İbrahimi Dinani: Mesnevi Dersleri (1)

İbrahimi Dinani: Mesnevi Dersleri (1)
Eğer yeni felsefeye bakacak olursak, yeni felsefenin en önemli alanlarından biri, dil tahlili felsefesidir (analitik dil felsefesi). Buna analitik felsefe diyorlar. Bunlar mana ile lafız arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışırlar ve bu ilişkiyi kurmak çok zordur. Yani acaba lafızdan mı manaya gitsinler, yoksa manadan mı lafza gelsinler?

 

Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm

 

Senin aşkınla huzursuzum gece gündüz

Başımı senin ayağından kaldırmayayım gece gündüz

Gece gündüzü kendim gibi mecnun edeyim

Gece gündüz nasıl bırakırım gece gündüz

 

Senin aşkın çalgıcılık yapmaya başlayınca

Bir arp olurum, bir tar olurum gece gündüz

 

Selam sevgili izleyiciler, aziz dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. Okuduğum bu şiirden yola çıkarak bu programda inşallah Hazreti Mevlânâ’nın görüş ve düşüncelerinden bahsedeceğiz ve sayın üstadımızın açıklamalarından istifade edeceğiz. Böylece onun Mesnevî denizinde dalgıçlık yapacağız. Tabii, aslında üstad dalgıçlık yapacak ve biz de izleyeceğiz.

 

Mevlânâ edebiyat, irfan ve hikmet alanında çok estetik ve insanı hayrette bırakan eserler bırakmıştır. İnsan bu eserlerin gizli yönlerine ve katmanlarına aşina oldukça yeni ve taze katmanlar olduğunu görüyor. Bizler bize böylesine iftihar verici, büyük ilmî ve edebî eserler bırakan bu yüce şahsiyete gerçekten çok şey borçluyuz.

 

Pekâlâ, şu an onun düşünceleri üzerinden bir yolculuğa çıkmak istediğimizde nereden başlamamız gerekir üstad?

 

Üstad Dînânî: Nereden isterseniz oradan başlayabiliriz…

 

Laricanî: O halde Mesnevî’den başlamamız iyi olur. Pekâlâ üstad, bildiğimiz gibi onun en yakın dostu Şems-i Tebrîzî’ydi. Ondan sonra Selâhaddîn Zerkûb’la daha sonra da Hüsâmeddin Çelebi’yle dost oldu. Nitekim Mesnevî denizini o yüce insan, Mevlânâ’nın kalbinde ve ruhunda coşturdu. O, Mevlânâ’nın dostlarının Senâî’nin şiirlerine, Attâr’ın Mantıku’t-Tayr’ına yöneldiğini görünce Mevlânâ’ya geldi ve “Eğer Senâî’nin Hadîka’sı ve Attâr’ın Mantıku’t-Tayr’ı gibi bir şiir yazarsanız çok iyi olur” dedi. O da başlangıç olarak Mesnevî’nin ilk 18 beytini ortaya koyarak ona okudu. İzin verirseniz ben şimdi bununla başlayayım.

 

Dinle neyden ki hikâye etmekte

Ayrılıklardan şikâyet etmekte

Kamışlıktan beni kestiklerinden beri

Feryadımdan kadın erkek inleyip ağladı

 

Bazı nüshalarda “bişnov ez ney” (dinle neyden) bazı nüshalarda ise “bişnov in ney” (dinle bu neyi) şeklinde geçiyor. Üstad, Mesnevî’nin başında geçen bu neyden kastedilen nedir?

 

Üstad Dînânî: Bismillâhirrahmânirrahîm. Siz “dinle neyden” şeklinde bir tashihle başladınız. Bu “bu neyden” şeklindeki kullanımdan daha doğru gibi gözüküyor. İzin verirseniz ben de bir başka tashihte bulunayım. Konya’da da mevcut olan bazı nüshalarda -ki onu ben de bizzat gördüm- şöyle geçiyor:

 

Bişnov ez ney çon şikâyet mi koned

Ez codayiha hikâyet mi koned

 

Dinle neyden ki şikâyet ediyor

Ayrılıkları hikâye ediyor

 

Yani bilinenin tam tersidir. Yani birinde “Dinle neyden ki hikâye etmekte, ayrılıklardan şikâyet etmekte” diyor, diğerinde ise “dinle neyden ki şikâyet etmekte, ayrılıkları hikâye etmekte” diyor. Ney, ayrılıkları anlatıyor. Bildiğiniz gibi ney, hüzün vericidir; neyin şikâyet eden bir sesi vardır. Yani şikâyet öncedir, sonra ise ayrılıkları hikâye etmektedir. Yani şikâyet, ayrılıkların hikâye edilmesiyle ilgilidir. Asli nüsha böyledir, tabii diğer bilinen şekli de var; ama asıl nüsha budur.

 

Sizin buyurduğunuz üzere, Mevlânâ’nın Mesnevî’nin ilk 18 beytini yazıp -Hüsâmeddin ona yazmasını önermeden önce- Hüsâmeddin’e göstermesi meselesine gelince… Bu durum gösteriyor ki o bunun mana âleminden geldiğini söylemek istiyor. Yani onun gelmesi gerekiyordu ve bu da bir bahaneydi.

 

Bazılarına göre, Mesnevî’nin altı defterinde olan her şeyin, yani onun sonsuz bir deniz olan tüm içeriğinin özü ilk 18 beyittedir. Mesnevî’nin ilk 18 beytinde mevcut olan şeylerin tamamı, ilk beyittedir ve onun ilk beytinde mevcut olan her şey ise o “dinle” kelimesinin içindeki “be”dedir. Yani işin esası “dinlemek”tir.

 

“İnnehum ani’s-semi le ma’zûlûn.” Yüce Allah “Çünkü onlar (vahyi) işitmekten uzaklaştırılmışlardır” diyor. Yani mana ehli olmayanlar, kulağa sahip değildir. İşitmekten yoksundurlar. Bir başka yerde “Ademi ferbeh şeved ez rah-é gûş” diyor. Yani insanın işitmesinin ağırlaşmasından bahsediyor.           

 

Kulağın önemi oldukça fazladır. Neden kulak ve dinlemek üzerinde bu kadar durulmuştur? Farsçada sadece “şeniden” (işitmek, dinlemek, duymak) kelimemiz var; ama Arapçada bir “sima´” (duymak) bir de “istima” (kulak vermek) kelimesi vardır. Farsçadaki “şeniden” “istima”dır, “sima´” değildir. Arapçada bir “yesmeun” bir de “yestemiun” denir. “İstima” doğru bir şekilde duymaktır. Yani candan, gönülden dinlemektir, can kulağıyla dinlemektir. “Yesmeun” ise insanların sıradan bir şekilde dinlemesidir, duymasıdır, bazen bir kulağından girip diğer kulağından çıkmasıdır. “Yestemiun”, “yesmeun”dan çok daha önemlidir. Burada “beşnov” derken “yestemiun”a işaret edilmektedir; yani “beşnov” diyerek “istima” demiş oluyor.

 

O halde Mevlânâ, “şeniden” (dinlemek) üzerinde çok duruyor. O, dinlemek üzerinde durduğu kadar görmek üzerinde durmamaktadır. Birçok insana “göz mü önemlidir yoksa kulak mı” diye sorsalar belki de insanların çoğu gözün önemli olduğunu söyler. Hatta bizde “şeniden key buved manend-i diden” (işitmek hiç görmek gibi olur mu?) diye bir deyim bile vardır. Yani buna göre görmek daha önemlidir.

 

Ama aslında iyi bakarsanız dinlemek, görmekten daha önemlidir. Dinleme âlemi, görme âleminden çok daha geniştir. Görmek yalnızca duyusal olanı kavrar. Yani şekli, sureti olanı kavrar. Ancak dinlemek farklıdır; kulak mana âlemine de açıktır, manayı da duyar. Mana âlemi mi geniştir, duyular âlemi mi?  Elbette mana âlemi daha geniştir. Mana âlemini insan kulak yoluyla duyar, insan gözle sadece görür ve sonra da aklıyla yorumlar; ama kulak manayı da duyar.   

 

Mevlânâ dinleme üzerinde çokça durmaktadır; nitekim Kur’ân-ı Kerim’de de “semi” (duyan), “basir”den (gören) önce gelir. Ayette “innehu huves semiu’l basir” (muhakkak O işitendir, görendir) diyor.

 

Mevlânâ da “beşnov” yani “dinle” diyerek işe başlıyor. Ben burada dinleme kelimesi üzerinde biraz durmak istiyorum. Dinlemek sadece insanın söylenenleri duyması değildir. Sağlam ve sağlıklı bir kulağa sahip olan herkes, belirli bir frekanstaki sesi duyar. Ancak doğru dinlemek sadece kulağımıza gelen sesleri duymak değildir. Siz birtakım sesleri duyarsınız; ancak onu zihninize katmıyorsanız aslında onu duymuyorsunuz demektir.

 

Herkesin bazı önyargıları veya peşin hükümleri vardır. Bomboş sıfır kilometre bir zihin yoktur, herkesin belirli bir zihniyeti vardır. Biri bir söz duyduğunda onu zihnine katar ve hemen onu zihninde yorumlamaya başlar ve onu istediği, arzuladığı şekilde yorumlar. İşte bu dinlemek değildir.

 

Ancak gerçek anlamda dinlemek farklı bir şeydir. Evet, peşin hükümlerimizin, ön yargılarımızın olduğu doğrudur. Ancak bir anlığına o ön kabullerini paranteze al ve o ön kabullerini kendine sakla ve onun ne dediğini bir dinle! Tabii, ondan sonra onu tahlil et. Duyduklarını tahlil etmemek olmaz; ancak bunu daha sonra yap. İşte o zaman onu dinlemiş olursun. Ama sözü duyar duymaz onu hemen kendi zihniyetine karıştırırsan aslında onu dinlememişsindir.

 

Duyduklarını daha sonra tahlil et, burhana uygun olanlarını kabul et, uymayanlarını kabul etme. Ama bir an için duyduklarını parantez içine, askıya al ve o şekilde dinle. İşte bu dinlemektir. Mevlânâ bu anlamda bir kulağa sahiptir ve buradan anlaşılıyor ki o ilk on beyit, mana âleminden ona ulaşmıştı. Ve o, kendisine ulaşanların mana âleminden olduğuna inanmaktadır. O, kelimeleri kendisinin söylemediğine, kelimeleri şiirin getirdiğine ve kelimelerin ona söylediğine inanıyor. Yani kelimeler ona geliyor.

 

Hüsâmeddin yokken o şiir söylemiyordu. Hüsâmeddin gelip onu dinledi, onun hem kendisi içinden gelenleri dinleyen bir kulaktı hem de o kendisini dinleyecek bir kulak istiyordu. Bu şekilde ‘‘dinle’’ diyerek başladı ve dinlemeye de ney ile başladı. Peki binlerce saz var, müzik aleti var, Mevlânâ neden başkasını değil de neyi seçti?

 

Sizin ilk sorunuz da buydu: Neden neyi seçti? Sadece neyin sesinin hüzünlü olmasından dolayı değil. Sadece neyin sesinin şikâyet edici olmasından dolayı da değil. Elbette bunlar da var ama sadece bunlar sebebiyle değil.

 

Neyi fizikî olarak da düşünün, herkes neyi bilir. Ney, bazı yerlerde metalden yapılsa da belirli bir kamıştan yapılır. Neden yapıldığının bir önemi yok, ister kamıştan isterse metal olsun, neyin özelliği içinin boş olmasıdır. Neyin içi dolu değildir. Mesela tarın içi boş değildir, telleri vardır. Aynı şekilde ne violin gibidir ne de org gibi. Neyin içi boştur.

 

Neyin belirli yerlerine delikler açılmıştır ve neyzen dudaklarını koyar ve ona üfler. Neyin özelliği boş olmasıdır. Neyin sesi nefesten başka bir şey değildir. Ona nefes üflenir ve neyi üfleyenin hünerine göre de ondan güzel sesler çıkar.

 

Laricanî: Üstad, dinlemeden bahsederken değindiğiniz gibi acaba burada ney de bizim ön kabullerimizden, zihinsel yargılarımızdan boşalmamız gerektiği anlamına gelebilir mi?

 

Üstad Dînânî: Tabii ki, neden olmasın? Öncelikle o ön kabullerinizden boşalmalısınız; ayrıca gelen ses de boş bir mecradan gelmektedir. Ney burada ‘‘nefs-i nâtıka’’ya işarettir, yani ney insandır, ney Mevlânâ’nın kendisidir. “Dinle neyden”, “dinle benden” demektir. Mevlânâ’nın varlığı, heva ve heveslerden, dünyevi ilgilerden ve bağlılıklardan boşalmıştır. Yani Mevlânâ, Mesnevî’ye başladığında artık bu tür şeylerden arınmıştır.

 

Öncesinde nasıldır? Bu, şu an bizim konumuz değil; ama Mesnevî’ye başladığında Şems’le karşılaşmıştı. Şems, mürşitti ve Mevlânâ’nın varlığına ateş düşürmüştü. Ve kendi içinde, Hak’tan gayrı olan her şeyi boşaltmıştı. Yani artık Mevlânâ heva ve heves peşinde biri değildi.

 

Laricanî:

 

Suhktem men sukhte khahed kesi

Ta z’men ateş zened ender khesi

 

Ben aşk ateşinde yandım; acaba heva ve heveslerinden oluşan o içindeki çeri çöpü benim ateşimle yakacak kimse var mı?

 

Mevlânâ, Şems’in huzuruna vardığında artık durumu bu şekildeydi.

 

Üstad Dînânî: Evet, yanmıştı ve kendi içindekilerden arınmış ve boşalmıştı. Hak dışındaki her şeyi, arzularını, heveslerini, dünyevi ilgilerini tamamen boşaltmıştı ve Hak nefesi ona üflenebilsin diye içi tıpkı ney gibi bomboş kalmıştı. Bu, mana âleminin hak nefesiydi.

 

Şiirinin ismi “Mesnevî-yi Manevi”dir. İzin verirseniz ben önce “mana” kelimesinden biraz bahsedeyim. Biz hepimiz manevi kelimesine aşinayız. Bizim halkımızın tamamı manevi kelimesinin anlamını bilir. Ancak gerçek şu ki “mana” ve “manevi” kelimelerini tercüme etmek biraz zordur.

 

Biz eğer “mana” ve “manevi” kelimelerini yabancı dillere tercüme etmek istersek sorun yaşarız. Mesela mana kelimesi İngilizceye “spirituality” diye tercüme ediliyor. “Spirituality” ruhani demektir; “sprit” ruh, “spirituality” de ruhani anlamına gelir. Peki “ruhani” ile “manevi” aynı şey midir? Tabii ki aynı şey değildir. Diğer dünya dillerini bilmiyorum ama az çok bildiğimiz İngilizce ve Fransızcada “manevi” kelimesinin muadili yoktur.

 

Ben maneviyatçı olan bazı papazlara “Siz bu manevi kelimesini nasıl tercüme ediyorsunuz?” diye çok sordum. Onlar “spirituality”den öteye geçemediler. Çünkü Hz. İsa da onlar için ‘‘ruh’’tur, “ruhu’l kudüs”tür. O yüzden onlar sadece ruha ve “ruhu’l kudüs”e aşinadırlar.

 

Ancak “mana”, “ruh” demek değildir. Hatta ruhun kendisi bir manaya sahiptir. Mana çok latif bir şeydir. Mana kelimesini gerçekten başka dillere tercüme etmek mümkün değildir. Mana âlemi o kadar geniştir ki “mefâhim” (mefhumlar, kavramlar) âlemi de ona göre dardır. Ayrıca şunu da belirteyim “mana” ile “mefhum” da farklıdır. Mefhumun kendisi de manaya sahiptir. Bazıları lafzın mefhumunun onun manası olduğunu sanır. Hayır, mefhum mana değildir. Mefhumun kendisi de manaya sahiptir. Mananın kendisi de manaya sahiptir.

 

Mana çok geniş bir şeydir ve “mefhum”a sığmaz; hepsi lafza da sığmaz, mananın sadece bir kısmı lafza sığabilir. Mananın sadece bir kısmı mefhuma sığabilir. Mana âleminin tamamı öylesine sınırsızdır ki hiçbir kaba sığmaz. Her şeyin bir manası vardır; mananın da manası vardır.

 

Peki âlemin manası nedir? Âlemin manası, âlemin içinde midir? Bir başka rind şair de buna dikkat çekiyor ve sevgilisine güzel bir şiir söylüyor. Diyor ki:

 

Der céhani vu ez céhan pîşi

Hem çu me’ani ki der beyan başed

 

Dünyadasın ama dünyadan fazlasın

Tıpkı ifadedeki mana gibisin

 

Hz. Peygamber de dünyadaydı, öyle değil mi? O Mekke’deydi ve O’nun mübarek kabri de şu anda Medine-yi Münevvere’deki evinin olduğu yerdedir. Ancak Hz. Peygamber bu dünyada olmakla birlikte tüm âlemlerden, mülk ve melekût âlemlerinden daha büyüktü. Dünyadaydı ama dünyadan daha fazlaydı.

 

Biz lafzın bir manaya sahip olduğunu düşünüyoruz. Mesela bir insan Sa’dî’nin Gülistân’ını ya da başka bir şairin şiirini okuyor. Onlardaki lafızları okuyup ondan bazı anlamlar anlıyor. İnsanlar, mananın o lafızlarda uyuduğunu düşünüyor. Lafzı kazıyınca manasının ortaya çıkacağını düşünüyor. Manaya bu şekilde ulaşılabilir mi? Mana lafızda uyumuş mudur ki? Lafız, manaya sahiptir; ama mana lafızdan daha büyüktür.

 

Sadece her lafzın değil, her şeyin kendi ölçeğinde bir manası vardır. Fakat mananın hakikati ondan daha fazladır. Bu âlemde manasız hiçbir şey yoktur. Biri çıkıp “Neden olmasın ben manasız bir şey söyleyebilirim” diyebilir ancak manasızlık bile bir manaya sahiptir. Peki manası nedir? Manasızlıktır.

 

Laricanî: Üstad kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

Pekâlâ, üstad çok güzel bir açıklama oldu. “Dinle neyden bak hikâye ediyor, ayrılıklardan şikâyet ediyor” beytindeki “dinle” ifadesinin açıklaması çok güzeldi. Bu ayrıca “ney”in anlamı ile de oldukça bağdaşıyor. Mesnevî tefsirlerine baktığımda “ney”le ilgili olarak üç tür tasvirin olduğunu gördüm. Kimilerine göre “ney”den kasıt insan-ı kâmildir. Kimilerine göre ise insanın kendisidir; her insan bir neydir. Kimilerine göre ise “ney” ile murat edilen Mevlânâ’dır. Yani Mevlânâ, “dinle neyden” derken kendi halini açıklıyor. Bunun delili de sonraki beyittir. O beyitte “ta neyistan mera bobrideend” (kamışlıktan beni kestiklerinden beri) dediğine göre burada neyden kastettiği kendisidir. Sizin açıklamanıza göre de bu üç tarifin üçü de doğrudur.   

 

Ney, sizin tabirinizle her türlü kirden, ön yargılardan, ön kabullerden boşalmış olursa o ses o kadar fazladır ve güzeldir. Bence bu üç teoriyi de bir araya getiriyor. Açıklamanız çok güzeldi.

 

İbn Sînâ da “İnsan da tıpkı ney gibi iki başa sahiptir. Başlardan biri kendi yerindedir, diğer baş ise dünyadadır” diyor. Mevlânâ da 6. Defter’de diyor ki:

 

Do dehan darim güya hem çu ney

Yek dehan penhanest der lebha-yé vey

Yek dehan nale şodé suy-é şoma

Hayhuy-é der fekende der hevâ

Lîk daned her ké u ra menzer est

Ké fegan-é in seri hem zan ser est.

Demdeme-yé in nay, ez demha-yé ust

Hayhuy-é ruh ez heyha-yé ust

 

Ney gibi iki ağzımız var.

Bir ağız, onun dudaklarında gizli.

Öbür ağız, size doğru feryat eder,

Havaya bir hay huy düşürür.

Fakat basiret sahibi herkes bilir ki

Bu baştan çıkan feryat da o baştan çıkmaktadır.

Neyin bu feryadı, onun soluklarındandır.

Ruhun hay huyu, onun hay huylarındandır.

 

Üstad Dînânî: Evet, bir başı melekûtta ve mekmen-i gaybdadır. Diğer başı ise buradadır. Yani Mevlânâ, oturup sadece bir şiir yazmak için söz söylememiştir. Evet onun büyük bir şair olduğu doğrudur. Mevlânâ bizim en büyük şairlerimizden biridir. Mevlânâ’nın sözleri, onu okuyan herkesi saran bir etkiye sahiptir. Hatta başka dillere tercüme edilmiş hali bile -yani doğal olarak Farsça dilinin inceliklerini yansıtmıyor olmasına rağmen- herkesi etkisinde bırakmaktadır.

 

Mevlânâ’nın sözlerinin ilahi bir etkisi var. Yani neyin o başındandır, bu başından değil. Adeta gerçekten bir ney gibidir, içi boştur ve melekût âleminden gelmektedir. Yani o sırf kafiye yapmak için şiir yazan biri değildir. Hatta bir gazelinde diyor ki:

 

Mufteilun mufteilun mufteilun öldürdü bizi

Beyni çürüsün, beyni çürüsün beyni çürüsün bu şairlerin

 

Yani Mevlânâ, lafız ve kafiye derdinde değildir. Ama bununla birlikte sözleri manzumdur, çok latiftir. Bu kelam, latif bir yerden geldiği için latif bir kalıba giriyor. Her mana kendi kalıbını bulur, mana latif olduğu için kalıp da latif oluyor. Yani burada gidip manayı bulan şey kalıp değildir; mana kendine mütenasip olan kalıbı buluyor. Bu yüzden de Mevlânâ’nın sözleri lafız ve mana bakımından güzeldir.

   

Mevlânâ, sınırsız mana âlemine önem verir. Bu yüzden de Mesnevî’ye “Mesnevî-yi Manevi” denmiştir. Daha önce de söylediğim gibi bu ‘‘manevi’’ kelimesinin başka dillerde bir muadili yoktur. O yüzden bunu nasıl tercüme edebiliriz, ben bilmiyorum. Mesela İngilizce olarak buna “meaning” diyecek olursak, bu çok bayağı bir anlam olur.

 

Laricanî: “Spirituality” daha iyi.

 

Üstad Dînânî: Evet, doğru. “Spirituality” ona göre daha iyidir. Mevlânâ bir yerde “mana”nın manasını veriyor. Mevlânâ, Şems’in dilinden manaya anlam vermiştir:

 

Goft el-Me’ani huvallahu şeyh-i din

Bahr-é me’aniha-yé rabbul âlemin

 

Dinin şeyhi dedi ki mana Allah’tır

Âlemlerin Rabbi’nin mana denizidir.

 

Mana Allah’tır. Eğer açıkça söyleyecek olursak hiçbir muadili yoktur, mana Allah’tır. Nasıl ki Allah gayri mütenahidir; nasıl ki Allah sonsuzdur ve her şeyi ihata edendir; aynı şekilde mana da her şeyi kapsamakta, ihata etmektedir.

 

Laricanî: Kelime de Allah’tantır.

 

Üstad Dînânî: Evet, kelime de Allah’tandır. Kelime, o mananın zuhurudur; bu yönüyle Allah’tandır. Burada şunu arz etmem gerekiyor. Eğer yeni felsefeye bakacak olursak, yeni felsefenin en önemli alanlarından biri, dil tahlili felsefesidir (analitik dil felsefesi). Buna analitik felsefe diyorlar. Bunlar mana ile lafız arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışırlar ve bu ilişkiyi kurmak çok zordur. Yani acaba lafızdan mı manaya gitsinler, yoksa manadan mı lafza gelsinler? Eğer lafızdan manaya gitmek isterlerse lafız manaya nasıl gitsin!? Lafız sınırlıdır, mana sınırsız. Ayrıca mana nerededir ki gitsinler? Zira Batılılar daha çok pozitivistler. Dolayısıyla mana nerededir, manayı nerede görebiliriz? Lafızdan manaya gitmek onlar için zordur. Manadan lafza gitmek de zordur; çünkü mana nerededir bilmiyorlar ki oradan gitsinler. İşte bu yüzden kalakalmışlar. Şu an günümüzdeki analitik filozofların birçoğu dile bir düzen verebilmek için “mısdak”a [kelimenin dışardaki karşılığı] giderler. Diyorlar ki sözün ilk birimi cümledir. Cümle de mısdakta mana kazanır. Dil bir oyundur, dolayısıyla biz mısdaktan giderek bir mana anlarız.

 

Çünkü manayı anlayamıyorlar. Ancak ‘‘Mana olmaksızın nasıl mısdaka gideceğiz?’’ sorusunu kendilerine sormuyorlar. Acaba körü körüne mi mısdaka gideceğiz yoksa bilinçli bir şekilde mi gideceğiz? Eğer kişi, bilinçli şekilde gidecekse bunun için bir manaya sahip olması gerekir. Eğer bir manaya sahip değilse o zaman da nasıl bir mısdaka gidebilecek?

 

Manayı inkâr edip mısdak üzerinden manaya ulaşmak isteyen Batılı bir analitik üstadı, tahtaya bir şey çizip öğrencilerine “bakın” dedi. Öğrencilerinden biri “hocam nereye bakayım” diye cevap verdi. O üstad işte o zaman o öğrencinin nasıl müthiş bir söz söylediğini kavradı. “Nereye bakayım” demek “ben zihnimde bir manaya sahip olmadan bakışımı oraya yöneltemem” demektir. Sıfır kilometre ve bomboş bir zihinle nereye bakabileceksiniz? Bakışınızı bir yere yöneltebilmeniz için zihninizde bir anlama sahip olmanız gerekir. O ise ‘‘hayır, zihinde hiçbir mana yoktur, mısdak üzerinden manaya gitmemiz gerekir’’ diyordu. O yüzden “buraya bak” dedi; ancak öğrencinin “nereye bakayım” sözü onun farkına varmasını sağladı. Çünkü mana insanın zihninde var olan bir şeydir.

 

Bu, felsefi açıdan çok uzun bir tartışmadır ve şimdikiler de hâlâ bununla uğraşmaktadır. Mana nerededir ve mananın kabı nerededir?  Mana her yerdedir ama her kabın kapasitesi kendi ölçeğindedir. Bu masanın kendi anlamı var, şu çiçeğin kendi anlamı var, şu duvarın kendi anlamı var ama mananın kendisi nerededir? Sınırsızdır...  

 

İşte bu yüzden en iyi tarifi Mevlânâ yapmıştır: “Dinin şeyhi dedi ki mana Allah’tır.” Dinin şeyhi de Şems’ti.

 

Laricanî: Her lafız kendi başına mananın sureti değil midir?

 

Üstad Dînânî: Mananın suretidir; ama mananın kendisi değildir. Suret ile muhteva farklıdır. Lafız mananın suretidir, mana suret kazanıyor. Lafız surettir, ama mana o suretin arkasındadır. Dolayısıyla manaya ulaşmak kolay bir iş değildir.

 

Laricanî: Peki, suret eğer ses kazanırsa?

 

Üstad Dînânî: Ses de suretledir. Bu âlemde olan her şey surettir. Elbette suretin de manası vardır ama suret mana değildir. Her şeyin manası vardır; ses, kelime, lafız, mülk, melekût vs. Her şeyin manası vardır. Bunlar mana değildir ama manalıdır, tabii, kendi ölçeğinde. Mananın kendisi gayri mütenahidir ve o yüzden Mevlânâ “bana gelen şey, mana âleminden geliyor” diyor.

 

Eserinin adı “Mesnevî-yi Manevi”dir; yani o kelimeler, manadan geliyor. Şiir kalıbında, Mesnevî kalıbında geliyor. Mevlânâ’nın kalbinin penceresi mana âlemine açıktır ve o da “ney”dir. Yani kendisi, penceresi manaya açık olan bir neydir.     

  

Laricanî: Ben şunu soruyorum. Mevlânâ diyor ki:

 

Ney gibi iki ağzımız var.

Bir ağız, onun dudaklarında gizli.

 

Burada bahsedilen dudaklar Allah’a ait değil midir? O, üflemektedir. İşte ney olan bizim varlığımızdan çıkan ses, o mananın anlatımı değil midir?

 

Üstad Dînânî: Evet, ama sizin zihninize geldiğinde bir mefhum olarak gelmektedir. Lafız olarak geliyor. Lafızla mefhumu ayırmak çok zordur. Lafız olmadan mefhum olmaz. Mefhum lafızla iç içedir. Dolayısıyla lafız yoksa mefhum da yoktur. Ancak hem lafzın manası vardır hem de mefhumun manası vardır. Mana ne mefhumdur ne de lafızdır. Lafız ve mefhum, mananın suretidir. O gizli olan manadır. Mana âlemi gizlidir ama neyin iki ağzından, iki suretinden geliyor. Yani melekûttan, mülke geliyor.   

 

Laricanî: Belki de Hâfız’ın muradı da buydu:

 

Zi mülk ta melekût hécab berdaren

Her an ké khedmet-é cam-é cehannema békoned

 

Mülkten melekûta kadar hicabı kaldırırlar

Cam-é cehannemaya hizmet edenler

 

Buradaki “cam-ı cehannema” nedir üstad?

 

Üstad Dînânî: “Ney”dir, insandır. Sebebi de içinin boş olmasıdır. Nefsani ilgilerden içini boşaltmış olmasıdır. Ama insan eğer bu ilgilerden içini boşaltmamışsa “ney” haline sahip değildir.

 

Laricanî: Burada Aynülkudât’ın şu sözü aklımıza geliyor: İnsan Allah’ın bir mucizesidir.

 

Üstad Dînânî: Evet, insan Allah’ın mucizesidir. İnsanın içi eğer mal, makam, riyaset vs. gibi ilgilerle dolu olursa manaya intikal edemiyor. Kulağı sadece lafızları işitiyor. Böylesi bir durumda insan ne manaya intikal edebiliyor ne de manayı alabiliyor. İnsanın içi bu tür temennilerden boşaldığı zaman insan özgürleşir. Bakın, bu ne kadar güzel bir benzetmedir, bu şiir gerçekten bir “neynâme”dir.

 

Laricanî: Evet üstad, çok güzel bir açıklama oldu. Şimdi diğer beyte geçelim:

 

K’ez neyistan mera bobrideend

Der nefirem merd u zen nalideend.

 

Beni kamışlıktan kestiklerinden beri

Feryadımdan erkek, kadın (herkes) ağladı.

 

Üstad Dînânî: Mevlânâ ilk beyitte önce kendini ney olarak anlattı. Bu beyitte başka bir aşamaya geçiyor. İnsan-ı kâmil neydir ve ney de bu âleme ait değildir. Evet, “ney”i doğal olarak kamışlıktan keserler. Ama hangi kamışlıktan? Bu ney başka bir kamışlıktan kesilmiş ve mensup olduğu kamışlıktan ayrılmıştır.

 

Yani ben melekût âleminden gelen bir ‘‘ney’’im. Ben oradan kesildim, beni aslımdan ayrdılar, ben bu dünyaya ait değilim, ben o dünyaya aitim. Ben o dünyadan bu dünyaya geldim, hubût ettim (düştüm). Bu, öteki dünyadan bu dünyaya insanın hubût etmesidir.

 

Laricanî: Bazıları ise “neyistan”ı yani kamışlığı “ayan-ı sabite” olarak nitelemiştir. Pekâlâ, üstad programımızın süresi bitti. Bu beytin şerhini daha sonraki programa bırakalım.

 

Ey mehar-ı aşıkan der dest-i to

Der miyan-é in qatarem ruz u şeb

Mi keşem mestane baret bi haber

Hemçu uştur zir-i barem ruz-é şeb

Ta bogşai be qendet ruzeem

Ta qıyamet ruze darem ruz-é şeb

 

Ey aşıkların yularını elinde tutan sen

Ben bu kervanın içindeyim gündüz gece

Sarhoşça çekerim yükünü habersiz bir şekilde

Tıpkı yük altındaki deve gibi gündüz gece

Senin şekerinle orucumu açalı beri

Kıyamete kadar oruçluyum gündüz gece.

   

 

 

Çeviri: Hüseyin Mahir

 

 

 

Medya Şafak

 

                             

                                                               

   https://www.youtube.com/watch?v=7EWugMKwxrE