Ahmed el-Kâtib'e reddiye (19): Hz. Ali'nin vasi oluşu

Ahmed el-Kâtib'e reddiye (19): Hz. Ali'nin vasi oluşu
Ben derim ki: “İki yerde geçen ‘şöyle şöyle’ ifadesinin aslı kadim müstensihler (nüsha yazarları) tarafından hazfedilmiştir. Nitekim Taberî’nin aynı senetle Tarih’inde aktardığı aşağıdaki rivayetinden anlaşıldığı üzere sözün aslı şudur: “على ان يكون اخي ووصيي وخلفيتي فيكم” “Böylece kardeşim, vasim ve benden sonra aranızdaki halifem olur.” “ان هذا أخي ووصيي وخليفتي فيكم” “İşte bu, benim kardeşim, vasim ve benden sonra aranızdaki halifemdir.”

 

 

Sâmî el-Bedrî

 

 

Ahmed el-Kâtib diyor ki: Şia’nın beşinci asırda yaşayan en büyük âlimlerinden biri olan Şerif el-Murtazâ’nın kaydettiği bir rivayette ‘‘Abbâs ve Ali (a.s.) Peygamber’in (s.a.a.) huzuruna girdiler ve ondan birisini halife tayin etmesini istediler’’ ifadesi geçiyor.

 

Ben diyorum ki: Şerif el-Murtazâ’nın zikrettiği rivayet Şiî kültürüne ait değildir. Şerîf el-Murtazâ bunu çürütmek için Kadı Abdülcebbâr’dan nakletmiştir.

 

Şüphe:

 

İmâmiyye Şiası, Hz. Peygamber’in (s.a.a.) Ali b. Ebî Tâlib’i (a.s.) kendisinden sonra halife tayin ettiğine dair birtakım nasslar zikretmesine rağmen, bizzat kendi kitaplarında, hem Resûlullah’ın (s.a.a.) hem de Ehl-i Beyt’in (a.s.) şûra ilkesine bağlılığını ve ayrıca ümmetin, kendi imamlarını seçme hakkına sahip olduğunu gösteren başka nasslar da bulunmaktadır.

 

Şia’nın hicri beşinci asırda yaşayan en büyük âlimlerinden biri olan Şerif el-Murtazâ’nın kaydettiği bir rivayette deniyor ki: Abbâs b. Abdülmuttalib, Müminlerin Emiri’ne, Peygamber’in (s.a.a.) hastalandığı sırada kendisinden sonra kimin yönetime geçmesi gerektiğini sormasını ister; “Eğer idare bizde olacaksa, onu açıklaması iyi olur; başkasında olacaksa, o zaman da, bu konuda tavsiyelerini dinlemiş oluruz.

 

Rivayetin devamında Müminlerin Emiri der ki: Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) hastalığının ağırlaştığı sırada huzuruna vardık ve ‘‘Ey Allah’ın Resûlü! Bize bir halife tayin et’’ dedik. O da ‘‘Hayır! İsrailoğullarının Hârûn hakkında ayrılığa düştükleri gibi sizin de bu konuda ayrılığa düşmenizden korkuyorum. Yalnız eğer Allah sizin kalplerinizde bir iyilik bulunduğunu görürse sizin için birisini seçer’’ buyurdu.

 

Kuleynî, el-Kâfî’de İmam Cafer b. Muhammed es-Sâdık’tan (a.s.) naklen der ki:

 

عن أبي عبد الله عليه السلام قال: لما حضرت رسول الله صلى الله عليه وآله الوفاة دعا العباس بن عبد المطلب وأمير المؤمنين عليه السلام فقال للعباس: يا عم محمد تأخذ تراث محمد وتقضي دينه وتنجز عداته؟ ؟ فرد عليه فقال: يا رسول الله بأبي أنت وأمي إني شيخ كثير العيال قليل المال من يطيقك وأنت تباري الريح ، قال: فأطرق صلى الله عليه وآله هنيئة ثم قال: يا عباس أتأخذ تراث محمد وتنجز عداته وتقضي دينه؟ فقال بأبي أنت وأمي شيخ كثير العيال قليل المال وأنت تباري الريح.

قال: أما إني سأعطيها من يأخذها بحقها ثم قال: يا علي يا أخا محمد أتنجز عدات محمد وتقضي دينه وتقبض تراثه؟ فقال: نعم  بأبي أنت وأمي ذاك علي ولي

 

“Resûlullah (s.a.a.) vefat etmek üzereyken Abbâs b. Abdulmuttalib’i ve Müminlerin Emiri Ali’yi (a.s.) çağırdı. Abbâs’a dedi ki: ‘Ey Muhammed’in amcası! Muhammed’in mirasını almayı, borçlarını ödemeyi ve sözlerini yerine getirmeyi kabul ediyor musun?’ Abbâs da ‘Ey Resûlallah! Anam babam sana kurban olsun! Ben yaşlı bir adamım. Çoluk çocuğumun sayısı fazla, buna karşılık malım da azdır. Sense cömertlikte rüzgârla yarışırsın, senin vasiyetlerini yerine getirmeye kimin gücü yetebilir ki?’ dedi.

 

Resûlullah, bir süre başını öne eğerek düşündükten sonra şunları söyledi: ‘‘Ey Abbâs! Muhammed’in mirasını almayı, borçlarını ödemeyi ve sözlerini yerine getirmeyi kabul ediyor musun?’’ Abbâs aynı şekilde cevapladı.

 

Bunun üzerine Resûlullah ‘‘Ben bu görevi, onu hakkıyla yerine getirecek birine vereceğim’’ buyurdu. Ardından ‘‘Ey Ali! Ey Muhammed'in kardeşi! Muhammed’in verdiği sözleri yerine getirmeyi, borçlarını ödemeyi ve mirasını almayı kabul ediyor musun?’dedi.

 

Ali de cevaben ‘‘Evet, anam babam sana kurban olsun. Kârı da zararı da benimdir” buyurdu.

 

Bu vasiyet rahatlıkla anlaşılabileceği gibi kişisel ve geçici bir vasiyettir. Siyaset, imamet ve dinî halifelikle hiçbir alakası yoktur. Hz. Resûlullah (s.a.a.) bunu Abbâs b. Abdülmuttalib’e teklif etmiş, o bunu kabul etmek istemeyince Müminlerin Emiri bu görevi gönüllü olarak üzerine almıştır. Şeyh Müfîd’in bazı kitaplarında Müminlerin Emiri Ali’den (a.s.) naklettiği bir vasiyet daha vardır.  Rivayette İmam Ali (a.s.), Resûlullah’ın vefatından önce kendisine vasiyette bulunduğunu ifade etmektedir. Ancak bu da genel nitelikli, ahlakî ve manevî bir vasiyet olup vakıflar ve sadakaların düzenlenmesi meselesiyle ilgilidir. İmamiyye Şiası’nın kutupları konumundaki Kuleynî, Şeyh Müfîd ve Şerif el-Murtaza tarafından zikredilen bu rivayetlere göz atıldığında Resûlullah’ın (s.a.a.) İmam Ali’ye halifelik ve imamet yönünde bir vasiyetinin bulunmadığı, bunun şûrâya bırakıldığı görülmektedir.[1]

 

Rivayetin Reddi

 

Ben derim ki: Yazarın Şerif el-Murtazâ’ya isnad ettiği rivayet Murtazâ’nın eş-Şâfî adlı eserinde (c. 3, s. 91), Kâdı Abdülcebbâr el-Mutezilî’nin el-Muğnî adlı eserindeki “Hz. Peygamber’in Hz. Ali’ye veya Hz. Ali’nin Hz. Hasan’a (a.s.) vasiyette bulunmadığına dair birtakım rivayetler” başlığı altındaki açıklamalarının bir parçası olarak geçmektedir. Bu sözlerin ardından Şerîf el-Murtazâ (r.a.) şöyle not düşüyor:

 

“el-Muğnî müellifinin iddia ettiği haberler sadece tek bir kanaldan (yani Ehl-i Sünnet kanalından) rivayet edilmiştir. Müminlerin Emiri’nin bütün Şiîleri farklı mezheplere tâbi olmalarına rağmen bu rivayetleri nakletmemekle kalmaz bunları reddeder ve yalanlarlar. Bu rivayetleri nakledenleri araştırdığında bazılarının Ehl-i Beyt’ten sapan ve onlardan yüz çeviren taassup ehli Sünnîler olduğunu görürsün.”[2]

 

Bu açıklamalar ışığında söz konusu rivayetin Ehl-i Beyt kültüründen olmadığı ve Şerîf el-Murtazâ’nın da bu rivayeti reddettiği görülmektedir. Acaba Üstad Ahmed el-Kâtib bu hakikatten gerçekten gafil olmuş olabilir mi?

 

Kuleynî’nin rivayetine gelince, bu rivayet zayıftır ve İmam Ali’nin Hz. Muhammed’in (s.a.a.) vefatından önce O’nun mirasının varisi olduğunu ifade eden ve bizzat el-Kâfî’de nakledilen bir yığın rivayetle çelişmektedir.

 

Şeyh Müfîd’in el-Emâlî’sinde[3]  geçen rivayete gelince bu rivayetin Hz. Peygamber’in Hz. Ali’ye ve Hz. Ali’den de İmam Hasan’a yönelik bir ahlakî vasiyeti olması O’nun başka bir genel vasiyetinin olmadığı anlamına gelmez. Siyasî vasiyet ile ahlakî vasiyet arasında herhangi bir çelişki de söz konusu değildir.

 

Ahmed el-Kâtib meseleyi ilmî bir şekilde araştırmalı, Şiî ve Sünnî kaynaklarda geçen vasiyet rivayetlerinin tümünü sunmalı, ardından da bunları sened ve delalet açısından ilmî şekilde ele almalıydı. Yazarın “İmamiyye Şiası’nın kutupları konumunda bulunan Kuleynî, Şeyh Müfîd ve Şerif el-Murtazâ tarafından zikredilen bu rivayetlere göz atıldığında Resûlullah’ın (s.a.a.) İmam Ali’ye halifelik ve imameti bıraktığına ilişkin bir vasiyetinin bulunmadığı görülmektedir’’ şeklindeki sözüne gelince bu, aklı başında hiçbir okuyucunun kabul edemeyeceği bir şeydir.

 

Müfessir, tarihçi ve muhaddislerin zikrettikleri vasiyet rivayetlerinin bir kısmını okuyucuya sunmak istiyoruz:

 

Taberî “En yakın akrabalarını uyar”[4] âyetinin tefsirinde şöyle rivayet etmektedir:

 

 “حدثنا ابن حميد، قال: ثنا جرير، عن عمرو: أنه كان يقرأ: { وأنْذِرْ عَشِيرَتَكَ الأَقْرَبِـينَ } ورَهْطَكَ الـمُخْـلِصين. قال: ثنا سَلَـمة، قال: ثنـي مـحمد بن إسحاق، عن عبد الغفـار بن القاسم، عن الـمِنهال بن عمرو، عن عبد الله بن الـحارث بن نوفل بن الـحارث بن عبد الـمطلب، عن عبد الله بن عبـاس، عن علـيّ بن أبـي طالب: لـما نزلت هذه الآية علـى رسول الله صلى الله عليه وسلم { وأنْذِرْ عَشِيرَتَكَ الأَقْرَبِـينَ } دعانـي رسول الله صلى الله عليه وسلم، فقال لـي: " يا علـيُّ، إنَّ اللَّهَ أمَرَنِـي أنْ أنْذِرْ عَشِيرَتِـي الأقْرَبِـينَ "

، قال: " فضقت بذلك ذَرْعا، وعرفت أنى متـى ما أنادهم بهذا الأمر أَرَ منهم ما أكره، فصمتُّ حتـى جاء جبرائيـل، فقال: يا مـحمد، إنك إلاّ تفعلْ ما تؤمر به يعذّبْك ربك. فـاصنع لنا صاعا من طعام، واجعل علـيه رجل شاة، واملأ لنا عُسًّا من لبن، ثم اجمع لـي بنـي عبد الـمطّلب، حتـى أكلـمَّهم، وأبلغهم ما أمرت به " ، ففعلت ما أمرنـي به، ثم دعوتهم له، وهم يومئذ أربعون رجلاً، يزيدون رجلاً أو ينقصونه، فـيهم أعمامه: أبو طالب، وحمزة، والعبـاس، وأبو لهب فلـما اجتـمعوا إلـيه دعانـي بـالطعام الذي صنعت لهم، فجئت به. فلـما وضعته تناول رسول الله صلى الله عليه وسلم حِذْية من اللـحم، فشقها بأسنانه، ثم ألقاها فـي نواحي الصَّحفة، قال: " خُذُوا بـاسم الله " ، فأكل القوم حتـى ما لهم بشيء حاجة، وما أرى إلا مواضع أيديهم وَايْـمُ الله الذي نفس علـيّ بـيده إن كان الرجل الواحد لـيأكل ما قدَّمتُ لـجميعهم، ثم قال: " اسْقِ النَّاسَ " ، فجِئْتُهُمْ بذلك العُسِّ، فشربوا حتـى رَوُوا منه جميعاً، وايـمُ الله إن كان الرجل الواحد منهم لـيشرب مثله فلـما أراد رسول الله صلى الله عليه وسلم أن يكلـمهم، بَدَرَه أبو لهَب إلـى الكلام، فقال: لَهَدَّ ما سحركم به صاحبكم، فتفرّق القوم ولـم يكلـمهم رسول الله صلى الله عليه وسلم، فقال: " الغَدَ يا علـيّ، إنَّ هَذَا الرَّجُلَ قَد سَبَقَنِـي إلـى ما قَدْ سَمِعْتَ مِنَ القَوْلِ، فَتفرّق القوم قبلَ أنْ أُكَلِّـمَهُمْ، فَأعِدَّ لَنا مِنَ الطَّعامِ مِثْلَ الَّذِي صَنَعْتَ، ثُمَّ اجمَعْهُمْ لـي " ، قال: ففعلت ثم جمعتهم، ثم دعانـي بـالطعام، فقرّبته لهم، ففعل كما فعل بـالأمس، فأكلوا حتـى ما لهم بشيء حاجة، قال: " اسْقِهِمْ " ، فجئتهم بذلك العسّ فشربوا حتـى رَوُوا منه جميعاً، ثم تكلـم رسول الله صلى الله عليه وسلم، فقال: " يا بَنِـي عَبْدِ الـمُطلِبِ، إنّـي وَاللَّهِ ما أعْلَـمُ شابـا فِـي العَرَبِ جاءَ قَوْمَهُ بأفْضَلَ مِـمَّا جِئْتُكُمْ بِهِ، إنّـي قَدْ جِئْتُكُمْ بِخَيْرِ الدُّنْـيا والآخِرَةِ، وَقَدْ أمَرَنِـي اللَّهُ أنْ أدْعُوَكُمْ إلَـيْهِ، فَأيُّكُمْ يُؤَازِرُنِـي عَلـى هَذَا الأَمْرِ، عَلـى أنْ يَكُونَ أخِي " وكَذَ وكَذَا؟ قال: فأحجم القوم عنها جميعاً، وقلت وإنـي لأحدَثهم سناً، وأرمصهم عيناً، وأعظمهم بطناً، وأخمشهم ساقاً. أنا يا نبـيّ الله أكونُ وزيرك، فأخذ برقبتـي، ثم قال: " إن هذا أخي " وكذا وكذا، " فـاسمعوا له وأطيعوا " ، قال: فقام القوم يضحكون، ويقولون لأبـي طالب: قد أمرك أن تسمع لابنك وتطيع.”

 

Taberî, İbn Humeyd’den şöyle rivayet etmektedir:

 

Bize Seleme rivayet etti ve dedi ki: Bana Muhammed b. İshak, Abdülgaffâr b. Kâsım’dan, o el-Minhâl b. Amr’dan, o Abdullah b. el-Hâris b. Nevfel b. el-Hars b. Abdülmuttalib’den, o Abdullah b. Abbâs’tan, o da Ali b. Ebî Tâlib’ten şöyle rivayet etmektedir: Allah-u Teâlâ’nın ‘‘Yakın akrabalarını uyar’’ (Şu’arâ, 214) âyeti nazil olunca, Hz. Resûlullah (s.a.a.) beni çağırdı ve şöyle dedi:

 

Ey Ali! Allah bana en yakın akrabalarımı uyarmamı emretti. Bu emir bana çok ağır geldi, kaygı verdi. Biliyorum ki, ben ne zaman kavmime bu işi açmaya kalksam, muhakkak, hoşuma gitmeyen bir şeyle karşılaşacağım. Bunun üzerine, bir müddet sustum. Cebrail (a.s.) bana geldi ve ‘‘Ey Muhammed (s.a.a.), eğer sen Rabbinin sana emrettiği şeyi yapmayacak olursan, Rabbin sana azab edecektir!’’ dedi.

 

Resûlullah (s.a.a.) ‘‘Ey Ali (a.s.)! Bize, bir sa (dört büyük avucu dolduracak kadar -çev-) yemek yap ve üzerine de koyun budundan et koy! Bize bir kap da süt hazırla! Sonra, Abdülmuttaliboğullarını benim için topla! Onlarla bir konuşayım ve emir olunduğum şeyi kendilerine ulaştırayım’’ buyurdu. Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) bana emrettiği şeyi yaptım. Onları davet ettim. Onlar o gün kırk kişi idiler. Yahut kırk kişiden ya bir eksik ya da bir fazlaydılar. Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) amcaları, Ebû Tâlib, Hamza, Abbâs ve Ebû Leheb de gelenler arasında bulunuyordu.

 

Abdulmuttaliboğulları O’nun yanında toplandıkları zaman, Hz. Resûlullah (s.a.a.) beni çağırdı. Onlar için yaptığım yemeği getirmemi emretti. Yaptığım yemeği yere bırakınca, Resûlullah (s.a.a.) etten bir parça alarak parçaladı ve bunları kabın çeşitli yerlerine koyduktan sonra onlara ‘‘Allah’ın adıyla alın!’’ dedi. Hazır bulunanlar, doyuncaya kadar yediler. Fakat ben kapta, onların ellerinin uzandıkları yerlerdeki izlerden başka bir şey görmüyordum. Ali’nin (a.s.) nefsini kudreti elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, onların tümünün önüne koyduğum yemeği, tek bir kişi yiyebilirdi.

 

Hz. Resûlullah ardından ‘‘İnsanlara süt ver!’’ buyurdu. Ben de süt kabını alıp geldim. Hepsi de kanıncaya kadar içtiler. Allah’a yemin ederim, bir kişi tek başına sütün tümünü içip bitirebilirdi. Hz. Resûlullah (s.a.a.), onlarla konuşmak isteyince Ebû Leheb, O’ndan önce davranarak ‘‘Arkadaşınız sizleri ne de müthiş büyüledi!’’ deyince Hz. Resûlullah (s.a.a.) kendileriyle konuşamadan dağıldılar.

 

Daha sonra Resûlullah (s.a.a.) bana ‘‘O malum adam, senin işittiğin şekilde benden önce davranıp konuşmaya başladı, onlar da ben konuşamadan dağılıverdiler’’ deyip şöyle devam etti: ‘‘Şu yaptığın gibi bize bir daha yemek hazırla, sonra da onları yanıma toplayıver.’’

 

Yemeği yapıp sonra da onları Hz. Peygamber (s.a.a.) için topladım. Hz. Resûlullah (s.a.a.) yemeği getirmem için beni çağırdı. Yemeği getirip Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) önüne koydum. Hz. Resûlullah (s.a.a.) geçen akşam yaptığı gibi yaptı. Hepsi doyuncaya kadar yediler. Hz. Resûlullah (s.a.a.) ‘‘Onlara süt de içir’’ buyurdu. Kendilerine içi süt dolu kabı getirdim. O kaptan da hepsi kanıncaya kadar süt içtiler. 

 

Daha sonra Resûlullah (s.a.a.) sözü alarak şöyle dedi: ‘‘Ey Abdülmuttaliboğulları, Allah’a yemin ederim ki, ben hiçbir Arap gencinin size getirdiğimden daha değerli bir şeyi kavmine getirmiş olduğunu bilmiyorum. Ben sizlere dünyanın da ahiretin de hayrını getirmiş bulunuyorum. Yüce Allah da bana, sizleri bu hayra çağırmamı emretmiştir. Bu işte sizden kim bana iman eder, bu görevimde bana destekçi olursa şöyle şöyle olur.’’ Hazır bulunanların hiçbiri bu işe yanaşmadı.

 

Ben doğruldum…  ‘‘Ey Allah’ın peygamberi, Allahu Teâlâ’nın seni gönderdiği bu işte ben senin yardımcın ve destekçin olacağım’ dedim. Bunun üzerine Hz. Resûlullah (s.a.a.) ellerimden tutup -aralarında yaşça en küçük, gözleri hapsinden çapaklı, karını hepsinden büyük, bacakları tümünden ince olduğum halde- ‘‘İşte bu, benim kardeşim, şöyle şöyledir; onu dinleyip itaat edeceksiniz’’ dedi. Bundan sonra orada bulunanlar, gülüşerek kalkıp gittiler. Giderken de Ebû Tâlib’e ‘‘Gördün mü, sana oğlunun dediklerini dinleyip ona itaat etmeni emretti!” diyorlardı.[5]  

 

Ben derim ki: “İki yerde geçen ‘şöyle şöyle’ ifadesinin aslı kadim müstensihler (nüsha yazarları) tarafından hazfedilmiştir. Nitekim Taberî’nin aynı senetle Tarih’inde aktardığı aşağıdaki rivayetinden anlaşıldığı üzere sözün aslı şudur: “على ان يكون اخي ووصيي وخلفيتي فيكم” “Böylece kardeşim, vasim ve benden sonra aranızdaki halifem olur.” “ان هذا أخي ووصيي وخليفتي فيكم” “İşte bu, benim kardeşim, vasim ve benden sonra aranızdaki halifemdir.”[6]

 

نصر بن سليمان قال انبأنا محمد بن اسحق عن عبد الغفار بن القاسم عن المنهال بن عمرو عن عبد الله بن الحارث بن عبد المطلب عن عبد الله بن عباس عن علي بن ابي طالب (عليه السلام) وفيها « فايكم يؤازرني على هذا الامر على ان يكون اخي ووصيي وخليفتي فيكم

 

“İbn Asâkir kendi isnadıyla Nasr b. Süleymân’dan şöyle rivayet etmektedir: Muhammed b. İshak, Abdülgaffâr b. el-Kâsım’dan; o el-Minhâl b. Amr’dan; o Abdullah b. el-Hâris b. Abdülmuttalib’den; o Abdullah b. Abbâs’tan, o da Ali b. Ebî Tâlib’den şöyle rivayet etmektedir: … Bu işte sizden kim bana iman eder, bu görevimde bana destekçi olursa kardeşim, vasim ve benden sonra aranızdaki halifem olur.”[7]

 

İbn Kesîr ise tefsirinde İbn Cerîr’den şöyle rivayet etmektedir: “… Kardeşim, şöyle şöyle olmak üzere…”

 

İbn Kesir bu rivayete şu notu düşer: Bu ibarelerle hadîsi, sadece Abdülgaffâr b. Kâsım Ebû Meryem rivayet etmiştir. Onun hadisi metruktür, yalancıdır ve Şiî’dir. Ali b. el-Medînî ve başkaları, onu hadis uydurmakla itham etmişler, imamlar ise onu zayıf saymışlardır.[8]

 

Ben derim ki: Abdülgaffâr b. el-Kâsım; künyesi Ebû Meryem el-Ensârî en-Neccârî. Kufeli sayılmıştır. Şube ve Kufeliler ondan rivayet etmiştir. Meşhur şair ve Ehl-i Beyt’in velayetine inanmakla tanınan Seyyid Himyerî’yi içki içmekle itham ettikleri gibi onu da içki içmekle itham etmişlerdir. Bu ithamın sırrı, onun İmam Ali’nin (a.s.) faziletlerini içeren ve Osman’a ilişkin zemmedici şeyleri içinde barındıran rivayetler nakletmesidir.

 

Ahmed b. Hanbel onun hakkında şöyle der: Ebû Meryem, Osman hakkında sıkıntılı şeyler anlatırdı.[9]

 

İbn Hibbân ise şöyle der: O, Osman b. Affân hakkındaki zemmedici şeyleri aktaran râvilerdendir.[10]

Dârekutnî ise şöyle der: Metruktur, Şube’nin şeyhidir. Şube ondan övgüyle bahsetmiştir. Öyle görünüyor ki onun bu durumu Şube’ye gizli kalmıştır.[11] Onun hakkında Şube’nin “Ondan daha hafız birisini görmedim” sözü aktarılmıştır.

 

Zehebî ise şöyle der: Yaklaşık olarak hicretin 160. yılına kadar yaşamıştır.  İlim ve ricâl sahasında titiz birisiydi. Şube ondan rivayet almıştır. Şube, onun sika olmadığını anlayınca da onu terk etmiştir.[12]

 

Ben derim ki: Şube, Onun Osman b. Affân’a ilişkin olumsuz şeyler anlatmadan önce ondan rivayet etmiş ve kendisinden ilim almıştır. Ancak Osman ile ilgili menfi şeyler anlatmaya başlayınca onu terk etmiştir. Nitekim İbnü’l-Medînî’nin aşağıdaki sözlerinden de bu anlaşılmaktadır.

 

Ali b. el-Medînî der ki: Abdülgaffâr hakkında Şube’nin bir görüşü vardı. Ondan ilim de öğrenirdi. Sonra onun Râfizîlik gibi çirkin bir görüşe sahip olduğu ortaya çıkınca hadisini terk etti.[13]

 

İbn Adî der ki: Ahmed b. Muhammed b. Saîd’in (İbn Ukde) Ebu Meryem’i övdüğünü işittim. Onun övgüsünün sınırı aştığını gördüm. Öyle ki onun hakkında şöyle diyordu: Ebû Meryem’in ilmi yayılacak ve hadisi tahric edilecek olsa insanlar Şube’ye ihtiyaç duymazlar.

 

Bununla birlikte İbn Kesîr, Taberî’nin hadisiyle yakın manada olan bir hadisi gözden kaçırmıştır. Bu hadisi Ahmed b. Hanbel Müsned’inde (c.1, s.159) başka bir isnad zinciriyle Abdülgaffâr’ın olmadığı bir kanaldan şöyle rivayet etmektedir: Ahmed dedi ki: Bize Affân b. Müslim rivayet etti ve dedi ki: Bize Ebû Avâne, Osmân b. el-Muğîre’den; o Ebû Sâdık’tan; o Rebîa b. Nâciz’den; o da Ali’den (a.s.) rivayet etmiştir. Rivayette “ويكون اخي وصاحبي ووارثي / Benim kardeşim, dostum ve varisim olur” ifadesi geçmektedir.

 

Ahmed, Müsned’inde (c.1, s.111) başka bir isnad zinciri ile şöyle rivayet etmektedir: Bize Esved b. Âmir rivayet etti ve dedi: Bize Şerîk, el-Ameş’ten; o el-Minhâl’den; o Abbâd b. Abdullah el-İslâmî’den; o Ali’den rivayet etmiştir. Rivayette “ويكون خليفتي / benim halifem olur” ifadesi geçmektedir.

 

Bu manaya yakın bir rivayeti Ebü’l-Hasan es-Salebî Tefsir’inde kendi isnad zinciri ile el-Hüseyin b. Muhammed b. el-Hüseyin’den şöyle rivayet etmektedir: Bize Mûsâ b. Muhammed rivayet etti ve dedi ki: Bize el-Hasan b. Ali b. Şuayb el-Umrî rivayet etti ve dedi ki: bize Abbâd b. Yakub rivayet etti ve dedi ki: bize Ali b. Hâşim, Sabbâh b. Yahyâ el-Müzenî’den; o Zekeriyyâ b. Meysere’den; o Ebû İshak’tan; o da el-Berâ b. Âzib’ten rivayet etmiştir.

 

Yine bu hadisle yakın bir manayı taşıyan bir başka rivayeti Salebî Tefsîr’inde, İbn Asâkir de Târîhu Dımaşk’ında kendi isnad zincirleriyle Ebû Râfi’den rivayet etmişlerdir.

 

Ben derim ki: Bu hadisin sıhhati anlaşıldığında; Taberî, Ahmed ve sıhah sahiplerinin Aişe, İbn Abbâs ve Ebû Hureyre’den rivayet ettikleri aşağıdaki hadisle çelişmesi yüzünden ortaya bir problem çıkmaktadır.

 

Biz lafzı İmam Ahmed’e ait olan hadisi aktaracağız.

 

 “دعا رسول الله (صلى الله عليه وآله) قريشاً فعمََّ وخص فقال يا معشر قريش انقذوا انفسكم من النار يا معشر بني كعب انقذوا انفسكم من النار يا معشر بني عبد مناف انقذوا انفسكم من النار يا معشر بني هاشم انقذوا انفسكم من النار يا بني عبد المطلب انقذوا انفسكم من النار يا فاطمة بنت محمد انقذي نفسك من الله فاني والله لا املك لكم من الله شيئا ، الا ان لكم رحما سأبلها ببلالها

 

“Ve yakın akrabalarımı uyar, âyeti nazil olunca Allah Resûlü (s.a.a.) avam ve havassı ile Kureyş’i çağırdı ve şöyle buyurdu: Ey Kureyş topluluğu, kendinizi ateşten kurtarın! Ey Kâ’boğulları, kendinizi ateşten kurtarın! Ey Abdümenâf topluluğu, kendinizi ateşten kurtarın! Ey Hâşimoğulları, kendinizi ateşten kurtarın! Ey Abdülmuttaliboğulları, kendinizi ateşten kurtarın! Ey Muhammed’in kızı Fâtıma, kendini ateşten kurtar! Allah’a and olsun ki; sizin için Allah’a karşı hiç bir şeye malik değilim. Şu kadar var ki, sizin için bir akrabalık hakkı vardır ve ben sıla-i rahimde bulunacağım.”[14]

 

Bu hadise şöyle bir eleştiri getirilerek reddedilir: Aişe ve İbn Abbâs bu âyetin indiği ve bu olayın yaşandığı esnada ya henüz küçük birer çocuktular ya da henüz dünyaya gelmemişlerdi. Ebû Hureyre’ye gelince ise, o esnada Müslüman olmamıştı ve Yemen’de bulunmaktaydı. Öyleyse o da İmam Ali’nin aksine, bu hadiseye tanık olmayan kimselerdendi. Hâlbuki İmam Ali (a.s.) buna tanık olmuş ve hadise bizzat onun eliyle gerçekleşmiştir. İbn Abbâs, Abbâd b. Ubeydullah el-Esedî, Rebîa b. Nâciz, Berâ b. Âzib, Ebû Râfî, oğlu -ki aynı zamanda İmam Ali’nin (a.s.) kâtibidir- Ubeydullah ondan rivayet etmişlerdir.

 

Beri taraftan “aşiret” sözcüğünün hem “baba tarafından yakın akrabalar” hem de “kabile” manasına geldiğini kabul etsek dahi “el-Akrâbîn / en yakınlar” ifadesi, “aşiret” lafzından muradın “baba tarafından en yakın akrabalar” olduğu hususunda açık bir karinedir. Bu durumda maksat Kureyş değil de Benî Hâşim olur. Bu manayı teyit eden şeylerden biri Buhârî’nin Cübeyr b. Mutim’den rivayet ettiği şu hadistir.

 

عن جبير بن مطعم قال مشيت أنا وعثمان بن عفان إلى رسول الله صلى الله عليه وسلم فقلنا يا رسول الله أعطيت بني المطلب وتركتنا ونحن وهم منك بمنزلة واحدة فقال رسول الله صلى الله عليه وسلم إنما بنو المطلب وبنو هاشم شيء واحد

 

“Cübeyr b. Mutim şöyle demiştir: (Nevfeloğullarından, çev.) ben, (Abduşşemsoğullarından, çev.) Osmân b. Affân ile Resûlullah’ın yanına gittik veEy Allah’ın Resûlü! Muttaliboğullarına verdin ama bizleri bıraktın. Hâlbuki nesep açısından biz Abdulmuttaliboğulları ile bir mertebedeyiz (hepimiz büyükbabamız Abdî Menâf'da birleşiyoruz)’ dedik. Bunun üzerine Resûlullah (s..a.a.) ‘Muttaliboğulları ile Hâşimoğulları bir soydur’ buyurdu.”[15]

 

Bunu, âlimlerin “zevi’l-Kurba” lafzı hakkında yaptıkları şu açıklamalar da teyit etmektedir: Bu ifade âmm olup, Hâşim ve Muttalib oğullarına hastır.[16]

 

Ben derim ki: Bütün bunlara ek olarak Hz. Peygamber’in (s.a.a.) İmam Ali’ye bu âyet münasebetiyle söylediği “kardeşim, vasim, dostum, varisim, vezirim ve halifem” sözcüklerini Hz. Peygamber’in kardeşlik akdini oluştururken Ali’yi kendisi ile kardeş kıldığı esnada buyurduğu انت اخي في الدنيا والاخرة / Sen benim dünya ve ahirette kardeşimsin.”, “انت اخي وصاحبي / Sen benim kardeşim ve dostumsun” hadisleri ile İmam Ali’nin والله اني لأخو رسول الله ووليه / Vallahi ben Allah Resûlünün kardeşi ve velisiyim.” “انا عبد الله وأخو رسوله لم يقلها قبلي ولا يقولها احد بعدي الا كذاب مفتر / Ben Allah’ın kulu, Resûlün kardeşiyim. Bunu benden önce hiçbir kimse söylememiştir. Şu var ki benden sonra kim bu sözü söyleyecek olursa iftiracı ve düpedüz yalancıdır” sözleri de tasdik etmektedir.[17]

 

Hz. Peygamber’in (s.a.a.) İmam Ali’ye “Senin bana olan konumun Hârûn'un Mûsâ’ya olan konumu gibidir; ancak benden sonra peygamber yoktur!” buyurduğu Menzilet Hadisi de bunu teyit etmektedir. Bu hadis İnzar Kıssası hakkında İmam Ali’den (a.s.) aktarılan rivayetin doğruluğuna en kuvvetli şahittir.

 

Kur’ân Hz. Mûsâ (a.s.) hakkında şöyle buyurmaktadır: وَاجْعَل لِي وَزِيرًا مِنْ أَهْلِي ، هَارُونَ أَخِي ، اشْدُدْ بِهِ أَزْرِي ، وَ أَشْرِكْهُ فِي أَمْرِي ... قَالَ قَدْ أُوتِيتَ سُؤْلَك يَا مُوسَى) / Bana ailemden bir de vezir (yardımcı) ver, kardeşim Hârûn'u. Onunla sırtımı kuvvetlendir. Ve onu işime ortak kıl. Böylece seni bol bol tesbih edelim. Ve çok çok analım seni.  Şüphesiz sen bizi görmektesin. Allah: Ey Mûsâ! dedi, istediğin sana verildi.” (Tâhâ, 29-36)

 

Bu istek Hz. Mûsâ’nın Mısır’a gelmesinden ve Ehl-i Beyt’ini toplamasından önceydi. Mısır’a gelip de onlarla bir araya gelince Hz. Hârûn’un şanını ve risalet nezdindeki konumunu onlara tebliğ etti. Onun bir peygamber, vezir, halife ve vasi olduğunu belirtti.

 

İmam Ali’nin (a.s.) Hz. Muhammed’e (s.a.a.) göre mevkiî ve risaleti Hz. Hârûn’un Hz. Musâ nezdindeki mevkiî ve risaleti gibidir. Ancak şu var ki Hz. Ali (a.s.) peygamber değildi. İlahî hikmet Hz. Muhammed’in (s.a.a.) en yakın akrabalarını inzarının Hz. Mûsâ’nın en yakın akrabalarını inzarına benzemesini dilemiştir.

 

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: وَشَهِدَ شَاهِدٌ مِّنۢ بَنِىٓ إِسْرَٰٓءِيلَ عَلَىٰ مِثْلِهِ / Üstelik İsrâiloğullarından bir tanık onun bir benzerine şahit olduğu halde” (Ahkâf, 10).  Âyette geçen “mislihi” sözcüğündeki zamir İsrâîloğullarından olan şahide yani Mûsâ’ya (a.s.) dönmektedir.

 

Tevrât’ta şöyle geçmektedir: “Tanrınız Rab size aranızdan, kendi kardeşlerinizden benim gibi bir peygamber çıkaracak. Onu dinleyin” ve “Onlara kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım. Sözlerimi onun ağzından işiteceksiniz. Kendisine buyurduklarımın tümünü onlara bildirecek.” (Yasa’nın Tekrarı, 15 ve 19)

 

 “اِنَّٓا اَرْسَلْـنَٓا اِلَيْكُمْ رَسُولاً شَاهِداً عَلَيْكُمْ كَمَٓا اَرْسَلْـنَٓا اِلٰى فِرْعَوْنَ رَسُولاًؕ / Doğrusu Firavun’a bir elçi gönderdiğimiz gibi size de hakkınızda tanık olacak bir peygamber gönderdik.” (Müzzemmil, 15)

 

Hz. Muhammed (s.a.a.) ile Hz. Mûsâ (a.s.) arasındaki bu benzerlik akrabaları uyarma ve insanlara tebliğ etme kıssasında da birebir gerçekleşmiştir. Çünkü Hz. Muhammed’in (s.a.a.) davetin başından itibaren bir veziri ve halifesi vardı ki bu da kardeşi Hz. Ali’dir. Nitekim Hz. Mûsâ’nın da bir veziri ve bir halifesi vardı ki O da kardeşi Hz. Hârûn’dur. Kur’ân-ı Kerim anlatmış olduğu peygamber kıssalarında Hz. Mûsâ gibi bir veziri bulunan başka bir peygambere değinmemiştir.

 

Sadece Medine dönemi değil Mekke döneminde dahi Hz. Muhammed (s.a.a.) Hz. Ali’nin şahsıyla bir arada zikredilmiştir. İbnü’l-Esîr Üsdü’l-Gâbe adlı eserinde şöyle rivayet etmektedir:

 

ان النبي (صلى الله عليه وآله) قال لعلي ليلة الهجرة : ان قريشا لم يفقدوني ما رأوك ، فلما أصبح ورأوا عليا قالوا : لو خرج محمد لخرج بعلي معه

 

“Hz. Peygamber (s.a.a.) hicret gecesi Ali’ye (a.s.) şöyle buyurdu: Kureyş seni gördükçe beni aramaz. Sabah olup da Ali’yi gördüklerinde şöyle dediler: Muhammed çıksaydı Ali (a.s.) de O’nunla birlikte çıkardı.”[18]

 

Hz. Mûsâ ve veziri Hz. Hârûn, Firâvun’a ve kavimlerine risaleti tebliğ etmişlerdir. Allah-u Teâlâ da imameti Hz. Mûsâ’dan sonra Hz. Hârûn’un zürriyetine tahsis etmiştir. 

 

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: وَمِنْ قَوْمِ مُوسَى أُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِهِ يَعْدِلُونَ (159) وَقَطَّعْنَاهُمُ اثْنَتَيْ عَشْرَةَ أَسْبَاطًا / Mûsâ’nın kavminden hak yolu gösteren ve bu yolda âdil davranan bir topluluk da vardı. İsrâiloğullarını nesillere göre on iki topluluğa ayırdık.” (A’râf, 159-160)

 

 “وَلَقَدْ أَخَذَ الله مِيثَاقَ بَنِي إِسْرَائِيلَ وَبَعَثْنَا مِنْهُمْ اثْنَىْ عَشَرَ نَقِيبًا / Andolsun ki Allah İsrâiloğullarından söz almıştı. Onlardan on iki de nakîb (temsilci) göndermiştik” (Mâide, 12)

 

İşte bu şekilde Hz. Muhammed (s.a.a.) ve veziri İmam Ali (a.s.) Kureyş’e ve ister Kureyş’ten olsun ister diğer kabilelerden olsun tüm iman edenlere risaleti tebliğ etmiştir. Allah-u Teâlâ Hz. Peygamber’den sonra da imameti İmam Ali’nin (a.s.) zürriyetine tahsis etmiş ve şöyle buyurmuştur:

 

وَمِمَّنْ خَلَقْنَا أُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِهِ يَعْدِلُونَ / Yarattıklarımız arasında hakka götüren ve o yolda âdil davranan bir topluluk da vardır.” (A’râf, 181) Müfessirler bu âyetteki topluluğun Ehl-i Beyt İmamları (a.s.) olduğunu belirtirler.

 

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: ثُمَّ أَوْرَثْنَا الْكِتَابَ الَّذِينَ اصْطَفَيْنَا مِنْ عِبَادِنَا فَمِنْهُمْ ظَالِمٌ لِنَفْسِهِ وَمِنْهُمْ مُقْتَصِدٌ وَمِنْهُمْ سَابِقٌ بِالْخَيْرَاتِ بِإِذْنِ اللَّهِ ذَلِكَ هُوَ الْفَضْلُ الْكَبِيرُ / Sonra biz kullarımızdan seçtiklerimizi o kitaba mirasçı kıldık. Onlardan kimi kendine kötülük eder, kimi orta bir durumdadır, kimi de Allah’ın izniyle hayır işlerinde yarışır; işte büyük lütuf budur.” (Fâtır, 32)

 

Ehl-i Beyt’ten (a.s.) aktarılan sayısız rivayet, Allah’ın kendilerine Kitab’ın ilimlerini varis bıraktığı ve Allah’ın izniyle insanlara hidayet imamları kıldığı kimselerin kendileri olduğunu belirtmektedir.[19]

 

Ehl-i Sünnet ve Şia’dan aktarılan birçok rivayete göre ise Hz. Peygamber (s.a.a.) şöyle buyurmuştur: “Onların sayısı Benî İsrâîl’in nakiplerinin sayısı kadardır.”[20]

 

İnzar Hadisinde geçtiği üzere Ali’nin (a.s.) Hz. Peygamber’in (s.a.a.) vasisi olduğu şeklindeki ifadeye gelince, bu sıfat çeşitli münasebetlerle Hz. Peygamber’in dilinden defalarca dökülmüştür. Selmân’ın “vasin kimdir” şeklindeki sorusuna “vasim Ali’dir” şeklinde verdiği cevabı içeren rivayet bunlardandır.[21]

 

İbn Hibbân kendi isnad zinciriyle Basra ahalisinden ve Merv sakinlerinden olan Hâlid b. Ubeydullah el-Atekî’den; o da Enes b. Mâlik’ten naklen şöyle rivayet etmektedir: هذا (علي) وصيي وموضع سري وخير من اترك بعدي” “Bu (Ali) benim vasim, sırrımı taşıyan ve benden sonra geriye kalanların en hayırlısıdır.”[22]

 

İmam Ali bu sıfatla tanınmış ve meşhur olmuştur, bu sıfat O’na özgüdür. “Vasi” kelimesi tek başına kullanıldığında akla doğrudan Ali (a.s.) gelmektedir. Sadr-ı İslam’dan günümüze kadar şairler de bu hususu şiirlerinde dillendirmişlerdir:

 

İbn Ebi’l-Hadîd şöyle der:

 

Sadr-ı İslam’da inşad edilen şiirler arasından, İmam Ali’nin (a.s.) Resûlullah’ın (s.a.a.) vasisi olduğunu içerenlerin bir bölümünü burada sunacağız.

 

Abdullah b. Ebî Süfyân b. el-Hâris b. Abdülmuttalib’in şu şiiri bunlardandır:

“Hayber Savaşı’nın ünlü kahramanı Ali bizdendir.

Yine Bedir Savaşı’nda, her taraftan orduların kükrediği gün.

Peygamber’in vasisi ve amcası oğludur bizdendir,

Bu özellikte kim O’na denk olabilir ve O’na yaklaşabilir?”

Bedîr Gazasına katılmış olan Ebü’l-Heysem b. et-Teyyihân şöyle demiştir:

“Peygamber’in vasisi, bizim imamımızdır; velimizdir.

Şimdi gerçekler ortaya çıktı ve sırlar perde arkasından zâhir oldu!”

 

Bunun dışında Ebû Mihnef’in Vakatü’l-Cemel adlı eserinde naklettiği pek çok şiir var. İbn Ebi’l-Hadîd bunlara şu notu düşer: Bu şiirleri ve recezleri Ebû Mihnef Lût b. Yahyâ Vakatü’l-Cemel adlı eserinde kaydetmiştir. Ebû Mihnef, imamın seçim yoluyla başa geçirilmesini doğru gören hadisçilerdendir. O, Şiî değildir, Şiî ricâlinden sayılmaz.

 

İbn Ebi’l-Hadîd daha sonra İbn Müzâhim’in zikrettiği ve Hz. Ali’nin vasi olarak geçtiği Sıffîn şiirlerinden örnekler sunar. İbn Ebi’l-Hadîd devamında şöyle der: Bu lafızları içeren şiirler oldukça çoktur. Ancak biz bunlardan bu iki hizip hakkında söylenenleri aktardık. Bunların dışındakiler ise kayıt altına alınamayacak kadar fazladır. Uzatıp bıktırma endişesi olmasaydı sayfalarca bu şiirleri aktarırdık.[23]

 

İlginç olan şudur ki: Üstâd el-Kâtib’in kendisi Hz. Peygamber’in İmam Ali’ye vasiyetini şahsî ve sıradan vasiyet olarak kabul ederken Muhammed b. Abdullah b. el-Hasan’ın Ebu Cafer el-Mansûr’a gönderdiği mektubu kanıt olarak kullanıyor ve onun şu sözünü zikrediyor: Halifelik bizim hakkımızdır. Siz halifeliğin bize ait olduğunu iddia ettiniz, Şiîlerimizle onun için isyan ettiniz. Daha sonra onu bizden uzaklaştırarak kendiniz aldınız. Babamız Ali, vasî ve imamdı. Ali’nin çocukları sağ olduğu halde O’nun mirasına siz nasıl mirasçı olabilirsiniz?” (et-Tatavvûr, s. 35)[24]

 

Muhammed b. Abdullah b. el-Hasan’ın zikrettiği bu vasiyet sıradan bir vasiyet değildir. Çünkü böyle olsaydı bu vasiyette İmam Ali’ye (a.s.) yönelik herhangi bir üstünlük bulunmazdı. Hâlbuki Muhammed b. Abdullah, Mansur’a karşı kanıt ortaya koyma sadedinde bu vasiyeti ortaya atmakta ve hakkın kendilerine ait olduğunu vurgulayarak şöyle demektedir: “Babamız Ali (a.s.), vasî ve imamdı. Ali’nin (a.s.) çocukları sağ olduğu halde O’nun mirasına siz nasıl mirasçı olabilirsiniz?” Açıktır ki bu vasiyet, yönetimin dizginlerini elinde bulundurmayla bağlantılı siyasî bir vasiyettir.

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

  

 



[1] Ahmed el-Kâtib, Tatavvuru’l-Fikrî’s-Siyâsiyyi’ş-Şiî, s. 11-12.

[2] Eş-Şâfi, c. 3, s. 98.

[3] Emâlî, 26. Meclis, s. 220-221.

[4] Şuarâ, 214.

[5] Tefsîrü’t-Taberî, c. 19, s. 121-122.

[6] Taberî, Tarih, c. 2, s. 319-321. Taberî bu olayı muhtasar olarak bir başka senedle rivayet etmektedir: Rivayetin isnad zinciri şöyledir: Zekeriyya benî Yahyâ ed-Darîr’den şöyle rivayet etmektedir: Affân b. Müslim bize rivayet etti ve dedi: Ebû Avâne, Osmân b. el-Muğîre’den; o Ebû Sâdık’tan; o Rebîa b. Nâciz’den şöyle rivayet etmektedir… Böylece benim kardeşim, vasim ve varisim olur.

[7] Tarihü Dımaşk, Tercümetü Ali.

[8] Tefsîrü İbn Kesir, Şu’arâ Sûresi 214. âyetin tefsiri.

[9] Mîzanü’l-İtidâl, Abdülgaffâr el-Ensârî’nin tercüme-i hali, c. 2, s. 640.

[10] İbn Hibbân, el-Mecrûhîn, c. 2, s. 143.

[11] Lisânü’l-Mizân, c. 4, s. 412-414 el-Maraşî’nin tahkiki.

[12] Mizânü’l-İtidâl.

[13] Ben derim ki: Onların Abdülgaffâr hakkındaki tutumları Câbir b. Yezîd el-Cûfî hakkındaki tutumlarıyla aynıdır.

Zehebî şöyle der: Câbir, Şia’nın büyük âlimlerinden birisidir. Ebu’t-Tufeyl ve Halk’tan rivayet etmiştir. Kendisinden de Şube, Ebû Avâne ve Udde rivayette bulunmuştur.

İbn Hacer onun tercüme-i hali hakkında şöyle der: İbn Mehdî, Süfyân’dan şöyle rivayet etmektedir: Hadis sahasında Cabir’den daha vera ehli birisini görmüş değilim.

İbn İliyye, Şube’den şöyle rivayet etmektedir: Cabir hadiste saduktur.

O şöyle de demektedir: Câbir ‘‘Bize rivayet ettiği’’ ve ‘‘işittim’’ sözlerini söylediğinde insanların en güvenilir olanlarındandır.

Veki ise şöyle der: Ne hakkında şüphe ederseniz edin ama Câbir’in sika olduğu hakkında şüphe etmeyin.

Ben derim ki: Ancak başkaları onu yalancılıkla itham etmiş ve recate inandığını izhar etmiş olması nedeniyle onun hakkında ileri geri konuşmuşlardır.

Zâide şöyle der:  Câbir el-Cufî recate inanan bir yalancıydı.

Yahyâ b. Maîn ise şöyle der: Câbir tam bir yalancıydı. Hadisi yazılmaz, hiçbir değeri yoktur.

 

[14] Müsned, c. 2, s. 360.

[15] Sahîhü’l-Buhârî, Kitâbü Fardi’l-Humus, Bâbu ve mine’d-Delîli Ala enne’l-humusa li’l-imami, Hadis No: 2971. (çev.) 

[16] Fethü’l-Bâri, c. 6, s. 178-186.

[17] Ed-Dürer fî İhtisâri’l-Meğâzî ve’s-Siyer İbn Abdülberr, Thk: Şevkî Daîf.

[18] Üsdü’l-Gâbe, c. 4, s. 96.

[19] Nûru’s-Sakâleyn ve Tefsîrü’l-Burhân’da bu âyetin tefsirine bakınız.

[20] Bu konuyla ilgili kaynaklar birinci cildin sekizinci bölümünde geçmişti.

[21] Bu konuyla ilgili kaynaklar birinci cildin dokuzuncu bölümünde geçmişti.

[22] Kitâbü’l-Mecrûhîn, c. 1.

[23] Şerhü Nehci’l-Belâğa, c. 1, s. 143-150.

Allâme Askerî de kıymetli eseri Meâlimü’-Medreseteyn’de (c. 1, s. 295-328) Hz. Ali’nin vasilik sıfatını inceler.

[24] Elimizde Ahmed el-Kâtib’in kitabının Arapçasının altıncı baskısı bulunmakta. Biz ilgili bölümü eserde aradığımız halde bu cümleye rastlayamadık. (çev.)