zevki var. Umarız izleyicilerimiz programımızdan istifade etmiştir.

 

Bir sonraki programda görüşmek dileğiyle hoşça kalın diyoruz.

 

 

Çeviri: Hüseyin Mahir

 

 

Medya Şafak

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=dhD8-znxJwg