Ahmed el-Kâtib'e reddiye (33): Ahmed el-Kâtib'in iki önemli şüphesine cevap

Ahmed el-Kâtib'e reddiye (33): Ahmed el-Kâtib'in iki önemli şüphesine cevap
Bu bölümde Ahmed el-Kâtib’in İmam Mehdî’nin (a.s.) varlığı hakkında oluşturmak istediği şüpheleri cevaplandırmaya çalışacağız. Onun bu bağlamdaki iddialarından biri de şudur: 'Hicrî üçüncü ve dördüncü asırlarda Şia -azınlık bir grup hariç- Muhammed b. Hasan el-Askerî’nin varlığına inanmıyordu. Nitekim bu durumu Nevbahtî, Eşarî, Kuleynî, Numânî, Sadûk, el-Müfîd ve Tûsî gibi Şiî müelliflerin tamamına yakını kaydetmiş ve bu döneme Asrü’l-Hayret (Şaşkınlık Çağı) adını vermişlerdir.'

 

DÖRDÜNCÜ CİLT: AHMED EL-KÂTİB’İN İMAM MEHDÎ’NİN DOĞUMU VE VARLIĞI HAKKINDA YAYDIĞI ŞÜPHELERE REDDİYE

 

Sâmî el-Bedrî

 

 

ÖNSÖZ

 

Bu bölümde Ahmed el-Kâtib’in İmam Mehdî Muhammed b. Hasan el-Askerî’nin (a.s.) varlığı hakkında oluşturmak istediği şüpheleri cevaplandırmaya çalışacağız. Onun bu bağlamdaki iddialarından biri de şudur: “Hicrî üçüncü ve dördüncü asırlarda Şia -azınlık bir grup hariç- Muhammed b. Hasan el-Askerî’nin varlığına inanmıyordu. Nitekim bu durumu Nevbahtî, Eşarî, Kuleynî, Numânî, Sadûk, el-Müfîd ve Tûsî gibi Şiî müelliflerin tamamına yakını kaydetmiş ve bu döneme Asrü’l-Hayret (Şaşkınlık Çağı) adını vermişlerdir.”[1]

Biz bu sözün hatalı olduğunu ve gerçeği yansıtmadığını önceki bölümlerde açıkladık. Şiî ve Sünnî kaynaklar ışığında İmam Hasan el-Askerî’nin ashabının çoğunluğunun ve güvendiği kimselerin –ki o gün onlar Şia’nın ekseriyetini teşkil etmekteydiler- Hasan-ı Askerî’nin (a.s.) bir çocuğunun olduğunu söylediklerini, babası yönünden imametine yönelik nassın bulunduğunu ve O’nun Mehdî-i Mevûd olduğunu ispat ettik. Buna göre hicrî üçüncü ve dördüncü asırlarda Şiî görüş Mehdî b. Hasan el-Askerî’nin (a.f.) imametine inanma esası üzerine kuruluydu.

Onun “Allah’ın izniyle İmam Mehdî’nin ileride doğacağına inanmakta ne gibi bir problem var? Onun oldukça uzak bir geçmişte doğup da doğal olmayan bir surette hayatta kaldığını savunmada bu derece ısrar nedendir?” şeklindeki sorularına da cevap verdik.

Biz bu bölümde bazı sınırlı meselelere reddiye yazmakla yetindik. Geriye kalan konulara cevap verecek değerli araştırmacı kardeşimiz[2] gibi birçok himmet sahibi şahsiyetin varlığını bildiğimizden bunları ele almadık. Hamd Allah’adır.

Bu bölümde Ahmed el-Kâtib’in eş-Şûrâ adlı dergisinde ve Tatavvuru’l-Fikri’s-Siyâsiyyi’ş-Şiî adlı eserinde Ehl-i Beyt İmamları, İmam Mehdî ve Şia’da yönetim nazariyesinin temelleri hakkında yaymak istediği şüphelerin en önemlilerini ele alıp yanıtlamaya çalışacağız.

Allah’ım, bu gayretimizi, mal ve çocukların hiçbir yarar sağlamadığı, sadece kalb-i selimin fayda vereceği o gün için bir azık say! Kuşkusuz sen duaları işitensin ve onlara icabet edensin!

Samî el-Bedrî

Kum el-Müşerrefe

1420 yılı Ramazan ayının son günleri.

 

BİRİNCİ MESELE: İMAM HASAN-I ASKERÎ’NİN VEFATINDAN SONRA CUMHUR-U ŞİA’NIN İNANCI

Yazar şöyle diyor: “Hicrî üçüncü ve dördüncü asırlarda Şia –azınlık bir grup hariç- Muhammed b. Hasan el-Askerî’nin varlığına inanmıyordu.”

Ben diyorum ki: Hakikat bu iddianın tam aksini göstermektedir. İmam Mehdî’nin mübarek doğumuna ve Muhammed b. Hasan’ın (a.f.) Mehdîliğine kail olanlar Hasan Askeri’nin (a.s.) ashabının çoğunluğunu teşkil etmekteydi. Bu hakikati Sünnî bilgin el-Eşarî (ö. h. 324) hicrî 297. yılında kaleme aldığı Makâlâtü’l-İslamiyyîn adlı eserinde doğrulamıştır. Hakeza İbn Hazm (h. 548) da el-Fasl fi’l-Mileli ve’l-Ehvâi ve’n-Nihal adlı eserinde aynı bilgiyi aktarmaktadır. Bu iki zat da Sünnî olup İslamî fırkalar sahasında uzmandırlar. Hatta ikinci şahıs (İbn Hazm) Şia’ya reddiye yazmıştır. Ebû Sehl en-Nevbahtî, Şeyh Sadûk ve Şeyh Müfid’in de bu bağlamda söylediklerini eklemek gerekir.

 

ŞÜPHENİN METNİ

Yazar şöyle diyor: “Hasan el-Askerî’nin vefatından sonra Şia on dört fırkaya ayrıldı… Bu on dört fırka içerisinde biri hariç –ki bunlar da oldukça azınlıktılar- İmam Mehdî’nin doğumuna ve imametine kail olan, Mehdîlik görüşünü benimseyen hiçbir grup yoktu.[3]

Yazar eserin bir başka yerinde ise şöyle diyor: “İmam Hasan el-Askerî’nin bir oğlunun olduğunu söylemek ve vefatından sonra bazı dostlarının bunu dile getirdiklerini belirtmek gizli ve bâtınî bir görüştü. Bu dönemde Şia arasında bu konu henüz açıklık ve kesinlik kazanmamıştı. Ayrıca bir söz birliği de oluşmamıştı. Öyle ki halef meselesindeki şaşkınlık ve belirsizlik atmosferi Şia’yı kuşatıyor ve onu sert bir biçimde sarsıyordu.

Yazar şöyle de diyor:

Bu dönemde yaşamış olan bazı âlimler şaşkınlık (hayret) konusunu ve bundan kurtuluşun yollarını ele aldıkları birtakım kitaplar yazmışlardır. Bunlardan birisi de ‘el-İmâmetü ve’t-Tebsıratu mine’l-Hayre’ ismiyle bir kitap yazmış olan Şeyh Ali b. Bâbeveyh es-Sadûk’tur. Bu şaşkınlık hicrî dördüncü asrın ortalarına kadar sürmüştür. ‘İkmâlü’d-Dîn’ adlı eserinin girişinde Şia’yı kasıp kavuran bu şaşkınlık haline değinen Şeyh Muhammed b. Ali es-Sadûk şöyle der: ‘Yanıma gelip giden Şiîlerin çoğunun gaybet konusunda şaşkınlığa düştüklerini ve Kâim hakkında kuşkular beslediklerini gördüm…’

Muhammed b. Ebî Zeyneb en-Numânî de bu zaman diliminde Şia’nın genelini kuşatmış bulunan şaşkınlık halini ‘el-Gaybet’ adlı eserinde anlatırken şöyle demektedir: ‘Onların cumhuru (Halef) hakkında ‘O nerede? Bu nasıl olur? Daha ne zamana kadar gaybette kalacak? Ne kadar ömür sürecek? Bütün bunlar şöyle dursun o şimdi bile seksen küsur yaşında değil mi?’ gibi sorularla meşguldü. Bunların bir kısmı onun öldüğünü söylerken diğer topluluk doğduğunu bile inkâr ediyor ve varlığını kökten yok sayıyor, ona inananlarla alay ediyordu. Bir başka grup ise bu süreyi kabul edilemeyecek kadar uzun buluyordu.’

Numânî yine diyor ki: ‘Pek çok insanı Velâyet’ten çıkaran bu şaşkınlıktan daha büyük şaşkınlık olur mu? Bu işte olanların sadece küçük bir kısmı bu sapkınlıktan kurtulabilmişti. Çünkü insanlar şüpheye düşmüşlerdi…’

İşte bu nedenle bazılarının On İkinci İmam Muhammed b. el-Hasan el-Askerî’nin varlığı, doğumu ve Mehdîliğini gösteren hadislere dayandırdıkları icmâ, tevatür ve yaygınlık iddialarının da bu dönemde herhangi bir izi yoktu… Buradan hareketle şöyle demek mümkündür: Hicrî üçüncü ve dördüncü asırlarda Şia –azınlık bir grup hariç- Muhammed b. Hasan el-Askerî’nin varlığına inanmıyordu. Nitekim bu durumu Nevbahtî, Eşarî, Kuleynî, Numânî, Sadûk, el-Müfîd ve Tûsî gibi Şiî müelliflerin tamamına yakını kaydetmiş ve bu döneme Asrü’l-Hayret (Şaşkınlık Çağı) adını vermişlerdir.[4]

 

ŞÜPHENİN REDDİ

Aslında bu mesele çerçevesinde ele alınması gereken iki konu vardır. Üstad Ahmed el-Kâtib konuyu ele alır ve kaynakları zikrederken ortada tek bir mesele varmış gibi davranarak bunları birbirine karıştırmıştır.

İlki: İmam Hasan el-Askerî’nin vefatından sonra ashabının 14 fırkaya bölünmesidir ki bunlardan birisi İmâmiyye’dir. Bu konuda onun dayanağı Nevbahtî’nin Fırakü’ş-Şîa’sı ile el-Eşarî el-Kummî’nin el-Makâlât ve’l-Fırak adlı eserleridir.

İkincisi: Özel naiplik döneminin kesintiye uğrayıp Gaybet-i Kübra’nın başlaması sebebiyle Şia’nın geçirdiği şaşkınlık meselesi… Bu hususa en-Numânî, Ali b. Babeveyh, et-Tûsî, Şeyh Müfîd açık ifadelerle işaret etmiştir. Ancak Üstad el-Kâtib okuyucuyu aldatmak ve hakikatin üstünü daha çok örtmek için bu açıklamaları eğip bükmüş ve bunu ilk meselenin bağlamında sunmaya çalışmıştır. Aşağıda bu iki meseleye ilişkin açıklamalar gelecektir.

 

İLK MESELE: İMAM HASAN EL-ASKERÎ’NİN VEFATINDAN SONRA ASHABININ FIRKALARA AYRILDIĞI İDDİASI

Ben diyorum ki: Önce Nevbahtî’nin Fırakü’ş-Şîa ve el-Eşarî el-Kummî’nin el-Makâlât ve’l-Fırak adlı eserindeki malumatı ele almamız oldukça yararlı olacaktır.

Nevbahtî Fırakü’ş-Şîa adlı eserinde şöyle der:

“Hasan b. Ali (a.s.) 232/846 yılının Rebîülâhir ayında doğdu. 260/873 yılının Rebiülevvel ayının sekizinde Cuma günü Samerra şehrinde vefat etmiştir. Evinde, babasıyla aynı yere defnedildi. Hasan b. Ali (a.s.) vefat ettiğinde 28 yaşındaydı.  Cenaze namazını Ebû İsa b. el-Mütevekkil kıldırdı. İmamet süresi beş sene sekiz ay beş gündür. Onun oğlu görülmemiş, bu yüzden mirası, kardeşi Cafer ile annesi arasında taksim edilmiştir. Annesi Asefân isimli cariyedir (ümmü veled). Ebu’l-Hasan bu kadına daha sonra ‘Hadis’adını vermiştir.

Hasan b. Ali’nin (a.s.) ashabı O’nun vefatından sonra 14 fırkaya bölündüler.

Birinci fırka şöyle der: Hasan b. Ali (a.s.) ölmemiştir, yaşamaktadır. Yalnızca gaybete çekilmiştir ve zamanın imamıdır. İmam, yerine geçeceği bilinen bir oğul bırakmadan ölemez. Çünkü yeryüzü imamdan yoksun kalamaz. Bundan dolayı Hasan b. Ali’nin (a.s.) imameti sabittir. Ayrıca Kâim’in iki kez gaybete çekileceğine dair rivayet vardır.

İkinci fırka ise bu konuda şöyle diyordu: Hasan b. Ali (a.s.) ölmüş ve öldükten sonra da dirilmiştir. O (a.s.) Kâim ve Mehdî’dir. Çünkü biz Kâim’in anlamının öldükten sonra tekrar çocuksuz olarak dirilmek (kıyam) olduğunu rivayet etmiştik. İmamın yaşayan bir çocuğu olsaydı, bir daha dirilmemek üzere ölmesi daha uygun olurdu.  Çünkü bu durumda imamet halefinin hakkıdır.

Üçüncü fırka ise şöyle der: Hz. Hasan b. Ali (a.s.) ölmüştür. Ondan sonraki imam kardeşi Cafer’dir. Çünkü Hasan b. Ali (a.s.) onu vasisi tayin etti ve böylece imamet ona geçti.

Dördüncü fırka ise şöyle der: Hasan Askerî’den sonraki imam Cafer’dir. İmamet ona ne kardeşi Muhammed ve ne de Hasan’dan intikal etmiştir; babasından doğrudan ona geçmiştir. Zira bu ikisi imam değildiler.

Beşinci fırka ise babasının sağlığında ölen Muhammed b. Ali’nin imametine döndüler. Hasan (a.s.) ve Cafer’in haksız bir şekilde imamet iddiasında bulunduklarını ileri sürdüler.

Altıncı fırka ise şöyle der: Hasan b. Ali’nin (a.s.) Muhammed diye isimlendirdiği ve imametine işaret ettiği bir oğlu vardır. Bu oğlu babasının vefatından iki yıl önce dünyaya gelmişti. O gizlidir ve görülmez.

Yedinci fırka ise şöyle der: İmam Hasan Askerî’nin (a.s.) ölümünden sekiz ay sonra dünyaya gelen bir çocuğu vardır.

Sekizinci fırka ise şu inançtaydı: Hasan Askerî’nin (a.s.) kesinlikle bir çocuğu yoktur. Çünkü biz onca araştırmamıza ve her yönden incelememize rağmen O’nun bir çocuğu olduğunu tespit edemedik… Fakat burada annesinin gizlilik içerisinde gerçekleşecek hamileliği söz konusudur. Annesi, imam olacak erkek bir çocuk doğuracaktır. Çünkü İmamın halef bırakmadan ölmesi caiz değildir. Aksi takdirde imamet bâtıl olur ve yeryüzü hüccetten yoksun kalırdı.

Dokuzuncu fırka da şöyle der: Hasan b. Ali’nin (a.s.) babasının, dedesinin ve diğer atalarının vefat ettiği sahih haberlerle sabittir. Aynı şekilde İmam Hasan Askerî’nin vefatı ve ondan sonra imam olmadığı da yalanlanması imkânsız haberlerle sabittir. Nübüvvetin sona ermesi nasıl caizse bu da caizdir. Bugün yeryüzü hüccetten yoksundur. Allah’ın dilediği zaman Âl-i Muhammed’in Kâim’ini (a.f.) göndermesine kadar da bu durum böyle sürecektir. Kâim’in gönderilmesiyle, Hz. Muhammed’in (s.a.a.) resullerin bulunmadığı fetret döneminde gönderilip İsa’nın (a.s.) ve kendisinden önceki peygamberlerin öğrettiği dini yenilemesi gibi, yeryüzü ölümünden sonra tekrar canlanacaktır.

Onuncu fırka ise şöyle der: Babası hayatta iken ölen Ebû Cafer Muhammed b. Ali, babasının ona vasiyeti, işareti, delaleti ve bizzat ismiyle tayin etmesiyle imamdır… O vasiyet etmek mecburiyetinde olduğu için, kendi hizmetinde bulunan, babasının Nefis adındaki küçük kölesine vasiyet etmiştir. Nefis adındaki bu köle, Ebû Cafer Muhammed b. Ali’nin güvendiği ve itimat ettiği bir şahıstı.  Muhammed kitaplarını, silahını ve ümmetin ihtiyaç duyduğu her şeyi ona bırakmış ve bu köleye ‘Babam öldüğünde sana bıraktığım bu emanetleri kardeşim Cafer’e ver.’ diye vasiyet etmiştir.

On birinci fırkanın görüşleri ise şöyledir: Kendilerine ‘İmamınız Cafer mi yoksa başkası mıdır?’ diye sorulduğunda şu cevabı verdiler: Biz imametin Hasan Askerî’nin çocuklarına mı yoksa kardeşlerine mi ait olduğu konusunda ne diyeceğimizi bilemiyoruz. Durum bize göre pek açık değildir. Bu yüzden biz ‘Hasan b. Ali imamdı ve vefat etti. Yeryüzü bir hüccetten yoksun kalmayacağına göre durum açıklığa kavuşuncaya dek herhangi bir görüş ileri sürmüyoruz ve tevakkuf ediyoruz.

On ikinci fırka (İmâmiyye) da şöyle dedi: Mesele önceki fırkaların hiçbirinin dediği gibi değildir. Allah’ın yeryüzünde Hasan b. Ali’nin (a.s.) evladından bir hücceti vardır ve Allah’ın emri aksamaksızın tahakkuk edecektir. Hasan b. Ali’nin (a.s.) soyundan birisi eski geleneklere ve ilk metoda göre babasının vasisidir. İmametin, İmam Hasan ve İmam Hüseyin’den (a.s.) sonra kardeşten kardeşe intikali mümkün ve caiz değildir. Aynı şekilde mahlûkat var olduğu sürece imametin Hasan b. Ali’nin (a.s.) evladının dışına çıkması da caiz değildir. Allah’ın emirleri yürürlükte olduğu sürece imamet böyle devam eder. Yeryüzünde sadece iki kişi kalacak olsa bile bunlardan biri hüccet olurdu. Allah’ın emir ve yasakları kâinatta cârî olduğu sürece bu iki kişiden biri ölse diğeri hüccet olur. İmameti sabit olmayan bir kimsenin soyundan imam gelmez ve imamet, babası hayatta iken hücceti sabit olmadan ölen birisinden ve soyundan da sürmez… Bahsini ettiğimiz bu görüş, az önce adı geçen fırkalar arasında tartışılmaksızın Sâdık İmamlardan (a.s.) intikal eden görüştür. Bu rivayetin kaynağının sıhhatinde, sebeplerinin sağlamlığında ve isnadının doğruluğunda asla şüphe yoktur.  Zira yeryüzünün hüccetten yoksun olması asla caiz değildir. Yeryüzü bir saat bile hüccetten yoksun kalsa üzerindekilerle birlikte yok olur. Bu durumda yukarıda zikredilen bütün fırkaların görüşleri de bâtıl olur.

Biz ise önceki imamın (Hasan b. Ali’nin) vefat ettiğini ve kendi soyundan birisini yerine halef bıraktığını doğruluyoruz. Onun halefi ise kendisinden önceki ataları gibi Allah’ın izniyle ortaya çıkarak davetini ve imametini izhar edecektir. Onun ortaya çıkması ve gizlenmesi hususunda Allah dilediğini yapar. Nitekim Müminlerin Emîri (a.s.) şöyle buyurmaktadır:

اللهم انك لا تخلي الارض من حجة لك على خلقك ظاهرا معروفا او خائفا مغمورا كيلا تبطل حجتك وبيناتك

Allah’ım! Yeryüzünü, hüccetinin ve delillerinin bâtıl olmaması için, mahlûkatının üzerindeki açık veya gizli hüccetinden yoksun kılma!

Bize böyle emredildi ve vefat eden İmamlardan bize ulaşan sahih haberler de bu anlamdadır. Çünkü insanların Allah’ın gizli emirlerini araştırma, bilmedikleri konuda hüküm verme ve kendilerinden gizlenenlerin peşine düşme hakları yoktur. Keza insanların bu hususta kendilerine emir verilinceye kadar söz konusu imamın ismini anmaları ve yerini sormaları da caiz değildir. Çünkü İmam (a.s.) gizlidir. Düşmanlarından yana emanda değildir ve bizzat Allah tarafından gizlenmiştir. Çünkü bizden gizlenen bir şeyi ortaya koyup açığa vurmak O’nun ve bizim kanlarımızı mubah saymaktır. Onu gizlemek ve hakkında bildiklerimizi söylememek kendimizin ve O’nun kanını korumak demektir. İmam (a.f.) da kendi zuhur zamanını bizden daha iyi bilir.

İmameti açık, yeri bilinen, nesebi sahih ve doğumu aşikâr olan, hayatı havass ve avam herkese malum İmam Cafer es-Sâdık da şöyle buyurmuştu:

من سماني باسمي فعليه لعنة الله

Her kim beni ismimle çağırırsa Allah ona lanet etsin!

ولقد كان الرجل من شيعته يتلقاه فيحيد عنه وروي عنه ان رجلا من شيعته لقيه في الطريق فحاد عنه وترك السلام عليه فشكره على ذلك وحمده وقال له لكن فلاناً لقيني فسلم علي ما احسن وذمه على ذلك واقدم عليه بالمكروه.”

Taraftarlarından bir adam devamlı onunla karşılaşmak istiyordu. Fakat İmam onu görünce yolunu değiştiriyordu. İmamdan rivayet edildiğine göre taraftarlarından başka biri ise İmamı yolda görünce yolunu değiştirdi ve İmama selam vermedi. Bu davranışından ötürü İmam da ona teşekkür etti. Şahsı överek şöyle dedi: Falan adam benimle karşılaştı ve bana selam verdi. İmam adamı bu davranışından dolayı kınadı ve onun hakkında menfi konuştu…

Öyleyse devletin sıkı takibinde olup zulme uğrayan, hatta Salih b. Vasif yüzünden zindana düşen İmam Hasan Askerî, böylesi bir dönemde doğumu gizli kalmış Kâim’i ismi ve alametiyle nasıl anabilirdi ki? Bu konuda birçok haber rivayet edilmiştir.

ان القائم تخفى على الناس ولادته

Kâim’in doğumu insanlara gizli kalır.

 “يخمل ذكره ولا يعرف

Adı dillerde anılmaz ve tanınmaz.” O zuhur etmedikçe kıyam etmez. O zâhir olduğunda imam oğlu imam ve vasi oğlu vasi olarak tanınacaktır. Kıyam etmeden önce de ona uyulur. Sayıca az da olsalar, kendisinin ve babasının güvenilir taraftarlarının onun durumunu bilmeleri gerekir… İşte İmâmiyye Şiası’nın öteden beri takip ettiği ve üzerinde ittifak ettiği imamet yolu budur.

On üçüncü fırka ise Fatahiyye’dir. Fakih Abdullah b. Bükeyr b. A’yen ve benzeri âbidlerden müteşekkil Fatahiyye fırkasına göre Hasan b. Ali Askerî (a.s.) vefat etmiştir. Babasından sonra imam o idi… Fatahiyye fırkası büyük kardeş ölür de arkasında kendi sulbünden halef bırakmaz ise imametin diğer kardeşe geçebileceğine inanıyor.[5]

 

EŞARÎ EL-KUMMÎ’NİN MAKÂLÂT VE’L-FIRAK ADLI ESERİNDEKİ İFADELERİ

“Hasan b. Ali 232/846 yılının Rebîülâhir ayında doğdu. 260/873 yılı Rebîülevvel ayının sekizinde Cuma günü Samerra şehrinde vefat etmiştir. Evinde, babasının gömüldüğü hücreye gömüldü.  Hasan b. Ali (a.s.) vefat ettiğinde 28 yaşındaydı.  Cenaze namazını Ebû İsa b. el-Mütevekkil kıldırdı. İmamet süresi beş sene sekiz ay beş gündür. Onun halefi olmadığı gibi, zâhirde bir oğlu da görülmemiştir. Ondan intikal eden mirası kardeşi Cafer ile annesi arasında taksim olunmuştur. Annesi Asefân isimli cariyedir (ümmü veled). Ebu’l-Hasan bu kadına daha sonra ‘Hadis’ adını vermiştir.

Birinci fırka İmâmiyye olarak bilinen fırkadır. Bunlar şöyle derler: Hasan b. Ali’nin (a.s.) ölümünden sonra, Hasan b. Ali b. Muhammed b. Ali Rıza’nın (a.s.) soyundan gelen, yeryüzünde Allah’ın kulları için bir hüccet ve O’nun emriyle hükmedecek bir Kâim olacaktır. O emreden, yasaklayan, atalarından aldığını tebliğ eden ve seleflerinin Allah’tan aldıkları ilimleri, kitapları, ahkâmı, farz ve sünnetleri kendisine emanet ettiği kişidir. Ayrıca O insanların ihtiyaç duydukları dinî emir ve dünyevî maslahatları bilecektir. Babasının halefi ve vasisi olup kendisinden sonraki ilahî vazifeyi yürütecek olan Kâim’dir. Kıyamet Günü’ne kadar önceki İmamların sünneti üzere doğru yola erdiren, ümmetin hidayet rehberi ve Mehdî’sidir. İmametin işleyişinde herhangi bir değişiklik olmaz ve imamet ortadan kalkmaz. İmamet İmam Hasan (a.s.) ve İmam Hüseyin’den (a.s.) sonra iki kardeşte bir araya gelmez ve kardeşten kardeşe de geçmez. Bu caiz değildir. İnsanlık son bulup Allah’ın emirleri, yasakları ve kulları üzerindeki sorumluluk kalkıncaya dek imamet ancak Hasan b. Ali b. Muhammed’in (a.s.) soyundan devam edebilir. Yeryüzünde sadece iki kişi kalsa birisi hüccet olurdu. Allah’ın kullarına yönelik emir ve yasakları devam ettiği ve mahlûkatı ile ilgili yükümlülük var oldukça onlardan birisi ölse diğeri hüccet olur.

İmamet babası hayatta iken ölen birisinin soyundan veya kardeşi ya da başkası tarafından vasi kılınan biriyle devam etmez…  Şöyle ki bu nokta İmâmiyye Şiası arasında asla tartışılmayacak şekilde İmam Bâkır ve İmam Sâdık’tan (a.s.) rivayet edilen bir husustur ve bununla ilgili rivayet edilen haberlerin kaynağının sıhhati, isnadlarının mükemmelliği ve râvîlerinin güvenilirliği üzerinde icmâ etmişlerdir. Buna göre Hasan ve Hüseyin’den (a.s.) sonra Kıyamet’e kadar imamet kardeşten kardeşe geçmez. Yeryüzü kendisinden önceki imamın soyundan gelen bir hüccetten yoksun kalamaz. Biz Hasan b. Ali’nin (a.s.) imametine sımsıkı bir şekilde tutunmuşuz. Onun vefat ettiğini ikrar ediyor, kendisinden sonra soyundan bir halefi olduğuna iman ediyoruz ve bu inancımızda da samimiyiz. O, babası İmam Hasan b. Ali’den sonraki imamdır. O korkusu yüzünden saklanmaktadır ve böyle davranmakla emrolunmuştur. Yüce Allah kendisine izin verdiğinde önceki ataları gibi O da ortaya çıkıp durumunu ilan edecektir. Çünkü her konuda yetki Allah’ındır. Allah, O’nun zuhuru, gizlenmesi, konuşması veya susması hususunda dilediğini yapar. Müminlerin Emîri’nin minberde söylediği “ان الله لا يخلى الارض من حجة له على خلقه ظاهراً معروفا او خافيا مغموراً لكي لا يبطل حجته وبيناته / Şüphesiz Allah yeryüzünü, hüccetinin ve delillerinin bâtıl olmaması için, mahlûkatının üzerindeki açık veya gizli hüccetinden yoksun bırakmaz!” şeklindeki meşhur söz de iddiamızı desteklemektedir.

Bununla ilgili olarak İmamlardan aktarılan sahih ve meşhur haberler bulunmaktadır. Allah’ın işlerini sorgulamak ve hakkında bilgi sahibi olmadıkları şeyin peşine düşüp onu açıklamaya çalışmak kullarına düşmez… Bundan dolayı onlara emredilmedikçe mümin erkek ve kadınların Allah’ın gizlediği bir şeyi öğrenmeye çalışması, O’nun ismini ve yerini araştırması, durumu ve yeri hakkında soru sorması doğru değildir. Çünkü O Allah’ın örtmesiyle gizlenmiştir… Bundan dolayı O’nun durumunu araştırmak ve O’nu adıyla anmak Allah’a karşı gelmek, O’nun ve Şiîlerinin kanlarının dökülmesine ve şereflerinin ayaklar altına alınmasına yardım etmek demektir. Allah kadın ve erkek bütün müminleri rahmetiyle bundan korusun… Hüccetleri ve imamları seçme ve onları görevlendirme yetkisi sadece Allah’a aittir. Bu sebeple Allah onları görevlendirir, seçer ve gizler. Dilediği zaman da onları ortaya çıkarır ve durumlarını ilan eder. Çünkü Allah Tebârek ve Teâlâ mahlûkatının menfaatine olan şeyleri daha iyi bilir. İmam da kendi işlerini ve Allah’ın emri sonucu meydana gelen olayları bizden daha iyi bilir. İmameti açık, konumu belli, doğumu ve hayatı herkesçe bilinen; avam ve havass arasında nesebi inkâr edilmeyen; ismi, hayatı ve imameti malum olan Ebû Abdullah Cafer b. Muhammed (a.s.) şöyle demektedir:

من سماني باسمي فعليه لعنة الله

Kim beni ismimle çağırırsa Allah ona lanet etsin!

Dostlarından ve taraftarlarından biri yolda ona rastlamış ancak yolunu değiştirmiş ve takiyye yaparak İmam’a selam vermemişti. Ebu Abdullah (a.s.) daha sonra onunla buluştuğunda bu davranışından dolayı ona teşekkür etti. Onu haklı buldu ve övdü. Kendisine tanışıklık göstererek selam vereni ise yerdi ve hakkında kötü sözler söyledi. Ebû İbrahim’den de kendisine ismiyle hitap edilmeyi yasaklama konusunda babasından nakledilenlere benzer şeyler rivayet edilmiştir… Bütün bunlar düşmanlardan gizlenmenin ve takiyye yapmanın şiddetle gerekli oluşundan kaynaklanmaktaydı. Halifenin zulüm ve yönetim aygıtının onları çok zor durumda bıraktığı, sultanın kendilerine zulmettiği ve benzerlerinin hukukuna riayet etmediği şu zamanımızda nasıl olur da takiyye terkedilebilir! Bunun yanı sıra geçmişte İmam Ebu’l-Hasan (Hâdî) (a.s.) Mütevekkil’den eziyet ve işkence görmüştü. Salih b. Vasif de (Allah ona lanet etsin) bu topluluktan Ebu Muhammed’e (İmam Hasan Askerî) ve Şiîlerine eziyet etmiş ve İmam’ın hapsedip öldürülmesini emretmişti. Onunla birlikte Ehl-i Beyt’ini de hapsetti. Şia onun zamanında; iktidar, ismi bilinmeyen ve doğumu gizlide gerçekleşmiş olan bu İmam’ın yerini öğrenmek istediği için şiddetli takibata uğradı... Kâim’in doğumunun insanlardan gizleneceğine, adının anılmayacağına ve kıyamından önce ortaya çıkıp kendisine uyuluncaya kadar bulunduğu yerin bilinmeyeceğine dair pek çok sahih rivayet vardır. Gizlenmesi ve saklanması ile ilgili olarak zikrettiğimiz şeylere rağmen, kendisinin ve babasının güvenilir taraftarlarının -sayıları az da olsa- O’nun durumunu bilmeleri gerekir… İmamette herkesçe bilinen usul budur. Bu husus, Allah'ın rahmeti ve hidayeti üzere olan İmâmiyye Şiası’nın üzerinde icmâ ettiği zorunlu bir prensiptir. Bugüne kadar da icmâmız bu şekilde devam etmiştir.

İkinci fırka ise bu konuda şöyle dedi: Hasan b. Ali ölmemiştir, yaşamaktadır. O yalnızca gizlenmiştir ve zamanın imamıdır. İmam, yerine geçecek herkesçe bilinen bir oğul ve halef bırakmadan ölemez. Zira yeryüzü imamdan ve Allah’ın hüccetinden yoksun kalmaz. Bu sebeple insanların kendisine vasiyet edilen kimsenin imametini kabul etmesi gerekir. Hasan b. Ali’ye (a.s.) gelince imametin kendisine vasiyet edildiği kesindir. Ayrıca babası da onun imameti hususunda işarette bulunmuştur. Yeryüzü insanlara gönderilen imam ve hüccetten bir saat bile yoksun kalmaz. Dolayısıyla o gaybettedir, tekrar ortaya çıkacak ve tanınacaktır. Sonra kâim olarak ikinci kez gaybete çekilecektir.

Üçüncü fırka ise şöyle dedi: Hasan b. Ali (a.s.) vefat etmiştir. Ancak öldükten sonra tekrar dirilmiştir. O zamanın imamı ve kâimidir. 

Dördüncü fırka ise şöyle diyordu: Babası ve dedeleri gibi Hasan b. Ali’nin (a.s.) de vefat ettiği yalanlanamayacak türden mütevatir haberlerle, ölümüne pek çok kimsenin şahit olması ve bunun çok sayıda dost ve düşman tarafından rivayet edilmesiyle doğrulanmıştır. Dolayısıyla bu konuda şüphe gereksizdir. Ayrıca O’nun ardında herhangi bir halef bırakmadığı da bu gibi sebeplerle doğrulanmıştır. Bize göre bu iki hususun doğruluğu kesinleşince Hasan b. Ali’den (a.s.) sonra imam olmadığı ve imametin onunla sona erdiği konusu da tasdiklenmiş olur. Bu hem akıl hem kıyas hem de örf açısından mümkündür. Tıpkı Hz. Muhammed’den (s.a.a.) sonra nübüvvetin sona ermesinin mümkün oluşu gibi… Bu fırka Kâim’in ve Mehdî’nin (a.f.) kıyamını zorunlu görmemiş ve bu konuda bedânın anlamlarından birini benimsemiştir.

Beşinci fırka ise şunları söyler: Hasan b. Ali (a.s.) vefat etmiştir ve vefat ettiği de doğrulanmıştır. İmamet, Yüce Allah’ın Hz. Muhammed’in (s.a.a.) soyundan olup önceden vefat edenlerden birisi göndereceği vakte kadar kesintiye uğramıştır. O dilerse Hasan Askerî’yi (a.s.), dilerse de atalarından birisini gönderir.

Altıncı fırka da şöyle der: Hasan ve Cafer hiçbir zaman imam olmadılar. İmam babasının sağlığında ölen Muhammed idi. Babaları Hasan ve Cafer’in hiçbirine vasiyette bulunmadı ve imametine de işaret etmedi. Ancak onlar hak sahibi olmadıkları bir şeyin peşine düştüler… Diğer yandan bu fırka mensupları Muhammed b. Ali’nin bir erkek halefi olduğunu iddia ettiler. Onlardan bir kısmı da şöyle dedi: O yaşamaktadır, ölmemiştir. Fakat babası oğlunun başına geleceklerden korktuğu için onu gizlemiştir.

Yedinci fırka ise şöyle der: Hasan b. Ali (a.s.) geride bir evlat bırakmadan vefat etmiştir. Ondan sonraki imam kardeşi Cafer b. Ali’dir. Çünkü İmam Hasan Askerî (a.s.), onu vasisi tayin etti, Cafer de onun vasiyetini kabul etti. Böylece imamet İmam Askerî’den Cafer’e geçmiştir. Daha sonra onlar Fatahiyye’nin Cafer’in oğlu Abdullah ve Musa hakkında ileri sürdükleri bazı görüşleri benimsediler.

Sekizinci fırka da şöyle der: İmam Cafer b. Ali’dir. İmamet babası Ali b. Muhammed’den kendisine geçmiştir. Hasan’ın imametini ileri sürmek yanılgıdır.

Dokuzuncu fırka ise Fatahiyye’nin fakihlerinin dediklerini der. Hasan b. Ali babasının vasiyeti ile imam iken vefat etmiştir. Hasan b. Ali’den sonra Cafer’den başkasının imam olması caiz değildir. Çünkü İmam Askerî’nin bilinen bir oğlu yoktu.

Onuncu fırka şöyle der: İmam, babasının onun imam olacağına dair işarette bulunması ve belirlemesi, bizzat ismi ve özellikleriyle tayin etmesiyle Muhammed b. Ali’dir… Daha sonra Allah bedâ sonucu babası hayatta iken Muhammed’e öleceğini hissettirince, bu görevi babasının emriyle kardeşi Cafer’e bıraktı ve ona vasiyet etti. Bu vasiyeti, ilimleri ve silahı Ebu’l-Hasan’ın hizmetçiliğini de yapmış olan ‘Nefis’ adlı birine teslim etti. Bu hizmetçi Muhammed b. Ali’nin güvendiği ve itimat ettiği bir kimseydi. Bu sebeple Muhammed kitapları ve vasiyeti ona teslim ederek vefat ettikten sonra bütün bunları yanında tutmasını ve babası Ebu’l-Hasan vefat edince de hepsini acilen kardeşi Cafer’e vermesini emretti. Tüm bunlar babasının emriydi.

On birinci fırka şöyle der: Hasan b. Ali (a.s.) imam iken vefat etmiş ve Muhammed adıyla bilinen, buluğa ermiş oğlunu halef bırakmıştır. Bu sebeple babasından sonraki imam odur. Ayrıca Hasan b. Ali (a.s.) ona işaret etmiştir. Onun hayatından yana endişe ettiğinden ömrü boyunca gizlenmesini emretmiştir. O amcası Cafer yüzünden gizleniyor, takiyye ediyordu.

On ikinci fırka bir öncekine benzer görüşler ileri sürdü. Şöyle ki onlara göre Hasan b. Ali’nin (a.s.) ‘Ali’ adında halef bir oğlu vardır. Onlar, Muhammed’in imametine inananları yalanladılar. Ayrıca İmam Hasan Askerî’nin Ali’den başka bir oğlunun olmadığını, özellikle babasının yakın çevresinin onu tanıdığını ve gözleriyle gördüğünü iddia ettiler. Bunlar Kufe’nin bahçeliklerinde yaşayan küçük bir gruptur.

On üçüncü fırka şöyle der: Hasan b. Ali’nin (a.s.), vefatından sekiz ay sonra doğmuş bir oğlu vardır. Ancak o gizlenmiş olduğundan ne ismi ne de yeri bilinmektedir.

On dördüncü fırka şöyle der: Hasan b. Ali’nin (a.s.) asla bir erkek çocuğu olmamıştır. Çünkü biz bu hususu bütün boyutlarıyla inceleyip gizli ve açıkça kontrol ettik. Babasının sağlığında da onu çok aradık fakat varlığına dair bir bilgi elde edemedik… Fakat Kâim’in annesinin hamileliği, sultanın ve halkın bundan haberdar olmadığı doğrudur. O, imam olacak bir erkek çocuk doğuracaktır. Çünkü imamın halef bırakmadan bu şekilde vefat etmesi caiz değildir. “Kaim’in hamileliği ve doğumu insanlara gizli kalacaktır” şeklinde İmam Cafer’den (a.s.) rivayet edilen bir haberi delil getirdiler.

On beşinci fırka şöyle der: Bu hususta kafamız karışık olduğu için ne diyeceğimizi bilemiyoruz.  Hasan b. Ali’nin (a.s.) bir oğlu var mı yok mu, imamet Cafer b. Ali’nin mi yoksa Muhammed’in hakkı mı onu da bilmiyoruz. Çünkü bu konuda çok sayıda farklı görüş bulunmaktadır. Bizim için kesin olan şey Hasan b. Ali’nin (a.s.) kendisine itaatin farz olduğu bir imam olduğu, kesinlikle vefat ettiği ve öte yandan da yeryüzünün bir hüccetten yoksun kalmayacağıdır. Bu sebeple bunun ötesine gitmiyor, İmam Askerî’nin imametinde tevakkuf ediyoruz (duruyoruz) ve zira onun bir halefi olduğu bize göre kesinlik kazanmamıştır. Durumu tamamen netleşinceye kadar rivayetler gereğince bir önceki imama bağlı kalacağız.”[6]

 

NEVBAHTÎ VE EŞARÎ’NİN GÖRÜŞLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ

Ben diyorum ki bu pasajlardan şu hususlar elde edilmektedir:

Bu iki metin İmam Hasan-ı Askerî’nin ashabının on dört fırkaya ayrıldığının söylenmesi ve bunların hiçbirinin hacminin belirtilmemesi hususunda ittifak halindedir. Pasajın okunması bu fırkaların sayısal açıdan denk oldukları varsayımını haklı kılıyor. Dolayısıyla da İmâmiyye topluluğunun oranının diğer fırkalarla kıyaslandığında en azından on dörtte birlik bir niceliğe denk düştüğüne hükmetmek gerekiyor.

Nevbahtî ve Eşarî el-Kummî’nin Gaybet-i Suğra döneminde yaşayan, birbiriyle çağdaş Şiî âlimlerden olduğu bilindiğinde bu çıkarımın önemi daha da artmaktadır. Eşarî el-Kummî, hicrî 301 yılında, Nevbahtî ise 320 dolaylarında vefat etmiştir. Meselenin bu tarzda sunumu sıradan bir okuyucuyu için mazur görülebilir. Ancak yeni bir bilimsel görüş ortaya attığını söyleyen ya da milyonlarca insanı hatalı görüşler benimsemekle itham eden bir reformist olma iddiasında bulunan biri öncelikle şu birkaç hususa riayet etmelidir:

a- Bu iki kitap arasındaki benzerlik olgusunu yorumlamalıdır. Bu iki kitap birbirinden bağımsız eserler midir yoksa biri asıl diğeri de bir şekilde onun haşiye ve dipnotu mudur?

b- Bu iki nüshanın güvenilirliğini ortaya koymalıdır. Acaba matbu eser, müellif nüshası mıdır yoksa eserin orijinal nüshasından başka bir nüshanın ya da çok kadim bir diğer nüshanın istinsahıyla mı ortaya çıkmıştır?

c- Metnin güvenilirliğini ispatlamalıdır. Dolayısıyla da elinde bulunan nüsha ile kadim dönemlerdeki yazma nüshaları ve diğer kitaplarda asıl metinden aktarılan malumatı birbiri ile karşılaştırmalıdır.

d- Aynı konuyu başka kaynaklarda da aramalıdır. Konu hakkındaki görüşünü teyit eden veya bununla çatışan şeyleri bulmalı, bunları uzlaştırma yoluna gitmeli ya da bilimsel bir gerekçeyle aralarından birini tercih etmelidir.

Maalesef Üstad Kâtib bu önemli konuda bu aşamaların hiçbirine dikkat etmiş değildir. Mutlak hakikati elde etme gayesiyle en-Nevbahtî ile el-Eşarî’nin iki nüshası arasında sıkışıp kalarak şöyle demiştir: “İmâmiyye bu on dört fırka arasında sayıca en küçük olanıdır.” Sonra da yukarıda kendisinden aktardığımız yargıda bulunmuştur.

Biz eserimizin önceki bölümlerinde yazarın Şûrâ Dergisi’ndeki şüphelerine cevap vermiş, Eşarî ve Nevbahtî’nin iki nüshası çerçevesinde bu iki eserin bir yazarın (ki bu Kummî veya en-Nevbahtî’dir) iki kitabı mı yoksa iki yazarın iki eseri mi olduğunun araştırmacılar arasında tartışıldığına dikkat çekmiştik. Bununla birlikte yazar bu uyarıyı dikkate almamış, araştırmacıların incelemelerine hiçbir şekilde değinmemiştir. Kitabında 672 dipnotunun 76’sı Nevbahtî’nin Fırakü’ş-Şia ve el-Kummî’nin el-Makalât ve’l-Fırak’ına atfedilmiştir.

 

ŞEYH MÜFÎD’İN FIRAKÜ’Ş-ŞÎA’DAN YAPTIĞI NAKİLLER

Yazar ayrıca Şeyh Müfîd’in el-Fusûlu’l-Muhtâre adlı eserinde en-Nevbahtî’den yaptığı nakilleri elindeki verilerle hiç karşılaştırmamıştır. Müfîd şöyle demektedir:

Ebû Muhammed Hasan b. Ali b. Muhammed (a.s.) vefat edince, Ebû Muhammed Hasan b. Musa en-Nevbahtî’nin aktardığına göre ashabı on dört fırkaya ayrılmıştır. Şiîlerinin çoğunluğu Kâim-i Muntazar’ın imametine inandılar. Onlar İmam Mehdî’nin doğumunu katî saymış, O’nun hakkındaki nassı sahih kabul etmiş ve Rasûlullah’ın (s.a.a.) ismini taşıdığını ve halkın hidayet edicisi olduğunu söylemiştir.”[7]

Bu pasajdan Nevbahtî’nin matbu nüshasında tahrifat gerçekleştiği ortaya çıkmaktadır. Zira Nevbahtî’nin matbu nüshasında “el-cumhuru minhum / onların çoğu” ibaresi zikredilmemektedir.

Burada bazı büyüklerin Fırakü’ş-Şîa kitabı hakkındaki görüşlerinden bahsedeceğiz:

EBÛ SEHL EN-NEVBAHTÎ’NİN AÇIKLAMALARI:

Fırakü’ş-Şîa adlı eserin matbu nüshasında tahrifin meydana geldiğini teyit eden bir diğer husus da kitabın müellifi Hasan b. Ali’nin dayısı olan Şeyh Ebû Sehl İsmail b. Ali en-Nevbahtî’nin (ö. h. 311) dile getirdiği şu ifadelerdir:

Ebû Sehl et-Tenbih fi’l-İmâmet adlı eserinde şöyle der:

İmam Hasan Askerî (a.s.), kendisinden helal ve haramı rivayet edecek, Şiîlerinin mektuplarına cevap verebilecek ve malların kendilerine ulaştırılacağı güvenilir kimselerden oluşan bir grubu yerine bıraktı. Bunlar İmam Hasan Askerî’nin sağlığında, O’nun tarafından adil olarak tanıtılmış gizli bir topluluktu. İmam Hasan Askerî (a.s.) vefat edince bu kişiler O’nun geride imam olan bir oğul bıraktığında icmâ ettiler ve halka İmamın ismini sormamayı ve bunu düşmanlarından gizlemelerini emrettiler. Halife ise çok sıkı bir şekilde İmamı aramaktaydı. İmam Hasan’ın (a.s.) cariyelerinden hamile olanların belirlenmesini ve evlerinin izlenmesini emretmişti.[8]” 

Ben derim ki:  Kız kardeşinin oğlunun dayısının kitabından haberdar olmaması -hem de bu konuya ilgi duyarken- oldukça uzak bir ihtimaldir. Hâlbuki dayısı yaşadığı dönemde Bağdat Şiîlerinin mütekellimlerinin şeyhiydi. Bundan haberdar olup da ona muhalif olması durumunda ise kendi görüşünü zikretmemesi oldukça tuhaf kaçardı.

 

ŞEYH SADÛK’UN AÇIKLAMALARI

Şeyh Sadûk da bu gerçeğe İkmâlü’d-Dîn adlı eserinde (s. 45) şöyle temas eder:

“Bize İmam Mehdî hakkında soru soran muhaliflerden her biri şu iki durumdan birinin kapsamındadır. Ya O’nun atalarından on bir imamın imametine kaildir ya da buna inanmamaktadır. Eğer onların imametine inanıyorsa on ikinci imamın imametine de inanması gerekir. Zira İmamlardan aktarılan pek çok rivayet O’nun imametini, ismini ve nesebini tasrih etmiştir. Aynı şekilde Şiîleri de imametinde ve O’nun uzun bir gaybet devrinden sonra yeryüzünü zulümle dolduğu gibi adaletle dolduracak Kâim oluşunda icmâ etmişlerdir.”[9]

 

ZEHEBÎ’NİN AÇIKLAMALARI

Zehebî (ö. h. 748) Siyerü Alâmi’n-Nübelâ adlı eserinde (h. 748) bu hakikati şöyle doğruluyor:

“Ebû Muhammed b. Hazm, Hasan b. Ali b. Muhammed’in geriye herhangi bir çocuk bırakmadan vefat ettiğini söyler. Rafızîlerin geneli ise Hasan’ın (a.s.) bir oğlunun olduğunu ve onu gizlediğini söylüyor.[10]

 

İBN HAZM’IN AÇIKLAMALARI

İbn Hazm (ö. h. 548)  el-Fasl fi’l-Milel adlı eserinde şöyle der:

“Râfızîler imametin sadece Hz. Ali’de olduğunu ve O’nun hakkında nass bulunduğunu söyler. İmametin sonra da sırasıyla Hasan ve Hüseyin’e geçtiğine inanırlar. Râfızîler, Hz. Peygamber’den nakledilen, babalarından sonra o ikisinin imametine yönelik başka bir hadisin olduğunu iddia etmektedirler. Sonra da “وَاُو۬لُوا الْاَرْحَامِ بَعْضُهُمْ اَوْلٰى بِبَعْضٍ فٖي كِتَابِ اللّٰهِؕ / Aralarında akrabalık bağı bulunanlar Allah’ın hükmüne göre birbirlerine daha yakındır’ ayetinin delaleti gereği imametin Ali b. Hüseyin’den devam ettiğine inanırlar. Onlar şöyle derler: ‘İmam Hüseyin’in (a.s.) oğlu imamet üzerinde kardeşinden daha çok hak sahibidir. İmamet ardından Muhammed b. Ali ve Cafer b. Muhammed’e geçmiştir.’ Bu Hişâm b. el-Hakem, Hişâm el-Cevâlikî, Dâvûd el-Havârî, Dâvûd er-Rakkî, Ali b. Mansûr, Ali b. Heysem, Hişâm b. el-Hakem’in öğrencisi Ebu Ali es-Sekkâk, Muhammed b. Cafer b. Numân Şeytânü’t-Tâk (Müminü’t-Tâk, çev.) ve Ebû Melek el-Hadramî gibi Râfızîlerin tüm kelâmcılarının görüşüdür.

Râfızîler bu söz konusu şahısların ölümünden ve Cafer b. Muhammed’in vefatından sonra fırkalara ayrıldılar. Onlardan bir grup Muhammed b. İsmail b. Cafer’in imametine kail oldu. Bir bölümü ise oğlu Muhammed b. Cafer’in imametine inandılar ki bunlar sayı olarak azdır. Bir diğer grup ise Cafer’in ölmediğini söylediler. Râfızîlerin cumhuru ise sırasıyla oğlu Musa b. Cafer’in, Ali b. Musa’nın, Muhammed b. Ali b. Musa’nın, Ali b. Muhammed b. Musa’nın, Hasan b. Ali’nin imametine kaildir. Hasan b. Ali geride çocuk bırakmaksızın vefat etti. Ondan sonra Râfızîler çeşitli fırkalara ayrıldılar. Râfızîlerin çoğunluğu Hasan b. Ali’nin bir oğlu olduğuna ve onu gizlediğine kesin bir şekilde inanırlar. Ölümünden sekiz ay sonra Sakîl adlı cariyesinden bir çocuğunun dünyaya geldiği söylenmiştir. En yaygın söz budur. Kimileri Nercis adlı cariyesinden çocuğu olduğunu söylerken Sûsen adlı cariyesinden çocuk sahibi olduğunu diyenler de olmuştur.”[11]

İbn Hazm eserin bir başka yerinde ise şöyle der:

“İmâmiyye Şiası - ki bunlar Şia’nın çoğunluğunu teşkil eder, kelâmcı ve cedelcilerinin çoğu bunlardandır- Muhammed b. Hasan b. Ali b. Muhammed b. Ali b. Musa b. Cafer b. Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebî Tâlib’in hayatta olduğuna, huruç edip yeryüzünü zulümle dolduğu gibi adaletle dolduracağına inanırlar. Bu şahıs onlar nezdinde Mehdî-i Muntazar’dır. Bunlardan bir grup ise babasının vefat tarihi olan 260 yılına kadar dünyaya gelmediğini söylemektedir. Bir diğer grup ise doğumunun babasının vefatından bir müddet sonrasında gerçekleştiğine inanır. Bir başka topluluk da babasının hayatında… Bunların hepsi onların akılsızlarından kaynaklanmaktadır! Hasan b. Ali’nin (a.s.) ardında kız veya erkek hiç çocuk bırakmamıştır[12]...[13]” 

Ben derim ki: Seyyid Hibetüddîn eş-Şehristânî, Nevbahtî’nin Fırakü’ş-Şîa adlı eserinin önsözünde eserin bir nüshasının İbn Hazm’ın elinde bulunduğunu belirtir.[14] Bu da Fırakü’ş-Şîa’nın eldeki nüshasının bu konuda tahrife uğradığını gösteren üçüncü karinedir.

SÜNNÎ ÂLİM EŞARÎ’NİN BU KONUDAKİ İFADELERİ

İbn Hazm’dan daha önce yaşamış bir müellifin yazdığı ve dolayısıyla kadim Şia’nın ve İmam Hasan-ı Askerî’nin (a.s.) ashabının çoğunluğunun O’nun bir oğlu olduğuna –ki bu kişi On İkinci İmam ve Mehdî-i Muntazar’dır- inandıklarını gösteren başka bir kaynak daha vardır. Bu metni hiçbir araştırmacının göz ardı etmesi düşünülemez. Bu kaynak Ebu’l-Hasan el-Eşarî’nin (ö. h. 324) el-Makâlâtü’l-İslâmiyyîn adlı kitabıdır. Eserin telifi hicrî 297 yılında, yani İmam Hasan-ı Askerî’nin vefatından 35 yıl sonra tamamlanmıştır.

Ebu’l-Hasan el-Eşarî şöyle der:

“İlk fırka Kat'iyye’dir. Bunlar Musa b. Cafer b. Muhammed b. Ali’nin (a.s.) vefatından şüphe duymadıkları için bu adı almışlardır ve Şîa'nın çoğunluğunu teşkil ederler. Hz. Peygamber’in (s.a.a.), Ali b. Ebî Tâlib’i (a.s.) imamete nass ile tayin ettiğini ve onu kendisinden sonra ismini belirtmek suretiyle bizzat halife atadığını kabul ederler. Ali'nin de oğlu Hasan b. Ali’yi, Hasan b. Ali’nin kardeşi Hüseyin b. Ali’yi, Hüseyin b. Ali’nin oğlu Ali b. el-Hüseyin’i, Ali b. el-Hüseyin’in oğlu Muhammed b. Ali’yi, Muhammed b. Ali’nin oğlu Cafer b. Muhammed’i, Cafer b. Muhammed’in oğlu Mûsâ b. Cafer’i, Mûsâ b. Cafer'in oğlu Ali b. Mûsâ’yı, Ali b. Mûsâ'nın oğlu Muhammed b. Ali b. Mûsâ'yı, Muhammed b. Ali b. Mûsâ'nın oğlu Ali b. Muhammed b. Ali b. Mûsâ'yı, Ali b. Muhammed b. Ali b. Mûsâ'nın Samerrâ'da bulunan oğlu Hasan b. Ali b. Muhammed b. Ali b. Mûsâ'yı, Hasan b. Ali'nin de oğlu Muhammed b. el-Hasan b. Ali'yi nass ile imamete tayin ettiğini iddia ederler. Onlara göre Muhammed b. el-Hasan b. Ali gâiptir ve beklenen Mehdî’dir; zuhur edecek, zulüm ve zorbalıkla dolan yeryüzünü adaletle dolduracaktır.”

Şiî ve Sünnî kadim kaynaklar yoluyla ortaya konulan tüm bu açıklamalarla şu husus açığa çıkıyor: İmam Hasan-ı Askerî’nin ashabının çoğunluğu ve güvendiği şahıslar – ki bunlar o günün Şiî dünyasının ekseriyetini oluşturmaktaydı- O’nun imametine dair nassın bulunduğu bir çocuğunun olduğu görüşünde idiler. Küçük Gaybet Dönemi’nde, yani hicrî üçüncü asırda ve dördüncü asrın ilk çeyreğinde, O’nun Vadedilen Mehdî olduğunu söylüyorlardı.

 

 

İKİNCİ MESELE: GAYBET-İ KUBRA’NIN (BÜYÜK GAYBET) BAŞLANGICINDAKİ HAYRET MESELESİ 

Şia’nın büyük bir kısmının, dördüncü naibin vefatının ardından özel naipliğin sonlandığı haberi kendilerine ulaştığında büyük bir şaşkınlık yaşadıkları şüphesizdir. Artık İmam Mehdî tarafından atanarak Şiîlerin işlerini üstlenecek ve yerine getirecek bir merci bulunmuyordu. Hâlbuki Zeydiyye, Mutezile ve diğer grupların yaydıkları, cevap bekleyen pek çok şüphe vardı. Şiî âlimler bu dönemde söz konusu nedenden kaynaklı şaşkınlığı (hayret) ortadan kaldırmak için büyük uğraş verdiler ve bu konuda kalıcı eserler telif ettiler. Bunlardan bazıları şunlardır:

Muhammed b. İbrahim en-Nu’mânî’nin Kitâbü’l-Gaybet’i (yazar bu eseri 333-342 yılları arasında kaleme almıştır).

Ali b. Babeveyh el-Kummî’nin (h. 329) [Şeyh Sadûk’un babası] el-İmâmetu ve’t-Tebsıra mine’l-Hayret adlı eseri.

Muhammed b. Ali b. Bâbeveyh’in [Şeyh Sadûk] İkmâlü’d-Dîn ve İtmâmü’n-Nimet fi İsbâti’l-Ğaybe ve Keşfi’l-Hayret adlı eseri

Şeyh Tûsî’nin (h. 460) el-Gaybet’i.

Ali b. Babaveyh el-İmamet ve’t-Tebsıra adlı eserinde şöyle diyor:

“Sahih bir inanca sahip, Allah’ın dininin yolunda adım atmış ve Allah’tan haşyeti açık olan birçok kişinin Gaybet Dönemi’nin uzaması yüzünden sapkınlığa düştüğünü gördüm. Nihayet durum öyle bir hal aldı ki bu şahıslar korkuya kapıldılar… Ben de onların bu şaşkınlık ve sapkınlıktan sıyrılmaları için rivayetleri bir araya topladım.[15]

Numânî ise el-Gaybet adlı eserinde şöyle diyor:

“İmamet, tâbileri üzerinde Allah’ın hak dini, doğru sözü ve zineti, ehli için bir kurtuluş ve güzelliktir. Onlar imametin zimmetinde muzaffer olmuş, ona inancın gereğine bağlanmış ve şartları olan namaza devam, zekâtı verme ve hayırlarda yarışarak hayâsızlıklardan kaçınma, haram kılınan diğer şeylerden uzak durma ve arınma, toplum içinde ve yalnızken Allah’ın kendilerini gördüğü duygusunu taşıma ve ilâhi yakınlığı elde etmek için beden ve ruhlarını yorma gibi hususları yerine getirmekle kurtuluşa ermişlerdir. Ancak imamete inanan Şiî grupların çoğunun birliklerinin bozulduğunu ve fırkalara ayrıldıklarını gördük. Yüce Allah’ın farzlarını küçümsediler ve haramlarına yöneldiler. Kimisi aşırı gitti, kimisi de geri kaldı. Çok azı hariç zamanlarının imamı hakkında şüpheye düştüler… Ancak bu gaybet mihnetini Hz. Rasûlullah (s.a.a.) önceden haber vermiş, Müminlerin Emîri (a.s.) bu imtihanı kendisinden nakledilen hutbe ve rivayetlerde açıkça belirtmiş ve bu fitneye düşmekten sakındırmıştır. İlim ve rivayet ehli de O’nun neslinden gelen İmamların her birinden bu haberleri aktarmıştır. Hatta öyle ki gaybetten söz etmeyen İmam yoktur… Sâdık İmamlardan (a.s.) gelen bir rivayette, Yüce Allah’ın kendilerine ilim bağışladığı kimselerin bundan yoksun din kardeşlerinin şüphelerini gidererek, onları yakîn nuruna ulaştırmaları istenmiştir. Ben de Müminlerin Emîri ve evladından gaybet dönemi hakkında nakledilenleri bir araya getirerek Allah’a yaklaşma kastı güttüm… Her dönemdeki Ehlibeyt İmamları’nın, gaybet hakkındaki bunca rivayetine rağmen bu gaybet gerçekleşmeseydi imamet mezhebi batıl olurdu.[16] Ancak Allahu Teâlâ imamların bu konudaki uyarısını tasdik etmiş, her asırda sözlerine teyit mührü vurmuştur.”[17]

Muhammed b. Ali b. Bâbeveyh el-Kummî ise İkmâlü’d-Dîn adlı eserinde şöyle der:

“Beni bu kitabımı telif etmeye iten gerekçe şudur: İmam Ali b. Musa er-Rıza’nın türbesini ziyaret ettikten sonra Nişabur’a döndüm. Buradaki ikametim sırasında yanıma uğrayan Şiîlerin çoğunun gaybet konusunda şaşkınlık yaşadığını, Kâim (a.f.) meselesinde şüpheye düştüklerini gördüm. Onların teslimiyet yolundan cayarak rey ve kıyas gibi yöntemlere başvurduklarına tanık oldum. Bu nedenle, bu hususta Hz. Peygamber’den (s.a.a.) ve Ehl-i Beyt İmamları’ndan gelen haberlerle onları hakka iletmek için tüm çabamı ortaya koydum. Bu sırada Kum şehrinin fazilet, ilim ve şeref ehli bir şeyhi, Buhara’dan yanımıza geldi. Dinî görüşlerinin doğruluğu ve istikamet üzere oluşu nedeniyle onunla görüşmeyi uzun zamandır arzuluyordum. O şahıs Şeyh Necmeddîn Ebû Saîd Muhammed b. Hasan b. Muhammed b. Ahmed b. Ali b. Salt-el Kummî idi. Bir gün benimle sohbet ederken aniden Buhara’da görüştüğü mantık, felsefe ve kelâm ehli bir büyüğün bahsine geçti ve onun Kâim (İmam Mehdî) hakkındaki sözlerini nakletti. Bu sözler yüzünden ve Kâim’in gaybetinin uzun sürerek haberlerinin kesilmesi nedeniyle şüpheye düşmüştü. Ben de Kâim’in varlığını ispat eden noktaları ele aldım ve gaybeti hakkında Resûlullah (s.a.a.) ve On İki İmam’dan (a.s.) nakledilen haberleri kendisine naklettim. Sözlerimin etkisiyle nefsi sükûna erdi ve kalbine giren şek bunlar vasıtasıyla ortadan kalktı. Tüm bu hadisleri canı gönülden kabul ederek kendisi için bu hususta bir kitap yazmamı rica etti. Ben de onun ricasını kabul ettim ve memleketim Rey’e döner dönmez bu konudaki rivayetleri kitaplaştırmaya karar verdim.

Bir gece ailem, çocuklarım, kardeşlerim ve üzerimdeki nimetler hakkında düşünürken uykuya daldım. Rüyamda kendimi Mekke’de, Allah’ın Evi’nin etrafında tavaf eder gördüm. Hacer-i Esved’in yanında yedinci tavafımı ederken onu selamlayıp öpüyor ve şöyle diyordum: ‘Emanetimi eda ettim, ahdimde durdum, öyleyse sen de benim için tanıklıkta bulun!’ Bu esnada Mevlâmız, Zaman’ın Sahibi Kâim’i (Allah’ın salâtı O’nun üzerine olsun) Kâbe’nin kapısında ayaküstü durur bir halde gördüm! Kalbim meşgul ve düşüncelerim dağınık bir şekilde O’na yaklaştım. O, ferasetiyle içimi okudu. Selam verdim, selamıma cevap verdikten sonra bana şöyle buyurdu: ‘Neden gaybet hakkında bir kitap yazarak seni kederlendiren şeyi ortadan kaldırmıyorsun?’  İmam’a şöyle arz ettim: “Ey Allah Rasûlü’nün oğlu! Gaybet hakkında bazı şeyler yazdım.” İmam şöyle buyurdu: “Eski usulle değil! Sana gaybet hakkında bir kitap yazmanı ve orada peygamberlerin gaybetlerini de zikretmeni emrediyorum!” Ardından İmam gitti,  ben de uykudan uyandım ve fecre kadar dua ve şekvâ ettim, gözyaşı akıttım. Sabah olunca da Allah’ın velisi ve hüccetinin emrine boyun eğdim, Allah’tan yardım dileyip O’na tevekkül ederek istiğfarda bulundum ve elinizdeki kitabı yazmaya başladım. Tevfikim yalnız Allah’ın yardımı iledir. Yalnız O’na tevekkül eder ve sadece O’na sığınırım.”[18]

Ben derim ki: Böylesi bir şaşkınlığın doğma sebebi İmam’ı müşahede eden ve O’nunla fiziksel olarak iletişim halinde bulunan ve gaybet haberlerini Şia arasında özel bir şekilde yayan neslin sona ermesi idi. Ayrıca İslam toplumunda daha önce buna benzer bir hadise de yaşanmış değildi. Hasımların ortaya attığı şüphe ve sorular da cabası!

Söz konusu ulema (Allah hepsine rahmet eylesin)  gaybet konusunda yayılan bu şüphelerin tamamına cevap vermiştir. Nihayetinde Şiîler nezdinde “gaybet” olgusu “huzur” halini almış, Numânî’nin de işaret ettiği gibi Ehl-i Beyt’in imametinin doğruluğunun bir başka deliline dönüşmüştür.

Sunduğumuz bilgilerle şu husus vuzuha kavuşuyor: Üstad Ahmed el-Kâtib’in “Hicrî üçüncü ve dördüncü asırlarda Şia -azınlık bir grup hariç- Muhammed b. Hasan el-Askerî’nin varlığına inanmıyordu. Nitekim bu durumu Nevbahtî, Eşarî, Kuleynî, Numânî, Sadûk, el-Müfîd ve Tûsî gibi Şiî müelliflerin tamamına yakını kaydetmiş ve bu döneme Asrü’l-Hayret (Şaşkınlık Çağı) adını vermişlerdir“[19] şeklindeki ifadeleri, onun bu konuda emanet ve ilmî dikkate riayet etmediğini, bu önemli konu çerçevesindeki temel kaynaklara müracaat etmediğini göstermektedir.

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

Medya Şafak

 



[1] et-Tatavvur, s. 234-235

[2] Bu kardeşlerimizden biri de Şeyh Halid el-Atiyye’dir. O, el-Minhâc dergisinin 15. sayısında bir yazı kaleme almıştır. Bunlardan bir diğeri ise el-Kâtib’in inhirafları hakkında bağımsız bir eser kaleme alan Sâmir el-Amîdî’dir. Nezîr el-Hasenî, Allâme Şeyh Muhammed Mansûr el-Bahrânî de bunlardandır. Ayrıca 1420 yılının Ramazan ayı boyunca Ahmed el-Kâtib ile “Hicr” sitesinde diyalog ve müzakere yürüten pek çok kişi vardı. Nihayetinde Ahmed el-Kâtib yeterince vakti olmadığını belirterek tartışmalardan çekilmek zorunda kalmıştır.

 

[3] Tatavvur, s. 234-235.

[4] Tatavvvur, s. 234-235.

[5] Fırakü’ş-Şîa, s. 108-109.

[6] el-Eşarî el-Kummî, el-Makâlât ve’l-Fırak.

[7] Şeyh Müfîd ardından bu fırkaları ve onlara nispet edilen görüşleri zikreder ve şunları söyler: “İsimlerini sunduğumuz bu fırkalardan günümüzde (h. 373) sadece İbnü’l-Hasan’ın (a.f.) imametine inanan On İki İmam Şiası kalmıştır. O, Hz. Rasûlullah’ın (s.a.a.) ismini taşımaktadır. Hayatta olduğu kesindir ve kılıçla kıyam edeceği zamana kadar da yaşayacaktır. İmâmiyye fırkası Şia fırkalarının en kalabalığıdır. Âlim, mütekellim, nazar ehli, salih, âbid ve fakihlerinin, hadis ashabının, edip ve şairlerinin çoğu hep bu taifedendir. Bunlar İmamiyye’nin gözdeleri ve cemaatlerinin liderleridir. Diyanet konusunda kendilerine güvenilen kimselerdir. Onların dışında kalanlar ise inkıraza uğramıştır. Yukarıda isimlerini takdim ettiğimiz bu on dört fırkanın görüşüne benimseyen birilerinin varlığından haberdar değiliz. Onlardan bize ulaşanlar seleften aktarılan hikâyeler ve kesin olmayan sözlerden ibarettir.”

[8] Fırakü’ş-Şîa’nın nüshalarında tahrif yapıldığına dikkat çekmiştik. Fırakü’ş-Şîa metni ile Şeyh Müfîd’in Nevbahtî’den aktardığı metni karşılaştırarak bunu anlayabiliyoruz. Kardeşimiz Şeyh Abdullah ed-Deştî’nin (Allah onu en güzel şekilde ödüllendirsin) bu sorumluluğu yerine getirmiştir. 

[9] İkmâlü’d-Dîn, s. 45.

[10] Siyerü Alâmi’n-Nübelâ, c. 13, s. 119-122.

[11] el-Fasl fi’l-Milel, c. 4, s. 77.

[12] Ben derim ki İbn Hazm ve benzerleri Şia’nın cumhurunun, İmam Hasan-ı Askerî’nin bir çocuğu olduğuna ve onun imametine dair nassın mevcudiyetine dair aktarımlarına inanmıyorlardı. Ehl-i Sünnet ulemasının bir bölümü ise onların sözlerine güvenmiş ve İmam Hasan-ı Askerî’nin Muhammed adında ve “Mehdî” lakaplı bir oğlunun olduğunu kabul etmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: Sıbt İbnü’l-Cevzî el-Hanbelî (h. 645) Tezkiretü’l-Havass’ında (s. 363), Muhammed b. Talha eş-Şâfiî (h. 652) Metâlibü’s-Mesûl (c. 2, s. 79) adlı eserinde, İbn Sabbâğ el-Mâlikî, el-Fusûlu’l-Mühimme’de (s. 287), İbn Tûlûn (h. 953)  el-Eimmetü İsnâ Aşer’de. Bunların dışında bu konuyu doğrulayan başka âlimler de vardır. Çağdaş ulemadan Şeyh Sâfî, Müntehebü’l-Eser adlı eserinde bunlardan 55 Sünnî âlimin ismini sayar. (Bkz: 322. dipnot ve sonrası)

[13] A.g.e., c. 4, s. 138.

[14] Nevbahtî, Fırakü’ş-Şîa, Seyyid Hibetüddin eş-Şehristânî’nin önsözü.

[15] el-İmâme ve’t-Tebsıra, s. 9.

[16] Bununla gaybet haberlerinin Ehl-i Beyt İmamlarından mütevatir olarak aktarıldığını kastediyor.

[17] el-Ğaybet, s. 20.

[18] İkmâlü’d-Dîn ve İtmâmü’n-Ni’met fi İsbâti’l-Ğaybet ve Keşfi’l-Hayret, s. 2.

[19] et-Tatavvur, s. 234-235.