Ahmed el-Kâtib'e reddiye (37): Hz. İsa'nın ahir zamanda Hz. Mehdî'ye tâbi olmasının Şia'nın velayet anlayışını ispatı

Ahmed el-Kâtib'e reddiye (37): Hz. İsa'nın ahir zamanda Hz. Mehdî'ye tâbi olmasının Şia'nın velayet anlayışını ispatı
Önceki nebevî tecrübeler de bu garipsemeyi ortadan kaldırmak veya uzak görülen bir şeyi ispat etmek için Kur’ân-ı Kerim’de geçmektedir. İmam Mehdî’nin (a.f.) uzun ömrünün garipsenmesi ve Hz. Peygamber’in uyardığı azabın inişinin uzaması bu türdendir. İşte burada Kur’ân’daki Hz. Nûh (a.s.) kıssası devreye girmektedir. Yine İmam Ali’nin (a.s.) Hz. Peygamber’e göre menzilesi, imametin O’na ve nesline tahsisi bu kabildendir. Hz. Hârûn’un Hz. Mûsâ’ya (a.s.) nazaran konumunun Kur’ân’da geçmesi ve imametin Hârûn ve zürriyetine has kılınması...

 

Seyyid Sâmî el-Bedrî

 

Mehdî-i Mevûd’un İmam Hasan Askerî’nin oğlu olduğunu kabul etmenin zorunluluğu

 

Ahmed el-Kâtib şöyle soruyor: “İmam Mehdî’nin Allah’ın izniyle ileride dünyaya geleceğine iman etmenin ne gibi bir sakıncası olabilir ki? Çok uzun bir süre önce dünyaya geldiğine ve tabiî olmayan bir yolla hayatta kaldığına iman etmede bu kadar ısrar nedendir?”[1]

 

Cevabımız:

 

Mehdî-i Mevûd’un çok uzun bir zaman önce dünyaya geldiğine, On İkinci İmam ve Hz. Hüseyin’in zürriyetinden gelen dokuzuncu imam olduğuna iman etme olgusu, On İki İmam Şiası itikadının ve İmam Mehdî’nin atalarının imametinin sıhhati ile bağlantılıdır. Eğer atalarının imameti sahih değilse, O’nun imameti de sahih olmayacaktır. Ayrıca daha önce de bahsi geçtiği üzere O’nun dünyaya geldiğine ve babası tarafından imamet makamına atandığına dair kesin tarihsel delil mevcuttur.

 

İmam Mehdî’nin doğal olmayan bir şekilde çok uzun bir süre boyunca hayatta kaldığına iman etme olgusuna gelince; bunu zorunlu kılan da Şia’nın Ehl-i Beyt İmamlarından aktardığı, onların on ikincisinin uzun bir gaybet dönemi yaşayacağına işaret eden mütevatir hadislerdir. Öte yandan geçmiş ümmetler arasında da buna benzer hadiselerin gerçekleştiğini belirtmek gerekmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim bize Hz. İsa’nın gaybetinden, Hz. Nûh’un uzun ömründen bahsetmektedir.[2]

Yüce Allah’ın iradesi geçmiş ümmetlerde görülen şeylerin Muhammed (s.a.a.) ümmetinde de gerçekleşmesi yönünde tahakkuk etmiştir ve buna göre İmam-ı Zaman (a.s.) Hz. Nuh’unki gibi bir ömre ve Hz. İsa’nınkine benzer bir gaybete sahip olacaktır. Şia’nın Masum İmamlardan aktardığı mütevatir nakiller İmam Mehdî’nin mübarek doğumuna inanmamızı farz kıldığı gibi ahir zamanda gerçekleşeceği Ehl-i Sünnet ve Şia tarafından ittifakla kabul edilen başka bir önemli hadise daha mevcuttur. Ve bu olay Şia’nın Mehdî-i Mevûd nazariyesini tasdik etmekte ve Şia’nın ümit edilen bu hedeflerin gerçekleşmesindeki yeterliliğini ve Ehl-i Sünnet’in Mehdîlik görüşünün zayıflığını göstermektedir.

 

Bu azim hadise Hz. İsâ Mesih’in ahir zamandaki zuhurudur. Bu konuyu özetle şu şekilde arz edebiliriz:

 

Kur’ân’ın Hz. İsa (a.s.) tasavvuruna göre Allahu Teâlâ O’nu, vadedilen peygamberin müjdecisi olarak göndermiştir. O bu konuda şöyle buyurur:

 

وَإِذْ قَالَ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ إِنِّي رَسُولُ الله إِلَيْكُمْ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَىَّ مِنَ التَّوْرَاةِ وَمُبَشِّرًا بِرَسُول يَأْتِي مِنْ بَعْدِي اسْمُهُ أَحْمَدُ فَلَمَّا جَاءَهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ قَالُوا هَذَا سِحْرٌ مُبِينٌ

 

“Meryem oğlu Îsâ da şöyle demişti: ‘Ey İsrâîloğulları! Bilin ki benden önceki Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra gelecek Ahmed isimli elçiyi müjdelemek üzere size Allah tarafından gönderilmiş elçiyim.’ Ama o (Ahmed) kendilerine apaçık kanıtlarla gelince, ‘Bu (kanıtlar) besbelli bir büyü!’ ­dediler.” (Saff/6) Kur’ân ayrıca Hz. Peygamber’in müjdelenme olgusunun Hz. İsâ (a.s.) ile başlamadığını, bütün peygamberlerin bu müjdeyi verdiklerini teyit etmektedir.

 

 

Hz. İsa’nın ikinci defa yeryüzüne inişinin en açık hedeflerinden birinin Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.a.) nübüvvetine şahitlik ederek Hıristiyanları Müslümanlara yardıma çağırması olduğuna şüphe yoktur. İster Hz. İsâ’nın, Hz. Mehdî’nin zuhurundan önce gelip O’nun çıkışına zemin hazırlayacağını varsayalım ister zuhurundan sonra ortaya çıkıp münafık ve kâfirlere vadedilen genel ilahî azabın vukuundan önce Hıristiyan ve Yahudiler karşısında Mehdî’yi destekleyerek onlara hücceti tamamlayacağını söyleyelim durum fark etmez.

 

Hz. İsa, Mehdî-i Mevûd’un ilmî önderliğine ihtiyaç duyarak Muhammedî nübüvvete ve Mehdî’nin yükselteceği şiara tanıklık edecek ve Kur’ân-ı Kerim’e tâbi olacaktır.

 

Fakat Sünnî tasavvura göre Hz. Mehdî (a.s.) asla Hz. Mesih’e (a.s.) hatta Müslüman kavimlere önderlik edecek bir kudreti haiz değildir. Zira Mesîh nebidir, rasuldür ve masumdur. Ayrıca ilahî mucizelerle desteklenmiştir. Dolayısıyla onun gibi birisinin mucizelerle desteklenmeyen, ismetten ve katî ilimden yoksun bir insanın önderliğine tâbi olması düşünülemez. Öte yandan ilahî mucizelerle ve tam ilimle desteklenmeden İslâm ümmetini kuşatıp yönetmesi de mümkün değildir. Zira şu temel problemler ile karşı karşıya kalacaktır:

 

a) Onun Vadedilen Mehdî olduğunun ispatı problemi. Zira özel ilahî teyitten yoksun olacağından Müslümanlar onun Mehdîliğine dair tam bir inanca varamayacaklar.

 

b) Yaşadığı dönemin ulemasını ikna edemeyecek, cerh ve tadil sahasındaki âlimlerin görüşlerine boyun eğecek, hadislerin tahrici ve hadislerden hüküm çıkarma problemleriyle karşı karşıya gelecek. O en fazla avamın kendisine müracaatına cevaz verilen bir müctehid olacaktır. Hâlbuki bu durumda da diğer müctehidlerin onun fıkhına boyun eğmeleri caiz değildir. Onun hadisleri tahricine, cerh ve tadil noktalarındaki görüşlerine gelince bu konuda daha büyük bir sorun ile yüz yüze gelecek zira bu sahanın Buhârî, Ahmed b. Hanbel, Yahyâ b. Maîn gibi tarihî şahsiyetlerini aşmak zorunda kalacak.

 

c) Öte yandan istediği hareketi şekillendirmesi yolunda karşısına çıkacak pek çok siyasi düzen de olacaktır. İlahî desteğe ve mucizelere sahip peygamberler bile muhaliflerinin şiddetiyle karşı karşıya gelmişken nerede kaldı ki Mehdî bunlarla yüzleşmek zorunda kalmasın!

 

d) Hz. Mehdî’nin masum ve nassla tayin olduğuna ve İmam Hasan-ı Askerî’nin (a.s.) oğlu olduğuna inanmayan Şiîlerin problemleri. Buna göre bu insan sadece On İki İmam inancına sahip olan Şiîlerin Mehdî’si olabilir.

 

Sünnîliğin Mehdî tasavvurunun mucize, tam ilim ve ismet ile desteklendiğini varsayacak olalım. “Bu durumda ne tür bir sorun olabilir ki!” denirse biz “Bu varsayım Mehdî’nin Sünnî düşünceye göre nebi olmasını gerektirir. Çünkü biz bu durumda O’nun bilgisinin bütün yönleriyle kâmil olduğunu ve bir beşerden öğrenilmediğini varsaymış oluruz ki bu durum Hz. Muhammed’in peygamberlerin sonuncusu olduğunu belirten Kur’ân’ın açık ifadesine aykırıdır. Ayrıca bu varsayım Şia’nın Mehdî düşüncesine de aykırıdır. Zira Şia’ya göre Mehdî peygamber değil, pak ve masum bir âlimdir.

 

Biz ise şöyle diyoruz [Seyyid Sâmî Bedrî]: O, ceddinin mirasının varisidir. Söz konusu ilmî mirası O ilham yoluyla almıştır. Kendisi hakkında ise babasının nassı vardır ve O bu nassla tanınmaktadır. Evvelemirde de zaten Rasûlullah (s.a.a.) onların hepsini, özellikle de Ali’yi (a.s.) Gadîr-i Hum’da tanıtmıştır. Ayrıca bu durumu (yani ilme varis, mutahhar ve ilhama mazhar olmakla birlikte peygamber olmamayı) önceki ümmetlerde de görüyoruz. Kur’ân bize bundan söz ediyor.[3]

 

Öyleyse Mehdî (a.f.) ilim, masumiyet ve mucize ile desteklenmiş olmalı, ancak peygamber olmamalıdır. Böyle bir Mehdî Sünnî akideyle değil Şiî inancın Mehdî tasavvuru ile uyumludur. Şiî akidesinin Mehdîsi Mesîh olgusunu da kuşatmaktadır. Çünkü bu Mehdî’yi Hz. İsa (a.s.) müjdelemişti; zira Hz. İsa, Hz. Mehdî’nin dedesi Hz. Peygamber’i ve babası İmam Ali’yi (a.s.) de müjdelemiştir.[4] O (a.f.), Hz. Peygamber’in, imlası ve Hz. Ali’nin eliyle yazdırdığı nebevî mirasının masum vârisidir. O aynı zamanda Hz. İsa’nın yanında toplanmış bulunan İsrailî nübüvvet kültürünün de vârisidir. Ondan vasilerin sonuncusuna, ondan Hz. Peygamber’in atalarına ve ardından da Âl-i Ebû Tâlib’e intikal etmiştir. Sonra da sırasıyla Hz. Peygamber’e, İmam Ali’ye (a.s.) ve neslinde gelen İmamların eline geçmiştir.[5] Ayrıca onların bu ilmi tıpkı ataları gibi ilham yoluyla aldıklarını da eklemeliyiz. Bir diğer husus da şudur; Hz. Süleymân’ın vasisi Âsaf’ın (a.s.) peygamber olmayışına rağmen harikulade tekvinî hadiselerle teyit edilmesi gibi İmam Mehdî b. el-Hasan el-Askerî de aynı yardımlara mazhar olacaktır.[6]

 

Öte yandan Hz. İsa (a.s.) şeriat sahibi bir peygamber olmasına rağmen İmam Mehdî’nin ordusunun askeri, O’nun tâbisi ve yardımcılarından biri olabildiğine göre, Hz. Mehdî’nin, kendi ceddinin ümmetinin tüm gruplarına önderlik etmesi de haydi haydi mümkündür.

 

Şia’ya göre Mehdî (a.s.), aralarında âlim ve fakihlerin, düşünürlerin, siyasîlerin, askerlerin ve toplumun çeşitli tabakalarının bulunduğu hazır bir Şiî ordunun başında zuhur edecektir. Hatta zuhurundan önce Şiîlerce kendisine imana dayalı olarak tesis edilmiş bir devlet de olacaktır. Şiî ulema ve Şiî merciler Gaybet Dönemi boyunca İmam Mehdî b. el-Hasan el-Askerî’nin karşısında hazır kıta durarak O’nun sözüne uyacaklarını yüksek sesle ilan edegelmişlerdir. Nitekim onlar, İmam Mehdî’nin atalarına karşı da aynı konumda idiler.

 

Şiîler hicrî 255 yılında dünyaya gelen Muhammed b. el-Hasan el-Askerî’nin yolunu gözlemektedirler ve O zuhur eder etmez de mevlâlarının karşısında, efendisine itaat eden köleden daha muti davranacaklardır. Sünnî Müslümanlar için de durum aynı şekilde gerçekleşecektir. Onlar olağanüstü, mucizevi hadiselerle desteklenmesinin yanında Kur’ân ve Sünnet’i bilen, hiç kimseye karşısında söz bırakmayacak, hem hâlihazırda yaşayan hem de zaman içerisinde yok olmuş İslam mezheplerinin görüşlerine vâkıf, bunun da ötesinde sıhhati çağın bilimi ile ispatlanacak şekilde elinde Hz. Peygamber’in kendi imlasıyla Hz. Ali’ye yazdırdığı sahifesi bulunan bir Müslüman karşısında asla kuşku duyamazlar. Böyle bir insanın tüm ümmete önderlik kapasitesine sahip oluşunda şüphe yoktur.

 

Şöyle bir soru sorulabilir: Allahu Teâlâ İmamların sayısını neden açık bırakmadı da onları on iki kişiyle sınırlandırdı? Eğer sınırlamasaydı sonuncu imam Hz. İsa’nın (a.s.) zuhuruna kadar yaşamak zorunda kalmazdı.

 

Bunun cevabı şöyledir: Hz. Peygamber’den sonra Masum İmamların sayısının on iki ile sınırlı olması veya onların dünyanın sonuna kadar mevcut olmaları Allahu Teâlâ’nın takdiri ile ilgilidir [elbette pek çok hikmete binaen]. O, İmamların on iki kişi olmasına hükmetmiş, bu nedenle de peygamberlerine vadettikleri şeyleri gerçekleştirmesi için On İkinci İmamın ömrünü uzun kılmıştır.

 

 

Konunun özeti

 

Hz. İsa’nın İmam Mehdî’yi desteklemek veya O’nun zuhuruna zemin hazırlamak için ahir zamanda zuhur edeceği yönündeki İslamî tasavvur, Mehdî’nin (a.s.) imametinin (velâyetinin) rasul ve nebi olan Hz. İsa’nın nübüvvetini kapsamasını gerektirir ki bu da Hz. Mehdî masum ve ilahî teyide mazhar biri olmaksızın gerçekleşemez. Ancak böyle bir şeyi kabul edebilmek için bu imamete sahip kişinin ya nebi olduğunu varsaymalı ya da Şia’nın Mehdî tasavvurunu benimsemeliyiz. Allahu Teâlâ, imametinin Hz. İsa’nın mertebesini kuşatabilmesi, müminlerin imtihan edilerek arındırılması türünden umûrun tahakkuku için Hz. Mehdî’nin ömrünü uzatmıştır. Mehdî-i Mevûd’un peygamberliğini iddia etmenin bâtıllığında kuşku bulunmadığına göre geriye son peygamberlik inancına riayet eden ve bazı mucizevi hadiselerin gerçekleşmesini mümkün gören Şia’nın Mehdî tasavvurunu doğrulamaktan başka bir yol kalmamaktadır. Öte yandan Allahu Teâlâ, Hz. Nûh’un ve Hz. İsa’nın (as.) ömrünü uzun kıldığı gibi elbette başka bir insanın ömrünü de uzatmaya kadirdir.

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 



[1] Ahmed el-Kâtib bu soruyu “Mevkıü’l-İslam” adlı internet sitesinde dillendirmiştir.

[2] Kur’ân-ı Kerim’in geçmiş ümmetlerde yaşanan birtakım olayların benzerlerinin sonraki ümmetler arasında da gerçekleşeceğine dikkat çekmesi ilginçtir. Buna dair örnekler Saffât Suresinde geçmektedir. Şöyle ki Allahu Teâlâ dört peygamberin yaşadığı ilginç hadiseleri aktarmaktadır.

1- Hz. Nûh’un kavmine inen azap ve bu peygamberin çok uzun ömürlü oluşu

2- Hz. Ermiyâ’nın ricati.

3- Hz. İbrahim ve Hz. İsmail (a.s.) kıssası

4- Hz. Mûsâ ve Hz. Harun (a.s.) kıssaları.

Yüce Allah onların zikirlerinin Kur’ân-ı Kerim’de baki kılındığını da bildirmektedir: “وَجَعَلْنَا ذُرِّيَّتَهُ هُمُ الْبَاقِينَ (77) وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الْآَخِرِينَ (78) سَلَامٌ عَلَى نُوحٍ فِي الْعَالَمِينَ (79)”

“Ve yalnız onun soyunu kalıcı kıldık. Sonradan gelen nesiller arasında onun hakkında (iyi bir ün) bıraktık. Bütün âlemlerde ona selâm olsun!”( Saffât/77-79)

وَلَقَدْ مَنَنَّا عَلَى مُوسَى وَهَارُونَ (114) وَنَجَّيْنَاهُمَا وَقَوْمَهُمَا مِنَ الْكَرْبِ الْعَظِيمِ (115) وَنَصَرْنَاهُمْ فَكَانُوا هُمُ الْغَالِبِينَ (116) وَآَتَيْنَاهُمَا الْكِتَابَ الْمُسْتَبِينَ (117) وَهَدَيْنَاهُمَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ (118) وَتَرَكْنَا عَلَيْهِمَا فِي الْآَخِرِينَ (119) سَلَامٌ عَلَى مُوسَى وَهَارُونَ (120)”

“Mûsâ ve Hârûn’a da lütuflarda bulunmuştuk. Onları ve kavimlerini büyük bir sıkıntıdan kurtardık. Onlara yardım ettik ve bu sayede galip çıkanlar onlar oldu. O ikisine açık seçik anlaşılabilen Kitabı verdik. Onları doğru yola ilettik. Ve onların hakkında, ‘Mûsâ ve Hârûn’a selâm olsun!’ ifadesini sonradan gelen nesiller arasında devam ettirdik.” (Saffât/114-120)

وَفَدَيْنَاهُ بِذِبْحٍ عَظِيمٍ (107) وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الْآَخِرِينَ (108) سَلَامٌ عَلَى إِبْرَاهِيمَ (109)”

“Biz, (oğlunun canına) bedel olarak ona büyük bir kurbanlık verdik. Onun hakkında, ‘İbrâhim’e selâm olsun!’ ifadesini sonradan gelen nesiller arasında devam ettirdik.” (Saffât/107-109)

وَإِنَّ إِلْيَاسَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ (123) إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ أَلَا تَتَّقُونَ (124) أَتَدْعُونَ بَعْلًا وَتَذَرُونَ أَحْسَنَ الْخَالِقِينَ (125) اللَّهَ رَبَّكُمْ وَرَبَّ آَبَائِكُمُ الْأَوَّلِينَ (126) فَكَذَّبُوهُ فَإِنَّهُمْ لَمُحْضَرُونَ (127) إِلَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ (128) وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الْآَخِرِينَ (129) سَلَامٌ عَلَى إِلْ يَاسِينَ (130)”

“Kuşkusuz İlyâs da elçilerimizden biriydi. Kavmine, ‘(Şirk ve günahtan) sakınmayacak mısınız?’ dedi; ‘En güzel yaratanı, sizin de geçmişteki atalarınızın da rabbi olan Allah’ı bırakıp Baal’e mi tapıyorsunuz?’ Ama onu yalancılıkla suçladılar. Bu yüzden, Allah’ın samimi kulları dışında, onlar mutlaka cehenneme konulacaklar arasında olacaklar. Onun hakkında, ‘İlyâs’a selâm olsun!’ ifadesini sonradan gelen nesiller arasında devam ettirdik.” (37/es-Saffât/123-129)

“El-âhirîn (sonradan gelenler arasında)” lafzı Kur’ânî bir ıstılah olup bununla kendilerine hüccetin tamamlandığı ümmetler kastedilir. “Tereknâ”; geride bıraktık, baki bıraktık. Eğer kasıt genel bir şekilde anmak olsaydı diğer peygamberler de zikredilirdi. Öyleyse bunların burada zikredilmesinden murat özel bir şekilde anmaktır. Yani onların zikirlerinin bazılarınca inkâr edilip tuhaf karşılanacak benzer özellikleri olacak. Önceki nebevî tecrübeler de bu garipsemeyi ortadan kaldırmak veya uzak görülen bir şeyi ispat etmek için Kur’ân-ı Kerim’de geçmektedir. İmam Mehdî’nin (a.f.) uzun ömrünün garipsenmesi ve Hz. Peygamber’in uyardığı azabın inişinin uzaması bu türdendir. İşte burada Kur’ân’daki Hz. Nûh (a.s.) kıssası devreye girmektedir. Hz. Peygamber (s.a.a.) sonrası imametin Ehl-i Beyt’ten on iki kişi ile sınırlandırılması da bu türdendir. Hz. İbrâhîm ve Hz. İsmâîl kıssası, Kâbe’nin temellerinin yükseltilmesi, İbrâhîm’in oğlunu kurban etmekle sınanması, çocuğun babasına itaat etmekle imtihanı ve ardından mükâfat olarak Allah’ın Hz. Peygamber’i ve On İki İmamı Hz. İsmâîl’in sulbünden getirmesi de hep bu gerçeğe işarettir ve On İki İmam olgusunun sahihliğine dair en hayırlı kıssadır.

Yine İmam Ali’nin (a.s.) Hz. Peygamber’e göre menzilesi, imametin O’na ve nesline tahsisi bu kabildendir. Hz. Hârûn’un Hz. Mûsâ’ya (a.s.) nazaran konumunun Kur’ân’da geçmesi ve imametin Hârûn ve zürriyetine has kılınması... Ahir zamanda İmam Ali’nin (a.s.) ricatine inanmak da böyledir. Allah’ın Ermiyâ peygamberi öldürüp yüz yıl sonra diriltmesi kıssasının Kur’an’da geçmesi de İmam Ali’nin (a.s.) ahir zamandaki ricatini desteklemektedir. Biz “Kur’an-ı Kerim’de Ehl-i Beyt’in İmameti” adlı eserimizde bu konuyu etraflıca ele aldık. Bu eserin yayımlanmasını ümit etmekteyiz.  

 

[3] Tâlût’un kıssası buna tanıktır. O, Allahu Teâlâ’nın seçtiği ve önceki peygamberin vasiyeti ile Âl-i Hârûn’un ilmî mirasına varis olan âlim bir zattır. Ayrıca onun bu miras hakkındaki bilgisi de kitap okumayla değil de ilham yoluyla elde edilmiştir. Allahu Teâlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır:

أَلَمْ تَرَ إِلَى الْمَلَإِ مِنْ بَنِي إِسْرَائِيلَ مِنْ بَعْدِ مُوسَى إِذْ قَالُوا لِنَبِيٍّ لَهُمُ ابْعَثْ لَنَا مَلِكًا نُقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ قَالَ هَلْ عَسَيْتُمْ إِنْ كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ أَلَّا تُقَاتِلُوا قَالُوا وَمَا لَنَا أَلَّا نُقَاتِلَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَقَدْ أُخْرِجْنَا مِنْ دِيَارِنَا وَأَبْنَائِنَا فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ تَوَلَّوْا إِلَّا قَلِيلًا مِنْهُمْ وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمِينَ (246) وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ إِنَّ اللَّهَ قَدْ بَعَثَ لَكُمْ طَالُوتَ مَلِكًا قَالُوا أَنَّى يَكُونُ لَهُ الْمُلْكُ عَلَيْنَا وَنَحْنُ أَحَقُّ بِالْمُلْكِ مِنْهُ وَلَمْ يُؤْتَ سَعَةً مِنَ الْمَالِ قَالَ إِنَّ اللَّهَ اصْطَفَاهُ عَلَيْكُمْ وَزَادَهُ بَسْطَةً فِي الْعِلْمِ وَالْجِسْمِ وَاللَّهُ يُؤْتِي مُلْكَهُ مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ (247) وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ إِنَّ آَيَةَ مُلْكِهِ أَنْ يَأْتِيَكُمُ التَّابُوتُ فِيهِ سَكِينَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَبَقِيَّةٌ مِمَّا تَرَكَ آَلُ مُوسَى وَآَلُ هَارُونَ تَحْمِلُهُ الْمَلَائِكَةُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآَيَةً لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ

“Mûsâ’dan sonra İsrâiloğullar’nın ileri gelenlerini görmedin mi? Peygamberlerinden birine ‘Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım’ dediklerinde o: ‘Üzerinize savaş farz kılındığında savaşmayacağınızdan korkarım’ cevabını verdi. ‘Yurtlarımızdan ve çocuklarımızdan uzaklaştırıldığımız halde Allah yolunda savaşmayıp da ne yapacağız?’ dediler. Üzerlerine savaş farz kılınınca da, içlerinden azı müstesna, yüz çeviriverdiler. Allah zalimleri iyi bilmektedir. Peygamberleri onlara: ‘Allah size Tâlût’u hükümdar olarak gönderdi” dedi. “Biz hükümdarlığa ondan daha lâyık iken ve ona servet bakımından bir zenginlik de verilmemişken onun üzerimize hükümdarlığı nasıl olur?’ dediler. Peygamber: ‘Allah onu sizin için seçti, kendisini ilim ve bedence daha güçlü kıldı’ dedi. Allah mülkünü dilediğine verir ve Allah (zât ve sıfatlarında) sınırsızdır, her şeyi bilir. Peygamberleri onlara: ‘O’nun hükümdarlığının alâmeti, içinde Rabbinizden bir sekînet, Mûsâ ve Hârûn ailelerinin bıraktıklarından bir bakiye bulunan ve meleklerin taşıdığı sandığın size gelmesidir’ dedi. Gerçekten inanıyorsanız bilin ki, bunda sizin için büyük bir işaret vardır.” (Bakara/246-248)

[4] Bu konuyu biz “İmâmetü Ehli’l-Beyti fî Kütübi’l-Mukaddese” (Kutsal Kitaplarda Ehlibeyt’in İmameti) adlı eserimizde ele aldık. Bu eserin tamamlanıp yayımlanmasını ümit etmekteyiz.

[5] Bkz. es-Sîretü’n-Nebeviyye, s. 66

[6] Bu harikulade olay şu ayet-i kerimede geçmektedir:

قَالَ يَا أَيُّهَا الْمَلَأُ أَيُّكُمْ يَأْتِينِي بِعَرْشِهَا قَبْلَ أَنْ يَأْتُونِي مُسْلِمِينَ (38) قَالَ عِفْريتٌ مِنَ الْجِنِّ أَنَا آَتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَنْ تَقُومَ مِنْ مَقَامِكَ وَإِنِّي عَلَيْهِ لَقَوِيٌّ أَمِينٌ (39) قَالَ الَّذِي عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ أَنَا آَتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَنْ يَرْتَدَّ إِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَآَهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ قَالَ هَذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّي لِيَبْلُوَنِي أَأَشْكُرُ أَمْ أَكْفُرُ وَمَنْ شَكَرَ فَإِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِهِ وَمَنْ كَفَرَ فَإِنَّ رَبِّي غَنِيٌّ كَرِيمٌ

“(Danışmanlarına dönerek) “Beyler! Onlar boyun eğerek bana gelmeden önce hanginiz o kraliçenin tahtını bana getirebilirsiniz?” diye sordu. Cinlerden bir ifrit, ‘Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm yeter, ben güvenilir biriyim!’ dedi. Bu konuya dair) kitaptan bir bilgisi olan ise, ‘Ben onu sen göz açıp kapayıncaya kadar getiririm’ diye cevap verdi. Süleyman, tahtı yanı başına yerleşmiş olarak görünce şöyle dedi: ‘Bu, şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınayan rabbimin bir lütfudur. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, kerem sahibidir.’” (Neml/38-40)

Kurtubî Tefsiri’nde (c. 13, s. 204) “(Bu konuya dair) kitaptan bir bilgisi olan ise…” ayetinin tefsirinde şöyle denir:

“Müfessirlerin çoğunun kanaatine göre nezdinde Kitap bilgisi bulunan kişi, İsrailoğullarından Âsaf b. Berhiyâ’dır. Bu kişi sıddıklardan olup, Allah’ın, vesilesi ile tüm duaları kabul ettiği İsm-i Azam’ı biliyordu. Süheylî der ki: Nezdinde Kitabın bilgisi bulunan şahıs, Süleyman’ın teyzesinin oğlu Âsaf b. Berhiyâ idi. Bu kişi Allah’ın isimlerinden İsm-i Azam’ı biliyordu. Bir diğer görüşe göre bu şahıs bizzat Hz. Süleyman’dır. Ancak ifadelerin akışı buna uymamaktadır.”