Ahmed el-Kâtib'e reddiye (11-12): İmam Ali’nin Gadîr Hadisi’ni kanıt olarak kullanması

Ahmed el-Kâtib'e reddiye (11-12): İmam Ali’nin Gadîr Hadisi’ni kanıt olarak kullanması
“İçimde bir sıkıntıyla oradan çıktım” ifadesinden öyle anlaşılıyor ki sahâbî Ebu’t-Tufeyl Gadîr Hadisi’nden elde edilecek sonuçları oldukça önemli ve büyük bir mesele olarak görmekteydi. Bu da İmam Ali’ye (a.s.) muhalefet edenlerin, O’na yardım etmeyip O’nu yüz üstü bırakanların, O’nunla savaşanların, kendisini O’na önceleyenlerin helak oluşudur.

 

 

İkinci Cilt

 

 

İkinci Bölüm: Doktor Bağdadî’nin Şehid Sadr’a Reddiyesine İlişkin Mülâhazalar

 

Ahmed el-Kâtib eş-Şûrâ adlı derginin üçüncü sayısında, Şehid Sadr’ın Bahsün Havle’l-İmâmeti adlı eserinde, sözünü ettiğimiz birinci ve ikinci tür şûranın batıl oluşuna ilişkin kanıtların sunulduğu, İmam Ali (a.s.) ve Ehl-i Beyt İmamlarının (a.s.) imâmetine ilişkin nasların serdedildiği bölümden bir kesiti yayımlamıştır. Yazar alıntı yaptığı bölümü “Sadr: Sahâbe, Şûra Sistemini Bilmezdi” başlığı altında sunmuş, bunun için bir mukaddime kaleme almış, burada okuyucular ve Müslüman düşünürlerden bu konuya büyük bir dikkat göstermelerini istemiştir. Zira ona göre bu bakış açısı hâlâ birçok aydının düşüncesinde canlılığını korumaktadır. Ardından derginin altıncı sayısında Doktor Abdullah el-Bağdâdî imzalı “Şûra: Müslümanların Hayat Tarzı” başlıklı bir makale yayımlanmıştır.[1] Yazar bu makalesinde Şehid Sadr’ın düşüncesini reddetmektedir. Reddiyesini de şu iki hususla temellendirmektedir:

 

İlk husus: Bağdâdî, makalesinde Hz. Peygamber’in (s.a.a.) icra-uygulama ile bağlantılı genel meselelerde ashabıyla istişare ettiğini, onların bu konulardaki görüşlerini alıp uyguladığını ispat etmektedir. Yazar daha sonra da Bedir ve Uhud Savaşlarında Hz. Peygamber’in (s.a.a.) ashabıyla istişare ettiğini aktarmaktadır.

 

İkinci husus: Yazar, İmam Ali’nin (a.s.) halifeliğine ilişkin nassın varlığını inkâr etmekte, halifeler için akdedilen biatlerin şûra esasına dayandığını, herhangi bir tehdit ve silah zorunun söz konusu olmadığını söylemektedir. Yazar bu bağlamda şöyle demektedir:

 

Sakîfe’de cereyan eden münakaşalarda biri Ebû Bekir, diğeri de Sa’d b. Ubâde olmak üzere hilafet için iki aday vardı. Nihayetinde ilk görüş baskın çıktı. Gerçi bir şûrâ söz konusu değildi. Sadece Ebû Bekir’in adaylığından bahsedilebilir. Biat ise Hz. Peygamber’in (s.a.a.) mescidinde gerçekleşti. Muhacirlerin ve cumhurun icmâsı ile Ebû Bekir’e biat işi tamamlandı. Bu iş gerçekte ümmetin öncü kuşağının Muhacir ve Ensar’a istiftâsı (fıkhî soru sorma) idi. Müslümanlar biat etmemiş olsalardı -ki onlar tehdit altında bulunmadan ve silah zoruna maruz kalmadan kendi iradeleriyle isteyerek biat ettiler- Ebû Bekir’e biat olayı da tamamlanmamış olurdu.

 

Ebû Bekir’in, Ömer’i yerine atamasında veya Ömer’in altı kişilik şûrâ belirlemesinde de aynı durum söz konudur. Bunlar sadece adaydılar. Mesele, ümmetin belirtilen adayı kabul etmesi veya reddetmesi konusunu geçmemektedir. Ümmet adaya biat edip etmemekte özgürdü.

 

Şehid Sadr’ın ‘Eşyanın tabiatı ile uyumlu olan; davetin koşulları, davetçilerin ve Hz. Peygamber’in (s.a.a.) tutumu değerlendirildiğinde makul olan yol ise, Hz. Peygamber’in (s.a.a.) Allah’ın emriyle bir şahsı seçmesi, fikrî mercîlik ve siyasî önderlik makamını temsil etmesi için onu risâlet ve yönetim görevi için hazırlamasıdır. Risâletin işlevini, yönetim görevini yerine getirebilecek, çağrının esenliğini sağlayabilecek, düşünsel ve siyasî açıdan liderlik yapabilecek yegâne aday Ali b. Ebî Tâlib’dir’ şeklindeki düşüncelerini şöyle reddetmektedir:

 

Garip olan şudur; Sadr’ın “yegâne yol, eşyanın tabiatı ile uyumlu olan yoldurşeklindeki sözüne rağmen ümmetin öncü tabakasının çoğunluğundan bunu teyit eden bir hususa rastlanmamaktadır.  Hatta Sakife’de yer alan veya Mescid-i Nebevî’de biat meclisinde hazır bulunanlardan hiçbiri Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) bu konuya ilişkin bir nassını veya vasiyetini zikretmemiştir. Bundan daha garibi ise Kur’ân ve Sünnet’te Allah’ın emriyle böyle bir nebevî seçimin varlığına işaret eden açık bir nassın olmamasıdır.

 

Bütün bunların en ilginci ise şudur: Hz. Ali’ye aidiyeti kesin olan sözleri arasında O’nun böyle bir tayini kanıt gösterdiğine dair hiçbir nakil yoktur. Aksine Hz. Ali, Muâviye ile şerî-siyasî önderlik hususundaki tartışmasında ona karşı ‘Zira Ebû Bekir, Ömer’e… biat edenler bana biat ettiler’ sözünü delil olarak kullanmıştır.

 

 

Yazarın İlk Konu Hakkındaki Reddiyesine İlişkin Notlarımız

 

Şehid Sadr (r.a.) genel icra ile ilgili birtakım işlerde hâkimin istişareye başvurmasını reddetmemektedir. O, şûrânın, Gaybet-i Kübrâ dönemindeki merciin teşhisi konusunda rol oynayabileceğini ve gerekli şartları barındıran yetkin mercilerin birden fazla olması durumunda meselenin çözümündeki işlevini reddetmemektedir. Şehid Sadr bu konuyu Lamhatun Fıkhiyyetun Temhîdiyyetun an Dustûri’l-Cumhûriyyeti’l-İslâmiyyeti fî İrân ve Hilâfetü’l-İnsân ve Şehâdetü’l-Enbiyâ adlı iki eserinde detaylı bir şekilde açıklar. Şehid Sadr’ın Bahsün Havle’l-Vilâyeti adlı eserinde ise kabul etmediği şûra türü ise, Hz. Peygamber’in yerine geçecek kişinin yani siyasî ve fikrî önderliğin belirlenmesi hususundaki şûradır. Hilafet anlamındaki bu önderlik, önceki bölümlerde de açıklandığı üzere -nübüvvet ve eşlerin sayısı konuları hariç- bütün hususlarda risâletin devamıdır.

 

Yazar bu hususa dikkat etmeli, Şehid Sadr’ın bu konudaki görüşünü açıklayan bölüme de yer vermeliydi.

 

 

İkinci Konuya İlişkin Değerlendirmemiz

 

Hem bu bölümde hem de bundan sonraki bölümlerde ikinci hususa ilişkin değerlendirmelerimizi sunacağız. Şu hususu vurgulamak yerinde olacaktır:

 

Yazarın yaymak istediği itirazlar ve sorular sadece ona has değildir. Aksine bu şüpheler ve itirazlar Ahmed Kâtib’den önce konu hakkında yazan Ehl-i Sünnet müelliflerinin tamamı tarafından dile getirilmiş, Şiî âlimler de bu itirazlara cevap vermişlerdir.

 

 

 

 

İkinci Cilt

 

Üçüncü Bölüm: İmam Ali’nin (a.s.), Gadîr Hadisi’ni Kanıt Olarak Kullanması

 

Bağdadî şöyle diyordu: “İmam Ali’ye (a.s.) aidiyeti kesin olan sözler arasında O’nun nas ile tayinle delillendirmeye gittiğine dair hiçbir sözü bulunmamaktadır.

 

Ben diyorum ki; İmam Ali (a.s.) Gadîr Hadisi’ni kanıt olarak kullanmıştır ve bu husus hadis kitaplarında O’ndan mütevatir olarak aktarılmıştır. 

 

 

Şüphenin Reddi:

 

İlk olarak: Ben derim ki; İmam Ali’nin (a.s.) yeri geldikçe birçok defa Gadîr Hadisi’ni kanıt gösterdiği tarihsel olarak sabittir. Ulaşabildiğimiz tarih ve hadis kaynaklarına göre İmam’ın (a.s.) Gadîr Hadisi’yle delillendirmeye gittiğine ilişkin en meşhur olay Cemel Savaşı’ndan sonra, Kûfe Mescidi’nde insanlara münaşedesidir.  

 

Abdülhak ed-Dehlevî el-Buhârî[2] el-Lemeât fî Şerhi’l-Mişkât adlı eserinde Gadîr Hadisi hakkında şu notu düşer:

 

Bu sahih bir hadis olup bu konuda herhangi bir kuşku da bulunmamaktadır. Bu hadisi et-Tirmizî, en-Nesâî ve İmam Ahmed tahric etmişlerdir. Hadisin geliş kanalı oldukça çoktur. Hadis 16 sahâbî tarafından rivayet edilmiştir.[3]

 

İmam Ahmed’in bir rivayetine göre bu hadisi Hz. Peygamber’den (s.a.a.) 30 sahâbî işitmiş, İmam Ali’nin (a.s.) halifeliği döneminde vuku bulan bir tartışma üzerine İmam Ali lehine bu konuda tanıklık yapmışlardır. Gadîr Hadisi’nin isnad zincirlerinin bir bölümü sahih, bir bölümü ise hasendir. Onun sıhhatine taan edenlerin[4] veya “Allah’ım O’nu veli edinenin velisi ol… ziyadesi uydurmadır” diyenlerin sözlerine bakılmaz. Bu ziyade de çeşitli isnad kanallarıyla aktarılmıştır ve Zehebî bunların çoğunun sahih olduğunu belirtmiştir.[5] Şeyh İbn Hacer de es-Savâikü’l-Muhrika adlı eserinde sahih olduğunu söylemiştir.   

 

احمد بن حنبل عن عبد الله بن عمر الجشمي البصري عن عبيد الله بن عمر القواريري عن يونس بن أرقم عن يزيد بن زياد عن عبد الرحمن بن أبي ليلى قال شهدت عليا في الرحبة قال: " انشد الله رجلا سمع رسول الله وشهد يوم غدير خم إلا قام ولا يقوم إلا من رآه فقام اثنا عشر بدريا فقالوا نشهد انا سمعنا رسول الله (صلى الله عليه وآله) يقول يوم غدير خم (الست أولى بالمؤمنين من أنفسهم وأزواجه أمهاتهم فقالوا بلى يا رسول الله قال فمن كنت مولاه فعلي مولاه اللهم وال من والاه وعاد من عاداه

 

Ben derim ki; Ahmed b. Hanbel, Abdullah b. Ömer el-Cüşemî el-Basrî’den (ö. h. 235); o Ubeydullah b. Ömer el-Kavârîrî’den; o, Yûnus b. Erkam’dan; o, Yezîd b. Ziyâd’dan; onun, da Abdurrahmân b. Ebî Leylâ’dan (ö. h. 83) rivayetine göre Abdurrahmân b. Ebî Leylâ şöyle demiştir:

 

Rahbe’de[6] Ali’nin (a.s.) şöyle buyurduğuna tanık oldum: Allah aşkına Gadîr-i Hum’da bulunup da Resûlullah’ı görerek O’ndan işitenler ayağa kalksın, O’nu sadece görenler kalkmasın! Bunun üzerine Bedir Gazası’na katılmış 12 kişi ayağa kalkarak şöyle dediler: “Bizler Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) Gadîr-i Hum’da ‘Ben müminlere kendi nefislerinden daha evlâ değil miyim? Eşlerim de müminlerin anneleri değil midir?’ diye sorduğuna ve insanların da ‘Evet öyledir, ey Allah’ın Resûlü!’ diye cevap verdiklerine, Resûlullah’ın da bunun üzerine ‘Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır. Allah’ım O’na dost olana dost, düşman olana da düşman ol!’ buyurduğuna tanıklık ettik.’’[7]

 

Müsned’de hadisin bir başka isnad zinciriyle aktarılan varyantında Hz. Peygamber’in “واخذل من خذله /O’nu yardımsız bırakanı rüsva eyle!” buyruğu geçmektedir.[8]

 

عن أبي الطفيل عامر بن واثلة قال:

" جمع علي (عليه السلام) الناس في الرحبة ثم قال لهم: انشد الله كل امرئ سمع من رسول الله (صلى الله عليه وآله) يقول يوم غدير خم ما سمع لما قام فقام ثلاثون من الناس فشهدوا.

قال أبو واثلة: فخرجت وكأن في نفسي شيئا فلقيت زيد بن أرقم فقلت له إني سمعت عليا (عليه السلام) يقول كذا وكذا.

قال: فما تنكر قد سمعت رسول الله يقول ذلك له

 

İmam Ahmed, Müsned’inde kendi isnad zinciri ile Ebu’t-Tufeyl Âmir b. Vâsile’den[9] (ö. h. 100) şöyle rivayet etmektedir:

 

Ali (a.s.) insanları Rahbe’de topladı. Sonra da onlara ‘Allah aşkına! Hz. Resûlullah’ın Gadîr-i Hum’daki sözlerini işitenler kalksın, işitmeyenler kalkmasın!’ deyince 30 kişi ayağa kalkıp tanıklıkta bulundular.

 

Ebû Vâsile der ki: Kalbimde bir sıkıntı bulunur halde oradan ayrıldım. Zeyd b. Erkam ile karşılaştım. Ona ‘Ali’nin şöyle şöyle dediğini işittim’ deyince o şöyle dedi: Neyi inkâr ediyorsun? Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) O’nun için bunları söylediğini duydum.[10]

 

İçimde bir sıkıntıyla oradan çıktım” ifadesinden öyle anlaşılıyor ki sahâbî Ebu’t-Tufeyl Gadîr Hadisi’nden elde edilecek sonuçları oldukça önemli ve büyük bir mesele olarak görmekteydi. Bu da İmam Ali’ye (a.s.) muhalefet edenlerin, O’na yardım etmeyip O’nu yüz üstü bırakanların, O’nunla savaşanların, kendisini O’na önceleyenlerin helak oluşudur. Bundan dolayı da o, konu hakkında daha çok araştırma yapmaya başlıyor.[11]

 

Burada şu hususa da değinmek yerinde olacaktır. İmam Ali’nin (a.s.) istinşâd etmek istediği Gadîr Hadisi sadece Ali’yi (a.s.) değil Ehl-i Beyt’i de içermektedir.

 

 “عن أبي الطفيل عن زيد بن أرقم قال :

خرجنا مع رسول الله (صلى الله عليه وآله) حتى انتهينا إلى غدير خم عند شجيرات خمس ودوحات عظام فكنس الناس ما تحت الشجيرات ثم استراح رسول الله (صلى الله عليه وآله) عشية فصلى ثم قام خطيبا فحمد الله واثنى عليه ثم قال :

أيها الناس إني تارك فيكم أمرين   لن تضلوا ان اتبعتموهما وهما كتاب الله وأهل بيتي عترتي ثم قال أتعلمون أني أولى الناس بالمؤمنين من أنفسهم ثلاث مرات قالوا نعم فقال رسول الله (صلى الله عليه وآله) من كنت مولاه فعلي مولاه .”

 

“Hâkim en-Nîsâbûrî’nin Ebu’t-Tufeyl kanalıyla Zeyd b. Erkam’dan aktardığı kâmil bir rivayete göre Zeyd şöyle der:

 

Hz. Resûlullah (s.a.a.) ile sefere çıktık. Nihayet Gadîr-i Hum denen mevkiye, beş küçük ağaç ile büyük ağaçların bulunduğu noktaya vardık. İnsanlar küçük ağaçların altında bulunan çerçöpleri süpürüp temizlediler. Hz. Resûlullah (s.a.a.) akşam vakti orada istirahat etti. Namaz kıldı. Sonra da hutbe irâd etmek üzere ayağa kalktı. Allah’a hamd ü senada bulunduktan sonra şöyle dedi:

 

Ey insanlar! Ben aranızda iki şey bırakıyorum.[12] Bu ikisine uyduğunuz müddetçe asla sapıtmazsınız. Bunlar; Allah’ın Kitabı ve ıtretim olan Ehl-i Beyt’imdir.

 

Sonra şöyle devam etti:

 

Benim insanlar içinde müminlere kendi nefislerinden daha evlâ olduğumu biliyor musunuz? (Bu sözünü üç defa tekrarladı) İnsanlar ‘Evet’ deyince Hz. Resûlullah (s.a.a.) ‘Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır’ buyurdu.[13]

 

Taberânî’nin rivayetinde ise “Itret’im” sözünden sonra şu ifadeler geçmektedir:

 

وان اللطيف الخبير نَبَّأَني انهما لن يفترقا حتى يردا عليَّ الحوض وسألت ذلك لهما ، فلا تَقدَّموهُما فتهلكوا ولا تقصروا عنهما فتهلكوا ، ولا تعلموهم فانهم اعلم منكم

 

Latîf ve Habîr olan Zat, bana, bu ikisinin Havuz başında bana varıncaya kadar birbirlerinden asla ayrılmayacaklarını haber vermiştir. Ben de o ikisi için bunu istemiştim. Öyleyse bu ikisinin önüne geçmeyin, helak olursunuz; onlardan geride de kalmayın, helak olursunuz. Onlara bir şey öğretmeye de kalkışmayın. Çünkü onlar sizden daha bilgilidirler.[14]

 

Hz. Peygamber çeşitli münasebetlerle Ehl-i Beyt’i hakkında benzer hadisler söylemiştir. Bu hadis sadece Gadîr-i Hum’da söylenmiş değildir.

 

İbn Hacer el-Heytemî şöyle der:

 

Bil ki Temessük (sımsıkı sarılma) Hadisi’nin geliş kanalları çoktur. Ayrıca bil ki bu kanallarla aktarılan Temessük Hadisi 20 küsur sahâbîden[15] rivayet edilmiştir… Hadisin bazı varyantlarında Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) bu nebevi buyruğu Veda Haccı’nda Arafat’ta[16], diğer bazılarında ise sahâbenin odasına doluştuğu esnada (Medine’de ölüm hastalığına tutulduğu zaman diliminde),[17] bazı varyantlarında Gadîr-i Hum’da, bir bölümünde ise Taif’ten ayrıldıktan sonra[18] dile getirdiği görülmektedir.[19]

 

İkinci olarak: İmam Ali’nin (a.s.) kendi yönetimi döneminde, insanlara hem kendisinin hem de Ehl-i Beyt’inin konumunu Sakaleyn ve Velayet Hadislerinin ışığında açıkladığını söyleyebiliriz.

 

İmam Ali’nin (a.s.) şu sözü bunlardandır:

 

لا يقاس بآل محمد (صلى الله عليه واله) من هذه الأمة أحد و لا يُسَوّى بهم من جرت نعمتهم عليه أبدا هم أساس الدين و عماد اليقين إليهم يفي‏ء الغالي و بهم يلحق التالي، و لهم خصائص حق الولاية و فيهم الوصية و الوراثة الآن إذ رجع الحق إلى أهله و نقل إلى منتقله

 

Ümmetin hiçbir kişisi Âl-i Muhammed (s.a.a.) ile mukayese edilemez. Üzerinde onların nimetlerinin devam ettiği hiçbir kimse onlarla asla eşit tutulamaz. Onlar dinin esası, yakînin sütunudurlar. Aşırıya gidenler onların gölgesine sığınır; geride kalanlar ise gelip onlara katılır. Velayet hakkının hususiyetleri onlara aittir. Vasiyet ve veraset de onlardadır. İşte şimdi hak ehline döndü; intikal etmesi gereken yere nakledildi.[20]

 

Bir başka buyruğunda ise şöyle der:

 

أين الذين زعموا انهم الراسخون في العلم دوننا كذبا وبغيا علينا ، ان رفعنا الله ووضعهم ، وأعطانا وحرمهم ، وأدخلنا وأخرجهم ، بنا يستعطى الهدى ، ويستجلى العمى ، ان الأئمة من قريش غُرسوا في هذا البطن من هاشم ، لا تصلح على سواهم ، ولا تصلح الولاة من غيرهم

 

Bizden (Ehl-i Beyt’ten) ayrı olarak, yalan söyleyip bize buğzederek, kendilerinin ilimde derinleşmiş olduğu zannına kapılanlar nerede? Oysa Allah, bizim derecemizi yükseltmiş, bize bağışta bulunmuş; onları ise mahrum kılmış, alçaltmıştır. Bizi içeri almış, onları çıkarmıştır. Hidayet bizimle istenip alınabilir, körlük bizimle giderilebilir. İmamlar Kureyş'tendir, Kureyş'in Hâşimî boyunun içine ekilmiştir. İmamet onlardan başkasına yakışmadığı gibi velayet de onlardan başkasına layık değildir.[21]

 

وخلف فينا راية الحق ، من تقدمها مرق ، ومن تخلَّف عنها زهق ، ومن لزمها لحق

 

Hak sancağını bizim içimizde bırakıp gitmiştir. Kim o bayrağın önüne geçerse, dinden çıkar; kim ondan geri kalırsa, helak olur; ona sımsıkı yapışan ise hakka ulaşır.[22]

 

هم عيش العلم و موت الجهل. لا يخالفون الحق و لا يختلفون فيه، و هم دعائم الإسلام، و ولائج الاعتصام، بهم عاد الحق إلى نصابه، و انزاح الباطل عن مقامه و انقطع لسانه عن منبته

 

Onlar, (Ehl-i Beyt) ilmin yaşayışı ve cehaletin ölümüdürler… Hakka muhalefet etmez ve hak hususunda ihtilafa düşmezler. Onlar İslam’ın temel sütunları ve sığınağıdırlar. Hak onlarla aslına döndü. Bâtıl (onlarla) yerinden edildi ve dili kökünden kesildi.[23]

 

وأنا من رسول الله كالضوء من الضوء والذراع من العضد

 

İmam Ali (a.s.) kendisi hakkında ise şöyle buyurmaktadır:

 

Benim Resûlullah’a (s.a.a.) nazaran konumum, aydınlığın aydınlığa, kolun pazıya nispeti gibidir.[24]

 

لقد علمتم اني أحق بها من غيري

 

Benim hilafete diğerlerinden daha çok hak sahibi olduğumu siz de biliyorsunuz.[25]

 

Yine O (a.s.) şöyle buyurmaktadır:

 

أما والله لقد تقمصها ابن أبي قحافة وانه ليعلم ان محلي منها محل القطب من الرحى ينحدر عني السيل ولا يرقى إلىَّ الطير

 

Allah’a yemin olsun ki filanca, hilafete karşı konumumun milin değirmen için olan konumunda olduğunu bildiği halde hilafeti bir gömlek gibi giyindi. Oysa sel benden iner ve hiçbir kuş benim bulunduğum yere uçamazdı.[26]

 

Bütün bunların ışığında Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) hadislerinde söz konusu edilen İmam Ali’nin velayetinin ‘‘muhabbet/sevgi ve nusret/yardım anlamında olmadığı’’ açığa çıkıyor. Çünkü bu iki olgu bütün müminlerin hakkıdır. İmam Ali (a.s.) ise müminlerin ilkidir. İman ve cihad konularında hiç kimse O’nun önceliklerine sahip değildir. Allah ve Resûlü’ne itaat ile boyun eğme konusunda da O’nun teslimiyetine sahip kimse yoktur. Bu açıdan bakıldığında sevgi ve yardım olgularının O’nun hakkı olduğu bellidir. Bu hadislerde geçen velayet ile ancak Hz. Resûlullah’a mahsus olan ve diğer müminlere ait olmayan velayet kastedilmektedir. Bu velayet dünyanın sonuna kadar müminleri bir tarafa, Hz. Resûlullah’ı (s.a.a.) diğer tarafa koymaktadır. Hz. Resûlullah’a (s.a.a.) özgü olan velayet, Allah’ın velayetidir. Allah’ın velayeti ise sevgi ve yardım ile sınırlı olmayıp ittiba/uymaya, itaate (boyun eğme), O’nun hükümlerini kabul etmeye, diri olsun ölü olsun O’nun emir ve nehyine vâkıf olmaya kadar uzanmaktadır.[27]

 

İşte Ebû Vâsile’nin büyük bir önemi haiz olduğunu kavradığı anlam da budur. Çünkü hadisten çıkardığı manaya göre o, İmam Ali ile irtibatının Hz. Resûlullah (s.a.a.) ile irtibatı gibi olması gerektiğine kanaat getirmiştir. Nitekim o, böyle de davranmıştır. Çünkü Ebu’t-Tufeyl Âmir b. Vâsile, İmam Ali’nin (a.s.) Şiîlerinden olarak tanınmış, bütün tutum ve davranışlarında buna tanıklıkta bulunmuştur. Ebu’t-Tufeyl, İmam Ali’nin (a.s.) vefatından sonra bir müddet daha yaşamıştı. Bir gün Muâviye kendisine “Ey İbn Vâsile! Dostun Ebü’l-Hasan’a karşı duyguların nasıl?” diye sorunca “Kardeşini, eşini ve çocuğunu yitirenin sevgisi gibi. Taksiratımı Allah’a şikâyet ediyorum” diye karşılık verdi.[28]

 

Üçüncü olarak: Değerli okuyucu, Gadîr Hadisi ve bu hadisin isnad zinciri ve delaleti hakkındaki şüpheler ve Şiî âlimlerin bunlara cevapları hakkında daha detaylı bilgi sahibi olmak arzusunda ise Allâme Emînî’nin el-Gadîr adlı eserinin ilk cildine, Abekâtü’l-Envâr’ın 6-9. ciltlerine ve Allâme Mîlânî’nin Abekât’ın özetine bakmalıdır. Söz konusu iki eser (el-Gâdir ve el-Abekât) bu alanda yazılan kitapların en kapsamlısı ve en güzelidir.

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

   

 



[1] Bu ismin yazarın hakikî mi yoksa müstear ismi mi olduğunu bilmiyoruz.

[2] Sünnî bir âlimdir. Tercüme-i hâli için bkz: Sabehetü’l-Mercân, s. 52.

[3] Hatta Veda Haccı’nda Hz. Peygamber (s.a.a.) ile bulunanların hepsi bu hadisi işitmişlerdir. Bunların sayısının 70.000 ile 100.000 arasında olduğu tahmin edilmektedir. Allâme Emînî el-Gadîr adlı eserinin 1. cildinde ulaşabildiği hadis ve tarih kaynaklarının ışığında hadisi rivayet eden 110 sahâbînin ismini sunmuştur.  

[4] Gadîr Hadisi’nin sıhhatine taan edenlerden biri de İbn Teymiyye’nin Minhâcü’s-Sünne’deki (c. 4, s. 86) nakline göre İbn Hazm el-Endülüsî’dir. İbn Teymiyye aynı sayfada Gadîr Hadisi hakkında şöyle demektedir:

Gadir Hadisi sıhahlarda geçmemektedir. Ancak onu âlimler rivayet etmiş, insanlar da onun sıhhati hakkında ihtilaf etmişlerdir. Buhârî ve İbrâhîm el-Harbî ile hadis sahasında uzman olan bir grup ilim ehlinin bu hadise taan ettikleri ve zayıf saydıkları aktarılmıştır. El-İcî de el-Mevâkıf (c. 8, s. 391) adlı eserinde hadisi zayıf saymaktadır. Er-Râzî Nihâyetü’l-Ukûl adlı eserinde aynı fikirde olduğunu gösterir. El-Abekât’ın müellifi bu hadise taan edip zayıf sayanların görüşlerini kusursuz bir şekilde çürütmüştür. Bkz: Hulâsatü Abekâtü’l-Envâr, c. 6, s. 135-404.

[5] Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ (c. 14, s. 277) adlı eserinde şöyle der:

İbn Cerîr et-Taberî Gadîr-i Hum Hadisi’nin isnad zincirlerini dört ciltte derleyip toplamıştır. Rivayetlerin çokluğu beni hayretler içinde bıraktı ve Gadîr Hadisi’nin bir şekilde vuku bulduğuna ve söylendiğine kesin kanaat getirdim.

İbn Kesîr de Tarih’inde (c. 5, s. 214) Gadîr Hadisi hakkında şöyle der:

Hadisin baş bölümü (من كنت مولاه فعلي مولاه /Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır) mütevatir olup Hz. Resûlullah’ın bu sözü söylediğine yakînim var. “اللهم وال من والاه /Allah’ım O’na dost olana dost ol” ziyadesi ise kuvvetli bir isnad zincirine sahiptir.

Ben derim ki; Yâkût, Mucemü’l-Üdebâ (c. 18, s. 83-85) adlı eserinde şu hususları belirtmektedir:

Bağdat’taki bazı şeyhler Gadîr-i Hum Hadisi’ni tekzip etmiş ve “Hz. Resûlullah’ın Gadîr-i Hum’da olduğu zaman diliminde -ki bu hicretin dokuzuncu yılıydı- Ali b. Ebî Tâlib de Yemen’de idi” demişlerdir. Bu sözler ve tekzip Ebû Cafer et-Taberî’ye ulaşınca Ali b. Ebî Tâlib’in (a.s.) faziletlerini ele alıp anlatmaya başladı. Gadîr-i Hum Hadisi’nin geliş kanallarını saydı.

Yâkût der ki; Ebû Bekir b. Kâmil der ki; “Ebû Cafer et-Taberî ölüm döşeğindeyken ben onun yanında idim. Ona düşmanlık yaparak kanını helal sayanların hepsini sordum. O cevaben şöyle dedi: Bana düşmanlık yapanların ve bhakkımda ileri geri konuşanların hepsi beni bidatle suçlamışlardır.”

Yâkût ‘‘Taberî halktan duyulan korku yüzünden geceleyin defnedildi. Çünkü avam halk onu Şiîlikle itham etmekteydiler’’ der.

Ben derim ki: onların Taberî’yi Şiîlikle itham etmelerinin nedeni Zehebî’nin belirttiği üzere Taberî’nin söz konusu eserinde Gadîr Hadisi’ni ve Tarih’inde de Vasiyet Hadisi’ni rivayet etmesidir. Yâkût’un da belirttiği üzere Taberî inanç olarak Ebû Bekir, Ömer, Osmân ve Ali’nin (a.s.) imâmetine inanmakta, fazilet sıralaması hususunda hadis ashabının görüşünü benimsemekte, Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) ashabını tekfir eden Râfizî ve Hâricîleri tekfir ederek onların ne haberlerini ne de tanıklıklarını kabul etmekteydi.  (Mucemü Üdebâ, c. 18, s. 83-85.)

[6] Rahbe: Kûfe Mescidi’nin meydanı.

[7] Bkz: Ahmed, Müsned, c. 1, s. 119.

el-Fethu’r-Rabbânî’de şöyle der: Bu hadisin isnadı sahihtir.

[8] A.g.e., c. 1, s. 119. Hadisin bu varyantında şu ifadeler geçmektedir: Sadece üç kişi kalkıp tanıklıkta bulunmadılar. İmam Ali’nin bedduasından da nasiplerini aldılar. 

[9] Uhud Gazası’nın yapıldığı yıl dünyaya gelen ve Hz. Peygamber’in (s.a.a.) sekiz yılını idrak eden sahâbî.

[10] Müsned, c. 4, s. 370.

[11] Bu münaşede hadislerini Tabiûn’dan Sa’id b. Vehb, Zeyd b. Yusey’, Abduhayr, Habbetü’l-Urenî, Amr b. Zî Mürre, Saîd b. Haddân, Ebû Süleymân, Zâdân, Umeyre b. Sa’d vd. rivayet etmişlerdir. Bunların hadislerini ise Ebû Nuaym Hilyetü’l-Evliyâ’sında, İbn Kesîr el-Bidâye ve’n-Nihâye’sinde, Hatîb e-Bağdâdî Tarîh’inde, Nesâî Hasâis’inde, İbnü’l-Meğâzilî el-Menâkıb’ında, İbn Hacer el-Askalânî el-İsâbe’sinde, İbnü’l-Esîr Üsdü’l-Gâbe’sinde diğer müellifler de kendi teliflerinde rivayet etmişlerdir.

[12] Müslim ve İmam Ahmed’in rivayetinde “Sekaleyn” olarak geçmektedir.

[13] el-Müstedrek ala’s-Sahîhayn, c. 3, s. 110; Tarîhu Dımaşk, Tercümetü Ali, c. 2, s. 36, Hadis No: 534; Belâzurî, Tercümetü Ali, s. 110, Hadis No: 48 (Eseri el-Mahmûdî tahkik etmiştir. Hadiste Hz. Peygamber’in (s.a.a.) “Sanki davet edilmişim de icabet edeceğim. Allah benim mevlâmdır, ben de bütün müminlerin mevlâsıyım. Ben aranızda… bıraktım.” ifadeleri de vardır.

Bu hadisi İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye’de (c. 2, s. 206), Nesâî, Sünen’inde rivayet etmiştir. Muhammed b. Cerîr et-Taberî de Ebu’t-Tufeyl kanalıyla Zeyd b. Erkam’dan, Atıyye kanalıyla Ebû Sa’id el-Hudrî’den rivayet etmiştir. İbn Sabbâğ el-Mâlikî de el-Fusûlu’l-Mühimme (s. 23) adlı eserinde rivayet etmiştir. Bu hadisi Müttakî el-Hindî de Kenzü’l-Ummâl’da (c. 13, s. 104, Hadis No: 36340) rivayet etmiş, Şeyh Safvet es-Sekâ da sahih olduğunu belirtmiştir.

[14] el-Mucemü’l-Kebîr, c. 5, s. 167, Hadis No: 4971; Heysemî Mecmeü’z-Zevâid’de (c. 9, s. 164) şöyle der: Hadisin isnad zincirinde zayıf olan Hakîm b. Cübeyr vardır. İbn Hacer et-Takrîb’de onun hakkında “Zayıftır, Şiîlikle suçlanmıştır” der.  

[15] Bahrânî Gâyetü’l-Merâm’da bu hadislerin Ehl-i Sünnet kanallarından 39 sahâbî tarafından rivayet edildiğini belirtmektedir.

[16] Nitekim Tirmizî bunu Sünen’inde (c. 5, s. 621); el-Mizzî de Tehzîbü’l-Kemâl’inde (c. 10, s. 51); Hatîb et-Tebrîzî el-Mişkât’ında (c. 3, s. 258); Taberânî, el-Mucemü’l-Kebîr’inde (c. 3, s. 63, Hadis No: 2679) rivayet etmiştir.

[17] el-İsâmî Samtü’n-Nucûmu’l-Avâlî’de (c. 2, s. 502, Hadis No: 136 Ebû Bekir b. Ebî Şeybe kanalından); el-Bezzâr da Zevâid’inde bunu tahric etmiştir. 

[18] İbn Hacer Savâiku’l-Muhrika’sında (s. 75.), İbn Ebî Şeybe’den tahric etmiştir.

[19] es-Savâiku’l-Muhrika, s. 75-90.

[20] Nehcü’l-Belâga, 2. Hutbe.

[21] Nehcü’l-Belâga, 144. Hutbe.

[22] Nehcü’l-Belâga, 100. Hutbe.

[23] A.g.e., 239. Hutbe.

[24] Nehcü’l-Belâga, 45. Mektup.

[25] Nehcü’l-Belâga, 74. Hutbe.

[26] Nehcü’l-Belâga, 3. Hutbe.

[27] Seyyid Kâzım el-Hâirî şöyle der: Masum Zat’ın velayeti hayatta olduğu dönemle sınırlı değildir. Biz bunu Allah Teâlâ’nın “النبي اولا بالمؤمنين من انفسهم / Peygamber müminlere kendi nefislerinden daha evladır” âyeti ile ve Hz. Peygamber’in (s.a.a.) “من كنت مولاه فهذا علي مولاه /Ben kimin mevlası isem bu Ali (a.s.) de onun mevlasıdır” hadisiyle anlayabiliyoruz. el-Hâirî, el-İmâmetü ve’l-Kiyâdetü, s. 213. 

[28] Abbâs b. Bekkâr ed-Dabbî, el-Vâfidîyne mine’r-Ricâl alâ Muâviye, s. 26.