İbrahimi Dinani: İbn Sina Dersleri (11): İbn Sina ve Alevî Hikmet

İbrahimi Dinani: İbn Sina Dersleri (11): İbn Sina ve Alevî Hikmet
Bu, İbn Sînâ’nın sözüdür. Yani İmam Ali’nin diğer sahâbîlere, hatta diğer insanlara nispeti, makulün mahsusa nispeti gibidir. Makulün mahsusa ne nisbeti vardır? Mahsus göz önünde olan, zâhir olan şeydir. Gözle görülen, kulakla işitilen veya diğer duyu organlarıyla algılanandır. Fakat makul, mahsusa göre çok üstündür. Makul, akılla anlaşılabilecek bir şeydir.

İsmail Mansuri Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm.

 

Cam-ı Cem’i ancak meyhanenin toprağını

Gözüne sürme yaparsan görebilirsin

Meyhane kapısında dilencilik öyle muazzam bir iksirdir ki

Eğer bu işi yaparsan toprağı altın edebilirsin 

 

Selam sevgili izleyiciler, aziz dostlar ve Mârifet programının samimi takipçileri. Şeyhu’r-Reis Ebû Ali Sînâ’nın aklı besleyen düşünce dünyasındayız ve üstadımızın şifreleri çözen açıklamalarından istifade ediyoruz.

 

Üstad, geçen programda çok güzel ve ince bir söz söylediniz. Bu da söz ile dil ilişkisiydi. Buna göre sözün metafizik bir alanı vardır ve dile getirilmektedir. Bu çok güzel bir konuydu. Bu, aklı kendi ötesine çağırıyor. Kur’ân’da da “allemehu’l beyân” denerek buna işaret edilmiştir.

 

Burada İbn Sînâ’nın dikkat çektiği bir başka husus daha var. O da şudur: Herkesin bu nağmeyi işitemiyor ve kendi içini temizleyip güzelleştirmedikçe o söz dile getirilemiyor. Siz de bunu güzel bir şekilde ifade ediyorsunuz ve insan aklının her bir derece yükseldikçe daha önce yaptığı hatalarını teşhis edebildiğini söylüyorsunuz. İbn Sînâ bu derece ve yükselişleri, “Makâmâtu’l-Ârifîn” başlığı altında beyan ediyor.

 

İzin verirseniz ben birkaç paragraf okuyayım. Burada da aynı şeyi söylüyor ve siz de kitabınızda bunu naklediyor ve şöyle diyorsunuz: “Bu sebepledir ki ârifler bu makamları aşmalıdır ki Makâmâtu’l-Ârifîn’in başlangıcında bunları zikrediyor: Âriflerin dünya hayatında kendilerine mahsus makam ve dereceleri vardır. Onlar elbiselerinin içindedirler sanki. Ama onlar adeta elbiselerinden kurtulmuş ve soyutlanarak Kuds Âlemi’ne varmışlardır. Onların bu makam ve derecelerde bazı gizli ve açık işleri bulunur.”

 

Bu “gizli ve açık işler” içe ve dışa dair birçok şeyi de izah edebilir.  

 

Üstad Dînânî: İbn Sînâ Arapçasını okuduğunuz bu bölümde şöyle diyor: Mümtaz insanlar, ârif insanlar, “keennehum fi celâbibihim” celâbib elbiseler demektir. Yani beden tıpkı bir elbise gibidir. Aslında insan soyut-mücerred bir ruhtur. Ruh veya nefis dediğimiz şey aslında akıl ve idraktir. Yani ayrıca idrak eden bir başka şey yoktur.

 

İnsanın “berzahi bedeni”, “latif bedeni”, “kesif bedeni”, latiften daha latif bedeni olduğu da doğrudur; ama yukarıya çıktığınızda aslında idraktir, akli idraktir; daha doğrusu akıldır. İbn Sînâ burada âriflerle ilgili olarak güzel bir nitelemede bulunuyor ve onlardan “özel insanlar” diye bahsediyor.

 

Ârifler, diğer insanlar içinde özeldirler, özelliklere sahiptirler. Beden adeta onların elbisesi gibidir. Yani özetle onlar parça parça ve gayri ilahi işlerden kendilerini kurtarmıştırlar. Dünyevi meşgaleleri azdır, o yüzden de melekûtun sesini duyarlar. Bu sözü bin yıl kadar önce bizim ârif filozofumuz söylemiş ama şimdi ben Batılı bir filozoftan da bir söz nakledeyim.

 

Alman filozof Martin Heidegger, “insan her şeyin sustuğu anda varlığın sesini duyar” diyor. O, bunu kendi tabiriyle böyle ifade ediyor. Yani âlem sükûta bürünür ve insan da sükût ederse varlığın sesini duyar. Heidegger, sükût ve varlık tabirlerinden bahsetmiştir. İbn Sînâ da ‘‘ârifler, adeta elbiselerinden kurtulmuş insanlardır’’ diyor. Elbette onlar bedendedir ama tefrika âleminden cem (toplanma) âlemine ulaşmışlardır.

 

Bu âlem, tefrika âlemidir. Peki, tefrika ne demektir? Siz gözünüzle görülebilenleri görürsünüz, kulağınızla duyulabilenleri duyarsınız. Diğer duyu organlarınızla da aynı şekilde… Ayrıca gözünüzle gördüklerinizi düşünün, ne kadar şeyi görebilirsiniz? Kapı, duvar, taş, ağaç, deniz, çöl, vs. Bütün bunlar müteferrikâttır (birbirinden ayrı şeylerdir). Aynı şekilde duyduğunuz sesler de müteferrikâtttır; tattıklarınız vs. de aynı şekilde her şey tefrikadır.

 

Âlem, tefrika âlemidir, parça parçadır. Gerçi bu parçalanmışlık aynı zamanda bir bağlantıyla birbirine bağlanmıştır. Eğer o bağlanma olmasaydı bu paramparçalılıkla âlem olmazdı. Yani bu âlem parçalanmışlığıyla birlikte aynı zamanda bir bağla da birbirine bağlıdır.

 

İnsan, parçalanmışlıklar içinde bütün-cem değildir. İnsanın içi de bu âlem gibidir. Yani bu aynı âlem insanın içindedir. Dolayısıyla siz müteferrıkât ile meşgul olursanız, parçalanmışsanız, bütün değilsiniz. Tefrika âleminden bütünlük (cem) âlemine, kesret âleminden vahdet âlemine gittiğiniz ölçüde güçlü olursunuz. Mutlak Vahdaniyete, Hak Tebarek ve Teâlâ’nın mutlak vahdetine vardığınızda ise gaybi sesleri duyar, görürsünüz. İbn Sînâ bunları, yani gizli işlerin size aşikâr olacağını söylüyor.   

 

İnsan var olduğu andan itibaren kemâl peşindedir. İnsan var olduğu andan itibaren kemâl peşinde koşar. Hiçbir insanın kemâlden hoşlanmayacağını sanmıyorum. İnsan, zatı itibariyle kemâl ister. Fakat herkes kemâli farklı bir şeyde görebilir. Kimi kemâli parada, kimi güzellikte, kimi makamda görür. Ancak bunlar kemâl değildir, gelip geçici şeylerdir, kemâl ise sabittir. Kemâl fani olmayan şeydir. Fani olan bir şey kemâl olabilir mi?

 

Bu yüzden insan, çocukluktan başlamak üzere birçok şeyin peşine gider. İnsan bu konuda büyük çaba gösterir ama hiçbir şeyden de memnun olmaz. Servet veya makam sahibi insanlara bundan memnun musunuz yoksa daha fazlasını ister misiniz diye soracak olursanız, daha fazlasını istediklerini söyleyeceklerdir.

 

İnsan ebedilik dışında hiçbir şeyden memnun olmaz. İnsan eğer ebediliğe ulaşacak olsa ve ona ‘‘başka ne istersin’’ diye soracak olsanız size ne diyecek ki? Ebediliğin olmamasını ve eski haline geri dönmeyi mi isteyecek? Hayır, insanın razı olacağı tek şey ebediliktir. İnsan-ı kâmil, ebediliğe ulaşan insandır. Peki, ebediliğe ulaşmak nasıl mümkün olur? Demin de söylediğim gibi bu, kesretten vahdete, tefrikadan bütüne (cem) ulaşmakla mümkün olur.

 

Mutlak Vahdet, Hakk’ın hakiki vahdeti, ebedidir. Âlemin aslı vahdettir. Kesret mi vahdetten meydana gelmiştir yoksa vahdet mi kesretten? Tabii ki kesret vahdetten meydana gelmiştir. Mutlak vahdete ulaşmak kemâldir, sayısal vahdete değil. İnsan ebedilik vahdetine ulaştığı zaman, işte o kemâldir.

 

İnsan-ı kâmil, âlemde daima olmuştur. Zaten bu âlemde insan-ı kâmil olmasa bu âlem ayakta duramaz. Bu yerküre hiçbir zaman bir insan-ı kâmilden veya baliğ bir hüccetten yoksun olmamıştır. Biz onu tanımıyor veya görmüyor olabiliriz; fakat insan-ı kâmilin bulunmadığı hiçbir zaman yoktur. O, açık da gizli de olabilir.

 

Peki, şimdi şöyle bir soru sorayım. İnsan-ı kâmil her zaman vardı ve var olacaksa, şimdiye kadar hiç kâmil toplum da oldu mu? Tarih bize böyle bir şey göstermiyor. Şimdiye kadar olmadı, gelecekte olur mu Allah bilir. Eflatun ve benzerleri ‘‘Medine-yi Fazıla’’dan (Erdemliler Ülkesi) bahsederler. Ancak bazıları bunun bir ideal olduğunu ve gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinin belirsiz olduğunu söylemiştir. Bazılarına göre ise evet bu gerçekleşebilir. Her ideal bir gün gerçekleşecektir.  

 

Peki, nasıl oluyor da kâmil insan var oldu ve oluyor ama kâmil toplumun izine rastlanmıyor? İbn Sînâ, insandan çokça bahsetmiştir, insan-ı kâmilden ve âriflerin makamlarından söz etmiştir. İbn Sînâ ‘‘Makâmâtu’l-Ârifîn’’den bahsetmiş ve ona bir ‘‘nemet’’ (bölüm) ayırmıştır; ‘‘Burhan-ı Sıddıkîn’’den bahsetmiştir, burhan-ı sıddıkîn insan-ı kâmil içindir. Birçok eserinde insan-ı kâmilden, kâmil akıldan söz etmiştir; ama toplumsal konulardan çok az söz etmiştir. Yani hiç bahsetmedi demiyorum, İbn Sînâ toplumsal konulardan da bahsetmiştir; ama o kadar çok değil. Kâmil bir toplum görmemişti. Gerçekten de kusursuz bir toplum görülmemiştir.

 

Laricanî: Üstad, İbn Sînâ insanın kendi bedeninde gizli olduğu gibi melekût-ı âlâda da bulunduğunu söylüyor. Yani bahsedilen o gayb âlemi bu insanın bâtınında mevcuttur.

 

Hiç hazır ve gaib bir varlık duydun mu

Ben topluluk içindeyim ama ruhum başka yerde

 

Bu sözler de aynı anlamı veriyor. Bu sözün temeli de Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin evliyaullah ile ilgili olarak Kumeyl’e buyurduğu şu sözlerde gizlidir: “Ruhları melekût âlemine bağlı olan bedenlerle dünyada yaşarlar. Ya Kumeyl, işte onlardır Allah’ın yaratıkları arasındaki eminleri (güvenilir kulları), yeryüzündeki halifeleri ve beldelerindeki ışıkları. Bunlardır (halkı) dinine çağıranlar. Ah, ne de özlerim onları görmeyi!”

 

Üstad Dînânî: Bu, İmam Ali’nin (a.s.) sözleridir. İslam hekimleri de bu söze uygun olan kendi görüşlerini zikretmiştir. İzin verirseniz, konu buraya gelmişken bunu biraz açıklayayım. İnsan-ı kâmilden söz ediyor ve burada bedeniyle dünyadadır buyuruyor. Dünyada, bedeniyle insanlar arasında caddede, dolaşıyor, hayatın içindedir. Ama insan-ı kâmil burada olduğu gibi aynı zamanda ‘‘Mele-i A’lâ’’dadır. Peki, nasıl hem burada ve hem de orada oluyor?

 

Burada, bu dünyada bedeniyledir. Yani cismani duyularıyla, şehvetleriyle, nefsanî istekleriyle, bedensel arzularıyla buradadır ve bu konuda hiçbir eksiği yoktur. Hayal âlemi, hayal âlemindedir, vehim âlemi vehim âlemindedir, akıl âlemi de akıl âlemindedir. Akıl da mertebelere sahiptir. Bu şekilde Mele-i A’lâ’ya gidilir. Mele-i A’lâ’dan daha önce bahsetmiştik. Mele, dolu demektir. Yani insanın varlığı her âlemi doldurur.

 

İnsanın bulunmadığı hiçbir âlem yoktur. Bizim bu bahsettiğimiz âlemler, bugün Batı’da bahsedilen âlemlerden farklıdır. Bugün yatay olan bir âlemden söz ediyorlar, imkân âleminden söz ediyorlar. Bizim bahsettiğimiz âlem ise dikeydir. Yani his yukarı çıkıp hayale gidiyor, hayal vehme, vehim akla çıkıyor, akıl ise atvâr-ı akla çıkıyor ki bu da sonsuzdur. Bir başka deyişle mülk, melekût, ceberût ve hâhut âlemleridir.

 

İnsan bütün bu âlemlerde mevcuttur. Peki, hangi insan? İnsan-ı kâmil. Eğer insan yoksa âlem de yoktur. Âlem ve insan birbirinin gereğidir. Âlem, insana aittir, başka hiçbir varlığın âlemi yoktur. İnsan, âlem olmaksızın insan değildir. Fakat sonuç itibariyle âlemi, mertebesine bağlıdır. İnsan, duyu âleminde duyusal âleme; hayal âleminde, hayal âlemine; rüya âleminde rüya âlemine; vehim âleminde vehim âlemine; akıl âleminde ise akıl âlemine sahiptir. Hâhut ve ceberût âleminde hâhut ve ceberût âlemine sahiptir. Allah’ın halifesi olmak işte budur.

 

Yani nasıl ki Hak Teâlâ tüm âlemlerde mevcutsa insan da tüm âlemlerde mevcuttur; çünkü Hakk’ın halifesidir. Çünkü Hakk’ın mazharıdır. Dolayısıyla insansız bir âlem yoktur. İnsanın varlığının genişliğine bakınız. İlâhî olmayan insanlar için bunu idrak etmek biraz zordur. His makamında kalan ve hayal çizgisine geçemeyen insan, onun daha yukarısının nasıl bir âlem olduğunu tasavvur edemez. Dolayısıyla insan tüm âlemlerde mevcuttur.

 

Ben bu noktada çok ilginç bir şey söyleyeyim: İnsan âlemle iç içe olmakla ve âlemsiz insan olmamakla birlikte insan âlemlerden daha yukarıdadır. Peki neden? Hadi yukarı âlemleri bir tarafa bırakalım, şu kendi nasût âlemimize geri dönelim, yani içinde yaşadığımız bu yerküreye… Şu galaksiler bizim âlemimizidir. İnsan, teleskoplar ile milyarlarca ışık yılından bahsediyor, yani bu âlemi biliyor. Yani insan bu büyüklükteki âlemi idrak ediyor, anlıyor.

 

Peki, size bir soru sorayım: Biz bu âlemin bir parçası mıyız?

 

Laricanî: Tabii ki parçasıyız.

 

Üstad Dînânî: Peki cüz, küll’ü (parça, bütünü) anlar mı?

 

Laricanî: Hayır, cüzz, küll’ü idrak eder.

 

Üstad Dînânî: Peki âlem küll, biz ise cüz’üz, o halde biz âlemi nasıl anlıyoruz?

 

Laricanî: Biz vücûdî (varlıksal) anlamda küll’üz ve âlemden büyüğüz.

 

Üstad Dînânî: İşte benim söylediğim de budur. Biz tüm âlemlerden üstünüz; çünkü tüm âlemleri anlıyoruz. Biz eğer sadece bir parça olsaydık, parça bütünü anlayamazdı. Tabii elbette biz bedensel olarak bu âlemin küçük bir parçasıyız. Yani bir hayvan, bir sinek gibi bir parçayız. Sinek nasıl bu gezegenin bir parçasıysa biz de aynı şekilde bu gezegenin bir parçasıyız.

 

Aklın hükmü gereği cüz küll’ü anlayamaz. Bu, aklın hükmüdür; dolayısıyla akıl sahibi biri gelip aksini söyleyemez. Çünkü aklın hükmü budur. Ben hiç kuşkusuz bu âlemin küçük bir parçasıyım (cüz), âlem ise bütündür (küll) ama ben âlemi anlayabiliyorum. Neden? İşte bundan çıkarılacak sonuç, benim âlemden daha üstün olduğumdur. Benim sadece bedenim bu âlemin bir parçasıdır. Ama ben insan mahiyetimle, sahip olduğum aşkın mertebelerimle âlemlerden üstünüm. İşte bu yüzden de âlemleri anlayabiliyorum.

 

Laricanî: “Onun için gizli işler ve açık işler” diye bahsettiği de budur sanırım.

 

Üstad Dînânî: İnsan-ı kâmil için gizli bir şey yoktur. Gizli, bizim için söz konusudur, âlemlere ihatası olan insan-ı kâmil için ne gizli olabilir? İnsan-ı kâmil için hiçbir şey gizli değildir. Sıradan insanlar için gizli işler çok fazladır. Hayat şeffaf değildir. Bizim gibi insanlar için ne kadar esrarlı ve gizli şeyler var! Ayrıca bunun olması da gerekir. Eğer gizli işler olmasa ve hayat tamamen şeffaf olsaydı, sanatın ne anlamı olurdu? Sanat bu sırların keşfidir.

 

Eğer hayat tamamen açık ve şeffaf olsaydı ve içinde hiçbir sır bulunmasaydı sanatçı hiçbir şey yapamazdı. Sanatçı, sanatıyla neler yapıyor? Bu sanat; resim, grafik, müzik ve hatta tüm sanatlar olabilir. Sanatçı gizemli sırları, sembolleri keşfediyor. Hayat tamamen saf ve şeffaf olsa sanatçıya keşfedecek bir şey kalmazdı.

 

Laricanî: Üstad kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

 

Üstad konuyu güzel bir şekilde açıkladınız. İnsan-ı kâmil için hiçbir şey gizli değildir. İbn Sînâ da “Makâmâtu’l-Ârifîn”de bu mananın peşindedir. Onun sözünün özü, Alevî hikmetidir; yani Müminlerin Emiri Ali’nin (a.s.) sözleridir. Ancak şu an onları açıklayacak zamanımız yok. Yalnız, burada, onun içine düşürüldüğü mazlumiyetin altını çizmek için şunu söylemek istiyorum. Onun düşünce cevheri gerçekten Alevî’ydi. Bunun delillerinden biri işte bu “Makâmâtu’l-Ârifîn”dir.

 

İkinci nokta da şudur: Şifâ’nın mukaddimesinde Ebu Ubeyd Cozani naklediyor ve O, imamet ve hilafet bahsinde imametin nasla ispat edilmesinin doğruya daha yakın olduğunu söylüyor. Buna delil olarak da Müminlerin Emiri İmam Ali’nin diğerlerinden ilmi ve akli bakımdan daha âlim olmasını gösteriyor. Onun yaşadığı dönemin durumu dikkate alındığında Şiî düşüncelerinin ve Alevî hikmetin beyan edilmesi gerçekten de oldukça zordur ve bu, büyük bir cesaret ve düşünce derinliğine delalet etmektedir.

 

Üstad Dînânî: Hiç şüphe yok ki Şeyhu’r-Reis Ebû Ali Sînâ Alevî’dir. Bunda gerçekten şüphe yok. Eserleri, düşünceleri, tavırları bunu gösteriyor. Ben şimdi bir söz nakledeyim. Bu kitapta bu sözü naklettim mi hatırlamıyorum. Bakınız, bunu bir filozof söylüyor. Diyor ki: Hz. Emir Ali İbn Ebu Talib (a.s.) sahâbîler arasında ‘‘mahsuslar’’ (hissedilenler) arasındaki ‘‘makul’’ (akledilen) gibidir.

 

Bu, aynen İbn Sînâ’nın sözüdür. Yani İmam Ali’nin diğer sahâbîlere, hatta diğer insanlara nispeti, makulün mahsusa nispeti gibidir. Makulün mahsusa ne nisbeti vardır? Mahsus göz önünde olan, zâhir olan şeydir. Gözle görülen, kulakla işitilen veya diğer duyu organlarıyla algılanandır. Fakat makul, mahsusa göre çok üstündür. Makul, akılla anlaşılabilecek bir şeydir. Bu İbn Sînâ’nın sözüdür.

 

Ben bundan bir sonuç çıkarmak istiyorum. His (duyu) aşamasında kalan ve hayal âleminden daha yukarı gidemeyen biri makuller âlemine ulaşabilir mi? Asla, akıl âlemine ulaşamaz. Eğer Hz. Emir (a.s.) “Ke’l ma’kûl beyne’l-mahsûs” ise yani mahsuslar arasında bir makul ise, kâmil akla sahip olmayan biri Hz. Emir’i nasıl tanısın? Hz. Emir’i tanıma iddiasında bulunmak kolay bir iş değildir.

 

Sen Ali’yi karanlıkta görmüşsün

Bu sebeple başkasını O’na seçmişsin

Gece Ali’yi gördü, yakından gördü

Gerçi o da karanlıkta gördü.

 

Makulün kâmil akıl makamına erişmesi gerekir. Eğer kâmil bir akla sahipsen Hz. Ali’nin velâyet makamını anlayabilirsin. Hz. Emir’in bedenini Ebû Cehil de Ebû Leheb de, hepsi de görmüştü. Hariciler onun yüzünü, elini, bedenini görmemiş miydiler? Bunlar, Hz. Emir’in mahsus (duyumsanabilen) tarafıydı. İbn Sînâ ise “ke’l-ma’kûl beyne’l-mahsûs” diyor. (Yani duyularla algılananlar arasında, akılla kavranan.)  İbn Mülcem, makul makamına ulaşabilmiş olsaydı, Hz. Emir’i katletmezdi.             

 

Şeyhu’r-Reis İbn Sînâ burada ârif bir filozof olarak konuşuyor. İbn Sînâ’nın Alevi olduğundan hiç kuşku yok. Benim bu konuda hiçbir şüphem yok. Burada başka bir şey nakletmek istiyorum. İbn Sînâ bunca felsefeden bahsetmiş ve felsefe kitabı yazmıştır. Kur’ân’a da çok aşinaydı. O, bir âyet seçti ve o âyetle ilgili tefsir yazdı. Nûr âyetinin tefsirini yazdı. Kur’ân’da bunca âyet varken neden bu âyeti seçti? Çünkü Şeyh, nûrani biridir ve nûr âlemiyle ilgilidir.

 

Nûr nedir? Şeyhu’r-Reis, nûru ezelî kabul eder. Burada kastettiği nûr, duyularla algılanan ışık değildir. Lambanın, güneşin, Ay’ın, yıldızların ışığı değildir. Nûr, “ez-zâhiru biz’z-zât, el muzhiru li’l-gayr”dır. Yani zatıyla zâhir olan ve diğer her şeyi aydınlatan bir şeydir. Bu, ezelî nûrdur ve Şeyhu’r Reis nûr hakkında çokça söz söylemiştir. O, Allah’ı nûr bilmektedir.

 

O, Allah’la ilgili olarak ‘‘vacibu’l-vücûd’’ vs. gibi ifadeler de kullanmıştır. Ben İbn Sînâ’nın Sözü ve Behmenyar’ın Açıklaması kitabımda yazdım. Kelâmcıların söyledikleri sıfatları ve hatta vacibu’l-vücûd kelimesini İbn Sînâ Hakk’ın gerekleri olarak ifade ediyor. Hatta vacibu’l-vücûd kelimesi için bile o, “Levâzım-ı Hak” yani “Hakk’ın gereklerinden” diyor. Yani Hak, bunların daha üstündedir. Sıfatlar için de “levâzım” diyor. Kullanılan her kelime için “levâzım”dır diyor. Hak Teâlâ için hangi kelimeyi kullanırsanız kullanın onun için “levâzımdandır” diyor. Peki, Hak Teâlâ nedir? O ‘‘nûrdur’’ diyor. Ezelî nûrdur.

 

Peki, ezelî nûrdan bahseden biri Aristocu olabilir mi? İbn Sînâ’nın düşüncesinin esası “ezelî nûr”dur. Bu kişi Aristocu olabilir mi? İbn Sînâ “Hüsrevânî”dir. Halidî hikmettir (ezelî hikmet). Halidî hikmet, nasıl bir hikmettir? Antik İran’da söz konusu edilen nûrdur. Antik İran’da bu fikir vardır. İbn Sînâ, Yunan hikmeti karşısında bu hikmete eğilimliydi.

 

Burada size gerçek bir olay anlatayım. Bir zamanlar Felsefe Derneği’nde Dünya Felsefe Günü anılıyordu. Biz, konuşma yapması için Yunanistan büyükelçisini davet ettik. Yunanistan Sokrat’ın, Eflatun’un, Aristo’nun merkeziydi ve biz de bu ülkenin büyükelçisini davet ettik. Elçi geldi ve bir konuşma yaptı. O, politik bir şahsiyet ve bir diplomat olarak çok güzel bir konuşma yaptı. İki bölüm halinde konuştu ve her iki bölümü de güzeldi.

 

Konuşmasının bir bölümünde İran’la Yunanistan’ın birkaç defa savaştığını söyledi. Fakat bunlar önemli değildi, çünkü barışları daha fazlaydı, dedi. Sonra çok zârif bir şey söyledi. Dedi ki eğer Yunanlılar olmasaydı, dünyada Hıristiyanlık yaygınlaşamazdı.

 

Hz. Mesih Filistin’in Nasıra bölgesinde doğdu. Fakat Filistin’de doğan Hz. Mesih’in dini bugün bütün bir Avrupa’yı kapladı. Avrupa’da, bütün bir Batı’da ve Amerika’da yaygın olan din Hristiyanlıktır. Tabii Hıristiyanlık önce Roma’ya oradan da tüm dünyaya yayıldı. Bu büyükelçi dedi ki Hıristiyanlığın Batı’da yayılması Yunanlılarla başladı. O daha sonra da şöyle dedi: İslam’ın diğer ülkelere, Endonezya’dan Malezya ve Çin’e kadar yayılması ise İbn Sînâ’nın düşünceleriyle ve İran üzerinden oldu.       

 

Yani ‘‘Yunanistan’ın Hıristiyanlığın Batı’da yayılmasında oynadığı rolü, İran da İslam’ın Doğu’da yayılmasında oynadı’’ demek istiyordu. Ben, bu büyükelçinin konuşmasını çok beğendim. İbn Sînâ evet filozoftur; ama İslam’ın yayılmasında çok büyük rol oynamıştır. Onun filozof olması, felsefi düşüncelerinin İslam’ın yayılmasına yardım etmesi ile çelişen bir şey değildir. Şu an bile yardım ediyor.

 

Hıristiyan dünyasının birçok büyük ismi, mesela Augustinus’tan sonra en büyük Hıristiyan azizlerinden ve âlimlerinden biri olan Thomas Aquinas, İbn Sînâ’yı ne kadar da övüyor! Augustinus zaten İbn Sînâ’dan önce yaşamıştır. Fakat Thomas Aquinas, Hıristiyanlığın en büyük azizlerinden ve âlimlerinden biridir. Ben onun Camia-yı İlahiyat [Summa Theologiae] adıyla Farsçaya tercüme edilen kitabını okudum. O kitapta İbn Sînâ’dan ne kadar alıntı yapıyor ve ona ne kadar büyük bir saygısı var. Bizim bunları bilmemiz gerekiyor.

 

Laricanî: Üstad ben İbn Sînâ’dan bir şey anladım, gerçekten çok önemli ve ince bir mesele. Siz de şimdi buyurdunuz. O, Allah’ı nûr kabul ediyor. “Allah göklerin ve yerin nûrudur” âyetini tefsir ediyor. Allah yerleri ve gökleri aydınlatmıştır; ama tasavvur ettiğiniz her türlü nûrdan münezzehtir, diyor. Sühreverdî de daha sonra ‘‘Nûru’l-Envâr’’ (Nûrların Nûru) diyor. Sanırım hiçbir ârif buna İbn Sînâ kadar dikkat etmemiştir.

 

Üstad Dînânî: Evet, gerçekten öyle. O, hem Alevî hem de İranlıdır.

 

Laricanî: Bence o, İran hikmetindeki nûru da açıkladı.

 

Üstad Dînânî: Evet o, bunun şirk olmadığını söylemek istedi.

 

Laricanî: Onun Şiî olduğunun delillerinden biri de tarihsel bağlamıdır. Bildiğiniz gibi o Hemedan’da yaşıyordu.

 

Üstad Dînânî: Son dönemlerinde.

 

Laricanî: Evet, Semâüddevle yaklaşık 10 yıl oradaydı. Şiî düşüncelerine sahip olmasından dolayı baskılara maruz kaldığı için İsfahan’da Alâüddevle Kâkûyî’nin kendisine ve kitaplarına ilgi gösterdiğini işitiyor ve sadece düşüncelerini yayabilmek için ona müracaat ediyor. Daha sonra da bilindiği gibi Sultan Mahmud Şiîlerin kanının helal olduğu ve öldürülmeleri fetvasını veriyor ve oğlu Mesud Gaznevî de İsfahan’a saldırıyor ve orada yaptığı ilk iş de onun eserlerini ateşe vermek oluyor. Maalesef el-İnsâf kitabı da orada yanıyor. Şiî düşmanlığının köklerinin nerelere kadar uzandığına ve onun düşüncelerini savunma konusundaki direncine bakın.

 

Üstad Dînânî: Evet, hem Şia’ya hem de düşünceye düşmanlık vardı.

 

Laricanî: Evet, ama düşünce düşmanlığının temelinde de yine Alevî hikmet var. Şiîlikteki o akılcılık var. Bunu da itiraf etmeliyiz gerçekten.

 

Üstad Dînânî:  Evet, Şiîlik derin tefekkürle iç içedir. Dolayısıyla düşünceye düşman olanlar Şiîliğe de düşmandırlar. Bakınız, 1400 yıldır tefekküre düşman olan insanlar, ne kadar yüzeysel düşünüyorlar. Biz bu yüzeysel düşüncenin izlerine tanık olmayı sürdürüyoruz. Donmuş, taşlaşmış beyinler söz konusu ve maalesef İslam şu an bunlardan dolayı tehlikededir. Onlar da kendilerini İslam’ın savunucusu olarak görüyorlar.

 

Laricanî: İlginçtir ki Alauddevle ona “el hikmetu dalletu’l-mümin” (hikmet müminin yitiğidir) ne demektir diye soruyor. İbn Sînâ ‘‘eğer imana ulaşırsan o iman senin hikmeti avlaman için bir ağdır’’ diye cevap veriyor. Yani harekete geçmeli ve hikmetin peşinde olmalısın.

 

Üstad Dînânî: Evet, çünkü mümin her zaman hikmetin peşinde olmalıdır. Tabii anlaşılıyor ki o sultan “dalle” kelimesinin anlamını bilmiyor, onun “saptırıcı” anlamına geldiğini sanıyordu. Hâlbuki burada kaybolmuş demektir. Yani mümin kaybettiği şeyin peşinde dolaşır, demektir. O ise kaybedilen şeyi, yolunu kaybetmek olarak anlıyor. Her halükarda İbn Sînâ’nın cevabı çok esaslıdır.

 

Laricanî: Evet, onun verdiği cevap “senin kaybettiğin hikmet benim yanımdadır” şeklindeydi ve o da bunun üzerine onun müridi oluyor. Yani İbn Sînâ’da müşterisi çıkmayan bir meta vardı. Bu yüzden de onun bu mazlum durumunu anlatmak gerekir.

 

Üstad Dînânî: Şu an biz bugünün bilim ve tekniğin gelişmiş dünyasında yaşarken İbn Sînâ’nın orijinal düşüncelerini daha fazla incelemeliyiz; zira onun düşünceleri birçok açıdan hâlâ meçhuldür. Maalesef onlara çok az dikkat ediliyor.

 

Laricanî: Bir sonraki programda da onun Kur’ân sûreleriyle ilgili tefsirine değineceğiz. Çok güzel bir bahisti, Üstad programımızın süresi sona erdi. Bir sonraki programda görüşmek dileğiyle hoşça kalın.

 

 

 

Çeviri: Hüseyin Mahir

 

 

Medya Şafak

 

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=oqKncdjxFjI