İbrahimi Dinani: İbn Sina Dersleri (17): İbn Sînâ’ya göre insanın gurbeti

İbrahimi Dinani: İbn Sina Dersleri (17): İbn Sînâ’ya göre insanın gurbeti
İnsanın derinliklerinde bir gurbet mevcuttur. Her ne kadar birazdan sayacaklarımız da bir gurbet sayılsa da bizim gurbet ile kastettiğimiz; kişinin kendi şehrinden ya da ülkesinden bir başka yere gitmesi değildir; bilakis insanın bu âlemde gurbeti az veya çok hissetmesini kastediyoruz. İnsan burada hüznü deneyimlemektedir. Bazıları hüznü çok derin bir şekilde deneyimler ve çoğunlukla hüzünlü ve gamlıdırlar.

 

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

 

Teheccüd sırasında gurbette

Garip feryatlarıma ağlayıp başımdan geçenleri anlatırım

 

Yâri ve memleketimi yâd ederek öyle bir ağlarım ki

Dünyadan yolun âdâbını ve töresini kaldırıp bir kenara atasım gelir,

 

Ben Habîb’in diyarındandım, yabancı ve garip beldelerden değil…

Ey Ay’ım beni yine o dostlarıma eriştir.

 

Marifet programının her daim samimi takipçileri olan siz değerli izleyicilerimizi ve sevgili dostlarımızı saygıyla selâmlıyoruz.

Bildiğiniz üzere bir süredir hekîm Ebû Ali Sînâ’nın hikmetli ve ârifane düşüncelerinin fezasında dolaşıyor ve üstadımızın da sırları çözen açıklamalarından istifade ediyoruz.

Üstad sizin de belirttiğiniz gibi, Ebû Ali Sînâ’nın küçük çaplı risaleleri oldukça güzel, zarif ve hikmetli olup, aynı zamanda yepyeni noktalara değiniyor. Öyle ki insan bugün dahi bunları okuduğunda, insanlığın geçmişte keşfedilen bu meselelere karşı gözünün, kalbinin, kulağının ve düşüncelerinin hâlâ açılmadığı/bir farkındalık kazanmadığı hissine kapılıyor.

Bu programımızda da onun Hikmet-i Maşrıkıyye adlı risalesinden istifade etmek istiyoruz. Onun bu risalesindeki sözlerinin özü; sâlikin veya onun ifadesiyle nefs-i nâtıkanın uyku ile uyanıklık arasında yol gösterici meleği görmesi ve meleğin ona “Burası senin asıl vatanın değil, niçin buraya geldin? Kalk, kendi vatanını bul” demesidir. Benim az önce okuduğum dizelerde geçen, “Sen garip beldelerden değil, Habîb’in diyarından geliyorsun” ifadesi de bu noktaya parmak basmaktadır. İşte burası, nefsin uyanışının kaynağını oluşturuyor. Sonra o yol gösterici meleğe vatanının neresi olduğunu sormaktadır. Bu yol gösterici, Akl-ı Faaldir ve ona nereye gitmesi gerektiğini göstermektedir. Varlığın ufuklarında bir yarılmanın ve nefsin coğrafî mekânında bir değişikliğin meydana geldiği yer, burasıdır. Böylelikle sonsuzluğa doğru yol almaya başlıyor. Oldukça güzel bir konu. Sayın üstad, sizden bu hikâyeyi yorumlamanızı istiyoruz.

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim. Okuduğunuz bu güzel şiir, İbn Sînâ’nın Hikmet-i Maşrıkıyye’sinin bir özetidir. İbn Sînâ’nın Hikmet-i Maşrıkıyye gibi küçük ve bağımsız risalelerinin hiç okunmadığını söyleyemesem de çok az okunduklarını söyleyebilirim. Onun marifetinin bu boyutu göz ardı edilmiştir. Hikmet-i Maşrıkıyye’de işaret ettiğiniz bu konu ile okumuş olduğunuz diğer şiir öylesine güzeldi ki…

Lârîcânî: Şiirde geçen “Benim Ay’ım” ifadesinin, risalede sözü geçen melek olması mümkündür.

Dînânî: Evet, kesinlikle, o Akl-ı Faal’dir. Yine burada geçen “Habîb’in diyârı” ve “garip beldeler” ifadeleri çok ilginçtir. Bizim şehrimiz Habîb’in [Sevgili’nin] şehridir. Aşkın ve sevginin şehridir. Aslında bizim garip olmamamız gerekir ve nitekim öyle de değiliz. Ancak şimdi bu âlemde, ne yazık ki gurbetin pençesindeyiz. Aklıma, Habîb’in diyarının neresi olduğu ile ilgili bir söz geldi. Evvelâ Allah, Muhibb’dir. “Onlar Allah’ı, Allah da onları sever.”[1] Muhibb olduğu için aynı zamanda Habîb’tir de. Bizler ilâhî diyarlardanız. Diğer tüm peygamberler arasında Hz. Hatmî Mertebet’in (s.a.a.) şerîf vasfı ve lakabı da Habibullah’tır. Hz. Mûsâ kelimullah, Hz. İsâ ruhullah ve Hz. İbrahim ise halilullahtır. Bizler Habîb’in diyarındanız. Habîb-i Mutlak, Muhibb-i Mutlak ve Mahbûb-i Mutlak, Allah’tır. Ancak Habîb’in diyarından gelmemize ve garip memleketlerden olmamamıza rağmen, bu âlemde gerçekten bir gurbet hissine kapılıp kapılmadığımıza bir bakmamız gerekir. Bu, psikologların, antropologların ve insanın zahirî boyutuyla ve bedeniyle değil, hüviyetiyle (kim olduğuyla) ilgilenen herkesin kulak vermesi gereken oldukça önemli bir meseledir: İnsanın derinliklerinde bir gurbet mevcuttur. Her ne kadar birazdan sayacaklarımız da bir gurbet sayılsa da bizim gurbet ile kastettiğimiz; kişinin kendi şehrinden ya da ülkesinden bir başka yere gitmesi değildir; bilakis insanın bu âlemde gurbeti az veya çok hissetmesini kastediyoruz. İnsan burada hüznü deneyimlemektedir. Hüzün nedir? İnsan hüznün ne olduğunu bilir. Bazıları hüznü çok derin bir şekilde deneyimler ve çoğunlukla hüzünlü ve gamlıdırlar. Diğer bazıları ise oldukça keyifli ve neşelidirler. Bu âlemde hüznü tecrübe etmemiş olan birini tanıyor musunuz? Tüm yeryüzünü dolaşın; hüznü deneyimlememiş ve onun anlamını bilmeyen birisini bulun! Bir kimse hüznü tecrübe etmediğini ve bunun anlamını bilmediğini söylüyorsa, ben onun insanlığından şüphe ederim. Hayvanlar hüzünlü müdürler? Bazı sıkıntılarla karşılaşabilirler; örneğin aç kalabilirler, hasta olabilirler, acı çekebilirler ve telef olabilirler. Evet, bunları yaşayabilirler. Bazı zorluklarla karşılaşırlar ve nihayetinde onu atlatıp hayatta kalırlar, bu kadar… Ancak hüzünlü değildirler. Neticede mutludurlar. Yaşadıkları sürece bunu hissederler ve bir müddet sonra ölüp giderler. Cemâdât (cansız varlıklar) da hüzünlü değildir. Bitkiler de aynı şekilde… Hiçbir ağacı hüzünlü göremezsiniz. Hiçbir hayvan, hüzünden söz etmiş değildir. Ancak şairlerin şiirlerine, romanlara ve öykülere bakınız. Neredeyse içinde hüzün olmayan hiçbir şiire, romana, destana ve öyküye rastlayamazsınız.

Lârîcânî:

 

Benim gönlümde, dermanını istemediğim bir derdim vardır,

Sonu gelmeyen bir gama/hüzne müptelâ olmak isterim

 

Dînânî: Bu hüznün de mertebeleri vardır. Bazılarınınki oldukça derindir, bazılarınınki ise fazlasıyla yüzeyseldir. Elbette burada insanın daima hüzünlü olduğunu söylemek istemiyorum. Onun mutlu olduğu anlar da vardır. Eğer hüzün olmasaydı, mutluluğun da bir anlamı olmazdı. Çağdaş dönem şairlerinden birinin ifadesiyle, - Allah rahmet eylesin, üstad Celâleddîn Hümâyî’nin çok güzel bir gazeli vardır – “Eğer hüzün olmasaydı, dünyanın bir safâsı olmazdı. Eğer mutluluk olmasaydı bu kadar öfke ve celâl de olmazdı.” Hem “gam” (hüzün) hem de “gurbet” sözcüklerinde “ğayn” harfi vardır. Gam, gurbetin kokusunu verir. Peki insan neden hüzünlüdür? Siz burada belki bana cevap olarak aceleyle, “Arzularına erişemediği için” diyebilirsiniz. Evet, bunun hüznün kaynağı olması mümkündür. Veya kişi sahip olduğu güzel/iyi bir şeyi kaybetmiştir. Bu da doğru bir cevaptır. Ancak bazen bir şeyi kaybetmediği, bir başarısızlığa uğramadığı ve istediği her şeyi elde ettiği halde hüzünlü olabilen insanlar vardır. Bu insanın hüznü anlayamayacağını söyleyebilir miyiz? En azından gençlik dönemini geride bıraktığı için dahi hüzünlenebilir. Bu, onun için hüzünlenilebilecek şeylerin en küçüğüdür, diyebiliriz. Bir şeyleri yitirdiğini ve artık yaşlanmakta olduğunu veya en azından öleceğini düşünmesi bile onu hüzünlendirebilir. Her şeyi vardır, istediği her şeyi elde etmiştir; hiçbir eksiği yoktur, hasta değildir. Ancak ölümü düşünmüyor olabilir mi? Hiç öleceğini düşünmeyen bir insan var mıdır? Herkes bir gün öleceğini bilir. Başlı başına bu düşünce bile bir hüzün doğurur. Hüzün, insanın hasletidir.

Lârîcânî:

Bu şair,

 

Ben ve hüznümün söyleyeceği birçok anlam vardır

Hayatta gamsız bir sevinç söz konusu değildir

 

dizelerinde safâ ile hüzün arasında nasıl bir ilişki kuruyor?

Dînânî: Eğer hüzün olmasaydı sevincin de bir anlamının olmayacağını söylüyor. Hüznün bir anlamı yoksa, mutluluğun da bir anlamı yoktur. Bu hüznü bir şekilde azaltmamız veya ortadan kaldırmamız gerekebilir, böylece onun yerine mutluluk gelir. Bunun ardından ikinci bir hüzün ve sonra tekrar mutluluk… Bu döngü böylece sürüp gider. Bunlar birbirlerinin ardılıdırlar. İnsan hüzünle mutluluk arasında veya bu ikisinin içinde yaşamaktadır. Yani mutlak hüzün diye bir şey yoktur. Sürekli bir hüzün olsa bile, bir müddet sonra bu hüznün kendisi de mutluluk vermeye başlayacaktır. Ya da biri gider, diğeri gelir. Aynı şekilde mutlak mutluluk diye bir şey de yoktur.

Sizin şiirinizdeki “Habîb’in diyarı” ve “garip beldeler” ifadesini anlamlandırmak istiyorum. Böylece bunlardan bir netice elde edip Şeyhü’r-Reîs’in şiirine geçelim. İnsan gariptir ve gurbeti hisseder. Peki niçin gurbeti hissediyor? İnsan, kendi vatanında olduğu halde yine de bazı zamanlar bir gurbet hisseder. Kendi aslını/özünü düşündüğü için bu gurbeti hisseder. Hayvanlar kendi asıllarını ve nereden geldiklerini düşünmezler. Ancak insan, kendi vatanında ve şehrinde güzel bir şekilde yaşamasına rağmen, yine de aslının nereden geldiğini sorar.

Lârîcânî:

 

Nereden geldiler

Ve hangi maslahat için geldiler?

 

Dînânî: Ve nereye doğru gitmektedirler? Küçük çocuklar bile anne-babalarına nereden geldiklerini soruyorlar. Bu tür soruları küçük çocuklar daha iyi sorarlar. Ancak bir zaman sonra büyürler ve artık dünyevî şeylerle meşgul olduklarından bu tür sorular sormayı bırakırlar. Bir yerde mizahî bir yazıya denk gelmiştim: Çocuk, annesine kendisini nereden ve niçin dünyaya getirdiklerini soruyor, anne ise ne cevap vereceğini bilemiyordu. Neticede onun ana rahminde bir nutfe olarak vücuda geldiğini açıklamak çocuğa oldukça ağır gelecektir. Anne ise ona şu güzel cevabı veriyor: “Ben henüz çocukken sen benim arzularımda var idin. Sen benim arzularımın bir neticesisin.” Bu çok doğru bir cevaptır. Nitekim anneler henüz küçük bir kız çocuğuyken yavaş yavaş büyüyüp bulûğ çağına eriştiklerinde bir çocuklarının olmasını arzularlar.

Lârîcânî:

 

Anne bize bir delil getir, derler

Böylece senin sütünle…

 

Yani anne sütünü, bunun bir delili olarak gösteriyorlar.

Dînânî: Evet, aynen bu şekildedir. Dolayısıyla her insan nereden geldiğini ve nereye gideceğini düşünür. Ölümü düşünmeyen hiç kimse yoktur. İnsan zâtı itibariyle de ölümü düşünen bir varlıktır. Sonrasında ise, öldükten sonra ne olacağını sorar. Önceki derslerimizde de buna değinmiştik: Bazıları ölümü bir sınır bilirken, bazıları da bir son olarak kabul etmektedir. Her iki durumda da insan, öldükten sonra nereye gideceğini sorgular. Bunlar İran’ın kadim soruları ve düşünceleridir. İnsanın dünyevî şeylerle meşguliyeti ne kadar artarsa bu soruları da bir o kadar az sorar. Hatta bu meşguliyet ne kadar artmış olursa olsun, mezkûr sorular yine de zaman zaman aklına gelecektir. Aslının nereden geldiğini sorması, gerçek vatanının neresi olduğunu öğrenmek içindir. O, tıpkı şairin dediği gibi garip bir diyardan değil, Habîb’in diyarından gelmiştir. Peki bu dünyada niçin gurbeti hissetmektedir? Çünkü sürekli gerçek vatanının neresi olduğunu sormaktadır. İnsan hiçbir zaman gerçek vatanının bu dünya olduğunu düşünmez. Niçin? Kim sonsuza kadar bu dünyada kalacağını düşünebilir ki? Burada daimî olmadığını düşündüğü an, bu dünyada bir iğreti/eğreti olduğu sonucuna ulaşır. Bu ariyet düşüncesine kapıldığı an, artık gurbet hissi başlar. O halde bu gurbetten kurtulmak için ne yapmalı? Sizin de açıkladığınız gibi, yavaş yavaş tefekkür etmeye başlamalı ve bu sâlik, o yol gösterici melekle birlikte yola düşüp, aslını bulmalıdır. Aslını bulduğunda, ondaki bu gurbet hissi azalmaya başlayacak ve [bundan sonrasında] onu daha az etkileyecektir. Bu hangi yolla mümkündür? Yalnızca bilinçle. Bakınız, bilinç daima muasırdır. Zaman zaman bu söylediğim sözcükler üzerinde düşünmek gerekir. Bizler geçmişle ve geçmişte meydana gelen olaylarla muasır değiliz. Hatta dün olanlar bile bizim muasırımız değildir. Yarın da değildir. Biz sadece içinde bulunduğumuz şu anla çağdaşız. Bizimle çağdaş olan tek şey, bilinçtir. Bilinç hiçbir zaman geçmiş zamana ait değildir. Hakikat daima zamanı aşmayı ister. O, belli bir zamanın içine hapsolup orada son mu bulur yoksa [zamana rağmen] baki mi kalır? Hakikat her zaman hakikattir. Dünün, bugünün ve yarının hakikati diye bir şey yoktur. Ne yazık ki günümüzde bu ifadeler kullanılabilmektedir. Dünün hakikati son buldu; ancak hakikatin kendisi son bulacak değildir. Son bulan şey de zaten hakikat değildir. Hak kalıcı, sabit ve sonsuz olandır. Hakikatin anlamının ne olduğu konusuna geçmişte programlarımızda sıklıkla yer verdik ve “gerçeğe uygun söz” gibi muhtelif anlamlarını/tanımlarını zikrettik. Hakikat zamanı daima aşar. Birkaç milyar yıl önce hak olan şey, şimdi de haktır ve gelecekte de hak olacaktır. Hak, zaman üstü bir olgudur. Bilinç de her zaman muasırdır. Önemli olan, bugün nasıl bir bilincimizin olduğudur. “Gurbet-i Garbiyye” ifadesini hem İbn Sînâ hem de Şeyh İşrâk (Sühreverdî) kullanmıştır: Kıssatu’l-Gurbeti’l-Garbiyye… Gurbet niçin garbîyedir? Bu sözcükle kastedilen, coğrafî bir anlam mıdır? Coğrafî anlamda bir doğu ve batı vardır ve bu, coğrafî bir bölümlenmeyi ifade eder. Ancak İbn Sînâ’nın Hikmet-i Maşrıkıyye’de ifade ettiği bu sözcük, coğrafî anlamıyla kullanılmamıştır. Bununla kastedilen, hakikatin doğuşudur. Hakikatin şarkı ve garbı ne demektir? Hakikat nereden doğmaktadır? Hakikatin doğduğu yer maşrıktır. Hakikat tıpkı güneş gibidir. Bilinç ve hakikat bir nur ve güneştirler. Hakikatin ve bilincin zuhur ettiği yer, hakikat güneşinin doğduğu yerdir.

Lârîcânî:

 

[Ruh] için ne doğudan ne de batıdan bir değişim söz konusudur

Hiç kendini zerreye kaptırır mı güneş? Kelebeği görünce mum kendinden geçer mi?

 

Dînânî: Evet, tam olarak budur. Yani hakikatin doğuşu… Hakikatin doğduğu yer, insanın bâtınından hakikatin güneşinin doğduğu yerdir. İnsanın bâtını, hakikatin doğuşudur.

Lârîcânî:

 

Bu beden bayraktaki aslan figürü gibidir

Düşünce, bedeni anbean hareket ettirir

 

Doğu’dan gelen düşünce meltemidir

Batı’dan gelense vebalı günbatısıdır

 

Düşünce rüzgârının doğusu başka bir doğudur

Düşünce rüzgârının batısıysa başka bir yöndür

 

Çok güzel…

Dînânî: Evet. Eğer hakikat zâhire gelirse yani zâhirde hülâsa edilmek istenirse batar. Hakikat, zâhire hapsedilemez. Çünkü kapsamlıdır ve bizim sınırlı zâhirimizde özetlenemez. Biz hakikati şekille sınırlamaya kalkarsak batacaktır. Bu da hakikatin batışıdır (mağribi, battığı yerdir). Sonsuz olan ve doğan hakikat belli bir kavram, şekil veya gerçeklikle sınırlandırılırsa, burası artık gurbet olur. Burada konuyla ilgili başka bir betimleme yapmama müsaade ediniz. Bizler şu an sanatın hâkim olduğu bir dünyada yaşıyoruz ve dünyada pek çok sanat türü ortaya çıkmıştır. Örneğin görsel sanatlar (resim, grafik, sinema…) Bilhassa sinema günümüzde yedinci sanatı teşkil eder ve oldukça önemlidir. Her sanatçı bir rasyonel teoriye dayanmak zorundadır. Eğer bir sanatçının sanatında dayandığı bir teori yoksa bu sanat değersizdir ve hatta sanat dahi değildir. Sanat rasyonel bir görüşe/akılcı bir hakikate dayanmalıdır. Buraya kadar söyleyeceğimiz bir şey yoktur. Ancak rasyonel hakikatleri suretlere/şekillere indirgeyebilir miyiz? Eğer indirgersek burada bir facia meydana gelir. Sanatın, akıl âlemine ve sonsuz âlemlere dayandığından şüphe edilemez. Ancak hakikat ve nazar âlemini surete indirgersek, onu kurban etmiş oluruz. Günümüz dünyasının gurbet-i garbîyeye müptelâ olmasının sebeplerinden biri de sonsuz hakikatin doğduğu yerden yüz çevirip onu suretlere hapsetmiş olmasıdır. Hakikatin suretlere hapsedildiği yer onun battığı yerdir. İbn Sînâ ve diğer hekîmlerin sözünü ettiği şark ve garp kelimeleriyle kastedilen, hakikatin doğduğu ve battığı yerlerdir. İnsan salt surete hapsolduğunda ve bu suretin ötesine geçerek nazara ve sonsuza uzanamadığında, “gurbet-i garbiyye”ye müptelâ olur.

Çağımızda bazıları mutlaktan söz ettiğinde, onun bizim zihnimizin bir kurmacası olduğunu iddia ediyor. Bu kimselerin ne kadar da gafil ve dikkatsiz olduklarına bir bakınız. Onlar, evrenin mutlakla dolu olduğundan habersizler. Hal böyleyken biz niçin mutlaka erişemeyelim ki? Bizler mutlakı bir kenara koyduğumuzdan ve şeyleri şekillere indirgediğimizden, mutlakın bir kurmaca (veya zihinsel bir çıkarım) olduğunu zannediyoruz. Mutlaktan mukayyede mi (sınırlıya) yoksa mukayyetten mutlaka doğru mu gideriz? Mutlaktan mukayyete ulaşırız. Eğer mutlak olmasaydı, mukayyedin ne gibi bir anlamı olabilirdi? Mukayyed, mutlakın sınırlı bir şekildeki tezahürüdür. Mutlak ve mukayyet konusu oldukça derin bir konudur. İşte felsefe ile bilim arasındaki [sunî] çatışma da buradan kaynaklanmaktadır. Bugün bilim felsefecileri veya bilim taraftarları, felsefenin işlevsiz olduğunu ve birtakım zihinsel kurmacalardan doğduğunu iddia etmektedir. Ancak bu kimseler, felsefe olmazsa bilimin de olamayacağını gözden kaçırmaktadırlar. Felsefe olmasaydı bilimlerin de bir değeri ve yeri olmayacaktı. Bilimlerin itibarı, felsefe iledir. Felsefe, fiziksel sınırların ötesine geçmektir. Şark da gurbet-i garbiyeyi aşmaktır. Biz burada coğrafî anlamda bir batıdan ve doğudan söz etmiyoruz. İbn Sînâ’nın Hikmet-i Maşrıkıyye ifadesinden kastı, hakikatin doğuşudur.

Lârîcânî: Evet üstad, çok güzeldi. Buraya kadar olan bölümden İbn Sînâ’nın muradının coğrafî anlamdaki doğu ve batı olmadığı sonucuna ulaşmış olduk. Bilakis şark, sâlikin veya nefs-i nâtıkanın, derûnî bir sülûkun sonucu olarak ulaştığı aydınlanmayı ifade eden hakikatin ve marifetin doğduğu yer demektir. Nitekim sonraları Hikmet-i İşrâk ekolü de bu esas üzere şekillenmiştir. Dolayısıyla doğu ve batı, marifet güneşinin doğduğu iklimi ifade etmektedir ve bunlarla kastedilen, coğrafî yönler değildir.

Nefs-i nâtıka, yol gösterici meleğe nereye gitmesi gerektiğini sorduğunda, melek de ona şark iklimini gösteriyor ve bu menzilleri katetmesini sağlayacak yol ve yordamı öğretiyor. Sonra ondan bir nişane istiyor; ancak bunu Tayr adlı risalesinde açıklıyor. Bunlar hemen hemen Hayy ibn Yakzân ve Kasîde-i Ayniyye ile aynı bağlamdadır. Biz bunların tamamında, Şeyhü’r-Reîs’in nefsin katmanları üzerindeki sır perdesini araladığını ve insanın derûnunu ortaya çıkardığını görmekteyiz. Nefs-i nâtıka, meleğe bunu başarabilmesindeki alâmetin ne olduğunu sorduğunda, o da onun çıplak ayaklarıyla dahi olsa ilerlemesi gerektiğini (“Git ve nasıl olacağını sorma”) ve ruhanî bir nurun gelip ona yardım edeceğini söylemektedir. Bu konuların hepsi, Şeyh İşrâk’ın irfan vadisindeki parıldayışına bir vesiledir. Ebû Ali’nin yarım kalan işini o tamamlamıştır.

Dînânî: Gerçekten de öyle. Bizzat Şeyh İşrâk da felsefesinin başlangıç yerini Şeyhü’r-Reîs’in ulaştığı son yer olarak tarif ediyor. Yani Şeyh İşrâk, kendi felsefesini, İbn Sînâ’nın felsefesinin bir devamı olarak görmüştür. Bazıları, onları Meşşâî ve İşrâkî olarak sınıflandırsa da gerçekte bu sınıflandırmanın doğru olmadığı hususu üzerinde sıklıkla durduk. Kezâ Şeyh İşrâk da, İbn Sînâ’nın aslında İşrâkî olduğunu söylemiştir. Daha önce de belirttiğim üzere, Hikmet-i Maşrıkıyye, hakikatin doğuşuna ulaşmak gerektiği anlamına gelir. Hakikatin doğduğu yolun da bir Hızır’ı vardır ve o, Akl-ı Faal’dir veya vahiy meleğidir. Bunlar insanın yol göstericileridir. Zira bir yol gösterici olmadan ilerlenemez. Neticede insan çaba harcamalı ve tıpkı Hayy ibn Yakzân gibi yollara düşmelidir. Hiçbir surette yerinde saymamalıdır. Çünkü gurbet diyarında yerinde kalakalmak olmaz. Ben gurbet beldelerinde konaklamamalı, bilakis Habîb’in diyarına doğru yol almalıyım. Bizzat bu ilerleyişin kendisi bir sülûktur ve hakikate ve gerçekliğe ulaşmayı ifade eder. Bakınız, bu gerçek(çi)lik konusu da oldukça önemlidir. Nitekim bu konuyu daha önce defalarca ele almıştık. Bu soruyu kime sorarsanız sorun, herkes kendisinin gerçekçi ve hak üzere olduğunu söyleyecektir. Kendisini hak üzere veya gerçekçi olarak görmeyen pek az insan vardır. Ancak burada sormamız gereken, gerçekliğin (vâkıiyyet) ne olduğudur. Belki de o en açık şeydir. Gerçeklikten şüphe edebilecek bir kimse var mıdır? Herkes gerçekliği bildiğini iddia eder. Ancak bu kimselere gerçekliğin tanımını sorsanız, size ne cevap verirler? Evet, önümdeki bu masanın bir gerçekliği vardır. Peki etrafımızda gördüğümüz her şeyin bir gerçekliği varsa bu durumda gerçekliğin kendisi nedir? Burada bir kelime oyunu yoktur; zira bunların tamamının bir gerçekliği vardır. Ben, her şeyin bir gerçekliği olduğunu söylediğimde, bu kâinâtın bir gerçekliğinin olmasından dolayıdır. Kâinat bir gerçeklik midir? Niçin ‘gerçekliktir’ demiyoruz da ‘gerçekliği vardır’ diyoruz? Çünkü gerçeklik, kâinattan daha geniştir. Gerçeklik mi daha geniştir, yoksa kâinat mı? Burada bir soru sormama izin veriniz. Çünkü işaret ettiğiniz şey oldukça önemliydi. Acaba gerçeklik, - ister hâlihazırda ister tarihte olsun - meydana gelen şeyin kendisi midir, yoksa gerçekleşebilecekken gerçekleşmemiş olan şeyleri de mi kapsamaktadır? Gerçekleşmemiş şeyler de bir gerçekliktir. Bir diğer sorum da şudur: Acaba gerçeklik, geçmişte meydana gelen ve şu anda da süren şey midir, yoksa gelecekte meydana gelecek şeyi de mi kapsamaktadır? Hz. Ali’nin (a.s.) cevabını duymak istiyorum.

Lârîcânî: Hiçbir şey gerçekliğin hâkimiyetinin dışında değildir.

Dînânî: Bu çok önemlidir. Tarihte meydana gelen de, hâlihazırda tahakkuk eden de gerçekliktir. Önümüzdeki bu masanın da bir gerçekliği vardır. Gerçekleşmesi mümkünken, birtakım sebepler veya koşullar nedeniyle gerçekleşmeyen şeyler bir gerçekliktir. Gelecekte meydana gelecek ve gelmeye devam edecek olan şey de gerçekliktir. Gerçekliğin kapsamı ne kadardır? Sonsuz. Dolayısıyla şeylerin bir gerçekliğinin olup olmadığını söyleme hakkımız vardır. Her şeyin bir gerçekliği vardır, çünkü gerçekliğin kendisi sonsuzdur. Ancak işaret ettiğimiz her şey sonsuz değil; bilakis sınırlıdır.

Lârîcânî: “Gerçekleşmesi vaki olan o vaka gerçekleştiği zaman…”[2]

Dînânî: Bakınız, bu âyet ne kadar da zarif! Bu ayetteki “vaka‘at: gerçekleşti” fiili, geçmiş zamandır. “Onun gerçekleştiğini yalanlayabilecek kimse yoktur.”[3] Buradan, geçmişte meydana gelen şeyin yalan olmadığı ortaya çıkıyor. Yalan olabilmesi mümkün müdür? Neticede gerçekleşmiştir. Geçmişi değiştirebilmek de mümkün değildir. Geleceği değiştirebilirsiniz; ancak geçmiş değiştirilebilir değildir. Peki bu âyet yalnızca geçmişten mi söz etmektedir? Neye işaret etmektedir? Âyet, gelecekte gerçekleşecek olan bir gerçekliğe atıfta bulunuyor. Burada, gelecekte meydana gelecek bir hadise için Kur’ân-ı Kerîm’in niçin geçmiş zaman fiilini kullandığını sorabilirsiniz. Kur’ân niçin fiilin şimdiki zaman çekimi olan “teka‘u: gerçekleşiyor, gerçekleşecek” ifadesi yerine bunun mazi çekimi olan “vaka‘at: gerçekleşti” tabirini kullanıyor? Dilbilimciler burada çok güzel bir açıklama yapmışlardır: Gerçekleşecek bir şeyi ifade eden şimdiki zaman çekimi, tıpkı geçmiş zaman çekimi gibidir. Bu, tekit içindir.

Lârîcânî: Aslında burada, gelecekte gerçekleşecek olan gerçeklikten/hadiseden, zaman kaydını kaldırmış oluyoruz. Çünkü bu gerçeklik, geçmişte başlamıştı. Halen câridir ve gelecekte de böyle olacaktır.

Dînânî: Evet. Gerçekte bu söylediğim hadiseden zaman kaydı kaldırılmıştır. Ancak geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman kaydına/çekimlerine takılan bazı kimselere edipler ve müfessirler çok güzel cevaplar vermişlerdir: Şimdiki [veya gelecek] zamanda gerçekleşmesi kesin olan şeyin mazi fiille ifade edilmesinin sebebi, vurgudur. Burada şimdiki zaman, tıpkı geçmiş zaman gibidir. Yani olay, geçmişte gerçekleştiği gibi, gelecekte de gerçekleşecektir, anlamını verir. Bu, ediplerin sözüdür. Ancak benim açıkladığım, ‘gerçekliğin geçmişi, şimdisi ve gelecek zamanı yoktur’ ifadesinde artık [dilbilgisindeki çekimi ve anlamıyla] herhangi bir zaman söz konusu edilemez.

Lârîcânî: İbn Sînâ’nın da bu yönde şöyle bir açıklaması mevcuttur: Ölüm, hayatın içinde [hayatın varlığından itibaren onun içinde] tomurcuklanmaktadır. Yani gerçekte bizim kıyametimiz başlamıştır.

Dînânî: Evet, kesinlikle. Bunu programımızda daha önce defalarca söylemiştik: Hatta bazı veliler, kıyameti buradayken müşahede etmektedirler. Bunlar zamanı aşmış kimselerdir. Burada Zeyd ibn Hârise’nin öyküsünü de ele almıştık. Zeyd, Ramazan ayında orucun ve halsizliğin etkisiyle uyukladığı bir sırada, Rasûlullah (s.a.a.) ona nasıl sabahladığını soruyor. O da, “Mü’min bir kul olarak” cevabını veriyor. Peygamber de ona, “Yakîninin alâmeti nedir” diye soruyor, Zeyd ise “Şu anda dahi cennetlik ve cehennemlikleri görüp, seslerini duyuyor olmamdır” cevabını veriyor. Bu, geçmişte gerçekleşmiş olsa da aslında zaman ötesidir. Hakikat daima, zamanı aşarak/zamanın ötesinde ilerler. Kesinlikle zamanın prangasında takılıp kalmaz. Ve bilinç daima muasırdır. Muasır olmayan bir bilinç yoktur. Bilinç hiçbir zaman eskimez. Her zaman yenidir. Ancak zamanın girdabında mahsur kalan, zaman ve mekânın ötesine geçemeyen bir kimse, daima bir gurbetin içindedir ve gurbet-i garbiyye tam olarak budur. İbn Sînâ’nın Hikmet-i Maşrıkıye ile başlattığı ve Sühreverdî’nin [“işrâk” ve “nur” kavramlarıyla] devam ettirdiği bu ifadeler coğrafî bir anlam taşımamaktadır. Eğer böyle olsaydı, bugün Batı’da da hakikat ehli kimseler olmazdı. Hakikatin doğuşuna tanıklık eden ancak Batı’da yaşayan nice insanın olması mümkündür. Buna mukabil, coğrafî olarak Doğu’da yaşayıp, gurbet-i garbiyye’ye müptelâ olan kimseler de vardır. Bunlar coğrafî açıdan Doğulu/şarkî iseler de, düşünsel açıdan gariptirler [yabancıdırlar, gurbettedirler]. Çünkü hakikate ulaşamamışlardır.

Lârîcânî: Sayın üstad, çok güzel bir konuydu. Bu konuyu artık toparlamamızı/sonlandırmamızı rica edeceğim. Çünkü vaktimiz epey daraldı. İbn Sînâ’nın mazlumluğundan da söz etmek ve onu müdafaa etmek istiyoruz. O bu risaleleri belli bir teknikle yazmamış; bilakis âyetleri ve hadîsleri dikkate alarak kaleme almıştır. Deyim yerindeyse bunlar, onun gönlünde kaynayıvermiştir. Konunun bir güzelliği de şuradadır: Meleğin, sâlike, yola düşmesini ve ruhanî bir nurun ona yardım edeceğini söylemesidir. Bu ifadeleri okumak istiyorum. “Eğer riyazetin ve iraden, Hakk’ın nurunun tulû edeceği bir dereceye ulaşırsa, o vakit hakikatin güneşi doğacak ve bunun nuru sâlike yansıyacaktır.”

Dînânî: Yani bu, kişinin yola koyulması içindir. Eğer yola koyulursa, ona nur da ulaşmış olacaktır. Ancak eğer yerinde sayar ve hareket etmezse, bu bir helâktir. Durmak ve oturmak caiz değildir. Bu yolda ilerlemek gerekir.

Lârîcânî: “Allah kimin göğsünü İslâm’a açarsa, artık o, Rabbinden bir nur üzerinedir.”[4] O, aslında tam olarak bu âyeti tefsir etmektedir.

Dînânî: Hatırlarsanız önceki programlarımızda da “Bizim yolumuzda çabalayıp cihad edenleri elbette yollarımıza iletiriz.”[5] âyeti üzerinde çok durmuştuk. Buradaki çabalamak ve cihad etmek ne anlama geliyor? Hareket etmek, yerinde saymamak ve tembel olmamak gerektiği anlamındadır.

Lârîcânî: Bu ifade, Hz. Mevlâ İmam Ali’nin (a.s.) bir sözüyle de oldukça örtüşmektedir: “(O sülûk ehli kimse) aklını ihyâ etmiş, nefsini öldürmüş, cismini zayıflatmış, katılığını yumuşatmış, kendisi için ışığı kuvvetli bir meş‘ale yakmış ve bununla önünü aydınlatarak doğru yoluna devam etmiştir.”

Dînânî: “Katılığını yumuşatmış” ifadesi ne kadar da güzel bir söz! Bakınız, gerçekte tüm mesele, katılıktan letâfete gitmektir. Bu âlem gılzet/katılık âlemidir. Maddenin katılığı ve karanlığıdır. Oysa ruhun letâfetine ve mananın nuruna ulaşmak ve katılıktan letâfete doğru gitmek gerekir. “Katılığı yumuşatmak”; işte Hz. Mevlâ böyle buyuruyor. Oysa katılıkta kaldığımızda yalnızca karanlığı görür ve şikâyet etmeye başlarız. Bir bilgenin ise “karanlıktan şikâyet edeceğine bir mum yak” şeklinde bir özdeyişi mevcuttur. Yalnızca oturup karanlıktan şikâyet edersek, öylece karanlıkta kalmaya devam ederiz. Kalkıp hareket ediniz ve bir mum yakınız. Böylece karanlık da ortadan kalkmış olacaktır. Burada mumun aydınlığı da bilincin kendisidir.

Lârîcânî: Evet, gerçekten de çok güzel söylemiş. Sühreverdî de Gurbet-i Garbiyye adlı kitabında insanın hubûtuna ve urûcuna/yükselişine değinmiştir. Zât-ı âliniz de Şu‘â-i Endîşe ve Şuhûd der Felsefe-i Sühreverdî adlı kitabınızda, bu konunun güzelliğine vurguda bulundunuz ki, bu da insana varlığın gurbetinden kurtulmanın yolunu göstermektedir. Burada bir eleştiri de söz konusudur ve fırsat olursa bir sonraki programımızda buna değinmek isterim. Sizin bu eserde işaret ettiğiniz hususlar da oldukça latiftir. Nitekim gerçekte garip kalmamızın pek çok âfeti de mevcuttur ve bu hal, insanı kendisine yabancılaştırmaktadır. Kendine yabancılaşmak da bir tür karanlıktır.

Dînânî: Salt karanlıktır.

Lârîcânî: Bana göre siz bu alanda yeni bir ufuk açtınız ve konuyla ilgili başka kapıları da aralamış oldunuz. Belki Sühreverdî’nin maksadı da bu idi: Gurbet yalnızca varlıksal anlamda söz konusu değildir; toplumsal, siyasal ve ahlâkî anlamda da bir gurbet mevcuttur.

Dînânî: Âlem, gurbete gark olmuştur. İnsan bile kendi bâtınında kendini garip gördükten sonra, âlemin hali nice olur? Âlem de bir gurbetin girdabındadır.

Lârîcânî: İnşallah, Kur’ân’da zikredilen şarkî mekândan da bir gün söz etmemiz mümkün olur. Bu bağlamda Hz. Ali’den naklettiğimiz söz de oldukça güzel idi.

Niçin yârin şefkâtinin peşinde olmayayım?

Niçin kendi vatanıma dönmeyi amaçlamayayım?

Niçin yârimin diyarında bir toprak olmayayım?

Garipliğin ve gurbetin hüznüne tahammül edemediğimde

Varıp kendi şehrimde kendi kendimin şehriyârı [padişahı] olmayayım?

 

Ne kadar da güzel söylemiş. Allah hepimize kendi hakiki diyarımızın şehriyârı olmayı nasip etsin. Bir sonraki programımızda görüşmek üzere, saygıdeğer üstadımızla birlikte sizlere Allah’a ısmarladık, diyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuhu.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=MQ8i8_fQRAs

 



[1] Mâide Sûresi, 54. âyet

[2] Vâkı‘a Sûresi, 1. âyet

[3] Vâkı‘a Sûresi, 2. âyet

[4] Zümer Sûresi, 22. âyet

[5] Ankebût Sûresi, 69. âyet