ÖZEL: İbn Arabî ve Seyyid Haydar Âmulî’nin bakışından Hatm-i Velâyet konusunun karşılaştırmalı bir incelemesi

ÖZEL: İbn Arabî ve Seyyid Haydar Âmulî’nin bakışından Hatm-i Velâyet konusunun karşılaştırmalı bir incelemesi
Zira velâyetin hatminin temel ölçütü, Peygamberlerin Hâtemi’ne (s.a.a.) manevî yakınlıktır. Şahsına münhasır bu yakınlığı pek çok rivayet açıklamıştır. İbn Arabî'nin “İnsanların ona en yakını, âlemlerin İmamı ve tüm nebilerin sırrı olan Ali ibn Ebî Tâlib’dir” ifadesi de hem şekilsel hem manevî hem şuhûdî hem de gaybî bir yakınlığı ifade etmektedir. Onun o Hazret’e yakınlığının bir benzeri yoktur; dolayısıyla onun velâyeti de benzersizdir.

 

 

 

Dr. Seyyid Murtazâ Hüseynî Şâhrûdî[1]

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Özet

 

Hatm-i velâyet, pek çok büyük ârifin, muhtelif boyutlarını ele aldığı, irfanın önemli konularından biridir.

Seyyid Haydar Âmulî bu meseleyi dikkatli bir şekilde incelemekle kalmayıp, aynı zamanda meşhur ârif İbn Arabî’nin sözlerine geçerlilik kazandırmaya çalışan diğer kimselerin aksine, ona sarahatle muhalefet eden ve aklî, naklî ve keşfî delilleri dikkate alarak, onun “Hz. İsâ’nın mutlak velâyetin hatmi olduğu” fikrini reddedip, bunu Hz. Emîru’l-Mü’minîn Ali’ye (a.s.) ve mukayyed velâyetin hatmini de Hz. Mehdî’ye (a.f.) hasretmiş büyük âriflerdendir.

Anahtar Kelimeler: Velâyet-i Mutlaka, Velâyet-i Mukayyede, Hatm-i Velâyet.

 

Giriş

 

Bir itibarla, çok sayıda olduğu farz edilen tevhid ve velâyet veya tevhid ve muvahhid gerçekte tek bir hakikat olup, irfanın en önemli meselesi sayılmaktadır. Tevhidin tüm merhalelerine erişen gerçek muvahhide veli denir. Tıpkı her şeyin bir başlangıcının ve sonunun olduğu gibi, velâyetin de bir başlangıcı ve sonu mevcuttur. Velâyetin başlangıcı ve sonu, son velinin varlığında tahakkuk eder ve bu kimse Hâtem-i Evliyâ olarak adlandırılır.

“Şeyh-i Ekber” olarak meşhur olan İbn Arabî, en büyük Müslüman âriftir. Pek çok ârif, vefatından sonra onun görüşlerini kabul etmiş ve bunları şerh etmeye koyulmuştur. Onun görüşlerini eleştiren pek az kimse olmuştur. En büyük Şiî âriflerden biri olan Seyyid Haydar Âmulî de bazı meselelerde bu ciddi/önemli konuya parmak basmıştır. O, İbn Arabî’nin Hatm-i Velâyet konusundaki görüşünü dikkatli bir şekilde kritik etmiş ve bu yaklaşımıyla, kendisinden bir “en özgür ârif” portresi yaratmayı başarabilmiştir. Bu makalede mezkûr iki şahsiyetin görüşlerini açıklayacak ve Âmulî’nin İbn Arabî hakkındaki derin kritiğini masaya yatıracağız.

Velâyet, iktizâsı zuhur olan ilahî bir sıfat ve Hakk Teâlâ’nın zatî şuûnundan (fiillerinden/kutsal niteliklerinden) bir şa’ndır (fiildir/kutsal niteliktir). “O, velidir ve övülmeye lâyıktır (Hamîd’dir)”[2] âyet-i kerîmesi de “veli” sözcüğünün bir vasıf olduğuna işaret etmektedir. Bu sıfat, tüm şeylerle eşittir; yani O’nun her şey üzerinde velâyeti vardır ve O, her şeye yakındır. Bu açıdan Allah’tan başka şeylerin (mâsivâ) birbirinden bir farkı yoktur.[3] İmam Kâzım’ın (a.s.) buyurduğu gibi, “O, her şeye hâkimdir ve hiçbir şey O’na bir başka şeyden daha yakın değildir.”[4] Bir başka rivayette de şöyle zikredilmiştir: “O, her şeye hâkimdir ve hiçbir şey O’na bir başka şeyden daha yakın değildir. Uzak O’ndan uzaklaşmaz, yakın O’na yaklaşmaz.[5]

“Veli” ismi Allah isminin bâtınıdır. Çünkü velâyet, ulûhiyyetten (ilâhiyyet) daha gizlidir. Ulûhiyyet (ilâhiyyet) de Hakîkat-i Muhammediyye’nin bâtınıdır. Dolayısıyla velâyet, Hakîkat-i Muhammediyye’nin bâtınıdır. Hakîkat-i Muhammediyye, velâyetin zâhiridir. Ve ulûhiyyet bu ikisinin suretidir. Zâhir, bâtının; bâtın da zâhirin aynıdır. Bunların farklılığı akıldadır; ancak varlıkta bir tanedirler (tektirler).[6]

                                        Kadeh saflaştı/inceldi, içindeki şarap da…

                                        Birbirlerine benzediler ve nihayet bir oldular

Velâyet, vücudun saflığıdır/inceliğidir. Nasıl ki vücûdun, zuhuru itibariyle ve kemal – noksanlık, kuvvet – zayıflık bakımından muhtelif dereceleri var ise velâyetin de farklı dereceleri söz konusudur ve farklı mertebelere, dereceler halinde isnat edilir. O, “vücûdun, tüm mertebelerde şeylerle/eşyayla ayniyeti” hükmünce, her şeye yakındır ve her şey de ona yakındır. Çünkü Hakk Teâlâ, vücudun hakikati olup, her şeye en yakındır. Bu, velâyetin en yüce derecesidir.  

Vücûdun tenezzülü/inişi ve yokluk (adem) sınırına yaklaşmasıyla (birlikte) özelliklerini yitirmesi(nde) ve hükümlerinin gizlenmesinde olduğu gibi, velâyet de indikçe yoklukla (ademle) bir olur, hükümleri ortadan kalkar ve ismi silinir. Bu sebeple “taş, toprak, küfür ve fısk” gibi karanlıklara ve dalâletlere mevcut denemeyeceği gibi veli de denmez.

Vücûdun nuru ve özellikleri, ademin (yokluğun) karanlığına ve hükümlerine galip gelir ve onun hükümlerini ve etkilerini ortadan kaldırırsa, bu alt mertebeden çıkacak ve imanın nuruyla aydınlanacaktır. Böylece hükümleri ortaya çıkacak, vasıfları üstün gelecek ve velâyet ile muttasıf olacaktır. İmanın nuruyla ne kadar aydınlanırsa, velâyeti de, semavî ve arzî nefislerin mertebelerinin ötesine ve kuds âlemine ulaşacağı ölçüde artacak; hatta bunları aşacaktır. Ruh-i A‘zam –İsa’nın (a.s.) makamı– makamına ulaştığında Velâyet-i Âmme (genel velâyet) sona erecek ve Muhammedî özel velâyet (Velâyet-i Hâssa-i Muhammediyye) başlayacaktır.

Vücûd bu mertebenin de ötesine yükselip, imkân makamından çıkarsa lâhûtun kutsal haremine girecek; imkândan vücûba, fenâ fi’llâha ve bekâ bi’llaha dönüşecektir. Bu sırada velâyet, feth-i mübîn olan şirkten arınmış olacaktır (Bu velâyet, kendisine rahmet edilen ümmete mahsustur). Aynı zamanda velinin, İsimlerin tüm mertebelerine ulaşmak için Esmânın birer birer seyrini sağlayacaktır. Böylece özel ve genel tüm velilerin İmamı ve mercii olacak ve herkes ondan feyiz alacaktır. Bu velâyet kendi gücünün nihayetine eriştiğinde, Allah’ın bir sıfatı ve “el-Veliyyu’l-Hamîd”in mısdağı olacaktır.

Velâyet iki kısma ayrılır: 1) Âmme (genel), imkânî ve halkî (yaratılışsal) 2) Hâsse (özel), vucûbî ve hakkî.

 

Velâyet-i Âmme

Velâyet-i âmme, tüm mü’minleri kapsayan genel ve kapsamlı bir velâyettir. Nitekim “Allah iman edenlerin velisidir, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.”[7] âyetinde de bu hususa işaret edilmiştir.

Velâyet-i âmme, iki kısma ayrılır:

1 – Velâyet makamının başlangıcı olan sülûk erbâbının velâyetidir. Tahliye (boşaltma) merhalesinden başlar, çeşitli menzilleri ve mertebeleri kat ederek fenânın mertebelerinden olan kurb-i nevâfil (nafilelerle yaklaşma) mertebesiyle sona erer. Bu velâyetin sahibi sülûkun ilk mertebelerinde, kalbin letâfetine ve burhandan soyutlanmış vehbî ve yakînî imana ulaşır. Sülûkun devamında ve nihayetinde ruhun letâfetine, Hakku’l-Yakîn’e ve Kur’ânî bâtınların ikincisine ve üçüncüsüne erişir.

2 – Kalp erbâbının ve kurb-i nevâfil ve farâiz makamına ulaşanların velâyetidir. Bu kimseler Hakk’ta fani ve O’nunla bakidirler. Tüm veliler, nebiler ve elçiler bu makama sahiptirler. Bu bakımdan mezkûr makam velâyet-i âmme olarak isimlendirilmiştir. Bu makamın karşısında da Hakîkat-i Muhammediyye’ye ve onun Pak Evlâdına özgü olan velâyet-i hâssa yer alır.[8]

Bu velâyet birinci seferin tamamlanmasından sonra ve üçüncü seferin başlangıcında, Hakk’ta fani olmak ve O’nunla baki olmak suretiyle imkânî varlığı terk edip hakkanî varlığı kuşanarak elde edilir.[9] Bu makama sahip olan, vusûlün ilk mertebesi olan ihsân ve usûl makamına, sırr letâfetine veya Kâb-ı Kavseyn makamının nihayetine ulaşma sebebi olan ruh letafetine, Ev Ednâ makamının başlangıcına, feth-i mübîne ve Kur’ân’ın dördüncü, beşinci ve altıncı bâtınına nâil olur.

 

Velâyet-i Hâssa

Velâyet-i Hâssa, Velâyet-i Muhammediyye’dir ve onun pak vasilerinin velâyetidir. Bu makamın sahibi Hakk’ta fenâ ve Hakk’la bekâ makamına erişen kimsedir. Fenâdan sonra bekâ, iki fenânın fenâsı, mahvden sonra sahv, telvinden sonra temkin onun için bir hal değil, makam olduğundan, o, belli bir makamdan yoksundur. Çünkü her peygamberin melekûtta ve semâda özel bir makamı vardır. Yerde ve gökte, melekûtta ve ceberûtta belli bir makamı olmayan tek zat ise, Hakîkat-i Muhammediyye’dir. Onun özel makamı (eğer bunu “makam” olarak adlandırmak gerekirse) Ev Ednâ’dır. Diğer bir deyişle, Velâyet-i Hâssa, beşerî özelliklerini kendinden uzaklaştırıp ceberût makamının da ötesine geçenlerin ve lâhût âlemine girenlerin velâyetidir.

Bazılarına göre Hakk’ta fenâ ve O’nunla bekâ, imkânî vücudu terk edip, birinci seferin sonunda ve ikinci seferin başlangıcında hâsıl olan hakkânî vücudu kuşanmak demek olup, buna Kâb-ı Kavseyn makamı denmektedir ve mezkûr makam Hz. Hatmî Mertebet’e (Hz. Muhammed'e) ve O’nun varislerine ve vasilerine mahsustur. Diğer peygamberler ve vasiler bu makama erişirlerse, bu makam onlar için makam değil, hâl olur. Bunun kanıtı da Hz. Hatmî Mertebet’in Miraç gecesi onları feleklerde ve göklerde müşahede etmesidir. Felekler ve gökler, (ister onların nefsî varlıkları olsun ister aklî varlıkları, yine de hakkânî değil, imkânîdir) Velâyet-i Âmme’nin sahibidirler. Dolayısıyla Velâyet-i Hâssa, yani Kâb-ı Kavseyn onlar için hâsıl olursa bu durum makam olmayıp, hâldir.[10]

Velâyet-i Hâssa ve Hakîkat-i Muhammediyye’nin bâtını eğer bir isim veya hadle kayıtlanırsa/sınırlandırılırsa, Velâyet-i Mukayyede-i Hâssa olur. Eğer mutlaktan kayıtlar ve hadler murat edilirse[11] Velâyet-i Mutlaka-i Hâssa olarak adlandırılır. Itlak bakımından tüm genel ve cüz’î İsimler’e ve Sıfatlar’a sahiptir; mazhariyet bakımından ise tüm Sıfatlar’ın mazharı ve tüm tecellilerin zuhur kaynağıdır. Câmiiyyet ve külliyyet (kapsamlılık ve genellik) bakımından tüm şuûna ve mertebelere sahip olup, aynı zamanda tüm tecellilerin ve zuhurların başlangıcıdır. Esmâ-i Hüsnâ’nın ve yüce İlâhî Sıfatların tamamıyla muttasıftır. Bu bakış açısından, o mutlak hakikat, varlığın tüm mertebelerinde tecelli eden İsm-i A‘zam-i İlâhî’dir.

Bu velâyet, ıtlak vasfıyla nebîlerin ve velilerin velâyetinin tüm mertebelerinde tecelli etmiştir. Onun varlık âlemindeki kâmil zuhuru, Hz. Hatm-i Nübüvvet’in varlığında ve Hz. Hatm-i Velâyet’in tam mişkâtındadır/kandilindedir. Onun velâyetin hatmindeki zuhuru, tıpkı nübüvvetin hatmindeki zuhuru gibidir ve tüm cemâl ve celâl sıfatlarının onda toplanma sebebidir.

Bu velâyet; fenânın nihayetine ve tam ve mutlak bir mahve ulaşıp, imkânî hükümleri ortadan kaldırarak vücûbî hükümleri kuşanan, şirk-i hafî ve ahfâyı (gizli şirkten ve en gizli şirkten) varlığından silen, hatta hiçbir zaman bunlarla kirlenmeyen, tüm İsimleri ve Sıfatları sülûk eden, varlığın tüm mertebelerinin ve bunların da ötesinin ayrıntılı bilgisine ve tüm Esmânın cem‘ makamına erişen, Allah ismiyle ittihat halinde tahakkuk eden, İsimlerde ve vücûdun Ahadiyyetinde fenânın ve O’nunla bekânın kendisi için makam ve meleke haline geldiği ve mezkûr makamın da ötesine geçip Esmâî ve Sıfâtî Cem‘u’l-Cem‘e nâil olan kimsenindir. Zâtî isimlerin toplanmasından, Ahadiyyet-i Zâtiyyede tahakkuk eden gaybın anahtarlarından ve Vâhidiyyet’teki sabit genel isimlerden kemâlleri sonsuz bir kalp doğar.

Kâb-ı Kavseyn makamının nihayeti ve Ev Ednâ makamının bidayeti olan bu makamın başlangıcı; ulu’l-azm peygamberlerin seyr-i sülûkunun sonu ve Hâtem-i Enbiyâ ve Hâtem-i Evliyâ’nın özel seyr-i sülûklarının başlangıcıdır. Diğer bir deyişle; halkın seyri üç genel mertebede gerçekleşir. Hakikî tevhid yolunu kat edenler üç grupturlar: Birinci grup; bidayet ehli olan muhip (seven) sâliklerdir ve seyirlerinin hedefi de nihayete erişmektir. İkinci grup; nihayet ehli olan kalp erbâbı ve sâlik meczuplardır. Seyr-i sülûklarının başlangıcı son mertebelerin başlangıcıdır ve hedefleri Kâb-ı Kavseyn’dir. Üçüncü grup; Hakk’ın Zât’ında fani olan, yani Allah’ın sevgilileri olup O’nun sevgisinde gark olan herkestir. Bunlar, nihayetin de nihayetidirler. Sülûklarının başlangıcı Ev Ednâ makamı ve hedefleri de mahbuplarında yok olacakları şekilde tam bir fenâ veya Hakk ile vuslattır. Bidâyet ehlinin sülûkunun sonu, nihâyât ehlinin seyrinin başlangıcıdır. Nihâyât ehlinin sonu da Habîb’i seyrin başlangıcıdır.

Bu makamdaki kimse; mutlak fethin, ekmeliyyet ve temahhuz (mahz olma) mertebesinin, Ev Ednâ makamının, Kur’ân’ın yedinci bâtınının ve yedinci lâtîfenin sahibidir. Varlığın tüm taayyünleri üzerinde genel ve tam bir riyasete sahiptir. O’nun cemâl ve celâlinin, hasenât (hayır ve güzelliklerinin) ve fezâilinin (faziletlerinin) bir sınırı ve nihayeti yoktur.[12] Yazarın düşüncesine göre, zikredilen makamlar imkânî vücûdun mertebelerindendir. Hâtem-i Enbiyâ ve Hâtem-i Evliyâ, bir bakıma imkânî vücûddan fanîdirler. Dolayısıyla sözü edilen durumların hiçbiri onların makamı değildir; bilakis onların bir inceliği ve tecellileridir.

 

Hâtem-i Enbiyâ ve Hâtem-i Evliyâ Makamları

Zât’ın bâtını ve velâyetin genel makamı hasebiyle Hakîkat-i Muhammediyye, varlığın tüm mertebelerini kuşatmıştır. İlâhî İsimler ve a‘yân-i sâbite, O’nun, “Allah” ismi ile tahakkuk makamının ışığıdır. Kurb-i nevâfil’de Hakk Teâlâ’nın aynî boyutu, velinin kâmil mazharıdır. Bu sebeple onun; gözü, kulağı, dili, eli ve ayağı olur. Kurb-i Farâiz’de (farzlarla yaklaşmak), velinin zatî ve halkî boyutu, Hakk Teâlâ’nın Hakklık boyutunda fanî ve yok olmuştur. Bu iki kurb makamı arasındaki Cem‘ mertebesi, ilk olarak ikisinden biriyle kayıtlanmayacak, ikinci olarak da birbirinin peşi sıra gelmeyecek şekildedir. Marifet ehli, bu makamın Cem‘u’l-Cem ve Kâb-ı Kavseyn makamları olduğunu söylemişler ve “Sana biat edenler gerçekte Allah’a biat etmişlerdir”[13] âyet-i kerîmesinin bu makama işaret ettiğine inanmışlardır.[14] Bazı âriflere göre, Hz. Hatmî Mertebet’in makamı bu makamdır. Şeyh Şebüsterî’nin ifadesiyle, onun gönlünü fetheden Cem‘-i Cem‘dir. Ancak bir diğer gruba göre de bu makam ıtlakla mukayyet olduğundan, onun (Hz. Hatmî Mertebet) makamı bundan daha yücedir. Onun, velinin zikredilen üç hale/halin mutlak yakınlığının sahibi olduğu ve yakınlığın ve ihatanın nihayeti nedeniyle hiçbir şeyle kayıtlanmaksızın üç halden biriyle zahir olduğu mertebedir.

Hâtem-i Evliyâ’nın makamı, Hâtem-i Enbiyâ makamının bâtınıdır. Zira velâyet, nübüvvetin bâtınıdır. Nübüvvetin zahiri, gaybdan ve onun bâtınından haber vermek ve hükümlerin icrası yoluyla insanlar üzerinde tasarrufta bulunmaktır. Hâtem-i Evliyâ’nın gerçekte Hâtem-i Enbiyâ olması bu sebepledir.[15] Tüm enbiyâ ve evliyânın mazharlarında tecelli eden ve onların a‘yân-ı sâbitelerinin taayyünleriyle mukayyet olan şey Hakîkat-i Muhammediyye’dir.

Velâyetin hakikatinin, tıpkı Hakîkat-i Muhammediyye gibi, her birinin muhtelif ve çok sayıda hükme sahip olduğu ve velâyetin tüm derecelerini kuşattığı mertebeleri ve zuhurları vardır. Tüm veliler ve nebiler bu makamın dalları ve tâbileridir. İbn Arabî’nin ifadesiyle, nebi ve velinin ulaştığı her hüsn ve kemâl, bunu Hâtem-i Evliyâ’nın mişkâtından kesbetmiştir.[16] Nebiler ve veliler, makamları sebebiyle/hasebiyle, velâyetin hakikati olan Hâtem-i Evliyâ’dan nasiplerini almışlardır.

Velhasıl Hakîkat-i Muhammediyye, nübüvvette gizlenen, ancak onun kemâl ve cemâl sıfatlarında zâhir olan Velâyet-i Mutlaka-i İlâhî’dir. Eğer velâyet, nübüvvet perdesi altında gizlenmeseydi ve hakikati apaçık olsaydı, Muhammedî Hakikat yanıp tutuşmazdı.[17] Böylece onun (Muhammedî Hakikat’in) ortadan kalkmasıyla gökyüzü, yeryüzü ve bu ikisi arasındaki her şey yanar ve yok olur; varlık âleminde Vâhid-i Kahhâr’dan başka hiçbir şey kalmazdı. Tıpkı hadîs-i şerîfte de işaret edildiği üzere, “Sen olmasaydın felekleri/âlemleri yaratmazdım.”[18]

İlâhî velâyet, Hakikat-i Muhammediyye’de zuhur ettikten sonra, muhtelif yerlerde de farklı vasıflarla tezahür etmiş; her çağda ve zamanda bir şahıs suretinde zâhir olmuştur. Farklı fertlerde ortaya çıkan bu hakikat, farklı vasıfları olsa da tek bir hakikattir. Bu sebeple Muhammedî veliler arasındaki farklılıklar, muayyen vasıfların ortaya çıktığı şartlarda ve durumlardadır. Bu sebeple, “Evvelimiz Muhammed, sonuncumuz Muhammed, ortamız Muhammed ve hepimiz Muhammed’iz”[19] denmiştir.

Muhammed olmaktan kasıt, isimde bir ortaklık değildir. Zira böyle bir çıkarım, “Hepimiz Muhammed’iz” ifadesiyle uyuşmaz. Bilakis burada murad edilen, Hz. Hatmî Mertebet’te zâhir olan velâyetin hakikatidir ve bu, onların tamamında zâhir olmuştur. Eğer Muhammedî Velâyet’in Hâtemini (sonuncusunu) bazen Emîru’l-Mü’minîn Ali (a.s.), bazen ise Hz. Mehdî (a.f.) olarak kabul etmişlerse, bu durum gerçek bir farklılığa işaret etmez. Çünkü onlar, aralarındaki farklılığın, onların yalnızca şuûn ve zuhur biçimlerinde olduğu ve zamanın farklılığı hasebince bâliğ ilâhî hikmete müstenet olduğu tek bir nur ve tek bir hakikattirler. Bu bakışa göre, Muhammedî Velâyet’in Hâtemi, o Hazret’in vasileri olarak zuhur eden Hakîkat-i Muhammediye’dir. Onun vasileri arasında –onlarla ilgili olarak- bir farklılık söz konusu değildir. Farklılık onların zatı dışındaki şeylerdedir. Ve Hz. Mehdî (a.f.) mezkûr farklılık sebebiyle, bu velâyetin hatminde önceliklidir/mukaddemdir.[20]

Hz. Hatmî Mertebet’e ve O’nun vasilerine mahsus olan bu ilâhî ve vücûbî velâyet,  vücûb makamından imkân mertebelerine nazil olduğunda, onun ilk mertebesi ruh-i ilâhî mertebesidir. “Meryem oğlu İsa Mesih, Allah’ın Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve O’ndan bir ruhtur”[21] âyetinin hükmü gereğince, İsâ’nın (a.s.) makamıdır. O, vücûbun imkâna nüzul seyrindeki ilk ve en kâmil velidir. Bu sebeple onun velâyeti imkânî ve âmmdir (geneldir). Bu durumda Hz. Hatmî Mertebet’in ve onun nassla belirlenmiş vasilerinin velâyeti, vücûbî ve özel bir velâyettir ve (onların) her biri, kendi velâyetlerinin hatmidir.

İsâ’nın velâyeti, Muhammedî özel velâyet’in yani Hz. Mehdî’nin (a.f.) güzelliklerinden bir güzelliktir. Bu nedenle İsâ, imkân âleminin (hatta İblis ve Deccâl) tamamı gibi o Hazret’e tâbi olup, onun velâyeti ve hâkimiyeti altındadır. Çünkü başlangıçtan sona tüm imkân âlemi, o Hazret’in şuûnundan ve zuhurlarındadır. Nitekim, “Sizin zikirleriniz zikredenlerde, isimleriniz isimlerde ve kabirleriniz kabirlerdedir”[22] sözü buna işaret etmektedir. “Zikirleriniz, isimleriniz ve bedenleriniz” sözcüklerinin tümü çoğul olup, “elif” ve “lâm” harfleriyle (marife) belirli bir hale getirilmiştir, dolayısıyla istiğrak [bütünlük ve genellik] anlamını verir ve tüm imkân âlemini kapsar.[23]

 

“Hâtem-i Evliyâ” ile Kastedilen

Velâyetin hatmi ile kastedilen; onun varlık âleminden ya da en azından tabiat âleminden ilga edilmesi demek değildir. Zira böyle bir şey mümkün değildir. Yüce Allah’ın isimlerinden olan Veliyy ismi baki kaldıkça, velâyet ve onun tezahürleri de baki kalacaktır. Dolayısıyla mevcudât var oldukça velâyet, velâyet var oldukça da velî var olacaktır. Velîlerin hâtemiyle kastedilen; velâyetin sahası/kapsamı ve ıtlak makamı hasebince tüm velâyetleri ve nübüvvetleri ihata etmek ve Hakk Teâlâ’ya en yakın yaratılmış (halk) olmaktır. Yani Seyyid’in ifadesiyle; velâyetin hâtemi, makamına kendisinden sonra hiçbir velînin ulaşamadığı ve tüm velîlerin onun keremine ve varlığına medyun olduğu kimsedir.[24] Ve İbn Arabî’nin ifadesiyle mutlak velâyetin hâtemi, varlığın başlangıcından sonuna dek tüm velîlerden önde olan [onlara öncelikli olan] ve başlangıçtan sona tüm velîlerin, kendisine tâbi olduğu kimsedir.[25] Ve mukayyed velâyetin hâtemi; ilk olarak velâyetinin özel olduğu, ikinci olarak; onun zuhuruyla birlikte velâyetin sonlandığı ve hiçbir velînin, kesinlikle onun makamı ve mertebesiyle zuhur edemeyeceği kimsedir.[26]

Hakk veli ve mutlak hâkim, Hz. Hatmî Mertebet’tir. Çünkü o, tüm İsimleri toplayan ismin (Allah) mazharı ve hatta bu ismin kendisidir. Bu nedenle Hakk Teâlâ’ya herkesten daha yakındır. Zira mazhar, zâhirin, isim ise müsemmanın ayn’ıdır. Bu ikisinin farkı; Zâtî ve Sıfatsal zuhurun türü iledir. Aynı zamanda bu iki zuhur biçiminin farkı, noksanlık ve zayıflıkta değil; bilakis tecellinin, mütecellînin (tecelli edenin) mertebesinde olmasının imkânsızlığıdır. Dolayısıyla Hz. Hatmî Mertebet, İsm-i Câmi‘in aynı olan mutlak velidir.[27]

 

Âriflerin Velâyetin Hâtemi Hakkındaki Görüşleri

Marifet ehlinin kâmil şahsiyetlerine göre, mutlak velâyetin hâtemi, Emîru’l-Mü’minîn Ali (a.s.), mukayyed velâyetin hâtemi ise Hz. Mehdî’dir. Kendi tabirleri hakkında âriflerin büyük bir kısmının görüşlerine ters düşenler Şeyh-i Ekber ve onun Kayserî gibi bazı şârihleridir. İbn Arabî’nin bu bağlamdaki sözleri gereken tutarlılıktan yoksundur. Zira ona göre, mutlak velâyetin hâtemi Hz. İsâ (a.s.), mukayyed velâyetin hâtemi ise bizzat kendisidir.[28]

Şeyh’e göre, Peygamber’in (s.a.a.) ümmetinde mutlak velâyetin hâtemi, o ümmetin en üstün şahsıdır. Bu da Hz. İsâ’dan (a.s.) başkası değildir. Bu nedenle ki, velâyet bir yana, o, aynı zamanda nebî ve resul idi. Velâyetinin fazileti, nübüvvetinin ve risâletinin faziletini daha artırmıştır. Diğer velîler her ne kadar velâyetin faziletlerinden nasiplerini almış olsalar da, nübüvvetin ve risâletin faziletinden yoksundurlar. Dolayısıyla Hz. İsâ (a.s.), diğer Muhammedî velîlerden önde olup, onlardan daha faziletlidir ve (bu nedenle) mutlak Muhammedî velâyetin hâtemidir.[29] Velâyetin hâtemi, hâtemin şeriatına tâbi olmalı ve bunu kitaplar, haberler ve hadîsler yoluyla elde etmemelidir. O, bunları yalnızca vahiy yoluyla veya aracısız olarak Hz. Hâtem’in (s.a.a.) mübarek ruhundan kesp etmelidir. Hz. İsâ’nın (a.s.) durumu bu şekildedir. Zira o, Hz. Mehdî’nin (a.f.) zamanında yeryüzüne inecek ve Hz. Hâtemü’l-Enbiyâ’nın (s.a.a.) şeriatına göre hükmedecektir. Aynı zamanda kendi nübüvveti sebebiyle; şeriatı vahiyden ve/ya Hâtem-i Enbiyâ’ya (s.a.a.) yakınlığından ötürü O’nun ruhundan kesp edecektir.[30] Hakîm Tirmizî de İsâ’nın (a.s.) Hz. Hatmî Mertebet’in (s.a.a.) ümmetindeki üstünlüğü yönünde bir görüş bildirmiştir.[31]

Fusûsu’l-Hikem’in şârihi Kayserî, Fütûhât-ı Mekkiyye’nin (2/49) metnini dikkate alarak, velâyetin hatmini, genel velâyetin hatmi ve Muhammedî velâyetin hatmi olmak üzere taksim etmiş ve Hz. İsâ’yı (a.s.) mutlak genel velâyetin hâtemi olarak kabul etmiştir.[32]

İbn Arabî’nin bu sözü ve Kayserî’nin buna yaptığı şerh, bazılarına İbn Arabî’nin görüşünün, diğer âriflerin görüşü olduğunu düşündürtmüştür. Zira onun bu sözü, görünürde genel velâyetin hâteminin Hz. İsâ (a.s.) olduğunu göstermektedir. Nitekim başka bir yerde de şöyle söylemiştir:

İlâhî kaza (takdir) bu dünyanın ve bu dünyada var olan şeylerin bir başlangıcının ve sonunun olmasını iktiza etmiştir. Nasıl ki teşriin bir başlangıcı ve sonu varsa –ki onun sonu ve hâtemi, Hz. Hatmî Mertebet’in şeriatıdır– genel velâyetin de başlangıcı ve sonu vardır. Onun başlangıcı Hz. Âdem’e (a.s.) özgü olup, sonu da Hz. İsâ’ya (a.s.) mahsustur. Genel velâyetin başlangıcı nebiyy-i mutlak (Âdem) ile başlamış ve sonu da nebiyy-i mutlak İsâ (a.s.) tarafından sonlanmıştır. Dolayısıyla genel velâyetin hâtemi, Hz. İsâ’dır.[33]

Ona göre genel ve mutlak velâyet, aynı şeymiş gibi gözüküyor. Bu her ne kadar hakikatin tersine olup, İbn Arabî’ye pek nispet edilemese de [gerçek şu ki] o bazen Hz. İsâ’yı (a.s.) genel velâyetin hâtemi, bazen de Muhammedî özel velâyetin hâtemi olarak tanıtmıştır. Bu durum en azından şunu göstermektedir: O hem genel velâyetin hem de Muhammedî mutlak velâyetin hâtemidir.

Ona göre mutlak velâyetin hâtemi, Âdem’in (a.s.) zamanından en son velîye kadar [herkesten] önde olan ve başlangıçtan sona, bunların tamamının, kendisine tâbi olduğu kimsedir. Bu da Hz. İsâ’dan (a.s.) başkası değildir. Onun bu konudaki delilleri ise şunlardır: 1 – O, Hz. Hatmî Mertebet’in ümmetindeki en üstün kişidir. 2 –Hz. Hâtem’in şeriatına tâbidir ve onun şeriatıyla hükmetmektedir. 3 – Şeriatı kitaplardan ve haberlerden elde etmemiştir. Bilakis bunu ya vahiy yoluyla ya da o Hazret’in mübarek ruhundan kesp etmektedir. Onun en önemli ve hatta tek delili, Hz. İsâ’nın (a.s.) Hz. Hâtem’in ümmetindeki üstünlüğüdür. O, İsâ’nın velâyetinin hatminin, Nebilerin Hâtemi’nin şerifliğinin bir sebebi ya da alâmeti olduğuna vurguda bulunmaktadır. Zira büyük bir peygamber, onun ümmetinin velâyetinin sorumluluğunu almıştır.[34]

 

Şeyh’in Mutlak Velâyetin Hatmi Konusundaki Görüşünün Eleştirisi

Seyyid’in nezdinde bu bakış açısı, marifet ehlinin birçok büyüğünün görüşüne göre akla, nakle ve keşfe aykırıdır.[35] Şeyh’in deliline dikkat edildiğinde, bu durum Seyyid’in söylediklerinin doğruluğunu teyit etmektedir. Zira Şeyh’in delillerinden biri olan, “Hz. İsâ’nın (a.s) yeryüzüne inişinden sonra Hâtem’in şeriatıyla hükmedeceği” hususu bu konuya hiçbir şekilde delâlet etmemektedir. Çünkü Hz. İsâ (a.s.) yeryüzüne indikten sonra Hâtem’in şeriatına tâbi olmaz ve onunla hükmetmezse, artık o şeriat “hâtim” olamayacaktır. Bunun yanı sıra böyle bir hüküm, sadece ona özgü de değildir. Onun yeryüzüne indiği sırada Hz. Mehdî de (a.f.) Hâtem’in şeriatıyla hükmedecektir. Nitekim Emîru’l-Mü’minîn (a.s.) de böyleydi. Şeyh’in diğer bir delili olan, “şeriatın vahiy yoluyla Hz. Hatmî Mertebet’in (s.a.a.) ruhundan yardım alınarak kesp edileceği” hususu, Hz. İsâ’ya (a.s.) mahsus bir durum değildir. Bilakis, nassla belirlenmiş İmamların her biri böyledirler. Bu nedenle onları “muhtelefu’l-melâike” [meleklerin ziyaret ettiği, yanlarına gidip geldiği] kimseler olarak adlandırmışlardır.[36] [İbn Arabî’nin sunduğu delile göre] bu durumda Emîru’l-Mü’minîn’in (a.s.) mutlak velâyetin hâtemi olması niçin Hz. Hâtem’in büyüklük ve şeriflik nişanesi sayılmasın? Hatta şunu bile söylememiz gerekir: Emîru’l-Mü’minîn’in şerifliği, Hz. Hatmî Mertebet (s.a.a.) dışında kimseyle kıyaslanabilir değildir.

Aynı şekilde Hz. İsâ’nın (a.s.), Hz. Hâtem’in ümmetindeki en üstün fert olduğunun ispatlanması için, birtakım delillere ihtiyaç vardır: Oysa ne Şeyh’in sözlerinde ne de başka bir yerde böyle bir delil mevcuttur. Ancak Emîru’l-Mü’minîn’in (a.s) üstünlüğü, hem iki fırkanın (Şia ve Ehl-i Sünnet) güvenilir haberlerinde/rivayetlerinde hem de marifet ehlinin beyanlarında mebzul miktarda mevcuttur.[37]

Şeyh’in, Hz. İsâ’nın (a.s.) üstünlüğüne ve velâyetin hatmi olduğuna dair tek delili, onun nübüvvetinin faziletidir. Ona göre eğer nübüvvet, risâlet ve velâyet bir şahısta olursa (toplanırsa) onun velâyeti nübüvvetinden, nübüvveti de risâletinden daha üstündür. Ancak bunlar farklı şahıslarda olursa ya da evliyadan birinin velâyeti nebîlerden birinin nübüvvetiyle tartılırsa, durum böyle olmaz. Diğer bir deyişle, velâyet her ne kadar nübüvvetten ve nübüvvet de risâletten üstün olsa da velî nebiden, nebi de rasûlden üstün değildir.

Seyyid bu görüşü Nassu’n-Nusûs adlı kitabının giriş kısmında zikretmiştir. Öyle anlaşılıyor ki o bu görüşü teyit etmektedir. Ancak bu kitaptaki ve diğer eserlerdeki görüşleri, mezkûr bakış açısına yönelik derin ve dikkatli bir eleştirinin göstergesidir. Zira onun ifadesiyle velâyet, halkın bâtını ve hakikatidir.[38] İlim ve beyan yoluyla ilâhî maarifin hakikatlerine muttali olmak nübüvvet; keşif, müşahede, zevk ve vicdan yoluyla muttali olmak ise risâlettir. Ancak velâyet Zât, Esmâ ve Sıfatların bilgisine hüviyyet ve zât yoluyla ulaşmaktır.

Nübüvvet ve risâletin velâyetten iki önemli farkı bulunmaktadır. Birincisi; bu ikisinin marifetindeki derinliktir. Bu, velâyetin marifetinin/bilgisinin İsimlere, Zât’a ve Sıfatlara taalluk etmesi nedeniyledir. Ancak nübüvvetin ve risâletin marifeti/bilgisi İsimlerin, Sıfatların ve Zât’ın mazharlarına yöneliktir. Diğer farklılık ise bu marifetin elde ediliş biçimindedir/yöntemindedir. Nübüvvet ve risâletin bilgisi/marifeti, akıl, bilgi ve keşif yoluyladır. Velâyetin bilgisi/marifeti ise Zât yoluyla olup, akıl, keşif ve vicdanın ötesindedir.[39] Nübüvvet ve risâletin marifeti dolaylıdır; ancak velâyetin marifeti velînin zâtının, Hakk Teâlâ’nın Zât’ında ve kesretinin Hakk Teâlâ’nın vahdetinde dürülmesi yoluyla hâsıl olur.

Şeyh’in görüşüne yöneltilen ve onun sözleriyle uyum teşkil eden bir diğer eleştiri de nübüvvet ve risâletin Hakk Teâlâ’nın zâhir isimlerinin mazharlarından, velâyetin ise O’nun bâtın isimlerinin mazharlarından olmasıdır. Zâhir isimler, bâtın isimlerinin mazharları sayıldığından, velâyet zâhir isimlerin sırasında [zâhir isimlerle aynı düzlemde] ve netice itibariyle nübüvvet ve risâlete denk değildir. Bilakis bu ikisini kuşatmıştır. Bu nedenledir ki Hz. Hatmî Mertebet’in ümmetinin âlimleri, Benî İsrail’in peygamberlerinden üstündür.[40] Bu ümmetin âlimleri nübüvvet ve risâletten yoksun olmalarına rağmen sözü geçen durum, onların velâyetlerinin üstünlüğünden ya da Hz. Hatmî Mertebet’in velâyetinden nasiplenmiş olmalarından başkasına delil teşkil etmez. Ulu’l-azm peygamberlerden biri olan Hz. Musa’nın (a.s.) Hz. Hızır’dan (a.s.) ilim öğrenmeye memur kılınmasının nedenlerinden biri de budur. Hz. Musa (a.s.) bir nebi ve resuldür; ancak Hz. Hızır (a.s.) böyle değildir. İşte bu, Hz. Hızır’ın (a.s.) velâyetinin Hz. Musa’nın velâyetini ihatasıdır.

Şeyh’in sözlerine bir diğer eleştiri de şudur: Birçok ârifin açıkladığı gibi, risâlet ve nübüvvet zamansaldır. Neticede hem zamansal hem de mekânsal kapsamları sınırlı ve sonludur. Ancak velâyet zamansal olmayıp bilakis zamanı ve mekânı kuşatmıştır.[41] Bu açıdan nübüvvet ve risâlet, mukayyed velâyetin mazharlarındandır. Mukayyet velâyet de mutlak velâyetten bir ışıktır/yansımadır. Dolayısıyla ne mutlak velâyet başka bir şeyle kıyaslanabilirdir ne de ona mukayyet velâyetin ya da onun mazharlarından olan nübüvvet ve risâlet gibi bir kemâlin eklenmesi mümkündür. Bunlar onun kemâl ve faziletini de artırmaz. Zira zâhir hasebiyle mutlak velâyete eklenen şey, ona sonradan ârız olmamıştır ve gerçekte mutlak velâyetin mertebelerinden bir mertebedir. Diğer bir deyişle mutlak velâyet öyle bir kemâl, zenginlik ve inbisat (genişlik) içindedir ki ondan ne bir şey eksilir ne de ona bir şey eklenir. Eğer böyle olmasaydı, tevhid ile mukayese edilmezdi. Nitekim marifet ehlinin büyükleri de onu tevhidin zâhiri, tevhidi de onun bâtını bilmişlerdir. Velâyetin tevhide olan nispeti, nübüvvet ve risâletin tevhide olan nispetinde de söz konusudur. Nasıl ki tevhid velâyetin bâtını ise velâyet de nübüvvet ve risâletin bâtınıdır. Bu nedenle nebiler, ilimlerini Resûl-i Hâtem’in mişkâtından ve Veliyy-i Hâtem aracılığıyla kesp ederler.[42]

Zikredilenlerin yanı sıra Seyyid, Şeyh’in görüşünü üç yoldan eleştirmiş ve onun geçersizliğini/bâtıllığını ortaya çıkarmıştır. Ona göre Şeyh’in görüşü akla, nakle ve keşfe aykırıdır.

 

Şeyh’in Görüşünün Nakil Bağlamında İncelenmesi

1 – Şeyh’in görüşü her türlü naklî delilden yoksundur. Hiçbir nass bunu teyit etmediği gibi, bilakis çok sayıdaki âyet ve rivayet bunun aksine delâlet etmektedir. Hz. İsâ’nın (a.s.) Hz. Mehdî’nin (a.f.) zamanında yeryüzüne inip o Hazret’e tâbi olacağına delâlet eden Şeyh’in de naklettiği çok sayıda rivayet mevcuttur. Bu husus, marifet ehlinin büyüklerinin de ilgisini çekmiş ve hâlihâzırda çekmeye de devam etmektedir. Hz. İsâ’yı (a.s.) mutlak velâyetin hatmi olarak gören Şeyh de, Ehlullahın nazarında Hz. İsâ’nın, Hz. Mehdî’nin döneminde yeryüzüne inişinin hikmetini, Hz. İsâ’nın velâyetinin kemâlinin, Hz. Mehdî’nin (a.f.) yanında zuhur etmesine ve o Hazret’in bereket ve inayetlerinden nasiplenmesine bağlı olması olarak açıklamıştır. Dolayısıyla şunu sormak mümkündür: Hz. Mehdî Hz. İsâ’dan daha mı kâmildir yoksa ona denk midir veya ondan nâkıs mıdır? Eğer ona denk veya ondan nakıs ise, bu durumda Hz. İsâ’nın velâyetinin kemâl bulmasının sebebi olamaz. Şu halde Hakîm olan Allah, İbn Arabî’nin ve diğerlerinin deyimiyle nebilerin ve velilerin, tüm kutsal nurlarını (onun) kendisinden aldığı bir ışık[43] olan mutlak velâyetin hâtemine, kemâlde kendisinden daha alt seviyede olan bir kimseye itaat etmeyi emredecek ve bu itaat de onun kemâlini mi sağlayacaktır? Daha da önemlisi; Hz. İsâ’nın (a.s), kendi velâyetinin kemâline ulaşmak için Hz. Mehdî’ye (a.f.) muhtaç olması, ancak Hz. Mehdî’nin (a.f.) ona hiçbir şekilde ihtiyacının olmamasıdır.[44] Dolayısıyla Hz. Mehdî (a.f.), Hz. İsâ’dan (a.s.) daha kâmildir. Seyyid’in ifadesiyle Hz. Mehdî’nin, Hz. Emîru’l-Mü’minîn’in (a.s.) varlığının sonsuz deryasından bir damla olduğu yer işte burasıdır. Bu nedenle Hz. İsâ (a.s.) o Hazret ile kıyaslanamaz. Bu açıdan o, mutlak velâyetin hâtemi olmadığı gibi, aynı zamanda mukayyed velâyetin de hâtemi değildir.

2 – Emîru’l-Mü’minîn’in velâyetin hatmi olduğuna dair pek çok âyet ve rivayet mevcuttur ki Seyyid bunlara ayrıntılı bir şekilde değinmiştir.[45] Ancak bu makalede bunların tamamına yer verebilmemiz mümkün değildir.

 

İbn Arabî’nin Sözlerinden Hz. Ali’nin (a.s.) Mutlak Velâyetine Dair Kanıtlar

1 – Şeyh, mutlak nübüvvetin ve mutlak velâyetin tek bir hakikate –ki bu, Hakîkat-i Muhammediyye’dir– müteallik olduğuna inanmaktadır. Hakîkat-i Muhammediyye zâhir hasebiyle mutlak nübüvvet; bâtın itibariyle de mutlak velâyettir. O, şöyle söylemiştir: “Hâtemü’l-Enbiyâ’nın da buyurduğu gibi, ‘Âdem su ile balçık arasındayken ben nebi idim.’ Hâtemü’l-Evliyâ da şöyle buyurmuştur: ‘Âdem su ile balçık arasındayken ben veli idim.’ “ Bu, mutlak velâyetin hatminin bir göstergesidir. Marifet ehli içinde, bu rivayeti Hz. İsâ’nın sözü bilen tek kimse İbn Arabî’dir. Oysa kâmil âriflerin ittifakına (görüş birliğine) göre bu, Emîru’l-Mü’minîn’in sözüdür ve o bu nedenle velâyetin hâtemidir.

2 – İbn Arabî’nin ifadesine göre tüm nebiler ve veliler Allah Râsûlü’nün sancağı altında yer alırlar. Nitekim Allah Rasûlü de şöyle buyurmuştur: “Âdem ve ondan sonrakiler benim sancağım altındadırlar.[46] “Allah Rasûlü’nün sancağı, Ali ibn Ebî Tâlib’in elindeki livâ-i hamd”[47] olduğundan, o, mutlak velâyetin hâtemidir.[48]

3 – Şeyh, Hz. İsâ’yı (a.s.), mutlak velâyetin hâtemi kabul etmesine rağmen, Emîru’l-Mü’minîn’in Hz. Rasûl’e yakınlığının, velâyetin o Hazret’e münhasır oluşunun tereddüt edilemeyecek bir düzeyde olduğuna inanır. O, yaratılışın ve ilahî tecellilerin ne şekilde gerçekleştiğini açıklarken, “Gizli bir hazineydim” hadisine işaretle, varlık âleminin yaratılışının ilk mertebesini hebâ[49] ve onun, bunun üzerindeki tecellisini de heyûlâ-i küll olarak görmektedir. Heyûlâ-i küll, âlemdeki tüm varlıkların kuvve ve istidatlarının, kendisinde toplandığı/yer aldığı hakikattir. Her varlık kendi istidadı nispetinde varlığın feyzini ondan almaktadır. Hebâdaki en kuvvetli, en tam ve aynı zamanda en yakın kuvve ve istidat, Hz. Muhammed’in (s.a.a.) hakikati idi. Bu nedenle o, tüm âlemin serveridir ve varlığın taayyün ve kesret âlemindeki ilk zuhurudur. İnsanların o Hazret’e en yakını, tüm nebilerin sırrı olan Ali ibn Ebî Tâlib’dir (a.s.).[50] Seyyid’in ifadesiyle, İbn Arabî’nin bu sözü, mutlak velâyetin hatminin Hz. Ali ibn Ebî Tâlib’e münhasır olduğuna dair kesin bir burhandır. Zira velâyetin hatminin temel ölçütü, Peygamberlerin Hâtemi’ne (s.a.a.) manevî yakınlıktır. Şahsına münhasır bu yakınlığı pek çok rivayet açıklamıştır. “İnsanların ona en yakını, âlemlerin İmamı ve tüm nebilerin sırrı olan Ali ibn Ebî Tâlib’dir[51] ifadesi de hem şekilsel hem manevî hem şuhûdî hem de gaybî bir yakınlığı ifade etmektedir. Onun o Hazret’e yakınlığının bir benzeri yoktur; dolayısıyla onun velâyeti de benzersizdir.[52]

4 – O, Hâtemü’l-Enbiyâ dışındaki ulu’l-azm peygamberleri Esmâî tevhid ehli; o Hazret’i ve varislerini ise zatî tevhide mahsus bilmektedir.[53] Zatî tevhid, Esmâî tevhidi de kuşattığından zâtî tevhid ile muvahhid olan Esmâî tevhid ile muvahhid olanı da kuşatır. Dolayısıyla mutlak velâyetin hâtemi, Hz. İsâ’ya değil, o Hazret’in varislerine mahsustur.

5 – Şeyh’in ifadesine göre Kıyamet Günü, Allah katında Peygamberimizin halifelerinden bir halifenin en alt mertebesi/makamı, en büyük peygamberlerin makam ve mertebelerinden bile daha yukarıda olacaktır. Zira her peygamberin halifesi o peygamberin kendisiyle bir tenasüp halindedir. Peygamberimiz (s.a.a.) tüm peygamberlerden üstün olduğundan, onun halifelerinin makamı da bu şekilde olacaktır.[54] Dünyada da böyle olduğuna kuşku yoktur. Çünkü uhrevî mertebeler dünyevî istidatların ve amellerin semeresidir. Dolayısıyla Peygamber’in (s.a.a.) halifeleri dünya ve ahirette tüm peygamberlerden üstündürler. Bu söz, Emîru’l-Mü’minîn’in (a.s.) diğer peygamberlere ve halifelere üstünlüğüne bir delildir. Yoksa Şeyh, Emîru’l-Mü’minîn’i (a.s.) Allah’ın peygamberinin (s.a.a.) halifesi olarak görmüyor mu?

6 – İbn Arabî, tüm peygamberlerin ve rasûllerin, –hatta Peygamberimizin– kendi velâyetlerini velilerin hâteminden aldıklarını açıklamaktadır.[55] Bunun sonucu da şudur: Eğer Hâtem-i Evliyâ, Hz. İsâ (a.s.) ise, onun tüm nebilerden üstün olması gerekir. Oysa durum böyle değildir. Zira Hz. İbrahim (a.s.) bile ondan daha büyük ve üstündür. Bu durumda onun, tüm âlemlerden yüce olan Hâtemü’l-Enbiyâ’dan (s.a.a.) daha üstün olması nasıl düşünülebilir? Ancak eğer velilerin hâtemi, Emîru’l-Mü’minîn Hz. Ali (a.s.) olursa – her ne kadar aynı sonucu doğursa da – bununla ilgili bir problem söz konusu olmayacaktır. Bu, Ali’nin velâyetinin, Peygamber (s.a.a.) tarafından olması nedeniyledir. Zira o, o Hazret’in bâtınıdır ve bu açıdan Velîlerin Hâtemi’dir. Bunun kanıtı da Şeyh’in şu sözüdür: “Velilerin Hâtemi, Nebilerin Hâtemi’nin hasenelerinden (güzelliklerinden) bir hasene (güzellik), varislerinden bir varistir.[56] Çünkü o, Nebilerin Hâtemi’nin zuhurâtından (zuhurlarından) ve şu’ûnâtındandır (işlerindendir).” Tıpkı Emîru’l-Mü’minîn’in (a.s.) buyurduğu gibi, “Ben Muhammed’in kölelerinden bir köleyim.[57] Bir şeyin kölesi olan, onun zuhurlarından ve şuûnundan olur. Tıpkı Allah’ın mülkteki ve melekûttaki kullarının O’nun şuûnundan ve zuhurlarından olması gibi… Rubûbiyyet ve ubûdiyyet zâhir ve mazhar olmaksızın gerçekleşmez ve [gerçekleşmesi] mümkün olmaz.[58] İmam Sâdık (a.s.) da şöyle buyurmuştur: “Ubudiyyet, künhü rubûbiyyet olan bir cevherdir.[59] İsâ (a.s.) ise böyle değildir. Zira Allah Rasûlü’nün (s.a.a.) ne şekilsel ne de manevî varisidir. Dolayısıyla Emîru’l-Mü’minîn (a.s.) mutlak velâyetin hâtemidir.[60]

7 – Seyyid’in ifadesiyle, Emîru’l-Mü’minîn’in (a.s.) sonsuz deryasından bir katre olan “Hz. İsâ’nın (a.s.) yeryüzüne inişi ve Hz. Mehdî’ye (a.f.) iktidâsı ve itaati”, Hz. İsâ (a.s.) ile Emîru’l-Mü’minîn’i mukayese etmenin yanlışlığına ve ondan mutlak velâyetin hatminin nefyedildiğine/olumsuzlandığına bir delildir.

8 – Şeyh’in ifadesine göre Yüce Allah, ilk olarak mutlak nebinin ruhunu (Muhammed), daha sonra mutlak velînin ruhunu (Ali), bunların akabinde ise nebileri ve resulleri yaratmıştır.[61] Hz. İsâ (a.s.) nebilerden ve resullerden biri olduğundan, onun yaratılışı da diğer peygamberlerin sırasındadır. Şeyh’in sözünden Ali’nin (a.s.) hakikî manevî yakınlığının, ezelî ve o Hazret’e özgü olduğunu anlamak mümkündür. Bu bakımdan o, velâyetin hatmi olmaya daha layıktır.[62]

9 – İbn Arabî’nin ifadesiyle “Ali, âlemlerin imamıdır.”[63] İsâ (da) âlemlerden olduğundan, o, İsâ’nın da imamıdır. Aynı zamanda “imamın me’mûma önceliği/önde olması” hükmünce, Ali ondan önceliklidir/öndedir.

10 – Onun ifadesiyle, “Ali, tüm nebilerin sırrıdır.[64] Nebilerin sırrı, onların velâyetleri olduğundan ve İsâ da bu nebilerden biri olduğundan Ali (a.s.), İsâ (a.s.) da dâhil tüm nebilerin bâtınlarındadır. Onun mutlak velâyeti, tüm mukayyed velâyetlerde sârîdir (sirayet etmiştir). Mukayyed velâyetler, onun velâyetinin şuûnundan ve zuhûrâtındandır. Dolayısıyla her mukayyed kendi kemâlini mutlaktan aldığı gibi, İsâ (a.s.) ve diğer veliler de velâyetlerini ondan almışlardır. Molla Rûmî’ye ait şiirler de bu anlama yöneliktir.[65]

11 – Mazhar zâhire ne kadar yakın olursa o kadar tam olacaktır. Peygamber’e Emîru’l-Mü’minînden daha yakın kimse yoktur. Kur’ân’ın ifadesiyle, o, o Hazret’in “nefsi” olduğundan,[66] kişiye kendi nefsinden daha yakını yoktur.[67]

12 – O, Miraç gecesi, Hz. Hatmî Mertebet ile beraber olup, onun sırrına muttali idi.[68]

 

Büyük Âriflerin Sözlerinde Emîru’l-Mü’minîn Mutlak Velâyetin Hatmi

1 – Fusûsu’l-Hikem’in ilk şârihi Müeyyidüddin Cendî, mutlak velâyet ve onun hatmini Mü’minlerin Emîri’ne (a.s.) mahsus bilmiş ve onu velilerin Âdemi olarak zikretmiştir. Ona göre Âdem’in sureti Esmâî Kemâllerin Tamamının Ahadiyyetinin Zuhuru olduğundan, Cem‘î Vahdânî İmtinâî Keremin Bağışının Zuhuru onun aracılığıyla ve ondan meydana gelmiştir. Feyz mertebesinden sonra insanî cem‘î mertebedeki ilk ismî taayyün Şit’te tenzihî kemâller, Nûh’ta takdis, tenezzüh ve bilfiil taharet mertebeleri, İdris’te nebevî hakikatler, onun taayyününden ve tüm kemâllerin vahdânî zuhurundan sonra İbrahim’de ve onun çocuklarının imâmetinde nebevî hakikatler Bâtınî Cem‘ mertebesinin zuhuru yoluyla Süleyman’dan İsâ’ya kadar tecelli bulmuştur. Böylelikle bâtınî davetin kemâli onda zuhura erişmiştir. Bu emir Bâtın mertebesindeki Cem‘î mertebededir ve velâyet de velilerin Âdemi ile başlamıştır. Velilerin Âdemi, velâyette Muhammedî hatmiyetin nübüvvetinden miras alan ilk kişidir ve bir ikincisi yoktur. O da Ali ibn Ebî Tâlib’dir. Bu nedenle Cem‘î Kemâlî hakikatlerin Cem‘î Ahadiyyet suretinde Cem‘î Ahmedî İnsanî Kemâllerin mazharında –ki veliler Muhammediye-i İlâhiyye’nin varisleridirler– zuhur etmiş; böylelikle velâyet İsâ ibn Meryem ile sonlanmıştır.[69]

Fusûs’un şârihi, miras alınmış velâyetin zuhurunu, ikincisi olmayan bir kimsede bilmektedir. Ve o, velilerin Âdem’i Ali ibn Ebî Tâlib’dir (a.s.). Aynı zamanda bunun hatmini de İsâ’da bilmektedir. Bu açıdan onun bu sözünün açıklığa kavuşturulması gerekir. Seyyid, Cendî’nin sözündeki, “hatminin İsâ’ya mahsus kılındığı velâyet”i, genel velâyet ve gerçekte onu da (İsâ) genel nübüvvetin hâtemi (yani nebilerin mukayyed nübüvveti) bilmektedir. Şit bu velâyetin ilk mazharı, İsâ ise bu velâyetin hâtemidir. Bu, İbn Arabî’nin söylediği şey değil, büyük âriflerin pek çoğunun söylediği şeydir.[70] Cendî’nin, Ali ibn Ebî Tâlib’in (a.s.) velâyette bir ikincisinin olmadığı şeklindeki açıklaması, onun velâyetinin hatmine işarettir. Ayrıca, miras alınmış velâyet de –Hz. Hatmî Mertebet’in (s.a.a.) velâyetidir– bu durumun kanıtıdır.

2 – Mısırlı büyük şeyh İbn Fârız da Tâiyye kasidesinde şöyle terennüm etmiştir:

“Yetimin malına yaklaşmayın”[71] âyetinde

O mala saldırdığı vakit nâmahrem elinin men edilmesine bir işaret vardır

Benden başka kimse bir şeye nâil olamadı, fütüvvet sahibi ve mürüvvete mazhar olan müstesnadır

O fütüvvet sahibi kabzda ve bastta ayağını benden ayırmadı

Saîdüddîn Ferğânî, ilk beyti rüyet denizine ulaşmaktan men edilmeye bir işaret olarak kabul etmektedir. Bu, böyle bir rüyetin Cem‘-i Ahadiyyet makamının hükmünün galip gelmesiyle birlikte göz ile basiretin ve gönül gözüyle baş gözünün birliğine bağlı olması nedeniyledir. Bu durum Hz. Hatmî Mertebet’e (s.a.a.) özgüdür.

O, ikinci beytin şerhinde şunları yazmıştır:

Hicâbiyetin kabzı ve sülûkun mücâhedesi halinde benim şeriatımın sınırlarını geçmeyen ve keşf ve şuhûdun bast halinde de şeriata muhalif olan her şeyi reddedip bunlara bir ilgi göstermeyen kimse, o yiğit, zevkten başka bir sonuç bulabilir mi? Hakikî temkinî makama sahip bu yiğitten, telvin[72] sırasında hiçbir yere gitmemesini/sapmamasını ve şeriata muhalif bir söz [şath] söylememesini istemektedir. “Fetâ” (yiğit) sözcüğü, burada Ali’nin kastedildiğine delâlet etmektedir.[73]

İbn Fârız’a göre basiretle birleşik olan basarî rüyet makamı Habîbullah’a (s.a.a.) özgüdür. O, Ahmedî cemâl ve celâlde yegânedir/biriciktir ve nebilerden ve velilerden hiç kimse onun makamına ulaşamaz. Kabz ve bastta nebileri ve velileri kuşatan “Allah’ın sevdiği kimse” müstesnadır. O, “fetâ”dan başkası değildir ve Ferğânî, o yiğitin/fetânın Ali olduğunu açıklamaktadır. Rüyet makamında, kabzda, bastta, cemâl ve celâlin zuhurunda Hz. Hatmî Mertebet (s.a.a.) gibi olan bu şahsiyetin, velilerin velâyetinin hatmi olmada bir önceliği olduğu gibi, aynı zamanda ondan başkasının bu makama layık olmadığı da açıktır. Bu makam ona özgüdür. O Hazret’e Hz. Hatmî Mertebet’e (s.a.a.) mahsus makamlardan olan rüyet makamının tahsis edilmesinin nedeni, onun müteferrid [şahsına münhasır, şahsıyla tek] ve özel zatî tecelli makamına mahsus olmasıdır. Temkîn ve istikamet makamında da Hz. Hatmî Mertebet ile bir olmuştur. Evliyâdan ve kâmil âriflerden hiç kimse onun makamına ulaşamamıştır.

Seyyid’in deyimiyle Cüneyd Bağdâdî, Şiblî, Maruf-ı Kerhî ve Bâyezîd Bistâmî gibi büyük ârifler ve diğerleri de mutlak velâyetin hatminin İmam Ali ile olduğunu açıklamışlardır.[74]

 

Emîru’l-Mü’minîn’in (a.s.) Velâyetin Hatmi Oluşunun Akıl Yoluyla İspatı

1 – Mutlak velâyetin hâtemi tıpkı mutlak nübüvvetin hâtemi gibi, Allah’ı herkesten daha iyi bilen ve İbn Arabî’nin tabiriyle, halk içinde İlâhî İrade gereği âlemin kutbu ve halifetullah olan, maddî âleme nüzûlde kendisinden daha aşağıda olan yaratılmışların tamamını ve onların mertebelerini Kıyamet Günü’ne kadar müşahede eden bir insan-ı kâmil olmalıdır.[75] Emîru’l-Mü’minîn’den (a.s.) başka hiç kimsenin bu şekilde bir ilmî ve şuhûdî ihatasının olamayacağına kuşku yoktur. Ve onun İsâ (a.s.) olmadığı da kesindir. Zira daha önce de belirtildiği gibi onun, Ali’nin (a.s.) çocuklarından bir çocuğa ve halifelerinden bir halifeye ihtiyacı vardır. Bu bakımdan Ali’ye (a.s.) eşit veya ondan üstün değildir.[76] Bu da bir yana, Ali, Kur’ân ilimlerine ve Peygamber’in (s.a.a.) sırlarına vâkıf idi; oysa İsâ (a.s.), sadece İncil’i bilmekteydi. Kur’ân, İncil’den daha büyük ve daha kapsamlı; Hz. Hatmî Mertebet’in (s.a.a.) sırları da Hz. İsâ’nın (a.s.) sırlarından daha büyük ve daha derindir. Dolayısıyla Ali’nin (a.s.) bilgisi/vukûfiyeti Hz. İsâ’nın bilgisinden daha kâmil, daha kapsamlı ve daha derindir. Bizzat kendisinin de buyurduğu gibi; “Eğer bana hüküm verme kapısı [imkânı] açık [geniş] tutulursa, Tevrat’ın takipçilerine Tevrat ile, İncil’in takipçilerine İncil ile, Zebûr’un takipçilerine Zebûr ile ve Furkân’ın/Kur’ân’ın takipçilerine de Furkân/Kur’ân ile hüküm vereceğim.[77]

Diğer bir deyişle, velâyetin hâtemi, mümkün olan her şeyi bilen ve eşyânın hakikatini olduğu gibi müşahede eden kimsedir. Ali’nin (a.s.) de bu özelliği taşıdığına şüphe yoktur. Nitekim o şöyle buyurmuştur: “Perdeler ortadan kaldırılsa da benim yakînim artmaz.[78] Ayrıca, “Beni Arş’ın ötesine sorun. Kesin olarak ben, gökyüzünün yollarına yeryüzünün yollarından daha aşinâyım[79] buyurmuştur. Yine, “Allah’a and olsun ki, size geçmişteki, şimdideki ve gelecekteki tüm gizliliklerinizi söyleyebilirim. Fakat küfre yönelmenizden korkuyorum.[80] Bunlar o Hazret’in, Hz. Hatmî Mertebet’in sırrının sahibi, ilminin hâmili, hakikatlerinin ve inceliklerinin varisi, gizliyi ve açığı bilen bir kimse olduğunu göstermektedir. Tıpkı kendisinin de buyurduğu gibi; “Allah’a and olsun ki gecede veya gündüzde, karada ya da denizde, çölde ya da bayındırlıkta nazil olup da nüzul zamanını, konusunu ve kimler hakkında nazil olduğunu bilmediğim ve hakikati sorulduğunda özüne ulaşmamış olduğum [özünü bildiremeyeceğim] hiçbir âyet yoktur.[81] Ayrıca, “Allah Rasûlü’nden (s.a.a.), her birinden biner kapının açıldığı bin bâb ilim öğrendim[82] buyurmuştur. Allah Rasûlü ise şöyle buyurmaktadır: “Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır. Kim bu şehre gelmek istiyorsa, ona kapısından girsin.”[83]

2 – Emîru’l-Mü’minîn (a.s.) Kitap ve Sünnet’in hükmüne göre Hz. Hatmî Mertebet’in (s.a.a.) nefsidir. Kur’ân bu durumu “Enfüsenâ: nefislerimiz”[84] ifadesiyle bildirmektedir. Hz. Hatmî Mertebet (s.a.a.), Ali’ye (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Senin nefsin benim nefsim, senin kanın benim kanım, senin etin/bedenin benim etim/bedenimdir.[85] O Hazret tüm nebilerden üstün ve yüce olduğundan, ona denk olan Ali de tüm nebilerden üstün ve yücedir.”[86]

3 – Mutlak velâyetin hatminin Hz. İsâ’ya mahsus kılınması, onun Peygamberlerin Hâtemi’ne (s.a.a.) manevî ya da şekilsel nispeti nedeniyledir. Hatm-i velâyette müessir olan bu iki boyuttan her birine Ali (a.s.) daha layıktır. Zira Ali’nin (a.s.) o Hazret’e olan manevî nispeti herkese âşikâr olup, bunu rivayetler de açıklamaktadır. Aynı zamanda hiç kimsenin, bu nispette ona denk olamayacağı açıktır.[87] Nitekim Şeyh de bunu açıklamıştır. Onu Peygamberlerin Hâtemi’ne (s.a.a.) en yakın kimse bilmiş ve tüm nebilerin sırrı olarak tanıtmıştır.[88] Ali’nin (a.s.) o Hazret’e şekilsel yakınlığı da bu şekilde olup, kimseye gizli değildir.

4 – Mutlak velâyetin hatminin İsâ’ya (a.s.) mahsus kılınmasının bir delili olmadığı gibi, bilakis bunun aksini gösteren deliller mevcuttur. Zira marifet ehlinin ve İbn Arabî’nin de söylediği gibi velâyetin hâtemi, Peygamberlerin Hâtemi’nin (s.a.a.) hasenâtından bir hasenedir ve İsâ’nın da (s.a.a.) böyle olmadığına kuşku yoktur. Zira âriflerin ifadesiyle hasene, derece ya da mazhar anlamındadır. İsâ (a.s.), kendisiyle Allah Rasûlü’nün (s.a.a.) hakikatinin aynı olduğu ve farklılıklarının ise yalnızca zahirlerde ve bâtınlarda söz konusu olduğu takdirde onunla bir olabilir. Oysa böyle bir şey ispatlanabilir değildir. Ancak aynı şey, Ali (a.s.) için akıl, nakil ve keşif yoluyla ispatlanabilirdir.[89]

5 – Her bir peygamberin makamı, onun kitabıyla orantılıdır. Hatta her bir peygamberin makamı, kendi kitabının makamında dürülüdür. Bu açıdan Hz. İsâ’nın (a.s.) makamı, İncil’in makamı; Hz. Hatmî Mertebet’in makamı da Kur’ân’ın makamı kadardır. İncil ve onun sahibi nerede, Kur’ân ve onun sahibi nerede? Kur’ân’ın hakikatine ulaşan kimse, eşsiz olduğundan ve Kur’ân’dan sonra hiçbir şey onun gibi olmadığından, bu kimse velâyetin hatmine diğer herkesten daha layıktır. Hatta böyle bir makam ondan başkasına yaraşmaz. Ali’nin, Kur’ân’ın hakikatine ulaştığından şüphe edilemez. Keza o şöyle buyurmuştur: “Allah’a and olsun ki eğer ‘Bismillah’ın [yalnızca] b’sini anlatacak olsam, onun ağırlığını yetmiş deve taşıyamaz.[90] Kur’ân’ın tek bir harfi hakkında bu denli bilgisi olan bir kimse sûreler ve Kur’ân’ın tamamı hakkında kim bilir neler bilir? Kur’ân’ı böylesine kuşatan bir kimse tüm ilimlerin ilkini/başlangıcını ve sonuncusunu/sonunu da kuşatabilir. Zira Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: “İlimlerin ilkini ve sonunu bilmek/öğrenmek isteyen herkes Kur’ân’a yönelsin.[91]

 

İlmin ve Âriflerin Hırkasının Emîru’l-Mü’minîne İsnat Edilmesi

Fesâhat, belâgat, tefsir, hadîs, fıkıh, kelâm, hikmet [felsefe] gibi genel ve kesbî/kazanımsal ilimlerin o Hazret’e isnadı, diğerlerinin de ifade ettiği bir gerçekliktir.[92] Dolayısıyla bu makalede bunlara yer verilmeyecek; yalnızca tasavvuf ilimlerinin, yiğitliğin ve riyazet ehlinin hırkalarının [tasavvuf silsilelerinin] o Hazret’ten iktisabına özetle değinilecektir. Büyük ârifler kendi şekilsel ve manevî hırkaları için üç meşhur ve bir meşhur olmayan senet sunmuşlardır ki, bunların tamamı Emîru’l-Mü’minîn’e (a.s.) ulaşmaktadır. Bu dört senet, şunlardan ibarettir:

1 – Şeyh-i A‘zam Sadeddîn Hammûye’nin hırkasıyla ilgili senet: O, hırkasını Ebû Ali Fârmedî’den, o da Ebu’l-Kâsım Kerkânî’den, o da Osman Mağribî’den, o Ebû Amr Züccâcî’den, Züccâcî, Seyyidü’t-Tâife Cüneyd Bağdâdî’den, Bağdâdî, Sırrî Sekatî’den ve o da Maruf-ı Kerhî’den almıştır. Maruf-ı Kerhî’nin hırkasının iki senedi vardır: 1) O, Ali ibn Musâ er-Rızâ’dan; Ali, Musâ el-Kâzım’dan, o da Cafer-i Sâdık’tan, Câfer-i Sâdık da Muhammed el-Bâkır’dan, o da Zeynelâbidin’den, Zeynelâbidîn de Hüseyn ibn Ali’den, o da Emîru’l-Mü’minîn’den, o ise Hâtemü’l-Enbiyâ’dan almıştır. 2) O, Davud et-Tâî’den, et-Tâî, Habîb Acemî’den, o da Hasan Basrî’den, Hasan Basrî Emîru’l-Mü’minîn’den ve o da Hâtemü’l-Enbiyâ’dan almıştır.[93]

2 - Şeyh-i A‘zam Şihâbüddîn Sühreverdî’nin hırkasıyla ilgili senet: O, hırkasını Ziyâeddîn Abdülkâhir Sühreverdî’den, o da Vahîdüddîn Ammûye’den, Ammûye, Ferec Zerkânî’den, Zerkânî de Ebu’l-Abbâs Nihâvendî’den, o da Muhammed ibn Hafîf’ten,Hafîf de Cüneyd’den, o da Sırrî Sekatî’den, Sekatî, Maruf-ı Kerhî’den, Maruf-ı Kerhî de Ali ibn Musâ er-Rızâ’dan ve o da babasından… almıştır.[94]

3 – Ebû Bekr Simnânî’nin hırkasıyla ilgili senet: O, hırkasını ve zikrini Şemsüddîn Muhammed ibn Ali İsfehânî’den, o da Muhammed ibn Ebî Bekr Esferaynî’den, Esferaynî de Saîd ibn Mutahhar Bâderzî’den, Bâderzî de Necmüddîn Hayûkî’den, o da İsmail Kayserî’den, Kayserî de Şeyh Mânîkel’den, o da Şeyh Davud Hâdimu’l-fukârâ’dan, o da Ebu’l-Abbâs ibn İdrîs’ten, o da Ebu’l-Kâsım ibn Ramazân’dan, Ebu’l-Kâsım da Ebû Eyyûb Taberî’den, Taberî de Abdullah ibn Osmân’dan, o da Ebû Yakûb Mihrhodî’den, o da Ebû Yakûb Sûsenî’den, Ebû Yakûb da Abdulvâhid ibn Zeyd’den, o da Kumeyl ibn Ziyâd Nehaî’den, Kumeyl, Masum İmam Emîru’l-Mü’minîn Ali’den (a.s.) ve o da Allah Rasûlü’nden (s.a.a.) almıştır.[95]

4 – Necmüddîn Tiflisî’nin hırkasıyla ilgili senet: O, hırkayı Cemâlüddîn Ebû Hâmid’den, o da Şihâbüddîn Sühreverdî, Sadruddîn Cüveynî ve Fahreddîn Fârisî olmak üzere üç şeyhten almıştır. Fahreddîn Fârisî, Ebu’l-Feth Beyzâvî’den, o da İbn Şehriyâr Kâzerûnî’den ve Kâzerûnî de Ebû Muhammed Akâr’dan, o da Muhammed ibn Hafîf’ten, Ebû Muhammed de Cüneyd ve Cafer Huzâ’dan, o da Ebû Amr İstahrî’den, Ebû Amr da Ebû Turâb Belhî’den, o da Musâ ibn Zeyd ed-Dâî’den, ed-Dâî de Üveys Karanî’den ve o da Emîru’l-Mü’minîn’den (a.s.) almıştır.[96]

Tasavvuf büyükleri hırkalarını (ister şekilsel ister manevî olsun) başka bir veliye ya da nebiye değil, Emîru’l-Mü’minîn’in (a.s.) yarenleri aracılığıyla o Hazret’e nispet etmekte; ayrıca kendi hırkalarını, zikirlerini ve ilimlerini bu sebeple ilişkilendirmektedirler. Bu da başlı başına Emîru’l-Mü’minîn’in (a.s.) diğer nebilere ve velilere üstünlüğünün bir delili olup, onun velâyetinin, diğer velilerin velâyetini de kuşattığını da teyit etmektedir.

 

Emîru’l-Mü’minîn’in (a.s.) Mutlak Velâyetin Hatmi Oluşunun Keşif Yoluyla İspatı

Seyyid şöyle izah etmektedir: “Eğer İbn Arabî, İsâ’nın (a.s.) velâyetin hatmi oluşuna keşif yoluyla eriştiyse, [bu durum diğerleri için de geçerlidir ve onlar da] Emîru’l-Mü’minîn’in (a.s.) velâyetin hatmi oluşuna keşif yoluyla ulaşmışlardır.[97] Bundan sonrasında o, kendi mükâşefelerini açıklamakta ve şöyle yazmaktadır: “Eğer keşfin itibarı nakil ileyse, Emîru’l-Mü’minîn’in (a.s.) velâyetinin hatmini [ispatlayan] naklî deliller tam ve kâmildir. Eğer akıl ile ise, bu meselenin aklî delilleri daha tam ve daha kâmildir. Eğer bizatihi keşif ile ise, bu da söz konusu keşiflerin akla ve nakle uygunluğu/mutabakatı nedeniyledir ve daha doğrudur. Bunun da ötesinde, Şeyh’in keşfi, mükâşefe erbâbının büyük bir kısmının keşfinin karşısında yer almaktadır. Nitekim Selmân, Ebûzer ve Mikdâd gibi sahabîler ve Cüneyd, Şiblî, Hamevî, Konevî ve Hucendî gibi büyük ârifler de bu meselede ona muhaliftirler. Şeyh’in sözleri nedeniyle diğer büyüklerin görüşleri bir kenara bırakılamaz.[98] Bunun yanı sıra Şeyh’in, İsâ’nın (a.s.) hatm-i velâyeti konusunda bir keşfi dahi yoktur. Eğer olsaydı, buna işaret ederdi. Nitekim lüzumlu konularda keşiften daha azına (rüyaya) bile işaret etmiştir.

 

Şeyh’in Mukayyed Velâyetin Hatmi Hakkındaki Görüşü

Ona göre, ilk olarak velâyeti, Hâtem’in şeriatına özel olan, ikinci olarak, velâyeti onun zuhuruyla hitama eren ve hiçbir velinin onun makam ve mertebesinde ortaya çıkamayacağı kişi mukayyed velâyetin hâtemidir. O, makam ve rütbede İsâ’dan (a.s.) aşağıdadır. Çünkü İsâ (a.s.) bir peygamberdir; ancak mukayyed velâyetin hâtemi ise peygamber değildir. Bu hâtem onun zamanında dünyaya gelmiş ve İbn Arabî onu görmüştür. Onunla bir arada bulunmuş ve velâyet hatminin nişanını kendisinde müşahede etmiştir. Onun ifadesiyle; velâyetin hâteminden sonra (ki o, hâlihazırda dünyaya gelmiştir) onun velâyet mişkâtından nasiplenen dışında hiç kimsenin velâyeti olmayacaktır.[99]

Şeyh, şöyle açıklamaktadır: Genel ve mutlak velâyetin hâtemi İsâ (a.s.), ancak özel ve Muhammedî velâyetin hâtemi, ailevî asalet ve kerem bakımından Arapların en üstünü olan kimsedir. Onu 595 yılında gördüm. Allah diğerlerinin gözlerinden gizlediği velâyetin nişanını Fas şehrinde bana aşikâr kıldı.[100]

O, Fütûhât’ın 15. faslında Muhammedî özel velâyetin de, hilkatte tıpkı Hz. Muhammed (s.a.a.) gibi olan bir hâteminin olması gerektiğini, ancak bu hâtemin, Beklenen Mehdî olarak bilinen kişi olmadığını söylemiştir. Zira Mehdî, o Hazret’in şeklî çocuklarından ve onun hanedanındandır. Velâyetin hâtemi ise, onun hissî ve şeklî (sûrî) çocuklarından değil, manevî çocuklarındandır.[101] Kayserî’nin ifadesiyle bu sözler İbn Arabî’nin Muhammedî velâyetin hâtemi olduğuna bir işarettir ve bu doğru bir sözdür. Zira o, bunu rüyada görmüştür.[102]

 

Şeyh-i Ekber’in Muhammedî Velâyetin Hatmi Hakkındaki Rüyası

O, Fusûsu’l-Hikem’de o Hazret’in şunları buyurduğu bir rivayet nakletmiştir: “Peygamberler arasında benim örneğim, bir tuğlası eksik kalmış bir duvar gibidir. O tuğla da benim ve kendi yerimde yer almamla birlikte duvar tekmil olmaktadır.” Ve devamında şöyle yazmıştır: “Velilerin Hâtemi’nin o duvardaki konumu da tıpkı Hâtemü’l-Enbiyâ’nın o duvardaki konumu gibidir. Nasıl ki duvar Hâtemü’l-Enbiyâ’nın varlığıyla tamamlanıyorsa, Hâtemü’l-Evliyâ ile de tamamlanmaktadır. Şu farkla ki, Hâtemü’l-Enbiyâ’nın o duvardaki konumu, tıpkı iki tuğlanın konumu gibidir. Zira Hâtemü’l-Enbiyâ’nın şeriatının bir zâhiri, bir de bâtını vardır. Onun zâhiri gümüş bir tuğladan, bâtını ise altın bir tuğladan inşa edilmiştir. Hâtemü’l-Evliyâ, şeriatın zâhiri hasebiyle Hâtemü’l-Enbiyâ’nın şeriatına tabi olduğundan, onun o duvardaki konumu, tıpkı o gümüş tuğla gibidir. Şeriatın bâtını itibariyle de Yüce Allah’ın ilâhî sırlarını idrak ettiğinden, onun konumu tıpkı o altın tuğlanın konumu gibidir. Dolayısıyla Hâtemü’l-Evliyâ biri gümüş biri altın olmak üzere iki tuğla gibidir.[103]

O, görmüş olduğu rüyaya atfen, veliler arasında kendi makamını, Peygamber-i Hâtem’in diğer peygamberler arasındaki konumu gibi bilmiştir. Kendi ifadesiyle, 599 senesinde, rüyasında altın ve gümüş tuğlalardan inşa edilen Kâbe’yi temaşa etmiş; Rükn-i Yemânî ile Rükn-i Şâmî arasındaki duvarın bir sırasında gümüşten bir tuğlanın, diğer sırasında ise altından bir tuğlanın yerinin boş olduğunu görmüştür. O vakit kendisini o iki boş tuğlanın yerine konumlandırmıştır. Uykudan uyandığında Allah’a şükretmiş ve bu rüyanın yorumunda/tevilinde şunları söylemiştir: “Kendi nev‘imde ben, tıpkı diğer peygamberler arasındaki Allah Rasûlü (s.a.a.) gibiyim. Ne mutlu ki velâyet, benimle hitama ermiştir. Bu iş, Allah’a zor değildir.” Rüyasını anlattığı âlimlerden biri de onu aynen bu şekilde yorumlamıştır.[104]

Şeyh’in, kendisini velâyetin hâtemi olarak gösterdiği tüm deliller, mezkûr rüya ve onun Hz. Mehdî’nin velâyetin hâtemi olduğunun reddi konusunda öne sürdüğü delil, Hz. Mehdî’nin Peygamber’in ailesine olan hissî ve şeklî intisabıdır. Keza o, Hz. İsâ’nın (a.s.) mutlak velâyetinin hatmi konusunda da hiçbir delil sunmamıştır. Bu nedenle şunu sormak mümkündür: Peygamber’in ailesine hissî intisap velâyetin hatmine engel midir? Akıl, nakil ve keşf bu konuya hiçbir şekilde delâlet etmediğinden, bu söz delilsiz bir iddiadan ibarettir. Buna ilaveten Hz. Mehdî (a.f.), Peygamber’in (s.a.a.) hissî, şeklî (sûrî) ve aynı zamanda manevî çocuklarındandır. Bu nedenle marifet ehlinin büyükleri, O’nu Muhammedî velilerden saymışlardır. Muhammedî velâyetin sahibi olmak –hatta Hâtem-i Velâyet olmasa dahi– Hz. Mehdî’nin, Hz. Hatmî Mertebet’in (s.a.a.) manevî çocuklarından olduğunu göstermektedir.

 

Mukayyed Velâyetin Hatminin Şeyh’ten Nefyi

Her ne kadar, gördüğü bir rüyayı açıklamak suretiyle kendisini mukayyed velâyetin hâtemi olduğuna işaret ederek tanıtsa da Şeyh, velâyetin hâtemini birtakım özelliklere sahip bilmektedir ki, kesin olarak bunların hiçbiri kendisini kapsamamaktadır. Ona göre insan-ı kâmil, dünyada tıpkı bir yüzüğün taşı/mührü gibidir. Yüzüğün taşı, padişahın nişanının ve alâmetinin resmedildiği yerdir ve o, hazinelerinin üzerini onunla mühürler. Bu mührün varlığıyla birlikte/varlığından dolayı kimse bu hazinelere el sürmeye cesaret edemez. Gerçekte sultanın yüzüğünün taşının (mührünün) rolü, sultanın hazinelerini ve sırlarını korumaktır. Halifenin dünyadaki konumu da böyledir. Halife dünyada var oldukça dünya da var olmaya devam edecektir. Nasıl ki mührü hazinelerden ve mektuplardan aldıklarında, hazine artık hazine ve mektup da artık bir sır olamayacaksa, âlemin mührü ve hatmi olan insan-ı kâmil ne vakit dünyadan göçerse, dünya da aynı şekilde sonuna ulaşmış olacaktır.[105]

Kayserî, İbn Arabî’nin görüşünü şerh ve teyit ederken, insan-ı kâmilin dünyadaki varlığının dünyanın bekâsı ve devamı [bekâ ve devam sebebi] olduğunu açıklamaktadır. Dünyada/âlemde tasarruf, onun izni ve iradesiyle olmaktadır. İsm-i A‘zam’ın sahibi olan insan-ı kâmilin izni ve iradesi olmaksızın hiçbir emir/iş bâtından zâhire ulaşmaz ve hiçbir gizlilik aşikâr olmaz. Eğer insan-ı kâmil dünyadan ayrılır da geride, kemâlde tıpkı kendisi gibi bir halife mevcut olmazsa, ilâhî hazineler de dünyadan âhirete gidecek; hatta dünya, nihayetine erişecektir. Onun dünyadan gitmesiyle gök yere düşecek ve yeryüzü ise alt üst olacaktır. Dağlar parçalanacak, güneş kararacak ve sönecek, tamamen virane olmuş bir şekilde âhirete intikal edecektir.[106]

Bu özelliklerden hangisi İbn Arabî’ye uymaktadır? Onun dünyadan ayrılmasıyla bu hadiselerden hangisi gerçekleşmiştir? Yerin ve göğün devam bulmasının/istikrarının insan-ı kâmilin velâyetine bağlı olduğuna kuşku yoktur. Acaba böyle bir şeyi İbn Arabî için söyleyebilmek mümkün müdür? Seyyid şöyle yazmıştır: “İbn Arabî nerede, bu makam nerede? İbn Arabî’den velâyetin hatminin nefyedilmesinin en güzel delili, onun dünyadan ayrılması ve zikredilen özel hadiselerin hiçbirinin vuku bulmamış olmasıdır.”[107] “Velâyetin hâtemi, kendisinden sonra kıyametin meydana geleceği ve artık yeryüzünde hiçbir mükellefin kalmayacağı kimsedir. Şeyh’te böyle bir özelliğe rastlanmadığına kuşku yoktur.”[108]

 

Hz. Mehdî’nin (a.f.) Mukayyed Velâyetin Hatmi Makamının Akıl Yoluyla İspatlanması

1 – Muhammedî velâyetin hâtemi, Peygamber’den (s.a.a.) sonra, yaratılmışların en bilgini, en kâmili ve o Hazret’e en yakını olmalıdır. Böylesi bir özelliğin Hz. Mehdî’ye ve onun Masum atalarına ait olduğuna kuşku yoktur. Bu konunun delili de tahkik ehlinin, Gaybet Dönemi’nde Kur’ân’ın hakikatini Hz. Mehdî’den (a.f.) başka hiç kimsenin bilemeyeceği, açıklamayacağı ve teviline vakıf olamayacağı konusundaki görüş birliğidir. Zira başkaları [onun dışındakiler] Kur’ân’ın tüm boyutlarından değil, yalnızca yüzünden/zâhirinden haberdardırlar.[109]

2 – İbn Arabî kendi velâyetini uyanık olduğu bir sırada değil, rüyada görmüş olup, keşf iddiasında bile bulunmamaktadır. Oysa Hz. Mehdî’nin (a.f.) velâyetini savunanlar bunu uyanıkken müşahede etmiştir. Onların, kendi itikatlarınca yalnızca keşifleri değil, mükâşefeleri de vardır.[110] Eğer iki görüş de bu şekildeyse, bunlar birbirlerine sadece muhalif olmakla kalmazlar, birbirleriyle karşılaştırılmaları bile mümkün olmaz. Seyyid’in deyimiyle, bizim zamanımızda ve diğer her zamanda insanlar, uyanıkken söylenen müstenet sözleri bile kabul etmezken, delili bir rüya olan sözü nasıl kabul edebilirler?[111] Onun, Hz. Mehdî’nin (a.f.) velâyetin hâtemi olduğu konusunda akıl, nakil ve keşif ile uyum içinde olan mükâşefeleri ve sadık rüyaları vardır ve o bunlardan bazılarını açıklamıştır.[112]

3 – Hz. Mehdî’nin Peygamberlerin Hâtemi’ne (s.a.a.) şekilsel ve manevî nispeti, Şeyh’in o Hazret’e olan şekilsel ve manevî nispetiyle/bağıyla hiçbir şekilde kıyaslanamaz. Bu doğrultudaki rivayetlerin tümüne bakmak, bu hususun anlaşılması için yeterli olacaktır.

 

Şeyh’in Hz. Mehdî Hakkındaki Sözleri

1 – İbn Arabî, Fütûhât’ta Hz. Mehdî’nin yaratılışını tıpkı Allah Resûlü’nün yaratılışı gibi bildiğini açıkladıktan sonra onun hakkında şunları söylemiştir: “Velilerin Hâtemi ve bizden gizlenmiş olan tüm âlemlerin İmamının gözü Mehdî, Âl-i Muhammed’in serveridir. Işıdığı zaman bulutları ve karanlıkları dağıtan bir güneştir.[113]

2 – Aynı şekilde şunları da söylemektedir: “Allah’ın, yeryüzünü adaletle dolduracak bir halifesi vardır… Dinin hakikatini aşikâr kılacaktır… Hakikat, şuhûd ve keşif ehli, Allah’ın hidayetiyle ona biat edecektir… İsâ (a.s.) kendi zamanında ona tâbi olacaktır… O, hayvanların dilini anlayan bir halifetullahtır. Adaleti, ins ve cinn, herkesi kapsayacaktır.[114] Onun Hz. Mehdî’ye dair tasviri, hiçbir velinin ve nebinin kendisiyle nitelendirilemeyeceği şekilde şahsına münhasırdır. Bu nedenle o Hazret, İbn Arabî’nin anlatımına göre de özel velâyetin hatmine daha layıktır.

 

Büyük Âriflerin Mukayyed Velâyetin Hatmi Hakkındaki Sözleri

1 – Fusûsu’l-Hikem’in şârihi Kemâleddîn Abdürrezzâk Kâşânî, Şeyh’in, “Hâtemü’l-Evliyâ, Hâtemü’l-Enbiyâ’ya tâbidir ve bu tebaiyet onun makamı için bir eksiklik değildir[115] şeklindeki sözünü, Hz. Mehdî’nin hatmiyet makamına bir delil olarak görmektedir ki bu, âhir zamanda gerçekleşecektir. İstisnasız tüm nebiler ve veliler hakikî maarifte ve ilâhî illimlerde ona tabidirler.[116]

2 – Kâşânî, Te’vilât’ta, hâtemi, kendisinin emriyle, makamlara ulaşmanın mümkün ve muhakkak olduğu ve kemâlin nihayetiyle (nihaî kemâlle) hâsıl ve zâhir olan kimse diye tanımlamıştır. Ona göre velâyetin hâtemi, kendisi vesilesiyle dünya ve âhiretteki kurtuluşun kemâle erdiği ve onun ölümüyle kozmik sistemin aksayacağı ve alt üst olacağı kimsedir. O, âhir zamanda zuhur edecek olan Vadedilmiş Mehdî’den başkası değildir.[117]

3 – Sadreddîn Konevî, Fusûsu’l-Hikem’in şerhinde imameti dolaysız –doğrudan Allah tarafından naspedilir- ve dolaylı –ilâhî velilerden biri tarafından naspedilir- olarak iki kısma ayırdıktan ve bunları da kendi içinde mutlak ve mukayyed olarak taksim ettikten sonra Hz. Mehdî’nin imametinin birinci türden olduğunu söylemiştir ki, buna göre o, halifetullahtır. Onun hâkimiyet alanının ve hilâfetinin hiçbir sınırı yoktur. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.a.) o Hazret’in hilâfetini kendisine nispet etmemiş ve onu kendi halifesi olarak zikretmemiştir. Bilakis onu Allah’ın halifesi olarak isimlendirmiş;[118] insan-ı kâmili vücûb ile imkân arasındaki bir berzah saymıştır. O, Hakk Teâlâ’nın Zât’ının, İsimlerinin ve Sıfatlarının kâmil aynasıdır. Bundandır ki dünyadan ayrıldığında dünyanın/evrenin düzeni bozulur.[119] Hilâfeti genel ve mutlak olan bir kimse, imâmeti sınırlı ve mukayyed olan bir kimseden öndedir. Hz. Mehdî’nin imamet ve hilâfeti her ne kadar Hz. İbrahim’in imameti gibi dolaysız olsa da, ıtlak ve takyidde onunla hiçbir benzerliği yoktur. Bu açıdan Hz. Mehdî’nin imamet ve hilâfeti ilâhî velilerden ve hatta peygamberlerden hiçbirinin hilâfetiyle kıyaslanamaz. Nerede kaldı ki Şeyh-i Ekber ile kıyaslanabilsin!

4 – Sadeddîn Hammûye de, Hz. Mehdî zuhur ettiği zaman tevhidin sırlarının O’nun yalnızca hâlinden ve kâlinden değil, aynı zamanda ayakkabısının bağından ve ayağının altındaki tozdan/topraktan bile aşikâr olacağı ve [herkesin] kulağına ulaşacağı inancındadır.[120] Bunun nedeni de onun velâyetinin varlık âlemini ihata etmesidir. Öyle ki tüm varlıklar, hatta cemâdât [cansız varlıklar] bile fiiliyete kavuşacak [potansiyellerini gerçekleştirecek] ya da insanın istidadı öyle bir noktaya ulaşacak ki, âlemin tüm zerrelerinde hatta cemâdâtta dahi tevhidin sırlarını bulacaktır. Bu emr, yalnızca velâyetin hâteminden sâdır olacaktır ki, bu da Hz. Mehdî’nin velâyetinin hatminin nişanıdır.

5 – Marifet ehlinin büyüklerinden bazıları da işaret yoluyla ya da açıkça Hz. Mehdî’yi velâyetin hâtemi bilmişlerdir. Örneğin Azîzüddîn Nesefî, Hz. İsâ’yı velâyetin hatmi olarak kabul etmemiştir. Ayrıca Gülşen-i Râz’ın şârihi Muhakkik Lâhîcî de Hz. Mehdî’nin (a.f.) velâyetini işaret yoluyla bildirmiştir.[121]

6 – Seyyid şöyle yazmıştır: “Marifet ehlinin kadim büyüklerinin önemli bir kısmı (Bâyezîd Bistâmî, Cüneyd Bağdâdî, Şiblî, Maruf-ı Kerhî ve bunların takipçileri) ve ayrıca son dönem âriflerinin büyük bir bölümü de (ki hepsi keşf ve şuhûd sahibi olan Sadeddîn Hammûye ve Sadreddîn Konevî gibi isimleri kapsamaktadır) Hz. Mehdî’yi mukayyed velâyetin hatmi olarak bilmektedirler.[122]

Nihayetinde Seyyid, şu açıklamayı yapmaktadır:

“Bana göre Mehdî’nin vezirlerinden en küçük bir vezir dahi, Şeyh ve emsallerine göre pek çok üstün makam ve derecelere sahiptir. Şeyh’in, Hz. Mehdî’nin en küçük vezirine nispeti, Bâyezîd’in sözüyle Arş’ın ve onun kuşattığı alanın ârifin kalbine nispeti gibidir. Bâyezîd şöyle demiştir: “Arş’ın yüzbinlerce katını, Arş’ta ve ondan daha aşağısında bulunan her şeyi ârifin kalbinin bir köşesine koysalar, ârif onun küçüklüğünü ve kendi kalbinin büyüklüğünü ve genişliğini fark etmez ve kalbinde bunların varlığını hissetmez.” Bu, Bâyezîd’in kalbine nispetledir. Peki ya şunlar söylenecek olsaydı: “Arş’ın yüz binlerce katını, Arş’ta ve ondan daha aşağısında bulunan her şeyi, binlerce katıyla ârifin kalbinin bir köşesine koysalar, bu çok naçiz bir şey sayılacaktır. Şeyh ve onun gibi binlercesinin bin katı bile, Mehdî’nin kalbinin bir köşesine nispetle, yine de bir şey sayılmazlar.”[123]

 

 

Medya Şafak

 

 

 

 

Kaynakça

 

  1. Âştiyânî, Seyyid Celâleddîn, Şerh-i Fusûsi’l-Hikem, İntişârât-i İlmî ve Ferhengî, 1375.
  2. _______________, Şerh-i Mukaddime-i Kayserî, Defter-i Teblîğât-i İslâmî, 2. baskı, 1370.
  3. Âmedî, Abdulvâhid, Gureru’l-Hikem ve Dureru’l-Kelim, Saydâ, Abdurresûl Şerâre ve Şürekâ, 1349.
  4. Âmulî, Seyyid Haydar, Câmi‘u’l-Esrâr ve Menba‘u’l-Envâr, Henry Corbin ve Osman Yahyâ tashihi, İntişârât-i Îrân ve Fransa, 1347.
  5. ________________, el-Mukaddemâtu Min Kitâbi’n-Nassi’n-Nusûs, Henry Corbin ve Osman Yahyâ tashihi, İntişârât-i Tûs, 2. baskı, 1367.
  6. İbn Ebi’l-Hadîd, Şerhu Nehci’l-Belâğa, Dâru’l-Hüda’l-Vataniyye, Beyrut.
  7. İbn Arabî, Muhyiddin, Fütûhât-i Mekkiyye, Osman Yahyâ tahkiki, Kâhire: El-Hey’etu’l-Mısriyye’l-Âmme, 1392.
  8. Ahtab Harezmî, Ahmed, el-Menâkıb, Necef: el-Mektebetu’l-Haydariyye.
  9. İsfehânî, Hâfız Ebû Naîm, Hilyetü’l-Evliyâ, Mısır: El-Mektebetu’l-Hâicî, 1938.
  10. İmâm Sâdık (a.s.), Misbâhu’ş-Şerî‘a, Beyrut: Müessetu’l-A‘lemî, (h. 1400).
  11. Bursî, Hâfız Receb, Meşârıku’l-Envâri’l-Yakîn, Beyrut: Dâru’l-Endülüs.
  12. Tirmizî, Hatmu’l-Evliyâ, Osman Yahyâ tashihi, Beyrut.
  13. Şeybânî, Ahsâî, İbn Ebi’l-Cumhûr, ʿAvâli’l-leʾÂli’l-ʿAzîziyye, Kum: Matbaa-i Seyyidü’ş-Şühedâ, (h. 1405).
  14. Saffâr, Muhammed ibn Hasan, Basâiru’d-Derecât, Tahran: Müessesetu’l-A‘lemî, 1362.
  15. Taberî, Hasan, Kâmil-i Behâî, Kum: Müessese-i Tab‘ ve Neşr.
  16. Ferğânî, Saîdüddîn, Meşâriku’d-Derârî, Encümen-i Hikmet ve Felsefe-i Îrân, 1357.
  17. Feyz-i Kâşânî, Muhsin; İlmu’l-Yakîn fî-Usûli’d-Dîn, Tahran: El-Mektebetu’l-İslâmiyye.
  18. Kumşeî, Muhammed Rızâ, Zeyl-i Fassi’ş-Şîtî, Kazvîn: Matbaa-i Nûr, 1354.
  19. Konevî, Sadreddîn, Kitâbu’l-Fukûk, Muhammed Hâcevî tercümesi ve tashihi, İntişârât-i Mevlâ, 1371.
  20. Kayserî, Mahmûd, Şerhu Fusûsi’l-Hikem, Kum: İntişârât-i Bîdâr.
  21. Kâşânî, Fethullah, Minhecu’s-Sâdıkîn, Tahran: İntişârât-i İslâmiyye.
  22. Lâhîcî, Muhammed, Şerh-i Gülşen-i Râz, Tahran: Zuvvâr, 1374.
  23. Meclisî, Muhammed Bâkır, Bihâru’l-Envâr, Müessesetü’l-Vefâ, Beyrut, 1983.
  24. Meclisî, Muhammed Takî, Ravzatu’l-Muttakîn, Tahran: Bünyâd-i Ferheng-i İslâmî, 1393.
  25. Nûrî, Mîrzâ, Müstedrekü’l-Vesâil, Tahran: el-Mektebetü’l-İslâmiyye, 1382.

 



[1] Meşhed Firdevsî Üniversitesi İlâhiyât Fakültesi, e-mail: shahrud@ferdowsi.um.ac.ir

Makalenin alındığı tarih: 15/6/81; son onay tarihi: 15/7/82.

[2] Şûrâ Sûresi, 28. âyet.

[3] Kumşeî, s. 5.

[4] Meclisî, c. 58, s. 38.

[5] Meclisî, c. 3, s. 336.

[6] Kumşeî, s. 5.

[7] Bakara Sûresi, 257. âyet.

[8] Âştiyânî, s. 903.

[9] Kumşeî, s. 2.

[10] Kumşeî, s. 2.

[11] a.g.e.

[12] Âştiyânî, a.g.e., s. 893, 903

[13] Fetih Sûresi, 10. âyet

[14] Âştiyânî, Şerh-i Mukaddime-i Kayserî, s. 892.

[15] Tirmizî, s. 487.

[16] Kayserî, Şerh-i Fusûli’l-Hikem, s. 109.

[17] Kumşeî, s. 5-6.

[18] Meclisî, c. 57, s. 199.

[19] Meclisî, c. 16, s. 26.

[20] Kumşeî, s. 7.

[21] Nisâ Sûresi, 171. âyet.

[22] Meclisî, c. 102, s. 132.

[23] Kumşeî, s. 7-8

[24] Âmulî, Câmi‘u’l-Esrâr, s. 805.

[25] İbn Arabî, c. 1, s. 185.

[26] a.g.e.

[27] Kumşeî, 3

[28] Âmulî, el-Mukaddemât, s. 411.

[29] İbn Arabî, a.g.e.

[30] İbn Arabî, a.g.e.

[31] Tirmizî, s. 420-421.

[32] Kayserî, s. 110.

[33] İbn Arabî, 2/50.

[34] İbn Arabî, 1/150.

[35] Âmulî, el-Mukaddemât, 411.

[36] Meclisî, 23/245.

[37] Örneğin Emîru’l-Mü’minîn’in Allah Rasûlü dışındaki diğer herkese üstünlüğü hakkında yazılan pek çok kitaba müracaat ediniz: Safiyüddîn Belhî, Seb‘îne Menâkıb; Kurbânî Erdebilî, Gencîne-i İrfân; Kummî, el-Fusûlu’l-Aliyye; Muğniye, Fezâil-i İmâm Ali (a.s.); Hüseynî Fîrûzâbâdî, Fezâil ve Hilâfet-i bi-lâ Fasl.

[38] el-Mukaddemât, 386-389.

[39] Âmulî, a.g.e., s. 389.

[40] Şeybânî, 4/77.

[41] Âmulî, s. 380; İbn Arabî, 1/62.

[42] Kayserî, 108.

[43] Kayserî, a.g.e.

[44] Âmulî, 419

[45] Âmulî, el-Mukaddemât, s. 405-406.

[46] Feyz Kâşânî, 456.

[47] Ahtab Harezmî, 200.

[48] Âmulî, el-Mukaddemât, 443.

[49] Allah’ın, içinde âlemin suretlerini döktüğü şekilsiz madde. (ç.n.)

[50] İbn Arabî, 1/119.

[51] İbn Arabî, a.g.e.

[52] Kumşeî, 10-11.

[53] Âştiyânî, Şerh-i Mukaddime-i Kayserî, 916-917.

[54] Âmulî, 443.

[55] Âmulî, 444.

[56] Kayserî, 113.

[57] Meclisî, 3/283.

[58] Kumşeî, 14.

[59] Misbâhu’ş-Şerî‘a, 100. Bâb.

[60] Âmulî, el-Mukaddemât, 444.

[61] a.g.y., 420.

[62] a.g.y., 420.

[63] İbn Arabî, 1/119.

[64] a.g.e.

[65] Kumşeî, 11.

[66] Âl-i İmrân Sûresi, 61. âyet.

[67] Kumşeî, 13.

[68] Kumşeî, 14.

[69] Âmulî, el-Mukaddemât, 460-465.

[70] Âmulî, a.g.e., 466.

[71] En‘âm Sûresi, 152. âyet.

[72] Tasavvuf literatüründe fenâ-bekâ, sekr- sahv, cem‘-fark gibi karşıt terimleri ifade eder. (ç. N.)

[73] Ferğânî, 284-285.

[74] Âmulî, el-Mukaddemât, 460.

[75] Âmulî, Câmi‘u’l-Esrâr, 842.

[76] a.g.e.

[77] Basâiru’d-Derecât, 134.

[78] Âmedî, 5/108.

[79] Âmulî, Câmi‘u’l-Esrâr, 833.

[80] Nûrî, 492.

[81] Meclisî, 92/103.

[82] Meclisî, 26/29.

[83] Ahtab Harezmî, 80-85.

[84] Âl-i İmrân Sûresi, 61. âyet.

[85] Taberî, 1/78.

[86] Âmulî, Câmi‘u’l-Esrâr, a.g.s.

[87] Âmulî, a.g.e.

[88] İbn Arabî, 1/119.

[89] Âmulî, Câmi‘u’l-Esrâr, 830.

[90] Bursî, 79.

[91] Muhammed Takî Meclisî, 5/464.

[92] İbn Ebi’l-Hadîd, 5-7.

[93] Âmûlî, el-Mukaddemât, 502-503.

[94] Âmûlî, a.g.e., 504.

[95] Âmulî, a.g.e., 505.

[96] Âmulî, a.g.e., 508.

[97] Âmulî, a.g.e., 511.

[98] Âmulî, a.g.e., 512.

[99] İbn Arabî, 1/185.

[100] Âştiyânî, Şerh-i Fusûs, 455; İbn Arabî, 2/49.

[101] a.g.e., 2/50.

[102] Kayserî, 111.

[103] Kayserî, 110.

[104] İbn Arabî, 1/319.

[105] Kayserî, 73-74.

[106] Kayserî, 74-75.

[107] Âmulî, el-Mukaddemât, 549.

[108] Âmulî, Câmi‘u’l-Esrâr, 892.

[109] Âmulî, el-Mukaddemât, 561.

[110] Âmulî, a.g.e., s. 578.

[111] Âmulî, a.g.e.

[112] Âmulî, a.g.e., 578-586.

[113] İbn Arabî, 3/327-329.

[114] İbn Arabî, a.g.e.

[115] Kayserî, 109.

[116] Âmulî, el-Mukaddemât, 521.

[117] Âştiyânî, Şerh-i Mukaddime-i Kayserî, 914.

[118] Konevî, 2/24.

[119] a.g.e., 4/12, 5/12.

[120] Âştiyânî, a.g.e.

[121] Âştiyânî, a.g.e., 916

[122] Âmulî, el-Mukaddemât, 577

[123] Âmulî, Câmi‘u’l-Esrâr, 594-595