İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (27): Allah her yerde ise niçin O’na kavuşmamız gerekiyor? / Sühreverdî ve Kızıl Akıl

İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (27): Allah her yerde ise niçin O’na kavuşmamız gerekiyor? / Sühreverdî ve Kızıl Akıl
Allah ile mülakat (buluşmak) cisimsel, zamansal, mekânsal ve maddî bir buluşma değildir. Bu likâ, marifette ve bilinçtedir. Evet, O’nun varlık ve tekvin itibariyle her yerde hazır olduğu malumdur. O’ndan uzaklığımız marifet ve bilinç düzlemindeki bir uzaklığı ifade eder. Bir kimse O’nun bu her yerdeki huzurunu bilinç düzeyinde kavrarsa, bu kavrayışın kendisi O’na ulaşmak (likâ) demektir.

 

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Aziz izleyicilerimizi, sevgili dostlarımızı ve Marifet programının samimi takipçilerini saygıyla selâmlıyoruz.

Saygıdeğer üstat, programımıza en çok yöneltilen sorulardan biri, likâullah konusudur. Bizler bir taraftan “Allah her yerdedir” ve “O, kuluna şah damarından daha yakındır” diyoruz, diğer taraftan da likâullahtan, yani O’na kavuşmanın gerekliliğinden söz ediyoruz. Eğer Allah her yerde ise, bu durumda O’na ulaşma çabası ne anlama geliyor?

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Siz metni okumadan önce şunu belirtmek isterim ki, bu sorunun cevabı gayet açıktır. Gayet de güzel ve yerinde bir soru... Allah her yerde hazırdır, her yeri kuşatmıştır. O’nun olmadığı ve kuşatmadığı hiçbir yer yoktur. İnsana şah damarından da daha yakın olduğu âyetlerde de vurgulanmıştır. Bundan da ötesi, o bizlere bizden de daha yakındır. Eğer bizlere bu kadar yakınsa, o halde insan niçin O’na ulaşmak için bunca çaba sarf etmelidir? Burada öncelikle “kurb: yakınlık” ve “mülakat: buluşmak, kavuşmak, ulaşmak” sözcüklerinin anlamlarına bakmalıyız. Eğer bu yakınlık zamansal, mekânsal ve cisimsel bir yakınlık olsaydı, O’na ulaşma çabasının anlamsız olacağı açıktı. Örneğin elimi masanın üzerine koyabiliyorsam, masaya yakın olmamım bir anlamı yoktur. Allah ile yapılacak bir mülakat (buluşmak) cisimsel, zamansal, mekânsal ve maddî bir buluşma değildir. Bu likâ, marifette ve bilinçtedir. Evet, O’nun varlık ve tekvin itibariyle her yerde hazır olduğu malumdur. O’ndan uzaklığımız marifet ve bilinç düzlemindeki bir uzaklığı ifade eder. Eğer bir kimse O’nun bu her yerdeki huzurunu bilinç düzeyinde kavrarsa,  bu kavrayışın kendisi O’na ulaşmak (likâ) demek olacaktır. Bu yakınlık bilmektir. Eğer Allah’ı bilmezsek, O’na yakınlığın ve ulaşmanın ne demek olduğunu anlayabilir miyiz? Hayır. Dolayısıyla likâullah, likâ fî-marifettir, O’nun her yerde hazır olduğunu bilmektir. Eğer bunu bilirsek, O’na ulaşmışız demektir. Tabii ki bu anlamanın da mertebeleri vardır. İnsanların hiçbiri akıl ve anlama düzeyi bakımından birbirlerine denk değillerdir. Bilinç mertebeniz ve anlama düzeyiniz ne kadar yükselirse Hakk Teâlâ ile buluşmaya bir o kadar nail ve muvaffak olursunuz. Bundan da önemlisi şu: Siz buluşmak denince ne anlıyorsunuz? Diyelim ki elinizi masanın üstüne koydunuz, ancak masayı hissetmiyorsunuz. Bunu buluşmak olarak adlandırabilir misiniz? İki bilinçsiz cisim bir araya geldiklerinde buluşmuş sayılırlar mı? Buluşmak dediğimiz şey ancak bilinçle mümkün olur. Fasl ve vasl, vahdet ile kesret hep bilinç iledir. Bildiğiniz gibi insanın pek çok kabiliyeti mevcut. Bunca kabiliyetin arasından hangisi diğerlerinden daha önemlidir? Akıl… O yemek, içmek, yürümek, keşfetmek gibi pek çok fiile güç yetirmektedir. Yapamayacağı hemen hemen hiçbir şey yoktur. Duyu, hayal, vehim vd. bunların hepsi bir tür bilinç düzeyidir. Ancak bunların içinde en üstünü akıldır. Ve aynı zamanda Allah’ın bahşetmiş olduğu en yüce nimet ve kabiliyet… Bu adeta ilâhî bir bağıştır. İnsanın akıl hakkındaki bu kabiliyeti diğer her kabiliyetinden daha üstündür. Yakınlığı ve buluşmayı akıllı bir kimseden başkası anlayabilir mi? Hayır. Dolayısıyla bu konuyu da yine akılla ilişkilendirmek durumundayız.

Lârîcânî: Allâme Tabâtabâî “Yaptıklarına karşılık onlar için saklanan müjdeyi kimse bilmez[1] âyetinin tefsirinde çok latif ifadeler kullanmış: “Allah şu hadis-i kutside şöyle buyurmuştur: ‘Salih kullarım için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve kalplerin akledemeyeceği nice şeyler hazırladım.’” Bu kalbin ne kadar da gizli katmanları var öyle…

Dînânî: Kalp insanın merkezidir. Hadiste geçen “hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı şey” marifetin bir başka mertebesidir. Görmek ve işitmek de bir tür bilgi ve bilinci ifade eder. Ancak sözü edilen mertebe, aklın da çok ötesindedir. Burada artık gözler görmez, kulaklar işitmez. Biliyoruz ki akıl duyudan, tevehhümden ve hayalden daha üst bir mertebededir. Diğer idrakler (duyu, hayal, vehim) her ne kadar bilgi ve bilincin belli bir seviyesi iseler de, akıl yine de bunlardan üstündür. İçinde yaşadığımız tabiat âleminde ne gibi etkiler görüyorsunuz? Sayamayacağınız kadar çok… İnsanın da bir tabiatı vardır. Nabız ve kalp hareketleri vd., bunların hepsi bir tabiattır. İnsanın tabiatı da tıpkı tabiat âlemi gibi işler. Tabiat mı bizi anlar, biz mi tabiatı anlarız? Biz tabiatı anlarız; üstelik onun üzerinde tasarrufta da bulunuruz. Eğer anlamasaydık, tasarrufta bulunamazdık. Günümüzde ne yazık ki doğa üzerinde haksız tasarruflarda da bulunuyoruz. Bu iki yönlü irtibatta irtibatın taraflarından biri tabiî olup tabiatta yaşayan insandır; o, tabiatı bilir ve onun üzerinde tasarruf eder, onunla sürekli iç içedir. Bu iki yönlü ilişkide tabiat mı bizi tabiî kılıyor, yoksa biz mi onu insanî kılıyoruz. Bizler tabiatı insanî bir şekilde anlamaktayız. Biz onu anladığımızda, gerçekte insanileştirmiş oluyoruz. İnsanın tabiata olan üstünlüğünün ve onun üzerindeki tasarrufunun nedeni onu anlaması mıdır, yoksa başka bir şey midir? Akıl ve anlayıştır bunun nedeni. İnsan akıl yönünden mi daha kabiliyetlidir, yoksa başka yönlerden mi?

Lârîcânî: Akıldan üstün bir kabiliyet yoktur, hatta diğer kabiliyetler de yine onunla anlaşılır.

Dînânî: Sadece anlamakla kalmıyor, onların ölçülerini de tayin ediyor. Âlemde her zaman bir ölçü vardır. Peki, bu ölçüleri anlayan nedir? Akıldır. Eğer akıl olmasaydı, ya da olsaydı fakat ölçü tayin edemeseydi, tabiat üzerinde tasarruf edebilir miydi? Şeyh İşrâk Şihâbüddîn Sühreverdî’nin çok güzel bir ifadesi var. Onun küçük ama gayet okunası bir risalesi mevcut. Bunu 800 yıl önce Farsça olarak kaleme almıştı. Bu risalesinin adı Kızıl Akıl’dır (Akl-ı Sorkh). Bu kızıl aklın ne olduğunu ve Sühreverdî’nin onu niçin bu isimle isimlendirdiğini merak etmiyor musunuz? Aklın rengi olabilir mi? Renk cisimler âlemine özgü bir şeydir. Aklın renkle işi olabilir mi? Renk bir arazdır ve siz onu ancak cisimler üzerinde görebilirsiniz. İdrak renkli değildir. Özellikle de külliyâtı idrak eden akıl… Akıl illet-malûl, Hâlık ile mahlûk vd. ilişkisini kavrar. Kızıl aklın özel bir yerde olduğunu sanmayın; her akıl kızıldır. Esasında akıl dediğimiz şey kızıldır. Niçin? “Niçin”i çok önemli… Renk dediğimiz şey aslında o kadar karmaşık ki… Renkler ve renklerin çeşitliliği pek çok bilime konu olmuştur. Biz burada onun diğer bilimleri ilgilendiren boyutlarına girmeyeceğiz. Kısacası kızıl rengin siyah ve beyazın bir karışımı olduğu söylenmiştir. Kudemânın görüşü bu yöndeydi. Belki şu an daha farklı tanımlanıyor olabilir… Akıl haddizatında aydınlıktır. Aydınlık olduğuna göre, beyazdır öyle değil mi? “Akıl nurdur.” Zatı ve fıtratı hasebiyle aydınlık/nur olan akıl ve zatı itibariyle karanlık/siyah olan cism/beden… Cisim aynı zamanda kesir (çok) ve müteferriktir (ayrıdır); buna karşılık akıl bir (vâhid) ve bütündür (cem‘). İnsanın aklı, bedenle faaliyete geçtiğinde –ki akıl ve beden bir arada işlevlerini yerine getirirler– artık kızıllaşır. Bu, Sühreverdî’nin ifadesi… Kızıl olan insandaki aklıdır; belki de Akl-ı Evvel bu şekilde değildir. Çünkü o nur-i mahzdır. Akıl insanın tabiatı ve bedeniyle faal olduğundan, karanlıktan ve ışıktan mürekkep bir halde kızıl renge bürünür. Sühreverdî risalesini bu nedenle Kızıl Akıl olarak adlandırmıştır.

Lârîcânî: Şeyh İşrâk her şeyi nurla sonlandırıyor. Onun tüm sözleri nurdur. Lakabı da bu nedenle “Şeyhü’l-İşrâk”tır. Akıl zatı itibariyle nurdur. Güneş de batmaya başladığında kızıllaşıyor.

Dînânî: Yani gün içindeki parlaklığını ve aydınlığını yitiriyor. Gecenin siyahlığını almaya başlıyor yavaş yavaş. Kızıllığı aydınlığını yitirmesinden ve yerini gecenin karanlığına bırakacak olmasından kaynaklanıyor.

Lârîcânî: Yani kızıl ve semâvî akıl gerçekte mülk ile melekût arasında bir vasıtadır. Çok güzel açıkladınız gerçekten.

Dînânî: Akıl zatı itibariyle semavîdir.

Lârîcânî:

“Varlık âleminden marifetle geç

Böylece anlamların (me‘ânî) suretlerindeki perdeler iniversin”

Dînâni: Anlamların perdeleri… Şairlerimiz gerçekten de çok güzel şeyler söylemişler. Anlamların suretleri ve perdeleri vardır. Eğer anlamlar nikapsız-peçesiz olsaydı, neler olurdu? Varlık anlamın kendisidir. Allah anlamın kendisidir. Din anlamın kendisidir. Bir de anlam âleminin sonsuzluğunu bir düşünün… Bu anlamlar çok latif olduklarından, perdelidirler de. Bizler bu anlamlara ne kadar ulaşabiliriz? Siz lafızların ardını anlamla mı kovalarsınız, anlam olmaksızın mı? Âlemdeki her şey delâlettir. Bu delâletler bazen lafzî, bazen de manevîdir. Bizler suretlerden anlamlara ulaşırız. Mutlak Anlam’a ulaşmamızın bir yolu yoktur. Anlamlar perdelerin ve suretlerin ardından bizim anlayışımız ölçüsünde tezahür ederler. Anlam âlemine anlayışınız/aklınız kadar aşina olursunuz. Biliyorsunuz ki mana âlemi de sonsuzdur.

Lârîcânî: İnsanın anlama susamış olması çok önemli bir etken… Yüce Allah da Kur’ân-ı Kerîm’de likâdan söz eden birçok âyete yer vermiştir. Allah ontolojik açıdan her şeyi kuşatmıştır. Bizler de epistemolojik açıdan O’na ulaşmalıyız (marifetullah). Marifetimiz likâmızdır. “Onlara, ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki böylece onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?”[2]

Dînânî: Kur’ân likâullahtan şüpheye kapılanlardan da söz ediyor. Onlara göre buluşmak, fiziksel ve maddî bir şey. Bilmenin en büyük mülakat olduğundan habersizler. Bilgi ve bilinç olmaksızın buluşmak olabilir mi? Makûlsüz bir akıl yoktur. Akıl da makulle buluşuyor. Akıl makûlü kendi içinde barındırmaktadır. Keza göz de görülenle mülakat etmektedir. Örneğin masanın üstündeki çiçeği görüyorsunuz. Bu da bir mülakattır; ancak cismanî bir mülakat değildir. Göz kendi yerinde, görülen de kendi yerindedir. Gözden dış dünyayla buluşan ışık buradaki şeyleri görmekte, kendisiyle (yani ışık) ile görülen şey arasında bir ilişki meydana gelmektedir. Buradaki mülakat da bilinçle gerçekleşmektedir. Bunun cismî olduğunu söyleyemeyiz. Bu buluşmayı gözün fiziksel bileşenlerinin çiçeğin fiziksel bir bileşeni/parçası olan yapraklarıyla bir araya gelmesi sağlamıyor. O halde Hakk ile buluşmaktan niçin şüphe edilir? Eğer bir çiçeği görmek bile likâ sayılıyorsa, Allah’a kavuşmaktan şüpheye düşülebilir mi? Hakk’ın tecellilerini görmek de bu şekildedir. Eğer marifet ehli olursak Allah ile mülakattan bir an dahi gafil olmayız. Gördüğümüz her şey bizim için likâullah olur. Likâullahsız hiçbir görmemiz yoktur. Tecelliyi görmek mütecelliyi görmekten ayrı değildir. Tecelli, kendisini tecelli ettirenden ayrı değildir. Eğer tecelliyi görüyorsanız, mütecelliyi de görüyorsunuzdur. Sun‘dan Sâni‘e ulaşmak da aynı şekildedir. Ya da tam tersi de mümkündür. Ancak bunlar her halükârda birbirlerinden ayrı değillerdir. Kaldı ki ayıramazsınız da. Nasıl ki sun‘u gördüğünüzde Sâni‘den gafil değilseniz, tecelliyi gördüğünüzde mütecelliden de gafil olmazsınız. Bu bilinç ve farkındalığınız likâullahtır.

Günümüzde bilim dünyasındaki bir gerçekliğin sizin bu söylediklerinizle yakından ilişkili olduğunu görmekteyiz. Bir bilim insanı bir şeyi bilimsel bir araştırmaya/incelemeye tabi tuttuğunda onun tek bir boyutunu mu görüyor, yoksa tüm boyutlarını mı?

Lârîcânî: Sadece tek bir boyutunu…

Dînânî: Bilim incelediği her şeye tek bir boyuttan yaklaşır ve bu alanda ilerleyebildiği kadar ilerler. Bu bakışta, incelenen şeyin pek çok varlıksal boyutu göz ardı edilmektedir. Bilim ilerlemek istiyorsa zaten bundan başka çaresi de yoktur. Buradan şunu açıklamaya çalışıyorum: Bilimin ilerleyişini sakın ola ki tüm boyutların keşfi ve dikkate alınışı olarak yorumlamayın. O bunu yaptığı için ilerlemiş değildir. Önümüzdeki şu masayı marangoz bir açıdan, fizikçi başka bir açıdan inceler.

Lârîcânî: Ya da bir ressam ya da sanatçı apayrı bir zaviyeden bakar.

Dînânî: Bir kimyagerin bakışı fizikçininkinden, bir fizikçinin bakışı filozofunkinden, filozofunki ise bir ârifinkinden farklıdır. Herkes kendi açısından bakıyor. Tabii ki doğru bir şekilde bakıyor.

Lârîcânî: Eğer her bilgin şeylere o Her Şeyi Kuşatan’ı göz önünde bulundurarak –yani bilimlerin felsefesini dikkate alarak– bakabilseydi, bu ayrımlar meydana gelmeyecekti.

Dînânî: Tamamıyla doğru. Bir şeyi tüm boyutlarıyla ve kuşatarak bilmek hangi bakışla mümkündür? İlâhî bakışla. Akıl mı daha geniş bir perspektiften bakar, göz, vehim ya da hayal mi? Neyle karşılaştırırsanız karşılaştırın, akıl her şeyden daha geniş bakar. Daha geniş zaviyelerden bakabilmek ve şeyleri daha iyi kuşatabilmek için akılla bakmanız gerekir. Deneysel yöntemi de uygulayın, gözleme de dayanın; ancak son kertede aklî bakışı göz ardı etmeyin. Aklın ihatası diğer her duyusal ihatadan aşkındır. Nihayetinde bizim akıl âlemine yönelmemiz gerekir. Tecellilerin rengârenkliğini de ancak akıl anlayabilir. Âlemdeki bu farklılıklar/çeşitlilikler sizce güzel bir şey mi, yoksa kötü bir şey mi?

Lârîcânî: Gayet güzel bir şey.

Dînânî: Bunu şundan dolayı soruyorum: Bazıları âlemdeki farklılıkları/çeşitlilikleri bir tür ayrımcılık olarak görüyorlar. Örneğin filan kimsenin elindeki bir nimete sahip olamadığı için hayıflanıyor. Ya da âlemdeki diğer renkleri, dilleri, çeşitlilikleri yadırgıyor. “Ayrımcılık” ile “farklılık” arasındaki anlama dikkat kesilmeliyiz burada.

Lârîcânî: Farklılık şeylerin görünüşlerinde olması gereken başkalıkları ifade eder. Ayrımcılık ise şeyleri olmamaları gereken yerlere koymak, onların yerlerini değiştirmektir.

Dînânî: O halde farklılıklar haktır. Âlemde farklılıklar vardır ve olmalıdır da.

Lârîcânî: Allah’ın âyetlerinden biri de renklerimizin ve dillerimizin farklı olmasıdır.

Dînânî: Cansız varlıklar bitkilerden, bitkiler de hayvanlardan farklıdırlar. Sadece bitkilerin dünyasına girdiğimizde bile sayısız türden çiçek ve ağaçla karşılaşırız. Âlemin güzelliği bu farklılıklardadır. Kötü olan, ayrımcılıktır. Ayrımcılık bir şeyi layık olduğu yere koymamaktır. Bir şeyi kendi yerine koymamak kötüdür. Bir şeyin bulunduğu konum itibariyle sahip olduğu nitelikleri görmezden gelmek de ayrımcılıktır. Dolayısıyla bunları dikkate almamız gerekir. Eğer farklılıkları kendi içinde sindirmeyi ve doğru bir şekilde yorumlamayı/anlamlandırmayı başarabilirsek, ayrımcılık gibi bir hataya düşmenin önünü almış oluruz.

Lârîcânî: Bir diğer ilginç âyet de “Gökleri görebileceğiniz bir sütun olmaksızın yükselten, sonra hükümranlık tahtını/tüm kâinatı kaplayan, Güneş'i ve Ay'ı emrine boyun eğdiren Allah'tır. Varlığını gösteren belgeleri bir bir açıklar ki, Rabbinizin huzuruna çıkacağınıza yürekten kesin bir biçimde inanasınız… ” âyetidir.[3] Bakınız, Yüce Allah bizden neler bekliyor?

Dînânî: Baştan sona tüm ifadelerinin azamet ve ihtişamını görmezden gelmeksizin, âyetin sadece ilk kısmına dikkat çekmek istiyorum: Gökleri direksiz, sütunsuz olarak yükseltmek… Göğün tabakalarını biliyoruz. Şu an içinde bulunduğumuz yapının da sütunlarının olduğunu biliyoruz. Eğer bu sütunlar olmasaydı, bu binaya tavan inşa etmek mümkün olur muydu? Tavanı yukarıda tutan işte bu sütunlardır. İşte bu gök küreler de yukarıdadırlar. Âyetin zarafetine bir bakın: “Sütunsuzdurlar” demiyor, “göremediğiniz sütunlar” diyor. Galaksilerin, envai türden yıldızın, gezegenin vd. aslında bizlerin göremediği sütunları var.

Lârîcânî: Eğer bir bilim insanı, o Her Şeyi Kuşatan’ın gözüyle bakabilirse, belki de bu sütunların ne olduğunu anlayabilecektir. Kendilerini rahatlatmak için her şeyi yer çekimi kanunuyla açıklamaya çalışıyorlar. Bu konuya gelince suskunlar.

Dînânî: Peki, çekim dediğiniz şeyi nasıl tanımlıyorsunuz? Bu nereden ortaya çıktı? Mezkûr kanunun varlığını inkâr etmiyoruz; ama bunun netliğe kavuşturulması gereken birçok yönünün olduğunu düşünüyoruz.

Lârîcânî: Âyetin son bölümü de çok sarsıcı…

Dînânî: Evet. Eğer kişi bunları anlarsa, Rabbiyle kavuşacağını da yakinen bilir. Bu âyetler dikkat gerektiriyor.

Lârîcânî: Allah rahmet eylesin, Feyz bu âyetleri gerçekten çok güzel derlemiş. Bir sonraki programımızda konunun geri kalanını sürdürmemizi çok isterim. Çünkü vaktimiz sona ermek üzere…

Bir sonraki programımızda görüşmek dileğiyle, aziz üstadımızla birlikte hepinize Allahaısmarladık diyoruz. Hoşça kalın.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

https://www.youtube.com/watch?v=Rv35Mfyvqcc&list=PLnkv67jnIKP1oDyt__FI2rF7grvHUMnIw&index=22&t=264s



[1] Secde Sûresi, 17. âyet.

[2] Fussilet Sûresi, 53. âyet.

[3] Ra‘d Sûresi, 2. âyet