İbrahimi Dinani: Mesnevi Dersleri (14)

İbrahimi Dinani: Mesnevi Dersleri (14)
Gerçekten de akıl, Ehlibeyt’ten gelen rivayetlerde övüldüğü kadar başka hiçbir yerde övülmemiştir. Mesela Kütüb-i Sitte’ye baktığınızda aklın çok az söz konusu edildiğini görürsünüz. Ancak bir de Usûl-i Kâfî’ye bakın. Usûlu Kâfî Ehlibeyt rivayetleridir. Bakın İmamlar (a.s.) aklı ne kadar övmüşler!

 

 

İsmail Mansuri Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm.

 

Allah’ım senin kapından başka hangi kapıyı tanıyayım

Senin kadehinden başka hangi kadehi tanıyayım

Senin tüm isim ve sıfatlarına yemin olsun ki

Senin cemalinden başka hangi sevgiliyi tanıyayım

 

Selam sevgili izleyiciler, aziz dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. Bildiğiniz gibi bir süredir Mevlânâ üzerine konuşuyor ve Mesnevî-yi Manevi’den istifade ediyoruz. Şimdi Mevlânâ’daki bilgi felsefesi konusuna geldik. O, marifetin (bilginin) temelini duyusal idrakler olarak görüyor. Duyusal idrakten akli idrake geldi. Aklın çeşitli mertebeleri olduğunu söylüyor. Cüz’i, külli, imani, kudsi, itai, iktisabi akıl gibi mertebelerin her birinin ne olduğunu aziz üstadımızla birlikte ele alacağız.  

 

Üstad, daha önceki programda cüz’i akıl (tikel akıl) ve onun külli akıl (tümel akıl) ile olan farklarından bahsettik. Mevlânâ, aklı doğrudan marifete ulaşabilecek bir şey olarak görüyor. O, daha sonra imani akıldan bahsediyor ve aklın Allah’a bağlı olması halinde tüm hakikatlere ulaşabileceğini söylüyor. Sonra akla başka araçlar veriyor. İmandan sonra vahye değiniyor. Şimdi şiirin o kısmını okuyayım:

 

Bütün sanatlar [meslekler] kesinlikle vahiydendi

Sonra akıl onların üstüne bazı şeyler kattı

 

İyi bak, bizim aklımız herhangi bir sanatı

Bir usta olmadan öğrenebiliyor mu?

 

Burada iki şey söylüyor. Birincisi aklın vahye ihtiyacı vardır, ikincisi de ustaya veya üstada ihtiyacı vardır. Mesnevî’de bu üstattan “pir” olarak söz ediliyor ki biz daha sonraki birkaç programda da bundan bahsedeceğiz.

 

Üstad, benim anladığıma göre Mevlânâ tüm ilim ve fenlerin kaynağını vahiy olarak görüyor. Akıl da onlarla aynı türden olduğu için o sanatları geliştirebiliyor ve insanlara sunuyor. Benim yorumum böyle, siz ne dersiniz?

 

Üstad Dinânî: Okuduğunuz şiir biraz ağır ve ben bunun anlamına girmeye çok da cesaret edemiyorum ama artık Allah’a tevekkül ederek yorumlamaya çalışayım. Mevlânâ burada çok acayip şeyler söylemiş. Birinci mısrada “herfe” kelimesini kullanıyor. “Herfe” sanat, meslek, dünyada yapılan her iş; marangozluk, bakkallık vs gibi aklınıza gelebilecek her türden uğraş anlamındadır. Ayrıca “herfe” kelimesi bilimleri ve teknikleri de içermektedir. Mevlânâ bunların vahiyden kaynaklandığını söylemektedir.

 

Mevlânâ, muhtemelen bir başka hekimin söylediğini tekrar etmek istiyor. Bu hekim, Mir Findereskî’dir. Mir Findereskî’nin Sanaiyye adlı bir risalesi vardır. O, vahyi de bir “herfe” olarak görür. Yani o, vahyi de bir sanat olarak görüyor. O, Risâletu’l-Sanaiyye yani “Sanat-Meslek Risâlesi” adlı eserinde vahyi bir sanat olarak görüyor.

 

Bu konuya girmenin biraz cesaret gerektirdiğini söylemiştim. Bakınız, Mevlânâ da tüm sanatların vahiyden öğrenildiğini söylüyor. Bunun Kur’âni bir temeli de vardır. Bakınız, ilk insan olan Hz. Âdem’in çocukları Habil ve Kabil’di. Habil, kardeşi olan Kabil tarafından haset yüzünden öldürüldü. Kabil, kardeşini öldürdükten sonra onun cesedini ne yapacağını bilemedi. Burada bir karga onun öğretmeni oluyor. Karganın bir şeyi toprağa gömdüğünü gördü ve ondan öğrendi. Peki, o karga nerden öğrenmişti? O vahyin bir benzeri olan içgüdüsüyle bunu yapmıştı.

 

Kur’ân’da “arıya vahyettik” deniyor. Vahyin genel anlamı doğrudan Allah tarafından gelen her şeyi içerir. Vahyin bir de özel anlamı vardır, o da Allah’ın peygamberlerine bildirimidir.

 

Nahl Sûresi 68. âyette “Ve Rabbin, bal arısına dağlarda, ağaçlarda ve çardak kurulan yerlerde kendine ev edin diye vahyetti” deniyor. Bal arısının yaptığı kovan altıgendir. Geometrik olarak çok yüksek düzeydedir. Arı o kovanı çok güzel bir şekilde yapmayı bir okula gidip öğrenmedi. Onu yapmayı yavru arılar bile doğal olarak bilmektedir. Bu, doğrudan doğruya Hak Teâlâ ile irtibatı ifade ediyor. Bu nebevi bir vahiy değildir, yani peygamberlere inen vahiy gibi bilinçli bir vahiy değildir ama basit bir vahiydir.

 

Hayvanlar içgüdüleriyle bir anlamda doğrudan biliyorlar, yani mantıktaki sugra ve kübra gerekmiyor. Onlar içgüdüleriyle doğrudan bildikleri için Kur’ân’ın bal arısı için söylediğini diğer hayvanlar için de genişletebiliriz. Yani hayvanların içgüdüleri, vahiy benzeri bir niteliğe sahiptir.

 

İnsan oradan öğrendi, demek ki Allah hayvanlara ne yapmaları gerektiğini doğrudan doğruya öğretmişti. Karga biliyordu ve insan da ondan öğrendi. Ancak ondan sonra gelen beyit çok önemlidir. Çünkü o beyitte ‘‘eğer akıl olmasa siz o sanatları öğrenemezsiniz’’ diyor. Yani siz vahyi, akılla anlayabiliyorsunuz.

 

Şimdi şöyle sorayım, Hz. Peygamber’den sonra, eğer akıl olmasaydı bu vahiy nasıl anlaşılabilirdi? Kesinlikle anlaşılamazdı. Mevlânâ işte bu meseleye işaret ediyor. Ben de akla ve felsefeye karşı olanlara bazen şu soruyu soruyorum: Siz akılla mı vahyi anlıyorsunuz, yoksa vahiyle mi aklı anlıyorsunuz? Bunu deyince kalakalıyorlar.

 

Biz akılla vahyi anlayabiliriz. Akla sahip olmasaydık, vahyi nasıl anlayacaktık? Şiirin o kısmını tekrar okur musunuz?

 

Laricanî:

 

Bütün sanatlar [meslekler] kesinlikle vahiydendi

Sonra akıl onların üstüne bazı şeyler kattı

 

Üstad Dinânî: Ben içgüdüyü basit ilim olarak niteliyorum. Yani tüm canlılar içgüdüsel olarak nasıl yaşayacaklarını biliyorlar. Yani nasıl yiyeceklerini, nasıl barınacaklarını biliyorlar. Ancak akıl geldi ve bu sanatları artırdı. Şiirde “hirfet” kelimesi ile ifade edilen ve sanat veya meslek diye nitelediğimiz şey insanın yaşayabilmek ve geçinebilmek için yaptığı işleridir. Akıl işte bunları artırdı, diyor. Peki, akıl bunları nasıl artırdı?

 

Akıl her zaman yücelişe (teâlî) sahiptir. Ben daha da ilerisini söyleyeyim, hayat her zaman yücelişe sahiptir. Yaşayan insan daima yükselir. İnsan eğer yükselme eğiliminin olmadığı bir aşamaya gelmişse ölmüştür. Ölmekle fiziksel ölümü kastetmiyorum. Bu insan yolda yürüyor olabilir ama eğer yükselişe yönelmiyorsa o artık ölmüştür.

 

Akıl sürekli yükseliş eğiliminde olduğu için onları artırmaktadır. Yeni buluşlar, keşifler yapmaktadır. Yeni yollar bulmaktadır. Burada Müminlerin Emiri İmam Ali’nin (a.s) şu sözünü hatırlatayım. O “iki günü denk olanın vay haline!” buyuruyor. Yani benim dünümle bugünüm ve bugünümle yarınım aynıysa vay benim halime çünkü yerimde kalmışım.

 

Hayat yükseliştir, özellikle de akli hayat yükseliştir. Ancak burada önemli bir husus var, izin verirseniz ben bunu açıklayayım. İçgüdüsel olan ve benim basit diye adlandırdığım akıl, herkesin fıtri olarak sahip olduğu bir akıldır. Tüm insanların hayatları için var olan bir akıldır. Bir diğer akıl ise iktisabi (kazanılan) akıldır. Bu aklın aklıdır. Yani sizin bu aklı yeniden akletmeniz gerekir.

 

Bunu farklı bir şekilde açıklayayım. Bakınız, biz düşünen varlıklarız. Neden düşünen bir varlığız? Çünkü akla sahibiz. Bir başka deyişle akıl düşünendir, aklın işi düşünmektir. Peki, aklın kendisi düşünülüyor mu? Evet, düşünülmesi gerekir. Akıl düşünür ve kendini de düşünmelidir. Akıl kendini düşündüğünde hem düşünen hem de düşünülendir.

 

Laricanî: Mevlânâ şöyle diyor:

 

Taklide uymaksızın bakmayı adet edin

Kendi aklın için de düşün

 

Üstad Dinânî: Evet yani akıl her şeyi düşünür, masayı, dünyayı, başlangıcı, sonu düşünür. Karşılaştığı her şeyi düşünür. Ancak eğer sizin aklınız kendisini de düşünüyorsa işte o bilinçtir. İşte yükselme de burada başlar. Eğer akıl sadece kendi dışındakileri düşünürse ve kendini düşünemezse yükselemez. Yükselme aklın hem kendi dışındakileri hem de kendisini düşünmesiyle başlar. O halde akıl hem düşünen hem de düşünülendir.

 

Laricanî: Burada zatıâlinizin söylediklerinize katkı sağlaması bakımından Mevlânâ’nın şu beyitlerini de tekrarlayalım:

 

İyi bak bizim aklımız herhangi bir sanatı

Bir usta olmadan öğrenebiliyor mu?

 

Yani aklın da bir ustaya ihtiyacı var, diyor. Ancak aklın ustasının da akıldan başka bir şey olmadığını söylüyor. Yani o bir akli vahyin olduğunu düşünüyor. Diyor ki:

 

Vahiy aklı bu akıldan daha gizlidir

Çünkü o gayptır ve gayb âlemindedir

 

Üstad Dinânî: Burada kudsi akıldan bahsediyor. Kudsi akıl da Hak Teâlâ’dan kaynaklanmaktadır. Allah âlemi ilmiyle yarattı. Daha önce de söylediğimiz gibi, akıl kelimesi Allah için kullanılmamıştır. Allah’ın isimleri sabittir, yani biz kendimizden O’na isim ekleyemeyiz. Allah âlemi ilmiyle yaratmıştır; hiçbir yerde Allah’ın aklıyla yarattığı gibi bir ifade geçmemiştir. Ancak Allah’ın ilmi akıl mesabesindedir. Allah’ın işleri ilmiyledir, ilim de aklın bir hasletidir.

 

O halde bizim kudsi aklımız, ancak Hak Teâlâ’yla bağlantılı olduğu zaman kudsidir. Külli akıl Hak Teâlâ ile bağlantılı olduğu için Hakk’ın aklıdır. Külli akıl diye adlandırdığımız şey, tüm varlık âlemini idare eden akıldır. Varlık sistemini elinde tutan akıldır. Varlıkta bir düzen vardır, eğer varlıkta düzen olmasaydı kaos olurdu. Dünyayı, ahireti, mülkü ve melekûtu kapsayan varlık âlemi, bir düzene sahiptir. Bu düzen de akli bir düzendir. Bu akli düzen de Hak Teâlâ’ya bağlıdır.

 

Bizim külli akıl dediğimiz şey bir kutuda değildir. Külli akıl tüm varlığı kuşatan akıldır. Bizim aklımızın işte o varlığı kuşatan akılla bağlantı kurması, Mevlânâ’nın şiirinde bahsettiği şeydir. Siz buna ister kudsi akıl deyin, ister vahyi ister imani akıl deyin hiç önemli değil. Bu, Hak Teâlâ’yla bağlantılı olan akıldır.

 

Laricanî: Bu durum hadislerle de uygunluk arz ediyor. İmam Ali (a.s.), “Akıl, Hakk’ın resûlüdür” diye buyuruyor. Bu çok güzel!

 

Üstad Dinânî: Evet, bu çok güzel, bunun gibi bir başka rivayet daha var. Onda da “Akıl bâtının (için) peygamberidir” buyuruyor. Yani şimdiye kadar gönderilen tüm peygamberler, zâhirin peygamberleridir, akıl ise bâtının peygamberidir.

 

Laricanî: Evet bu, İmam Musa Kâzım’dan gelen bir hadistir. İzin verirseniz okuyayım: “İnne lillahi ala’n nasi hucceteyn: Hucceten zahire ve hucceten batıne. Fe emma’z zahiru fe’rrusulu ve’l-enbiya ve eimme, feemme’l batınu fe’l ukul.” (Allah’ın insanlar üzerinde iki hüceeti vardır. Zâhiri ve bâtıni hücceti. Zâhiri hüccetler resûller, nebiler ve imamlardır. Bâtıni hüccet ise akıllardır.)

 

Üstad Dinânî: Evet, akıl bâtının peygamberidir, son sözü o söyler, yani artık onun sözünün üstünde bir söz yoktur. Aklın üstünde ne söz olabilir?

 

Laricanî: Molla Sadrâ, Usûlu Kâfî şerhinde bu hadis ile ilgili olarak ‘‘Ben aklı Ehlibeyt’ten daha iyi anlayan ve daha güzel tanıtan başka kimseyi görmedim’’ diyor.

 

Üstad Dinânî: Biz bunca Ehlibeyt maarifine sahibiz ama maalesef bundan gafiliz. Gerçekten de akıl, Ehlibeyt’ten gelen rivayetlerde övüldüğü kadar başka hiçbir yerde övülmemiştir. Mesela Kütüb-i Sitte’ye baktığınızda aklın çok az söz konusu edildiğini görürsünüz. Ancak bir de Usûl-i Kâfî’ye bakın. Usûlu Kâfî Ehlibeyt rivayetleridir. Bakın İmamlar (a.s.) aklı ne kadar övmüşler! Bakın aynı şekilde Kur’ân-ı Kerim’de akıl ne kadar övülüyor. Buna daha önce de defalarca değinmiştik. Gerçekten de akıl konusunda İmamların yaptığı açıklamalar kadar güzeli yoktur.  

 

Laricanî: Pekâlâ Üstad, konu çok güzel ve ince bir noktaya geldi. Mevlânâ, yavaş yavaş başka bir akla değiniyor. Bu, kudsi veya vahyî akıldır. Bu aklın vahiyle eğitildiğini ve vahyin kendisinin de akli bir mahiyeti olduğunu söylüyor. Sonra bunu daha iyi açıklayabilmek için itai (verilen) ve iktisabi (kazanılan) akıldan söz ediyor. Diyor ki:

 

Akıl, iki akıldır birincisi kazanılan akıl

Ki onu ilkokuldaki çocuk gibi öğrenirsin.

 

Kitaptan, hocalardan, fikir ve zikirden

Manalardan, güzel ve el değmemiş ilimlerden.

 

Aklın artar, başkalarından daha akıllı olursun

Fakat onu ezberlemek sana ağır gelir.

 

Öbür akıl ise Allah vergisidir

Onun pınarı da canın içindedir.

 

Gönülden bilgi pınarı kaynadığı zaman

Ne kokar, ne eskir ne de sararır.

 

Yani bu su artık hiçbir zaman bozulmaz ve kirlenmez diyor.

 

Üstad Dinânî: Evet, çünkü denize ulaşmıştır. Yani dışarıdan kazandıklarınız içinizdekilere ulaşıyorsa orada korunuyor. Bu benzetmeyi daha önce de yapmıştık. Bir havuz var ve o havuza beş tane ırmak akıyor. Beş ırmak, beş duyuyu temsil ediyor. Biz dışarıdan aldığımız bilgileri duyularımız aracılığıyla alıyoruz. Tabii duyularımızla alıyor olsak da onları akla teslim ediyoruz. Sonuçta bizim duyularımızla aldığımız şeyleri tahlil edip onu ilme dönüştüren akıldır.

 

Eğer akıl devreye girmezse duyular ilme dönüşemez. Hatta pozitif bilimlerde de eğer akıl devreye girmezse duyularla algılanan şeyler bir ilme dönüşmeyecektir. Akıl duyularla elde edilen şeyleri birleştirip ilme dönüştürüyor. İşte bunlar suya dökülen beş ırmak gibidir. Eğer bu ırmakların akışı durursa bir süre sonra o suda kokuşma bile başlayabilir. Ancak eğer o suyun kendi içinde de bir kaynak varsa ve içeriden oraya su akışı oluyorsa o su orada milyarlarca yıl da kalsa asla kokuşma olmaz.

 

Mevlânâ işte burada şu bakış açısını kazandırıyor ve biz dışarıdan bilgiler alıyoruz ancak onları içimizle buluşturmalıyız, diyor. Onun kaynağı da candır. Yani çeşmenin biri dışarıdan geliyor, diğeri ise canın içindedir. Dışarıdan gelen ilimler içeriyle buluşmalıdır, işte o zaman hem bu dünya vardır hem de diğer dünya. Yani gayb âlemi ile şehadet âlemi buluşmaktadır. Bu dünyaları buluşturabilen de sadece insandır.

 

Hayvanların, bitkilerin ve cansızların melekût âlemine erişimi yoktur; insan bir yönüyle hem hayvan hem bitki hem de cansız olduğu halde sahip olduğu bir şey ile melekût âlemiyle bağlantılıdır. Bu dünyayı melekûta ulaştırdığında ise aynı zamanda ölümsüzleşir. İnsan tüm âlemleri birbiriyle bağlantılı hale getiren sonsuz bir denizdir. Aynı zamanda kendisi de tüm o âlemlerdir.

 

Laricanî: Pekela Üstad, çok güzel bir açıklama oldu. İzin verirseniz kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

 

Evet Üstad, Mevlânâ yavaş yavaş aklı kendi gaybi atmosferine götürüyor. Şu beyit oldukça güzel:

 

Bilgi pınarı içinden kaynayınca

O, ne kokar, ne eskir ne de sararır.

 

Burada aklı, mekmen-i gaybdan gelen bir ilimle buluşturuyor. Yani burada ilim ve akıl arasında da fark olduğunu anlıyoruz. Kur’ân-ı Kerim’de de Allah için örneğin “alîmun akîl” denmiyor. Fakat âlim deniyor, hekim deniyor; bu aklın da ötesinde bir alan olduğunu gösteriyor ki o da ilimdir.

 

Üstad Dinânî:  Evet, siz aklı gayb âlemine götürüyor diye buyurdunuz. Ama aslında akıl mahiyet olarak gaybidir. Siz aklı göremezsiniz, akla dokunamazsınız, aklı laboratuvara götüremezsiniz. Aklın ağırlığı, niceliği, ölçüsü, zamanı, mekânı yoktur. Yani aklın kendisi gaybidir.

 

Ayrıca aklın ötesinde ilim olduğunu söylediniz. Daha önce de arz ettiğim gibi Kur’ân-ı Kerim’de Allah için akıl kelimesi kullanılmamıştır. Bu dille ilgili bir inceliktir, bunu dikkate almamız gerekir. Akıl kelimesi, “ikal”den geliyor, “akıl” bağlamak demektir. Allah Tebarek ve Teâlâ mutlaktır ve mahzdır; O’na ilişkin hiçbir kayıt yoktur. Hiç kimse Allah için bir kayıt tayin edemez. Allah mutlak ve mahz olduğu için ve akıl kelimesi de “bağlamak” anlamı içerdiği için bu kelime Hak Teâlâ’nın kutsal makamı için uygun değildir. Bu yüzden Allah “akîl” diye anılmamıştır, “akîl” yerine “âlim” olarak anılmıştır.

 

Ancak şunu da arz etmeliyim, ilim akıl olmaksızın bir anlam taşımaz. Akıl olmaksızın bir ilme sahip olamayız; akıl tümel bir ölçüdür. Akıl kelimesinin Allah için kullanılmaması, dil bilgisiyle ilgili bir meseledir. Onun yerine âlim, hekim kelimelerini kullanıyoruz. Ancak hikmet de akılsız olmaz. Onun gaybi olduğuna dair sözünüzde ise tamamen haklısınız. Gaybi akıl, gaybi ilimdir.

 

Daha önce de arz ettiğim gibi aklın kendisi de gaybidir. Aklı ölçemeyiz, aklı ölçebilecek bir metre yoktur, akla dokunamazsınız. Rengi, ağırlığı, mekânı, zamanı yoktur. Akıl bizde çalıştığı için zamana ve mekâna sahiptir. Bizim zamanımız ve mekânımız olduğu için akıl bizde zaman ve mekânda faaldir. Yoksa akıl kendi başına zamana ve mekâna sahip değildir.

 

Akıl kelimesinin kökeni “ikal” olduğundan Allah için akıl kelimesi kullanılmaz. “İkal”, devenin ayağının bağlandığı şeydir. Peki, akla neden akıl denmiştir, akıl özgür olmasına rağmen neden bağlamak kelimesi ile ifade edilmiştir diye sorabilirsiniz. Çünkü akıl, diğer başka şeyleri bağlıyor, yani engelliyor.

 

Şehvetin sarhoş devesinin ayağını bağlayan tek şey akıldır. Şehveti, vehmi, hayali, ikal ediyorsunuz yani bağlıyorsunuz. Yani akıl geldiği anda hayaller uzaklaştırılır, akıl geldiğinde vehimler kovulur. Akıl geldiğinde şehvetin önünü kapatır, onu engeller. Akıl geldiğinde nefsaniyatı kontrol altına alır.

 

Aklın kurtarmak ve özgürleştirmek gibi işlevleri olmakla birlikte, o, akıl dışı şeyleri bağlamaya ve engellemeye de yarar. Yani akıl kendi dışındaki şeyleri bağlayarak her an kendini özgürleştirmektedir. “Akıl” kelimesi Arapçadır ve eski Farsçada bu lafız yerine “hıred” kullanılmıştır.

 

Laricanî: Bu noktada Molla Hâdî Sebzevârî’nin bir sözü var. O diyor ki Allah Teâlâ, rızkla nitelenince “Rezzak”, örneğin mağfiretle nitelenince “Gafur” oluyor. Akıl lafzı “ikal”den yani bağlamaktan geldiğinden Allah için kullanılmıyor; ama Molla Hâdî ‘‘Allah’ın kendisini akılla tanıtmamasının sebebi belki de kendisinin akıl olmasıdır’’ diyor.

 

Üstad Dinânî: Bunu Aristo söylemiştir. Aristo, Allah’ı akıl olarak görüyor. Yani Aristo’nun tanrısı akıldır.

 

Laricanî: “Bu dünya tümel aklın bir fikridir” şeklindeki şiirinde de bu anlam var.

 

Üstad Dinânî: O, bir tecellidir. Elbette Mevlânâ, Aristo’dan daha dikkatlidir. Bir başka deyişle daha ilahî ve dinîdir. “Bu dünya tümel aklın bir fikridir”, “bu dünya tümel aklın bir tecellisidir” demektir. Buradaki tümel akıl veya “külli akıl”, “külli ilimdir.”

 

Bu kelimenin Allah için kullanılması sadece Arapçada uygun değildir. Ama başka kelimeler, örneğin Farsçadaki “hıred” veya “danai” kelimeleri için sorun yoktur. Hıred kelimesi ilimdir, biz eski Farsçada hıred kelimesini akıl olarak kullanıyoruz. Örneğin “hıredmend” akıllı olan kişi demektir. Yani hıred hem ilim hem de akıldır. Zaten ilim de aklın sonucudur, akıl olmadan ilim sahibi de olunamaz.

 

Laricanî: O, Şerhu’l-Esmâ kitabında “Allah ‘mubdi’dir; çünkü aklı hiçbir öngörü olmaksızın ibda etmiştir” diyor.

 

Üstad Dinânî: Bildiğiniz gibi “ibda” kelimesi madde ve müddetle mesbuk olmayandır [madde ve zaman geçmişi bulunmayan]. Bu âlemdeki her varlık madde ve müddetle mesbuktur. Yani örneğin bu masanın maddesi, malzemesi geçmişte mevcut olmalıdır, belirli bir zamanda bulunmalıdır ki biz o malzemeyle belirli bir müddette bu masayı yapabilelim. Dünyadaki her şeyin bir zamanı vardır ve bir de materyal ile yapılmıştır. Ancak “mubdeat” yani ibda edilmiş olan şeylerin maddesi ve müddeti yoktur.

 

Akıl bir maddeden yapılmamıştır. Aklın bir materyali yoktur. Geçmiş bir zaman gerektirmez. İşte buna ibda denir. Dolayısıyla akıl “mubdeat”tandır ve Allah da “bedii”dir. Bedii burada “mubdi” anlamındadır. Yani ibda etmektedir. O halde ibda kelimesinde hem madde ve müddette bağlı olmama anlamı vardır hem de yenilik ve sanat anlamı.

 

Bazı sanatçılar beni konuşma yapmam için davet etmişti. Orada dedim ki âlemde her şeyin bir mazharı vardır. Krallar, Hak Teâlâ’nın sultanlığının mazharı, ârifler Hak Teâlâ’nın ilminin mazharıdır. Yani âlemdeki her şey Hak Teâlâ’nın sıfatlarının bir mazharıdır. Ben sanatçıların neyin mazharı olabileceğini düşündüm ve kendi kendime, sanatçılar Allah’ın “bedii” isminin mazharıdır, dedim. Gözlerini dört açtılar, çok hoşlarına gitti! Gerçekten de sanatçılar Allah’ın “bedii” isminin mazharıdırlar.

 

Laricanî: Evet, elbette Molla Sadrâ’nın da dediği gibi akıl konusundaki en güzel ifadeler Ehlibeyt’ten sâdır olmuştur. Hz. Ali de Nehcu’l-Belağa’nın 222. hutbesinde “… Akıllarının zâtında (cevherinde, derinliklerinde) Allah onlarla (bazı kullarıyla) konuşur!” (nâcâhum fi fikrihim ve kellemehum fi zâti ukûlihim) buyuruyor. Ne müthiş ifadeler!

 

Üstad Dinânî: “Fi zâti ukûlihim…” Yani cüzi akıllarında değil, halis akıllarında. İşte bu külli akıldır.

 

Laricanî: Mevlânâ daha sonra ‘‘akıl kudsi olunca artık Allah onun içini maarifle dolduruyor’’ diyor. Sizin de buyurduğunuz gibi akıl gayb ve şehadet âlemi arasında dolaşım halindedir.

 

Üstad Dinânî: Evet, aklın tecellileri bu âlemdedir. Bu âlem zaten aklın tecellisidir. Yani eğer akıl olmasaydı bu âlemde düzen olmazdı. Bu âlemde her şey olması gerektiği gibidir. Bu aklın neticesidir; bu âlem aklın zuhurudur. Hatta bir bütün bir âlem aklın şeklindedir.  

 

Laricanî: Mevlânâ daha sonra şöyle diyor:

 

Şu makullerden başka makuller vardır

Aşkta daha nice parlak güzel şeyler bulursun

 

Hak’ta senin bu aklından başka akıllar var

Ki gökyüzünün sebepleri onlarla tedbir edilir

 

Yani gökyüzü de aklın egemenliği altındadır diyor.

 

Üstad Dinânî: Tabii burada gökyüzü derken sadece galaksileri kastetmiyor. Melekler de ilahî aklın zuhurudur. “Melekût-ı âlâ” odur, yoksa galaksiler melekût değildir.

 

Laricanî: Mevlânâ aklı ne kadar da güzel övüyor. Şöyle diyor:

 

Rızıkları bu akılla elde edersin

Öbür akılla ise göğün tabakalarını altına döşek yaparsın!

 

Üstad Dinânî: Yani göğün tüm tabakaları senin yerin olur. Onlara hâkim olursun ve onlar artık ayağının altındadır.

 

Laricanî: Sonra şöyle devam ediyor:

 

Samed olan Allah’ın aşkıyla aklınla oynarsan

Allah sana o aklın onlarca katını hatta yedi yüz katını ihsan eder.

 

Ne kadar güzel bir sonuca varıyor. İnsan eğer aklının ibadetine dikkat ederse, yani aklıyla hareket ederse kat kat fazla sonuç elde eder.

 

Üstad Dinânî: Evet, o kat kat artışın sebebi akıldır. Akıl olmasa donukluk ve katılaşma olur. Aklın olmadığı yerde kuruluk ve ölüm vardır. Daha önce de arz ettiğim gibi aklın zati özelliği yücelmektir. Zatında yücelme olduğu için de onda durmak yoktur. Aklın zatı yükselmek, artmak ve fazlalaşmaktır. Güzele baktığında evet güzeldir diyorsun, sonra baktığında evet yine güzeldir diyorsun. Ama bu güzelliği, her baktığında daha da güzelleşmiş buluyorsun, sonsuza kadar! Bu çok hayret verici bir durumdur! Aklın özelliği budur!

 

Laricanî: Tam da bunu söylüyor ve şöyle diyor:

 

Ömür sakisi bir an için onların aklını aldı

Ömürlerinin sonuna kadar akla doydular

 

Yüzlerce Yusuf güzelliğinin aslı Zülcelal’in cemalidir

Ey kadından daha az olan o cemale feda ol.

 

Üstad Dinânî: Ben sarhoş aklı, aşk ile birlikte olan akıl biliyorum! Mevlânâ, bu dünyaya başka bir dünyadan bakıyor. Can gözüyle bu dünyaya bakıyor; bâtından zâhire bakıyor, zâhirden bâtına gitmiyor. Gerçekten de Mevlânâ sonsuz bir denizdir. Bu yüzden de biz bu sonsuz denizden dışarı çıkamıyoruz. Şimdi bizi öyle bir yeni denize soktu ki o denizden çıkmak da çok zor. Ayrıca güzellikleri de o kadar çekici ki bu güzelliği terk edecek mecal bırakmıyor insanda.   

 

Allah’ın yarattığı en güzel şey akıldır. Güzelliği derk eden de akıldır, buna tahammül edebiliyor. Yusuf’un güzelliği de zaten aklıdır; sadece yüz güzelliği değildir. Mevlânâ bir şiirinde ‘‘bir kişi birini sevip ona âşık olduğunda sevdiği şeyin onun yüzü yani fiziksel güzelliği olduğunu sanıyor. Fakat o ölüp de onu lahde koydukları zaman onun sevdiği olmadığını görüyor’’ diyordu. Mevlânâ diyor ki:

 

Sureti yerli yerindedir, peki bu gidiş nereden?

Ey âşık iyice ara senin sevgilin kim?

 

Yani eğer o, bir suret olsaydı, o suret hâlâ burada; ama onun içinde başka bir şey var, sen aslında ona âşıktın ama sen bunu bilmiyordun.

 

Laricanî: Evet, konu güzel bir yere geldi ama yarım kaldı. İnşallah ‘‘aklın aşkla ne yaptığı’’ konusunu da daha sonraki programda ele alacağız. Çok teşekkür ederim Üstad, çok güzel bir sohbet oldu. Umarım izleyicilerimiz de bundan istifade etmişlerdir. Bir sonraki programda buluşmak dileğiyle hoşça kalın.

 

 

 

Çeviri: Hüseyin Mahir

 

 

Medya Şafak

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=ORq6zVUSS1U