Ahmed el-Kâtib'e reddiye (14): Üçüncü Halife'yi seçen şûrâ hakkında ilginç bilgiler

Ahmed el-Kâtib'e reddiye (14): Üçüncü Halife'yi seçen şûrâ hakkında ilginç bilgiler
Ben “Ey müminlerin emiri! Benim kalabalık bir ailem var, daha fazla ver” dedim. Ömer "Şimdilik bu kadar yeter; benden sonra birisi hilâfete ulaşacak, akrabalığını gözetecek ve ihtiyacını giderecektir; bu sır aramızda kalsın” dedi. Said der ki: Ömer'in hilâfetinden sonra onun tayin etmiş olduğu şûrâyla Osman hilâfete ulaştı. Osman, hilâfetinin ilk gönlerinden itibaren benim rızamı kazandı ve isteğimi çok güzel bir şekilde yerine getirdi.

 

 

İkinci Cilt

 

Beşinci Bölüm: Amr B. Meymun’un Rivayetleriyle Altı Kişilik Şûra

 

Bağdâdî diyor ki: Ebû Bekir’in Ömer’i veliaht olarak ataması ve Ömer’in de şûrâyı altı kişilik gruba tahsis etmesi bir aday gösterme olup sonucu ümmetin kabul veya reddine bağlıydı.

 

Ben derim ki; Mâverdî “Ömer’e yapılan biat sahâbenin rızasına dayanmıyordu” diye yazar. Muteber Sünnî kaynaklar Ömer’in Ebû Talha’ya “Ensâr’dan elli adam seç. Onlardan bir adamı seçmeleri için teşvik et… Aralarından birisini seçmeleri maksadıyla halifeyi tayin edecek bu grubu bir evde topla. Eğer beş kişi bir kişiyi seçer ve bir kişi de bunu reddederse o takdirde muhalifin kafasını ikiye ayır!” dediğini ifade etmektedirler. 

 

 

Şüphe:

 

Bağdadî der ki: “Ebû Bekir’in Ömer’i veliaht olarak ataması ve Ömer’in de şûrayı altı kişilik gruba tahsis etmesi bir aday göstermeden ibaret olup sonucu ümmetin kabul veya reddine bağlıydı.

 

 

Şüphenin Reddi:

 

Ben derim ki: Bağdâdî’nin bu açıklamaları kimi Ehl-i Sünnet âlimlerinin benimsediği şazz bir görüşe dayanmaktadır.

 

Maverdî der ki: “Halifenin, kendisinden önceki halife tarafından tayin edilebileceği, hilafet akdinin bu şekilde tamam olacağı meselesine temas etmek gerekirse; bu yolla da halifenin tayin edilebileceği hususunda icmâya varılmış, bu durum ittifakla kabul edilmiştir. Müslümanlar iki nedenle bu şekilde hareket etmiş, her iki yolu da kötü görmemiştir.

 

Bunlardan ilki: Ebû Bekir, vefatından önce Ömer’i halife olarak göstermiş, onun tayinini ve Ömer’in halifeliğini/imametini bütün Müslümanlar kabul etmişti.

 

İkincisi; Ömer’in kendisinden sonraki halifenin seçimi… Tespit ettiği şahıs oğlu veya babası değilse, seçici heyetten birine de danışmamışsa veliahtı kabul edip etmemek caizdir. Ancak veliaht tayin edilen kimseye biat edip etmemek hususunda, seçici heyetin rızasının gerekip gerekmediğinde görüş ayrılığı vardır.

 

Basralı bazı hukukçulara göre: Müslüman topluluğu için önemli olan bu konuda, veliaht tayin edilene seçici heyetin muvafakat göstermesi şarttır…  Doğru olan ve yaygın fikir ise: Veliaht tayin edilene, tayin edenin biati, imam olması için yeterlidir. Burada seçici heyetin rızasını aramak uygun düşmez. Çünkü Ömer’e yapılan biatte ashabın rıza ve muvafakatine dayanılmamıştır.”[1]

 

Nevevî ve diğer âlimler ise şöyle derler: “Âlimler veliahtlık ile hilafetin münakid olacağı ve ehl-i hal ve’l-akdin birisini seçmesiyle hilafetin tamamlanacağı konusunda icmâ etmiştir. Şöyle ki burada başka birisi veliaht olarak atanmamış olmalıdır.”[2]

 

Şûrâ kıssası ve Osman’ın veliaht olarak atanmasında, dört kişinin işi Abdurrahman’a bırakmış olmaları ve Abdurrahman’ın da Osman’a biat etmesinin ardından İmam Ali’ye (a.s.) “Biat et! Yoksa boynun vurulur” dediği açıktır.[3]

 

Biz burada, Taberî’nin kendi isnad zincirleriyle Ömer b. Şebbe kanalıyla Amr b. Meymûn’dan rivayet ettiği tafsilatlı haberin bölümlerini sunacağız.

 

 

Şûrâ Hadisesi

 

Ömer yaralanınca kendisine: “Ey müminlerin emiri! Keşke yerine bir halife tayin etseydin” denince Ömer şöyle cevap verdi: “Yerime kimi bırakayım? Bu ümmetin emini Ebû Ubeyde hayatta olsaydı kuşkusuz onu bırakırdım. Bana sorduğunda Rabbime derdim ki: Senin Peygamberinin şöyle buyurduğunu işittim: Ebû Ubeyde bu ümmetin eminidir.[4] Eğer Ebû Huzeyfe’nin mevlâsı Sâlim hayatta olsaydı onu yerime bırakırdım.  Rabbim bana bunu sorduğunda da O’na, ‘Senin Peygamberin şöyle buyurduğunu işittim: Sâlim’in Rabbine karşı şiddetli bir sevgisi vardırderdim.”[5]

 

Birisi ona ‘‘Sana halife olacak kişiyi söyleyeyim: Abdullah b. Ömer!’’ deyince de şöyle dedi: “… Bu iş için Ömer’in ailesinden bir kişinin hesaba çekilmesi yeterlidir… Ardımda halife bırakacak olursam benden iyi olan da bıraktı. Halife tayin etmez isem benden hayırlı olan da tayin etmemişti. Allah dinini zayi etmez.

 

Ömer’in yanındakiler dışarı çıkıp tekrar geldiler ve şöyle dediler: “Ey müminlerin emiri! Hiç olmazsa bir vasiyet bıraksan!” Bunun üzerine Ömer “Size demin söylediklerimi şöyle bir düşündüm, -sonra da İmam Ali’yi işaret ederek-[6] işlerinizi yüklenip sizi hakka iletecek en lâyık olanınızı seçmek istedim. Bundan dolayı hem hayatta iken hem de ölümümden sonra hilafeti almamasının sorumluluğunu yüklenmek istemedim” dedi.[7]

 

Bunun için sizlere düşen Resûlullah’ın (s.a.a.) “Bunlar cennet ehlindendir.” diye buyurduğu Ali, Osman, Abdurrahman, Sa’d, Zübeyr b. Avvam ve Talha’ya sarılmanızdır. Onlardan birini seçsinler. Sonra onları çağırdı ve “Ben düşündüm, taşındım. Sizleri insanların reisleri, önde gelenleri olarak gördüm. Bu iş münhasıran sizden birinde olacaktır dedi.

 

Ebû Talha el-Ensârî’ye ise şunları söyledi:

 

Ensâr’dan elli kişilik bir grup seç. Aralarından birini seçmeleri için bu altı kişilik grubu bir evde topla. Eğer beş kişi ittifak eder de birisi kaçınacak olursa muhalefet edenin kafasını ikiye ayır. Eğer dördü ittifak edecek olur ve ikisi itiraz ederse o ikisinin boynunu vur. Eğer üç kişi kendilerinden birini, diğer üç kişi de kendi aralarından birini seçerse, hakem olarak Abdullah b. Ömer’e başvurun. O hangi grubun lehine hüküm verirse o grup kendilerinden birisini seçsin. Abdullah b. Ömer’in hükmünü kabul etmezlerse Abdurrahman b. Avf’ın içinde bulunduğu grubu tutun.  Muhalif olanlar insanların üzerinde ittifak ettiğini kabul etmeyerek başka bir tercihte bulunacak olurlarsa onları öldürün![8]

 

Abdurrahman insanlarla istişare etmeye başladı.[9] Bunun üzerine Ammâr b. Yâsir ona “Müslümanların ihtilâfa düşmesini istemiyorsan Hz. Ali’ye biat et!” dedi.

 

Arkasından Mikdâd b. el-Esved şöyle dedi: “Ammâr doğru söyledi, eğer Ali’ye biat edecek olursan biz de işittik ve itaat ettik, deriz.

 

Sonra İbn Ebî Serh kalkıp “Kureyş’in ihtilâfa düşmesini istemiyorsan Osman’a biat et” dedi. 

 

Abdullah b. Ebî Rabîa ise şöyle dedi: “Evet, doğru söyledin; eğer Osman’a biat edecek olursan biz de işittik ve itaat ettik, deriz.”… Ammâr buna şöyle yanıt verdi: “Ey insanlar! Allah bizi peygamberiyle aziz kıldı, diniyle yüceltti, bu görevi nasıl olur da peygamberimizin Ehl-i Beyt’inden uzak tutarsınız!” Bu sözler karşısında Mahzûmoğullarından birisi, “Ey Sümeyye’nin oğlu! Sen haddi aştın, Kureyş’in kendi arasından seçeceği halifenin seninle ne ilgisi var?”  diyerek Ammâr’a bağırdı.[10]

 

Sa’d b. Ebî Vakkâs, Abdurrahman b. Avf a hitaben “Ey Abdurrahmân! İnsanlar arasında fitne çıkmadan bu işi bitir artık” dedi. Bunun üzerine Abdurrahman, Ali’yi (a.s.) çağırıp ona şöyle dedi: “Allah’ın Kitabı, Resûlü’nün Sünnet’i ve O’ndan sonra gelen iki halifenin sireti ile amel edeceğine dair Allah adına söz veriyor musun?” İmam Ali (a.s.) ise “İlmim ve gücüm ölçüsünce amel edeceğimi umuyorum[11]” diye cevapladı. Sonra Osman’ı davet etti ve ona da Ali’ye (a.s.) söylediklerinin aynısını söyledi. Osman “Evet” dedi. Abdurrahman da bunun üzerine ona biat etti.[12]

 

İmam Ali (a.s.) bu manzarayı görünce “Bir ömür boyu onun tarafını tuttun. Bize karşı bir araya gelip dayanışmanız sadece bu güne mahsus değildir. Artık bana düşen güzel bir sabırdır. Sizin şu tavırlarınıza karşı yardımına sığınılacak ancak Allah’tır. Vallahi, kendisinden sonra seni halife tayin etmesi için Osman’ı bu işe tayin etmiş bulunuyorsun!” dedi.[13]

 

Hz. Ali’nin bu sözlerine karşılık Abdurrahman şöyle dedi: “Ey Ali, bu söylediklerinle kendi aleyhinde iş yapma! (Ömer’in, Ebû Talha’ya muhalif olanın boynunun vurulmasını emrettiğini hatırlatıyor; çev.) Ben düşündüm ve insanlara danıştım. Onların Osman’dan başkasını tercih etmediklerini gördüm.”

 

Mikdâd “Hiçbir peygamberin ehl-i beytinin başına, peygamberlerinden sonra bu ümmetin Peygamberinin Ehl-i Beyt’inin başına gelenlerin geldiğini görmedim! Şu Kureyş’e hayret ediyorum, onlar öyle bir adamı terk ettiler ki hakkı ondan daha çok bilen ve adaleti daha fazla gözeten hiç kimse yoktur! Vallahi bu konuda bana yardım edecek birilerini bulabilseydim onlarla savaşırdım!” dedi.[14]

 

Abdurrahmân b. Avf ona: “Allah’tan kork ey Mikdâd! Ben senin fitnenin başı olmandan korkuyorum” diye karşılık verdi.[15]

 

Ben derim ki; bu rivayet Ömer’in bu işi altı kişiye tahsis ettiğinde, içlerinden birisine biat etmelerini emrettiği ve dolayısıyla bunun bir adaylık meselesi olmadığında kuşku bırakmamaktadır. Şayet yazarın iddia ettiği gibi altı kişilik şûra adaylıktan ibaret olsaydı, beş kişiye muhalefet eden bir kişinin veya dördüne muhalefet eden iki kişinin öldürülmelerini emretmesinin ne anlamı olurdu ki?

 

Sunduğumuz hadisin ayrıntıları üzerinde düşünüldüğünde, siyasî otoritenin Kureyş’in elinde oluşu yüzünden Müslümanların Kureyş’in yönetimi karşısında mağlup edildiği olgusu, okuyucuların dikkatini çekecektir. Hakkında Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) ان عمارا ملئ أيمانا إلى أخمص قدميه /Ammâr tepeden tırnağa imanla doludur.” ve “من ابغض عمار ابغضه الله تعالى / Kim Ammâr’a buğzederse Allah da ona buğzeder.”[16] buyurduğu Ammâr b. Yâsir gibi bir şahıs bile, Ali’nin (a.s.) ismini ortaya attığında “Sen kim Kureyş’in emirlik işine karışmak kim!” diye azarlanabilmektedir.

 

Mikdâd’ın yukarıda geçen “Vallahi bu konuda yardımcı bulabilseydim…” sözü de bu bağlamda ele alınabilir.[17]

 

 

İmam Ali (a.s.) Kureyş’in Zulmünden Yakınıyor

 

 

İmam Ali (a.s.) sözleriyle, Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) vefatından sonra Kureyş’in yönetimi konusundaki zulüm ve haksızlığına defalarca dikkat çekmiştir. Nitekim O (a.s.) bir buyruğunda şöyle demektedir: 

 

اللهم إني أستعديك على قريش ومن أعانهم، فانهم قطعوا رحمي، وصغرّوا عظيم منزلتي، واكفأوا إنائي، واجمعوا على منازعتي حقا كنت أولى به من غيري، وقالوا إلا ان في الحق ان تأخذه، وفي الحق ان تُمنعه، فاصبر مغموما، أو مُت متأسفا، فنظرت فإذا ليس لي رافد ولا ذاب ولا مساعد إلا أهل بيتي، فضننت بهم عن المنية، فاغضيت على القذى، وجرعت ريقي على الشجاوصبرت من كظم الغيظ على أمرِّ من العلقم، وآلم للقلب من حز الشفار”  

 

Ey Allah’ım! Kureyş’ten ve onlara yardım edenlerden intikamımı almanı istiyorum. Çünkü akrabalık bağımı kestiler, (hak) bardağımı devirdiler. Başkalarından daha layık olduğum bir hak hususunda hepsi benimle çekişti. ‘Hakkı alabiliyorsan al; ama haktan mahrum kılınırsan ister keder içinde sabret, istersen üzgün olarak öl’ dediler. Baktım da, Ehl-i Beyt'imden başka yardım edip destekleyen, hakkımı savunan kimsenin olmadığını gördüm. Onları ölüme sürüklemekten kaçındım. Böylece gözüme çerçöp dolduğundan gözlerimi yumdum, boğazına kemik saplanan kimse gibi yavaş yavaş yutkundum. Bu işin zehirden acı olan, bıçaklarla doğranmaktan daha elem verici olan kederli öfkesine sabrettim.[18]

 

Yine O bir başka buyruğunda şöyle der:

 

فجزى قريشا عني الجوازي فانهم ظلموني حقي واغتصبوني سلطان ابن امي

 

Allah benim yerime Kureyş’e cezalarını versin. Çünkü onlar hakkım olan şeyde bana zulüm ettiler. Ey annemin oğlu, hükümetimi-iktidarımı benden gasp ettiler.[19]

 

لقد أخافتني قريش صغيرا ، وانصبتني كبيرا ، حتى قبض الله رسوله فكانت الطامة الكبرى

 

Kureyş beni küçükken korkuttu; büyük olduğum dönemde ise bana düşmanlık yaptı. Nihayet Allah, Resûlü’nün ruhunu kabzedince de asıl büyük felaket yaşandı.[20]

 

فان قريشا قد اجتمعت على حرب اخيك اجتماعها على حرب رسول الله (صلى الله عليه وآله) قبل اليوم ، وجهلوا حقي ، وجحدوا فضلي ، ونصبوا لي الحرب ، وجدُّوا في اطفاء نور الله ، اللهم فاجزِ قريشا عني بفعالها ، قد قطعت رحمي وظاهرت عليَّ

 

Kureyş kardeşine karşı savaşmak üzere toplandı. Tıpkı bundan önce Resûlullah’a karşı toplandıkları gibi. Onlar benim hakkımı tanımadılar. Fazlımı da inkâr ettiler.  Bana savaş açtılar. Allah’ın nurunu söndürme hususunda da ciddi ve kararlılar. Allah’ım bana yaptıklarından ötürü Kureyş’e müstahakkını Sen ver.  Onlar benimle akrabalık bağlarını koparmış ve bana karşı birbirlerine destek vermişlerdir…[21]

 

أما والله لقد تقمصها   فلان   وانه ليعلم ان محلي منها محل القطب من الرحا ، ينحدر عني السيل ولا يرقى إلي الطير ،   فسدلت دونها ثوبا ، وطويت عنها كشحا   ، وطفقت ارتئي بين ان أصول بيد جذاء   ، أو أصبر على طخية عمياء   . . . فرأيت الصبر على هاتا احجى . . . حتى إذا مضى الأول لسبيله ، فأدلى بها إلى فلان بعده . . . فيا عجبا بينا هو يستقيلها في حياته ، إذ عقدها لآخر بعد وفاته ، لَشَدَّما تشطرا ضرعيها ، فصيّرها في حوزة خشناء ، يغلظ كَلْمُها . . . فصبرت على طول المدةوشدة المحنة   ، حتى إذا مضى لسبيله جعلها في جماعة ، زعم أني أحدهم ، فيالله وللشورى متى اعترض الريب فيَّ مع الأول منهم حتى صرت اقرن إلى هذه النظائرولكني أسففت إذ أسفوا ، وطرت إذ طاروا   ، فصغا رجل   منهم لضغنه ، ومال   الآخر لصهره ، مع هن وهن  ، إلى ان قام ثالث   القوم نافجاً حضنيه بين نثيله ومعتلفه ، وقام معه بنو أبيه يخضمون مال الله خضمة الإبل نبتة الربيع ، إلى ان انتكث فتله ، وأجهز عليه عمله ، وكبت به بِطنته

فما راعني إلا وانثيال الناس كعرف الضبع   إليَّ ينثالون عليَّ من كل جانب حتى لقد وطئ الحسنان ، وشق عطفاي ، مجتمعين حولي كربيضة الغنم ، فلما نهضت بالآمر نكثت طائفة   ومرقت أخرى   وقسط آخرون   . . . أما والذي فلق الحبة وبرأ النسمة لولا حضور الحاضر ، وقيام الحجة بوجود الناصر ، وما أخذ الله على العلماء ألا يقاروا على كِظَّةِ ظالم ، ولا سغب مظلوم ، لألقيت حبلها على غار بها ، ولسقيت آخرها بكأس أولها ، ولألفيتم دنياكم هذه ازهد عندي من عفطة عنز

 

“Allah’a and olsun ki falan kimse[22], hilafete göre yerimin, değirmen taşının mili gibi olduğunu bildiği halde hilafeti bir gömlek gibi giyindi. Oysa sel benden akar ve hiçbir kuş benim uçtuğum yerlere uçamazdı. Ben de hilafetle arama bir perde sarkıttım ve ona ilişkin düşüncemi içime sakladım. Başladım düşünmeye; kesilmiş elimle atağa mı geçeyim… Kör bir karanlığa sabır mı göstereyim?[23] Sabretmenin daha uygun olduğunu gördüm… Ta ki birincisi yolunu tamamlayıp, onu kendinden sonraki falana verdi, gitti… Ne kadar ilginç! Yaşarken hilafetten muaf tutulmayı istediği halde ölümünden sonra yerine öbürünün geçmesini sağladı. Devenin iki memesini nasıl da ikiye böldü. Hilafeti arazisi sert ve kaba bir mülkiyete dönüştürdü ki sertliği yaralayıcı… Zamanın uzunluğuna ve imtihanın şiddetine sabrettim.[24] Kendi yoluna gideceği esnada hilafeti beni onlardan sandığı bir topluluğa bıraktı. Aman Allah’ım, ne şûrâydı bu! Benim hakkımda birincisinden daha faziletli olduğum konusunda bir şüphe mi hâsıl oldu ki birbirine benzer olan bu kimselerle denk tutulur oldum ben! Ama bir yere konarlarken ben de onlarla indim, uçarlarken ben de uçtum. İçlerinden biri haset ve kinine[25], öbürü de hısmına meyletti,[26] birçok çirkin gelişme daha… Derken hayatı yemeğini yediği yerle çıkardığı yer arasında göğsünü kabartarak geçen üçüncüsü[27] iktidara gelinceye kadar anlatmak istemediğim daha pek çok gelişme oldu. Onunla beraber babasının oğulları da (mensubu olduğu Ümeyye oğulları da) işe giriştiler. Allah’ın malını devenin ilkbaharda otları, çayır, çimeni yiyip hazmettiği gibi yediler, sömürdüler. Sonunda onun (Osman’ın) da ipi çözüldü; yaptıkları tez yaralanıp öldürülmesine sebep oldu, midesinin dolu oluşu onu bu hale getirdi, yere serdi!

 

Derken halk sırtlanın boynundaki kıllar gibi (yoğun bir şekilde) her taraftan etrafıma üşüştü, neredeyse izdihamdan Hasan ve Hüseyin (a.s) ayaklar altında kalacaktı. İki tarafımda çizikler, yaralar oluştu. Bu hengâmede elbisem bile yırtıldı.[Koyunların ağıla üşüşmesi gibi çevreme toplandılar. Ama işi elime alınca bir bölük hemen biatten döndü, ahdini bozdu.[28] Başka bir bölük ok yaydan fırlar gibi fırladı, çıktı,[29] öbürleri de zulme saptılar[30]… Evet, tohumu yarana ve insanı yaratana and olsun ki eğer bu topluluk biat için toplanmasa, yarenler tarafından hüccet ikame edilmeseydi ve Allah zâlimlerin çatlayasıya doyarken, mazlumların açlıktan kırılması (mani olması) hususunda âlimlerden söz almasaydı hilafet devesinin yularını sırtına atar, terk ederdim. Hilafetin sonunu da ilk kâsesiyle suvarırdım (Daha önce peşinde koşmadığım gibi şimdi de peşinde koşmaz, onu hemen terk ederdim.) Sizler de biliyorsunuz ki şu dünyanızın değeri benim gözümde bir keçinin aksırığından daha değersizdir.”[31]

 

Açıktır ki; Ensâr ve Muhâcirlerin geneli Kureyş’in sultasından kurtulduktan[32] ve özgürlüklerini elde ettikten sonra, Kitab ve Sünnet’in biat edilmesini emrettiği şahsa bağlılıklarını sunmak için kelebekler gibi İmam Ali’nin (a.s.) üzerine üşüştüler. Ensâr ve Muhâcir, ne Ebû Bekir ne de Ömer döneminde dilediklerine ve Kitab ve Sünnet’in murat ettiği şahsa biat etme özgürlüğüne sahip değillerdi. Çünkü şu beş kişi Ebû Bekir’e biat etmişti. Ömer, Ebû Ubeyde, Muhacirlerin mevlâsı Sâlim, Üseyd b. Hudayr ve Beşîr b. Sa’d ile bu son ikisinin orada bulunan Ensâr grubu içindeki bağlıları Ebû Bekir’e biat etmişlerdi. Kabilevî asabiyyet sebebiyle de Ensâr’ın diğer grupları için mesele girift bir hal almıştı. Böylece şu veya bu şekilde biat etmek zorunda kaldılar. İmam Ali (a.s.) hutbelerinin birinde ولئن رُدَّ عليكم أمركم أنكم لسعداء / Ama işiniz size tekrar geri döndürülürse, mutlu olursunuz”[33] sözüyle bu hürriyete ve ما ختلتكم عن أمركم ولا لبَّسته عليكم / Sizi kötü bir işe salmadım, işlerinizde aldatmadım, yanlışlığa düşürmedim”[34] sözüyle de bu karışıklığa işaret etmiştir.

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak 

 



[1] el-Ahkâmü’s-Sultâniyye, s. 10.

[2] Fethu’l-Bârî, c. 16, s. 334.

[3] Ensâbü’l-Eşrâf, c. 4, s. 5-8; Sahîhü’l-Buhârî’nin (c. 9, s. 98) ifadesi ise “Kendi aleyhine yol edinilmesine vesile olma!” şeklindedir. 

[4] Bu hadisin mevzu-uydurulmuş rivayetlerden oluşunda herhangi bir kuşku bulunmamaktadır. Bu rivayet, İmam Ali ve Ehl-i Beyt İmamları (a.s.) hakkında aktarılan ve “Ziyâretü Emînillah” diye meşhur olan ziyaretnâmede geçen أنهم أمناء الله في أرضه وحججه على عباده / Onlar Allah’ın yeryüzündeki eminleri ve kullarına hüccetleridir” şeklindeki hadise karşı uydurulmuştur.

[5] Bkz: Ömer b. Sa’d, Tabakât, c. 3, s. 343; İbn Şebbe, Târîhü’l-Medîne, s. 922; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 20; Muhtasar Târîhü İbn Asâkir, 4319.

Ahkâmü’s-Sultâniyye’de (s. 7) geçtiği üzere Ebû Ubeyde ve Sâlim, Sakîfe olayında hazır bulunan ilk muhacirler arasındadır.

İbn Abdülberr ise el-İstîâb’da (s. 586) Sâlim’in tercüme-i hâlinde şöyle der: “Sâlim, Fars ahalisindendi. Muhacirlerden sayılıyordu.  Ebû Huzeyfe’nin eşi -ki onun hanımefendisiydi- onu azat edince Ebû Huzeyfe tarafından mevlâ ve oğulluk edinildi. Rivayet edindiğine göre Sâlim, Ömer ile birlikte hicret etmiş, Mekke’den sahâbeden bir grup ile yola çıkmış, sefer esnasında Sâlim onlara imamlık yapmıştır.

Ömer onu övmede çok ileri giderdi. Ömer’den şöyle demiştir: Sâlim hayatta olsaydı, hilâfeti şûraya havale etmezdim.”

Ben derim ki; bu hadis de uydurma hadislerdendir. Bunu kabul etsek bile yine de garip olan bir durum vardır: Ebû Hafs (Ömer), Hz. Peygamber’in (s.a.a.) Sâlim hakkındaki  ان سالم شديد الحب لله / Sâlim’in Rabbine karşı şiddetli bir sevgisi vardır” buyruğuna boyun eğmiş ancak Resûlullah’ın (s.a.a.) İmam Ali (a.s.) hakkındaki şu hadisini göz ardı etmiştir: Resûlullah لأعطين الراية رجلا يحب الله ورسوله ويحبه الله ورسوله كرار غير فرار يفتح الله على يده / Sancağı öyle birisine vereceğim ki O, Allah ve Resûlü’nü sever; Allah ve Resûlü de onu sever. Allah onun eliyle fethi müyesser edinceye kadar firar etmeksizin tekrar tekrar saldırır” buyurup, gözünden rahatsız olan Ali’yi (a.s.) çağırarak sancağı O’na verdi ve fetih de O’nun eliyle gerçekleşti.   

[6] Bkz: İbn Sa’d, Tabakât, c. 3, s. 342; Ensâbü’l-Eşrâf, c. 3, s. 103; Ömer: “Eğer halk bu Uceylih’i (başının önü kel olan zatı) hilâfete seçerse, onları doğru yola hidayet eder.” Ayrıca bkz; Abdurrezzâk es-Sanânî, el-Musannef, c. 5, s. 446; Muhibbüddîn et-Taberî (694), er-Rıyâdü’n-Nazara, s. 373, Mısır, 2. baskı; Ömer şöyle demiştir: “Hilâfete o alnı yüksek kişiyi seçecek olsalar ne mutlu onlara; o, boynunda kılıç bile olsa onları hakka götürür.” Muhammed b. Ka’b der ki: Ben de bunun üzerine ona “Onun bu özelliğini bildiğin halde niçin onu halifeliğe atamıyorsun?” deyince Ömer “Halkı kendi hâllerine bırakmamın sebebi, benden üstün olan kimsenin onları kendi hâllerine bırakmış olmasıdır!” diye karşılık verdi.

[7] Belâzurî’nin (c. 4, s. 501) rivayetinde şöyle geçmektedir: “Bundan dolayı ben hem hayatta iken hem de ölümümden sonra da bu işin sorumluluğunu yüklenmek istemedim.

Ben derim ki; aksine Ömer, hem hayatında hem de ölümünde, İmam Ali’yi (a.s.) Allah ve Resûlü’nün (s.a.a.) atadığı makamdan etmek ve O’nu hilafetten uzak tutmak gibi bir sorumluluğu üstlenmiştir. Bu işlevini hayatta iken Ebû Bekir’e edilen biati ölümüne savunmak ve tüm gücüyle bunu Müslümanlara dayatmakla yerine getirmiştir. Hatta bu yolda,  üçüncü bölümde de geçtiği üzere işi Allah Resûlü’nün kızı Fâtıma’nın (a.s.) evini yakmaya kadar götürmüştür.

Ölümünden sonra bu işlevini yerine getirmesine gelince, kendisinin icat ettiği ve üyelerini belirlediği, Ali’nin (a.s.) de bunlardan biri olmasını şart koştuğu altı kişilik şûrâsında bu durum açıkça görülmektedir.  O bu şûrâ için üç şart ileri sürerek hepsinin yerine getirilmesini sağlamıştır:

İlk olarak; İmam Ali’ye (a.s.) biat edilmemesini sağlamak. Geriye kalan beş kişi içinde Zübeyr’inki dışında Hz. Ali lehine tanıklık yapacak bir ses yoktu. Bunun karşısında ise Osman’ın dört taraftarı vardı. Buna ek olarak biat konusunda “Şeyhayn’ın sireti ile amel etmek” (Ömer ve Ebû Bekir’in pratiğini takip etmek) şeklinde yeni bir şart daha eklemişti. Çünkü Ömer, Ali’nin (a.s.) böyle bir şartı kabule yanaşmayacağını çok iyi bilmekteydi.

Saniyen; Ali’nin (a.s.) istemeyerek de olsa, evden çıkmadan önce Osman’a biat etmesini de sağlamıştır. O Sakîfe’den edindiği tecrübe ile Ali’nin (a.s.) biatten kaçınacağını ve Müslümanların yardımını talep edeceğini bilmekteydi. Gönülsüz de olsa biat sağlanırsa, Kureyş karşıtı bir harekete kalkışmayacaklarından emindiler.

Üçüncüsü; Ali (a.s.) karşısında Zübeyr gibi muhalif kimseler yaratmaya çalışmak. Hâlbuki Zübeyr daha düne kadar İmam Ali’nin (a.s.) askerleri arasında yer alıyordu ve Sakîfe olayında O’nu savunmuştu.  Ancak sonraları Osman’ın öldürülmesinin ardından, hilafet konusunda İmam Ali’ye rakip olup O’nunla savaşabilecek bir pozisyona geldi. Tarihî kaynaklar, Ömer’in bu altı kişilik şûrânın Osman’ın lehine sonuçlanacağını kesin bir şekilde bildiğini zikretmektedir.

İbn Sa’d Tabakât adlı eserinde Saîd b. el-Âs’ın tercüme-i hâlinde özetle şöyle der: Saîd b. Âs, Ömer'in yanına giderek evini genişletmek için elindeki toprakları biraz fazlalaştırmasını istedi. Ömer, sabah namazından sonra onun bu isteğini yerine getireceğini söyledi ve bu amaçla sabahleyin erkenden Saîd'in evine gitti... Saîd der ki: Halife ayağıyla bir çizgi çizerek evimin alanını genişletti. Ama ben “Ey müminlerin emiri! Benim kalabalık bir ailem var, daha fazla ver” dedim. Ömer "Şimdilik bu kadar yeter; benden sonra birisi hilâfete ulaşacak, akrabalığını gözetecek ve ihtiyacını giderecektir; bu sır aramızda kalsın” dedi.

Said der ki: Ömer'in hilâfetinden sonra onun tayin etmiş olduğu şûrâyla Osman hilâfete ulaştı. Osman, hilâfetinin ilk gönlerinden itibaren benim rızamı kazandı ve isteğimi çok güzel bir şekilde yerine getirerek beni hükümetine ortak etti.

Binaenaleyh, Ömer çok önceden kendisinden sonra Saîd'in akrabalarından Osman'ın hilâfete ulaşacağını haber vermiş ve ondan bu sırrı hiç kimseye söylememesini istemişti.     

Bunlardan anlaşılan şudur: Osman'ın hilâfeti, Ömer'in hayatı döneminde ve onun imzasıyla kesinleşmişti. Altı kişilik şûra hadisesi ise, hilâfet düzeninin sonraki halifenin seçiminde tarafsız kaldığı izlenimini doğurmak için giyilen bir kamuflajdan ibaretti! (Meâlimü’l-Medreseteyn, c. 1, s. 183.)

[8] İbn Sa’d Tabakât’ında (c. 3, s. 342) kendi isnad zinciri ile Semmâk’tan şöyle rivayet etmektedir: Ömer, Ensâr’a “Onları üç gün evin içine koyun. Eğer üç günde istikamet gösterip sonuç alacak olurlarsa ne ala! Değilse boyunlarını vurun!” dedi.

Belâzurî’nin Ensâbü’l-Eşrâf’ında ise (c. 4, s. 503.) şöyle geçmektedir: “Ömer dedi ki; azınlık çoğunluğa uysun. Sizden kim buna muhalefet edecek olursa, onun boynunu vurun.” Benzer bir ifade Kenzü’l-Ummâl’da (c. 12, s. 681.) geçmektedir.

[9] Sahîhü’l-Buhârî’de (c. 9, s. 97, Kitâbü’l-Ahkâm, Bâbu Keyfe Yubâyiü’l-İmâmü en-nâse; çev.) şöyle geçmektedir: “O zaman Abdurrahman ibn Avf, o topluluğa şöyle dedi: “Ben bu hilâfet işi üzerine sizlerle çekişecek değilim. Ancak eğer isterseniz, ben içinizden birini size seçeyim.” Bu teklif üzerine topluluk bu tercihi Abdurrahman b. Avf'a bıraktılar. Onlar, kendilerinden birini tercih etme işini Abdurrahman'a havale edince insanlar Abdurrahman’a meylettiler…”

Sahîhü’l-Buhâri’nin bir başka yerinde (c. 5, s. 22, Kitâbü Fazâili’s-Sahâbe, Bâbü Kıssati’l-Neyati ve’l-İttifak alâ Osmân b. Affân; çev.) ise şöyle geçmektedir: Bu toplantıda Abdurrahmân b. Avf şunları söyledi:  “Seçim hususundaki reylerinizi gönül hoşluğu ile üç kişiye verin!

Bu teklif üzerine Zübeyr “Ben seçim işimi, yani re'yimi Ali'ye tahsis ettim” dedi. Talha da “Ben Osman'ı seçtim” dedi. Sa'd b. Ebî Vakkâs “Ben de Abdurrahmân b. Avf'ı” dedi. Bunun üzerine Abdurrahman, Ali ile Osman'a da “Bu işi bana tahsis edin. Vallahi en üstününüzü seçmek hususunda bütün çabamı ortaya koyacağım!” dedi.

[10] Bkz. Ensâbü’l-Eşraf, c. 2, s. 144, haber no: 142.

[11] Tarîhü’l-Yakûbî’de (c. 1, s. 162.) şöyle geçmektedir: “İmam Ali (a.s.), Allah’ın Kitabı, Resûlü’nün Sünnet’i ve Ebû Bekir ve Ömer’in sireti üzere davranmak koşuluyla biat edilmesi teklif edilince Abdurrahman’a şöyle dedi: Allah’ın Kitabı ve Resûlü’nün Sünnet’i başka bir kimsenin yoluna ihtiyaç bırakmaz.” 

[12] Sahîhü’l-Buhârî’de şöyle geçmektedir: “Allah’ın Kitabı, Resûlü’nün ve O’ndan sonraki iki halifesinin sünneti üzere sana biat edeyim. Ardından Abdurrahman, Muhacirler, Ensâr, ordu komutanları ve Müslümanlar ona biat ettiler.”

[13] Tarîhü’l-Yakûbî’de (c. 1, s. 162.) şöyle geçmektedir: “İmam Ali (a.s.), Abdurrahman b. Avf’a ‘Bu işi benden çekip almak için uğraşıyorsun’ dedi. ”

[14] Tarîhü’l-Yakûbî’de (c. 2, s. 163.) ise şöyle geçmektedir: Mikdâd şöyle dedi: Hayret Kureyş’e! Bu işi Peygamberlerinin Ehl-i Beyt’inden çekip aldılar.

Mürûcü’z-Zeheb’de (c. 2, s. 343.) şöyle geçmektedir: Mikdâd şöyle dedi: “Ey Abdurrahman! Şu Kureyş’e hayret ediyorum. İnsanlara karşı Ehl-i Beyt’in faziletiyle üstün gelmeye çalışıyorlar. Hz. Resûlullah’tan (s.a.a.) sonra da siyasî iktidarı onların ellerinden çekip almak için bir araya geliyorlar. Vallahi ey Abdurrahman! Kureyş’e karşı yardımcılar bulacak olsaydım Hz. Peygamber ile birlikte Bedir Gazası’nda onlara karşı savaştığım gibi şimdi de onlara karşı savaşırdım.

Mesudî der ki: “İnsanlar arasında uzun konuşmalar edildi. Biz onları Ahbârü’z-Zamân fî Ahbâri’ş-Şûrâ ve’d-Dâr adlı eserimizde sunduk.”

Ben derim ki; İbn Ebi’l-Hadîd Şerhü Nehci’l-Belâga’da (c. 9, s. 56.) el-Cevherî’nin es-Sakîfe’sinden nakille bu konuşmaların bazı detaylarını aktarır: Avâne der ki; İsmâîl dedi ki: Şa’bî, dedi ki: Bana Abdurrahman b. Cündeb babası Cündeb b. Abdullah el-Ezdî’den şöyle rivayet etmektedir: Osman’a biat edildiğinde ben Medine’de oturmaktaydım.  Ben gelip Mikdâd b. Amr’ın yanında oturdum. Onun şöyle dediğini işittim: “… Vallahi Kureyş’e karşı yardımcılar bulabilecek olsaydım Bedir ve Uhud’da onlara karşı savaştığım gibi şimdi de onlara karşı savaşırdım.” Abdurrahman “Annen yasına otursun! İnsanlar bu sözü işitmesinler! Ben senin fitne ve tefrikaya düşmenden korkarım” deyince Mikdâd şöyle karşılık verdi: “Hakka davet eden, hak ehli olan ve işin velâyetini elinde tutan kimseler fitneci olmazlar. İnsanları bâtıla sürükleyen, hevasını hakka tercih eden kimselerdir asıl fitne ve tefrika ehli!”  Bu sözler karşısında Abdurrahman’ın yüzünün rengi attı. Sonra da şöyle dedi: “Eğer bu sözlerle beni kastettiğini bilseydim kuşkusuz aramızda büyük bir olay çıkardı.” Mikdâd “Ey Ümmü Abdurrahman’ın oğlu! Beni tehdit mi ediyorsun?” dedikten sonra ayrıldı.

Cündeb b. Abdullah der ki: Ben de bunun üzerine peşine takıldım ve kendisine şöyle dedim: “Ey Abdullah! Ben senin yardımcılarındanım.” Mikdâd “Allah sana merhamet eylesin! Bu iş, iki üç kişiyle olacak iş değil!”dedi. Ben bu tavrımdan sonra İmam Ali’nin yanına girdim. O’na “Ey Ebü’l-Hasan! Vallahi kavmin bu işi senden çekip almakla doğruya isabet etmiş değildir” deyince O (a.s.) “Artık bana düşen güzel bir sabırdır. Yardımına sığınılacak ancak Allah’tır” dedi. Ben de “Vallahi kuşkusuz sen çok sabırlısın” deyince O “Sabretmeyip de ne yapacağım!” dedi. Dedim ki “Ben az önce Mikdâd b. Amr ile Abdurrahmân b. Avf’ın yanında oturuyordum. Onların arasında şöyle şöyle bir konuşma geçti. Sonra Mikdâd kalktı gitti. Ben de peşine takıldım ve ona ulaşıp kendisine şöyle şöyle dedim. O da bana şöyle şöyle dedi.” Bunun üzerine İmam Ali (a.s.) “Mikdâd doğru söylemiş! Ama ben ne yapayım!” dedi. Ben de bunun üzerine O’na şöyle dedim: “İnsanların arasında kalkar, onları kendine davet eder ve insanlar içinde Peygamber’e en yakın olan şahsın kendin olduğunu haber verir,  şu sana galebe çalanlara karşı onlardan yardım talebinde bulunursun. Eğer yüz kişiden onu sana icabet ederse geriye kalanlara karşı sen onlarla güç elde etmiş olursun. Sana boyun eğerlerse işte bizim de istediğimiz budur. Değilse onlarla çarpışırsın. Böylece öldürülür veya hayatta kalırsan mazur sayılmış, Allah katında da hüccet bakımından en yüce kişi olursun.” İmam Ali (a.s.) cevaben “Ey Cündeb! Her on kişiden bir kişinin bana biat edeceğini mi ümit ediyorsun?” deyince Cündeb  “Böyle olacağını ümit ediyorum” dedi. İmam Ali şöyle karşılık verdi: “Ancak ben böyle bir şeyi ümit etmiyorum.  Hayır, vallahi, bırak onda birini yüzde biri bile bana biat etmez! Ben sana şunu haber vermek istiyorum: İnsanlar Kureyş’e bakıp ‘Bunlar Muhammed’in (s.a.a.) kavmi, kabilesidir’ diyorlar. Kureyş ise ‘Âl-i Muhammed, nübüvvetin insanlara karşı kendilerine mahsus bir fazilet olduğunu söylüyor ve Kureyş’i ve diğer insanları dışlayarak kendilerini bu işin velileri olarak görüyor. Onlar bu işi üstlenince de yönetimi ellerinden çıkarıp hiç kimseye vermezler’ demekteler. Ne zaman ki siyasî iktidar Âl-i Muhammed’in elinden çıkar, Kureyş o zaman bunu kendi aralarında elden ele dolaştırır… Hayır, vallahi insanlar bu işi bize asla isteyerek vermez!

Cündeb der ki; bunun üzerine “Fedanız olayım ey Allah Resûlü’nün amcası oğlu! Bu sözünüzle benim kalbim yarıldı. Şehre geri dönüp insanlara senin sözünü bildirmeyeyim mi ve insanları sana davet etmeyeyim mi?” dedim. İmam Ali “Ey Cündeb! Bu zaman, o zaman değil!”  buyurdu.

Cündeb der ki: “Bunun üzerine Irak’a gitmek üzere ayrıldım. Bu süre zarfında halka İmam Ali’nin (a.s.) insanlar karşısındaki üstünlüğünü anlattım. ‘Bunlardan el çek, sana yararı olan şeylerle uğraş’ diyenlere ben de ‘Bu bana da sana da yarar sağlayacak şeylerdendir’ diyordum, onlar da bunun üzerine yanımdan kalkıp gidiyorlardı.

Ahmed b. Abdülaziz el-Cevherî, Cündeb’in sözleri arasında şu fazlalıkları da aktarmaktadır: “Bize valilik yaptığı dönemde bu sözüm Velîd b. Ukbe’ye de iletildi. O bana bir elçi gönderip beni hapsetti. Nihayet benim hakkımda kendisine birtakım açıklamalarda bulunulunca beni serbest bıraktı.

Cevherî şunu da rivayet etmektedir: Ammâr b. Yâsir o gün şöyle nida etti: “Ey Müslümanlar topluluğu! Bizler söz söyleyemez bir haldeydik ve zelildik. Allah azze ve celle diniyle bizi aziz eyledi. Resûlü ile de bize ikramda bulundu. Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’adır. Ey Kureyş topluluğu! Ne zamana kadar Peygamberinizin Ehl-i Beyt’ini bu işten alıkoyacaksınız? Sizlerin bu işi ehlinden alıp ehil olmayan kimselerin uhdesine verdiğiniz gibi, Allah’ın da bu işi sizden alıp başkasının eline vermeyeceğinden emin değilim.” Bunun üzerine Hişâm b. Velîd b. Muğîre “Ey Sümeyye’nin oğlu! Sen haddi aştın, kadrini de bilemedin. Sen kim oluyorsun da Kureyş’in emir tayin etme işine karışıyorsun! Sen Kureyş’in yönetim seçimi hususunda hiçbir payeye sahip değilsin. Defol! Çekil bir kenara!” dedi. Kureyş söz birliği edip Ammâr’a bağırıp çağırdılar ve onu azarladılar. O da bunun üzerine “Hamd âlemlerin Rabbi Allah’adır. Hakkın yardımcıları daima baskı altında ve azınlıktır” dedikten sonra kalkıp gitti.

[15] Taberî (c. 4, s. 224) Ömer b. Şebbe’den, o da Ali b. Muhammed el-Medâinî’den, o da Vekî’den, o el-Ameş’ten,  o İbrâhim et-Teymî ve Muhammed b. Abdullah el-Ensârî’den, o İbn Ebî Arûbe’den, o Katâde’den, o da Şehr b. Havşeb’den ve Ebû Mihnef’ten, o Yûsuf b. Yezîd’den, o Abbâs b. Sehl ve Mübârek b. Fedâle’den, o Ubeydullah b. Ömer ve Yûnus b. Ebî İshak’tan, o Amr b. Meymûn el-Evdî’den rivayet etmektedir.

İbn Şebbe’nin basılı olan Târîhü’l-Medîne’sinde (c. 3, s. 924.) rivayetin başındaki isnadıyla birlikte yaklaşık olarak üç yapraklık bölüm düşmüştür.

Yine bu rivayeti İbn Abdü Rabbih el-İkdü’l-Ferîd’de (c. 4, s. 274-280) aktarır. Rivayetin ilk bölümünü Yûnus’tan, o da Hasan ve Hişâm b. Urve’den, o babasından rivayet etmektedir.

Bu kısımda Ömer’in Ebû Talha’ya “Onların (yani altı kişilik şûra üyelerinin) başlarına dikil! Beş kişi bir görüşte birleşir, bir kişi de başka bir görüş öne atarsa boynunu vur” şeklindeki sözleri de geçmektedir.

İkinci kısımda ise Mikdâd’ın sözü, Benî Ümeyye ile Benî Hâşim’in ihtilafları yer almaktadır. Ebü’l-Hasan el-Medâinî’den aktarmaktadır. Bu her iki kısmı da Amr b. Meymûn’a nispet etmemektedir.

Yahya el-Yahyâ “Merviyyâtü Ebî Mihnef” adlı yüksek lisans tezinde (1410, Riyad) rivayeti her iki kısmıyla Ebû Mihnef’in nakli olarak göstermeye çalışmakta ve Taberî’deki şûrâ kıssasını ise İbrâhim et-Teymî ile Şehr b. Havşeb ve Ebû Mihnef’in rivayet metinlerinin birbirine katılmış şekli olduğunu söylemektedir. Hâlbuki buna dair herhangi bir delil yoktur. Çünkü Taberî böyle davrandığı yerlerde muhakkak buna işaret eder. Nitekim o (c. 4, s. 213 ve c. 4, s. 198 vd.) yerlerde böyle yapmış ve buna işaret etmiştir.

Yine İbn Şebbe de böyle yapmış olsaydı kuşkusuz buna işaret ederdi. İbn Şebbe buna değindiğinde Taberî de doğal olarak bunu söylerdi. Çünkü Taberî’nin bu rivayeti isnadıyla birlikte İbn Şebbe’nin rivayetidir. O bu rivayete bir şey de eklemiş değildir.

Yüksek lisans tezinin yazarı ayrıca İbn Sa’d’ın Tabakât’ta (c. 3, s. 342) kendi isnadıyla Semmâk b. Harb’a varan “Ömer’in şûra ehlinin üç günlüğüne bir eve konulup karar almalarını aksi takdirde boyunlarının vurulmasını emrettiği” şeklindeki rivayeti de zayıf göstermeye çalışmaktadır. Yazar Süleymân b. Harb’ın zayıf olduğunu ileri sürerek bu iddiada bulunmakta ve bunu da İbn Hacer’in et-Takrîb’inden rivayet etmektedir. Ancak şu var ki yazar alıntı yaptığı kaynaktaki ibareyi doğru aktarmamış ve okuyucu karşısında ilmî sorumluluk duygusu ile hareket etmemiştir. Çünkü İbn Hacer et-Takrîb’de “Semmâk b. Harb, saduktur. Ne var ki sadece İkrime’den aktardıkları muzdariptir” demektedir. Bu tahsisi de İbn Hacer’den önce İbnü’l-Medâinî söylemiştir. Zehebî ise Mizânü’l-İtidâl adlı eserinde Semmâk’ın tercüme-i hâlinde şöyle der: “Semmâk: saduk, salih, ilim kaplarından olan meşhur bir zattır. Yakûb b. Şeybe der ki; o, İkrime’den aktardığı rivayetlerde salih değildir.”   

[16] el-İstîâb, s. 1138, Ammâr’ın tercüme-i hâli.

[17] el-İstîâb, (s. 1480), Mikdâd’ın tercüme-i hâlinde şöyle denmektedir: “İlk Müslümanlardandır. Mekke’de Müslüman olduğunu izhar eden ilk yedi kişiden birisidir. Hz. Peygamber’in yaptığı bütün gazalara katılmıştır.”

[18] Nehcü’l-Belâga, 217. Hutbe.

[19] İbn Ebi’l-Hadîd, Şerhü Nehci’l-Belâga, c. 9, s. 306.

[20] Şerhü Nehci’l-Belâga, c. 9, s. 54; Mürûcü’z-Zeheb, c. 3, s. 12.

[21] el-İmâmetü ve’s-Siyâse, c. 1, s. 56; Ensâbü’l-Eşrâf, c. 2, s. 75; el-Eğânî, c. 15, s. 46; Şerhü Nehci’l-Belâga, c. 3, s. 68; Cemheretü Resâili’l-Arab, c. 1, s. 595.

[22] İmam Ali’nin (a.s.) muradı Ebû Bekir’dir.

[23] Metnin orijinalinde geçen “طخية” sözcüğü karanlık anlamındadır. Körlüğün karanlığa nispeti mecaz-ı aklîdir. Yani bu karanlıkta bulunanlar hakka ulaşamamakta ve hidayet bulamamaktadırlar.

Bu cümlenin manası şudur: Ben şu iki hal üzerinde düşündüm:

a- Yani karanlıkta bulunma; Ehl-i Beyt’imin ve yardım edeceklerin azlığı. Ehl-i Beyt’imin ve bana yardım edecek kişilerin yardım etmek için yeterli güce sahip olmaması.

b- Karanlığa sabretme, İslam adı altında Câhiliyye’ye dönmek ve haktan uzaklaşmak. İmam’ın karanlığı nitelerken söylediği “Büyüğü tamamıyla yıpratan, küçüğü tümüyle ihtiyarlatan…” sözleri ise durumun şiddet ve uzunluğundan kinayedir. İmam (a.s.) ayrıca bu son duruma sabretmenin aklen ve şeran daha uygun, daha yerinde olduğunu görmüştür.   

[24] İmam’ın (a.s.) işaret ettiği bu mihnet tam 25 yıl sürdü. Bu durumu “ökçeleri üzere gerisin geriye dönmek” diye nitelendirebiliriz. Bunun en açık kanıtı Allah ve Resûlü’nün hüccet olarak atadığı zatı, kendisiyle hidayet olunacak ve hükmüne başvurulacak kişiyi terk edip O’ndan yüz çevirmeleridir. Bunun yanı sıra Hz. Peygamber’in (s.a.a.) hadislerinin yayılmasına mani oldular, özellikle de Ehl-i Beyt’i tanıtan hadislere. Uygulanan bu siyaset bırakalım doğuda ve batıda fethedilen diğer şehirlerdeki kişileri, sahâbenin küçüklerinin dahi cahilce yetişmelerine neden oldu. İmam Ali (a.s.) ilk üç halifenin yönetimi döneminde Kureyş’in halini ele alıp ortaya koyduğu bir konuşmasında onların fetihlerle adlarının, sanlarının yükselmesine ve kendi adının unutulmasına değinir ve şöyle der:

فكنا ممن خمل ذكره وخبت ناره وانقطع صوبه وصيته حتى اكل الدهر علينا وشرب

Bizler adı sanı unutulan, ateşi sönen, doğruluğu ve şöhreti kesilen kimselerden olduk. Öyle ki zaman bizi yiyip bitirdi.” (Şerhü Nehci’l-Belâga, c. 20, s. 299.)

[25] İmam (a.s.) bu sözüyle Sa’d b. Ebî Vakkâs’a işaret etmektedir. Şeyh Muhammed Abduh Nehcü’l-Belâga’ya düştüğü şerhte şöyle der: Sa’d’ın kalbinde İmam Ali’ye (k.v.) karşı dayılarından ötürü bir ukde vardı. Çünkü annesi Hamne, Süfyân b. Ümeyye b. Abdüşems’in kızıydı. İmam Ali (a.s.) ise Abdüşemsoğullarının kodamanlarını öldürmüştü,  bu oldukça meşhur ve bilinen bir olaydır.  

[26] Bu sözüyle de Abdurrahman b. Avf’a işaret etmektedir. Çünkü Abdurrahman, Osman’ın damadıydı. Hanımı Ümmü Gülsûm b. Ukbe b. Ebî Muayt, Osman’ın anne tarafından iki kız kardeşinden birisiydi.

[27] Osman’a işaret etmektedir.

[28] Talha ve Zübeyr ile bağlılarına işaret etmektedir. 

[29] Nehrevân ehline yani Hâricîlere işaret etmektedir.

[30] Sıffîn ehline işaret etmektedir. 

[31] Nehcü’l-Belâga, 3. hutbe. Bu hutbenin Şıkşıkiyye olarak isimlendirilmesi hakkında âlimler birtakım nedenler göstermişlerdir.

Dediler ki; söz buraya gelince Irak halkından biri kalkarak Hz. Ali’ye (a.s.) bir kâğıt sundu. Hz. Ali kâğıdı okumaya başladı. Okuyup bitirince İbn Abbâs, “Ey Müminlerin Emiri, sözüne kaldığın yerden devam etsen” dedi. Hz. Ali şöyle buyurdu: “Ey İbn Abbâs bu bir köpüktür ki geldi, sonra geri indi.

İbn Abbâs “Vallahi bu sözü istediği gibi bitiremeden yarım kalmasına üzüldüğüm gibi hiçbir şeye üzülmedim. Müminlerin Emiri ne olurdu dilediğini söyleseydi!” derdi.

Şeyhim Ebü’l-Hayr Musaddak b. Şebîb el-Vâsıtî h. 603 yılında rivayet etti ve dedi ki; ben İbn el-Haşşâb olarak meşhur olan Şeyh Ebû Muhammed Abdullah b. Ahmed’e bu hutbeyi okudum. Hutbenin bu bölümüne geldiğimde bana şöyle dedi: İbn Abbâs’ın bu sözlerini işitseydim kendisine şöyle derdim: “Amcaoğlunun içinde bu hutbede belirtmediği bir şey mi kaldı ki kelamıyla murat ettiği şeyin ulaşmamış olmasına üzülüyorsun. Vallahi O ne öncekilerden ne de sonrakilerden hiçbir şey bırakmamıştır. Resûlullah (s.a.a.) hariç zikretmediği hiçbir kimse kalmadı.

Musaddak der ki;  İbnü’l-Haşşâb şakacı ve nüktedan birisiydi. O ‘’Ben ona bu sözün uyduruk olduğunu mu söylüyorsun?’’ dedim.

Dedi ki: “Hayır vallahi, ben senin nasıl ki Musaddak olduğunu biliyorsam kesinlikle bu sözlerin de ona ait olduğunu biliyorum.

Ona “Pek çok kişi bu hutbenin Şerîf er-Râzî’ye ait olduğunu söylüyor” dedim.

“Bu nefes ve üslup ne Şerif Râzî’ye ne de başka birine ait olabilir. Bizler Şerîf er-Râzî’nin risalelerine vâkıfız. Onun nesir hakkındaki sözlerine ve üslubuna aşinayız.” diye cevap verdi.

Ardından şöyle dedi: “Vallahi bu hutbeye Şerif Râzî’nin yaratılmasından iki yüz yıl önce kaleme alınan eserlerde rastladık. Bu hutbenin bildiğim hatlarla o eserlerde yazılı olduğunu gördüm. Şerîf er-Râzî’nin babası Nakîb Ebû Ahmed’in doğumundan önceki edebiyatçıların ve âlimlerin el yazılarını bilirim.”

Ben dedim ki: “Ben bu hutbenin birçok bölümünü Bağdâd Mutezilesinin İmamı Şeyhimiz Ebü’l-Kâsım el-Belhî’nin tasniflerinde gördüm. O Şerîf er-Râzî’nin dünyaya gelişinden uzun bir süre önce el-Muktedir’in hilafeti döneminde yaşadı. Yine İmâmiyye mütekellimlerinden Ebû Cafer b. Kıbe er-Râzî’nin kitabında bu hutbenin pek çok bölümünü gördüm. Bu kitap el-İnsâf olarak meşhur olan bir eserdir. Ebû Cafer, Şeyh Ebü’l-Kâsım el-Belhî’nin öğrencilerinden idi. Şerîf er-Râzî’nin doğumundan önce aynı asırda vefat etmiş idi.”

Şerhü Nehci’l-Belâga, c. 1, s. 203-206.)

[32] Bu durumun çeşitli sebepleri vardır. En önemlisi Osman’ın valilikleri ve malları Benî Ümeyye’ye tahsis etmesi yüzünden Osman ile Kureyş arasında baş gösteren ihtilaflardır.

[33] Nehcü’l-Belâga, 178. Hutbe.

[34] Nehcü’l-Belâga, 127. Hutbe.