Ahmed el-Kâtib’e reddiye (10): İmamlar niçin on iki kişi ile sınırlanmıştır?

Ahmed el-Kâtib’e reddiye (10): İmamlar niçin on iki kişi ile sınırlanmıştır?
Bu âyet-i kerimenin ışığında şunu söyleyebiliriz: Toplumu yönetme hakkı olanlar; peygamber, ondan sonra vasi (Rabbanî) ve ondan sonra da yeterli donanıma sahip adil bir fakihtir (ahbâr).

 

 

Seyyid Sâmî Bedrî

 

İkinci Bölüm: Şûrâ Dergisi’nin İmam Ali’ye (a.s.) Yönelik Naslar Hakkında Yaymak İstediği Şüphelere Reddiye

 

 

Birinci Bölüm: On İki İmam İlahi Hüccettir

 

Ahmed el-Kâtib şöyle diyor: Müslümanların yeryüzünde yaşadıkları, bir devlete ve imama muhtaç oldukları tüm süre boyunca imamların sayısı neden on iki ile sınırlandırılsın ki?

 

Ben derim ki; Hz. Resûlullah’tan (s.a.a.) sonra on iki sayısı ile sınırlandırılan imâmet, yönetim makamından daha genel anlamdadır ve Allah’ın insanlara karşı sözel, fiilî ve takrirî hücceti-kanıtı konumundadır. Bu makamın doğal sonuçlarından biri şudur: İmamların yaşadıkları dönemlerdeki yönetim hakkı kendilerine mahsustur. Gaybet Asrı’nda ise yönetim hakkı adil fakihlere aittir.

 

Şüphe:

 

Ahmed el-Katîb şöyle diyor: Yeryüzünde Müslümanlar yaşadığı müddetçe ve bir devletle bir imama gereksinim duydukları sürece, İmâmiyye nazariyesinin ileri sürdüğü gibi şûrâya ve seçime başvurmaları haram ve Allah’ın onlar için masum olan ve nasla belirlenmiş olan bir imamı tayin etmesi zorunlu olduğuna göre, imamlar niçin yalnız on iki kişiyle sınırlandırılmaktadır?[1]

 

Şüphenin Reddi:

 

Ben derim ki;

 

İlk olarak; şahsın bu sözlerinden ve bunun dışında değişik yerlerde yaptığı açıklamalarından açıkça anlaşıldığı üzere kendisi imam kelimesini “hükümet ve icra makamı” ile eşitlemektedir.

 

İkinci olarak; Ehl-i Beyt’in (a.s.) On İki İmamı’na özgü olan imâmet, sadece yönetim anlamına gelmez. Özellikle Hz. Resûlullah’a (s.a.a.) ait olan; söz, fiil ve takrirleriyle Allah’ın hücceti olmak manasında toplumun dinî önderliğidir. Resûlullah’ın (s.a.a) yaşadığı dönemde yönetim bir şahıs için ancak O’nun izniyle caiz olabilir.[2]

 

O’nun On İki Vasîsi hakkında da aynı durum söz konusudur. Onlar da insanlara karşı sözleri, fiil ve takrirleriyle Hz. Peygamber’den (s.a.a.) sonra Allah’ın hüccetleridir. Yaşadıkları dönemlerde yönetim makamı sadece onlara aittir, onların izni olmadan yönetim makamı hiçbir kimse için caiz değildir. Buradan hareketle imam için ismet ve nassın şart olduğu ortaya çıkmaktadır.

 

Bu açıklamalar ışığında şunu söyleyebiliriz: Şia’nın inandığı Ehl-i Beyt’ten On İki İmam nazariyesi Zeydiyye veya Mu’tezile yahut da Ehl-i Sünnet’in inandığı imâmetle aynı değildir. Çünkü bu gruplar imâmeti yönetim, hadlerin icrası, emir ve yöneticilerin atanması, toplumda duruma göre şerî hükümlerin tatbiki anlamıyla sınırlamaktadır.

 

Zeydiyye ise “Hadlerin icrası hakkı Hz. Ali’ye, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin’e (a.s.), Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in zürriyetinden olup kılıç kuşanarak kendisine davet eden kimseye aittir” inançlarıyla diğerlerinden ayrılmaktadır.

 

Ehl-i Sünnet ve Mu’tezile ise bırakalım İmâmiyye’yi, Zeydiyye’nin yönetimin Ehl-i Beyt İmamlarına özgü olduğunu delalet eden nasların mevcut olduğu şeklindeki kabulünü dahi inkâr etmektedirler.

 

Zeydiyye, Mu’tezile ve Ehl-i Sünnet’in mukabilindeki İmâmiyye Şiası, Ehl-i Beyt’in sahip olduğu imâmet makamının sadece yönetime dönük olmadığına ve peygamberlerin makamı gibi ilahî bir menzile olduğuna inanmaktadır. Yani bu imamlar -ister insanlar bu yöneticilerine biat etsinler ister etmesinler- itaatleri vacip olan ilahî hüccetlerdir. Nübüvvet ve eşlerin sayısı konusu hariç onlarla Hz. Peygamber (s.a.a.) arasında herhangi bir fark bulunmamaktadır.[3]

 

Yönetim ve hadlerin icra edilmesine gelince bu hususların onlara nispeti Hz. Peygamber’e (s.a.a.) nispeti gibidir. Kendileri (a.s.) hazır olduğu müddetçe bu hususları uygulamak onlara özgüdür ve onların dışında hiç kimse için caiz değildir.[4]

 

“İmam” teriminin din hususunda Allah’ın hücceti olması şeklindeki bu anlamı Hişâm b. el-Hakem’ın Şamlı ile münazarasında da geçmektedir.

 

قَالَ لِهِشَامٍ: يَا غُلَامُ، سَلْنِي فِي إِمَامَةِ هذَا، فَغَضِبَ هِشَامٌ حَتَّى ارْتَعَدَ، ثُمَّ قَالَ لِلشَّامِيِّ: يَا هذَا، أَرَبُّكَ أَنْظَرُ لِخَلْقِهِ أَمْ خَلْقُهُ لِأَنْفُسِهِمْ؟ فَقَالَ الشَّامِيُّ: بَلْ رَبِّي أَنْظَرُ لِخَلْقِهِ، قَالَ: فَفَعَلَ بِنَظَرِهِ لَهُمْ مَا ذَا؟ قَالَ: أَقَامَ لَهُمْ حُجَّةً وَ دَلِيلًا كَيْلَا يَتَشَتَّتُوا، أَوْ يَخْتَلِفُوا، يَتَأَلَّفُهُمْ، وَ يُقِيمُ أَوَدَهُمْ، وَ يُخْبِرُهُمْ‌ بِفَرْضِ رَبِّهِمْ، قَالَ: فَمَنْ هُوَ؟ قَالَ: رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ آلِهِ، قَالَ هِشَامٌ: فَبَعْدَ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ آلِهِ مَنْ؟ قَالَ: الْكِتَابُ وَ السُّنَّةُ، قَالَ هِشَامٌ: فَهَلْ نَفَعَنَا الْيَوْمَ الْكِتَابُ وَ السُّنَّةُ فِي رَفْعِ الِاخْتِلَافِ عَنَّا؟ قَالَ الشَّامِيُّ: نَعَمْ، قَالَ: فَلِمَ اخْتَلَفْنَا أَنَا وَ أَنْتَ، وَ صِرْتَ إِلَيْنَا مِنَ الشَّامِ فِي مُخَالَفَتِنَا إِيَّاكَ؟

قَالَ: فَسَكَتَ الشَّامِيُّ، فَقَالَ أَبُو عَبْدِ اللَّهِ عَلَيْهِ السَّلَامُ لِلشَّامِيِّ: «مَا لَكَ لَاتَتَكَلَّمُ؟» قَالَ الشَّامِيُّ: إِنْ قُلْتُ: لَمْ نَخْتَلِفْ، كَذَبْتُ؛ وَ إِنْ قُلْتُ: إِنَّ الْكِتَابَ وَ السُّنَّةَ يَرْفَعَانِ عَنَّا الِاخْتِلَافَ، أَبْطَلْتُ؛ لِأَنَّهُمَا يَحْتَمِلَانِ الْوُجُوهَ؛ وَ إِنْ قُلْتُ: قَدِ اخْتَلَفْنَا وَ كُلُّ وَاحِدٍ مِنَّا يَدَّعِي الْحَقَّ، فَلَمْ يَنْفَعْنَا إِذَنِ الْكِتَابُ وَ السُّنَّةُ إِلَّا أَنَّ لِي عَلَيْهِ هذِهِ الْحُجَّةَ، فَقَالَ أَبُو عَبْدِ اللَّهِ عَلَيْهِ السَّلَامُ: «سَلْهُ تَجِدْهُ مَلِيّاً».

فَقَالَ الشَّامِيُّ: يَا هذَا، مَنْ أَنْظَرُ لِلْخَلْقِ؟ أَ رَبُّهُمْ أَوْ أَنْفُسُهُمْ؟ فَقَالَ هِشَامٌ: رَبُّهُمْ أَنْظَرُ لَهُمْ مِنْهُمْ لِأَنْفُسِهِمْ، فَقَالَ الشَّامِيُّ: فَهَلْ أَقَامَ لَهُمْ مَنْ يَجْمَعُ لَهُمْ كَلِمَتَهُمْ، وَ يُقِيمُ أَوَدَهُمْ، وَ يُخْبِرُهُمْ بِحَقِّهِمْ مِنْ بَاطِلِهِمْ؟ قَالَ هِشَامٌ: فِي وَقْتِ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ آلِهِ أَوِ السَّاعَةِ؟ قَالَ الشَّامِيُّ: فِي وَقْتِ رَسُولِ اللَّهِ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ آلِهِ، وَ السَّاعَةِ مَنْ؟ فَقَالَ هِشَامٌ: هذَا الْقَاعِدُ الَّذِي تُشَدُّ إِلَيْهِ الرِّحَالُ، وَ يُخْبِرُنَا بِأَخْبَارِ السَّمَاءِ وَ الْأَرْضِ وِرَاثَةً عَنْ أَبٍ عَنْ جَدٍّ. قَالَ الشَّامِيُّ: فَكَيْفَ لِي أَنْ أَعْلَمَ ذلِكَ؟ قَالَ هِشَامٌ: سَلْهُ عَمَّا بَدَا لَكَ، قَالَ الشَّامِيُّ: قَطَعْتَ عُذْرِي فَعَلَيَّ السُّؤَالُ.

 

فَقَالَ أَبُو عَبْدِ اللَّهِ عَلَيْهِ السَّلَامُ: «يَا شَامِيُّ، أُخْبِرُكَ كَيْفَ كَانَ سَفَرُكَ، وَ كَيْفَ كَانَ طَرِيقُكَ، كَانَ كَذَا وَ كَانَ كَذَا».

فَأَقْبَلَ الشَّامِيُّ يَقُولُ: صَدَقْتَ، أَسْلَمْتُ لِلَّهِ السَّاعَةَ.

فَقَالَ أَبُو عَبْدِ اللَّهِ عَلَيْهِ السَّلَامُ: «بَلْ آمَنْتَ بِاللَّهِ السَّاعَةَ؛ إِنَّ الْإِسْلَامَ قَبْلَ الْإِيمَانِ، وَ عَلَيْهِ يَتَوَارَثُونَ وَ يَتَنَاكَحُونَ، وَ الْإِيمَانُ عَلَيْهِ يُثَابُونَ». فَقَالَ الشَّامِيُّ: صَدَقْتَ، فَأَنَا السَّاعَةَ أَشْهَدُ أَنْ لَاإِلهَ إِلَّا اللَّهُ، وَ أَنَّ مُحَمَّداً رَسُولُ اللَّهِ، وَ أَنَّكَ وَصِيُّ الْأَوْصِيَاءِ.”

 

Şamlı adam Hişâm’a ‘‘Ey delikanlı, bana bu kişinin imamlığı hakkında soru sor’’ dedi. Hişâm, adamın bu sözlerinden dolayı öfkelendi ve öfkesinden titremeye başladı. Şamlıya ‘‘Ey adam! Acaba senin Rabbin mi kulları hakkında daha çok hayır diler, yoksa kulların kendileri mi kendileri hakkında daha çok hayır dilerler?’’ diye sordu. Adam ‘‘Bilâkis, benim Rabbim kulları hakkında daha çok hayır diler’’ dedi.  Hişâm ‘‘Peki, kullarına yönelik hayır dileyişi açısından ne yapmıştır?’’ diye sordu.  Adam ‘‘Onlar için bir hüccet ve delil ortaya koymuştur ki dağılmasınlar veya ihtilafa düşmesinler. Onları birleştirip kaynaştırsın, sevgiyle kucaklasın ve Rablerinin koyduğu farzları onlara haber versin’’ dedi.  Hişâm ‘‘Bu hüccet kimdir?’’ diye sordu. Adam ‘‘Resûlullah’tır (s.a.a.)’’ dedi. Hişâm ‘‘Peki, Resûlullah’tan sonra kimdir?’’ diye sorunca adam ‘‘Resûlullah’tan sonra hüccet, Kitap ve Sünnet’tir’’ diye karşılık verdi. Hişâm ‘‘Bugün aramızdaki ihtilâfları ortadan kaldırma hususunda Kitap ve Sünnet’in bize bir yararı oluyor mu?’’ diye sordu.[5] Şamlı adam ‘‘Evet’’ dedi. Hişâm ‘‘Öyleyse ben ve sen, niçin ihtilaf ediyoruz ve sen ne diye bizim seninle ihtilafımız yüzünden ta Şam'dan buralara kadar kalkıp geldin?’’ diye sordu. Bu soru karşısında Şamlı adam sustu. Ebû Abdullah (a.s.) Şamlı adama ‘‘Niçin konuşmuyorsun?’’ diye sordu. Şamlı adam ‘‘Eğer ihtilaf etmiyoruz desem, yalan söylemiş olurum. Kitap ve Sünnet aramızdaki ihtilafları kaldırıyor, desem, bu sefer bâtıl bir iddiada bulunmuş olurum. Çünkü Kitap ve Sünnet farklı şekillerde yorumlanabilecek mahiyettedirler. Eğer, ihtilaf ediyoruz ve her birimizin savunduğu haktır, desem o zaman Kitap ve Sünnet’in bize bir yararı olmamış olur. Fakat bu kanıt benim lehime ve onun aleyhinedir’’ dedi.

 

Ebû Abdullah ‘‘Sor, o zaman onun ilimle dolu olduğunu anlarsın’’ dedi.

 

Şamlı adam ‘‘Ey adam! Kullar hakkında kim daha çok hayır diler, onların Rableri mi, yoksa kendileri mi?’’ diye sordu. Hişâm ‘‘Kulların Rableri, onlar hakkında kendilerinden daha çok hayır dilemektedir!’’ dedi.

 

Bunun üzerine Şamlı adam ‘‘Peki, Rableri, onları birleştiren, eğri taraflarını doğrultan ve hak ile bâtıl olanı birbirinden ayırarak onlara anlatan birini tayin etmiş midir?’’ diye sordu. Hişâm ‘‘Resûlullah zamanını mı, yoksa şimdiki zamanı mı soruyorsun?’’ diye sordu. Şamlı ‘‘Resûlullah zamanında, Resûlullah’ın kendisiydi. Bugün kimdir?’’ dedi.  Hişâm ‘‘Bugün, şurada oturup da O’nu görmek için kafilelerin yola çıktığı ve bize göklerin ve yerin haberlerini veren şu kişidir. O, bu yetkiyi miras olarak babasından, o dedesinden devralmıştır!’’ dedi.[6]

 

Şamlı ‘‘Bunu nasıl bilebilirim’’ diye sorunca Hişâm ‘‘Aklına geleni O’na sor’’ dedi.

 

Şamlı ‘‘Bütün bahanelerimin önünü kestin. Artık ona sormam gerekiyor’’ dedi.

 

Ebû Abdullah (a.s.) ‘‘Ey Şamlı! Sana yolculuğunun nasıl geçtiğini ve hangi yolu izlediğini haber vereyim mi? Şöyle şöyle değil miydi?’’ dedi.

 

Şamlı döndü ve ‘‘Doğru söyledin, ben şimdi Allah'a teslim oldum!’’ dedi.

 

Ebû Abdullah ‘‘Bilâkis, şimdi Allah’a iman ettin. Çünkü İslâm imandan önce gelir. İnsanlar İslâm’a dayalı olarak birbirlerine mirasçı olur ve birbirleriyle evlenirler, imana dayalı olarak da sevaba nail olurlar’’ dedi.

 

Şamlı ‘‘Doğru söyledin. Ben şimdi Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah’ın Resûlü olduğuna ve senin de vasîlerden bir vasî olduğuna tanıklık ediyorum” dedi.[7]

 

Hişâm’ın münazarasında geçen imâmetin bu manası, Ehl-i Beyt İmamlarının hadisleriyle dolup taşmaktadır.

عن داود الرقي، عن العبد الصالح عليه السلام قال: إن الحجة لا تقوم لله على خلقه إلا بامام حتى يعرف

 

Kuleynî, Dâvûd er-Rakkî’den, o da Salih Kul’dan (İmam Mûsâ b. Cafer) şöyle rivayet etmiştir:

 

Allah’ın kulları üzerindeki hücceti (kanıtı) ancak imamın varlığı ve tanınması ile gerçekleşmiş olur.[8]

ن عبد الله بن سليمان العامري، عن أبي عبد الله عليه السلام قال: ما زالت الأرض إلا ولله فيها الحجة، يعرف الحلال والحرام ويدعو الناس إلى سبيل الله.”

 

Yine Kuleynî, Abdullah b. Süleyman el-Amirî kanalıyla Ebû Abdullah es-Sâdık’tan (a.s.) şöyle rivayet etmiştir:

 

Yeryüzünde her zaman Allah’ın bir hücceti olur; insanlara helâli ve haramı öğretir, insanları Allah’ın yoluna davet eder.[9]

عن إسحاق بن عمار، عن أبي عبد الله عليه السلام قال: سمعته يقول: إن الأرض لا تخلو إلا وفيها إمام، كيما إن زاد المؤمنون شيئا ردهم، وإن نقصوا شيئا أتمه لهم.”

 

“İshak b. Ammâr şöyle rivayet etmiştir: Ebû Abdullah es-Sâdık’ın şöyle dediğini duydum: Yeryüzünde mutlaka bir imam olur, yeryüzü imamdan yoksun olmaz. Öyle ki müminler, dinin aslında olmayan bir şeyi dine ekledikleri zaman, bu fazlalığı geri çevirir ve bir şeyi eksilttikleri zaman, bunu tamamlar.”[10]

عن بشير العطار قال: سمعت أبا عبد الله عليه السلام يقول: نحن قوم فرض الله طاعتنا وأنتم تأتمون بمن لا يعذر الناس بجهالته.”

 

“Beşir el-Attâr şöyle rivayet etmiştir:

 

Ebû Abdullah es-Sâdık’ın şöyle buyurduğunu işittim:

 

Biz (Ehl-i Beyt) öyle bir topluluğuz ki, Allah, insanlara bize itaat etmelerini farz kılmıştır.[11] Siz, insanların bilmemeleri durumunda mazur sayılmayacakları birine itaat ediyorsunuz.”[12]

عن صفوان بن يحيى قال: قلت للرضا عليه السلام: قد كنا نسألك قبل أن يهب الله لك أبا جعفر عليه السلام فكنت تقول: يهب الله لي غلاما، فقد وهبه الله لك، فأقر عيوننا، فلا أرانا الله يومك فإن كان كون فإلى من؟

فأشار بيده إلى أبي جعفر عليه السلام وهو قائم بين يديه، فقلت: جعلت فداك هذا ابن ثلاث سنين؟! فقال: وما يضره من ذلك فقد قام عيسى عليه السلام بالحجة وهو ابن ثلاث سنين

 

Safvân b. Yahyâ şöyle rivayet etmiştir:

 

İmam Rıza’ya (a.s.) ‘‘Allah henüz sana Ebu Cafer’i (a.s.) bağışlamamışken, bu hususta sorular sorar ve sen de bize ‘Allah bana bir erkek çocuk bağışlayacaktır’ derdin. Gerçekten Allah sana bir erkek çocuk verdi de bizim gözlerimizi aydınlattı. Allah bize o günleri göstermesin; ama emri hak vaki olursa, imam olarak kime tâbi olacağız?’’ diye sordum.

 

Önünde duran Ebû Cafer’i (a.s.) işaret etti.

 

‘‘Sana kurban olayım, o henüz üç yaşında bir çocuk!’’ dedim.

 

‘‘Bunun bir zararı yoktur. Nitekim İsa (a.s.) da hüccet görevini yaparken henüz üç yaşındaydı” diye buyurdu.[13]

 

Şeyh Müfid’in el-İrşâd’ında ve Tabersî’nin İlâmü’l-Verâ’sında üç yaşından küçük bir çocuk ifadesi geçmektedir.

 

İmâmetin bu manasını Kur’ân-ı Kerim önceki peygamberler için de arz etmektedir.

 

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

وَ إِذِ ابْتَلَى إِبْرَاهِيمَ رَبُّهُ بِكَلِمَات فَأَتَمَّهُنَّ قَالَ إِنِّي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ إِمَامًا قَالَ وَمِنْ ذُرِّيَتِي قَالَ لاَ يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِمِينَ

 

“Vaktiyle Rabbi İbrâhim’i bazı sözlerle sınayıp da İbrâhim onları eksiksiz yerine getirince, ‘Ben seni insanlara önder-imam yapacağım’ buyurmuştu. İbrâhim, ‘soyumdan da’ deyince Rabbi, ‘Vaadim zalimleri kapsamaz’ buyurdu.”[14]

وَجَعَلْنَاهُمْ أَئِمَّةً يَهْدُونَ بِأَمْرِنَا وَأَوْحَيْنَا إِلَيْهِمْ فِعْلَ الخَيْرَاتِ وَإِقَامَ الصَّلاَةِ وَإِيتَاءَ الزَّكَاةِ وَكَانُوا لَنَا عَابِدِينَ

 

“Onları, emrimiz uyarınca doğru yolu gösteren önderler kıldık ve kendilerine hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar, bize hep kulluk ettiler.”[15]

 

Bu iki âyette geçen ‘‘imam’’ sözcüğü ‘‘Allah’ın dinine hidayet eden ve söz, fiil ve takrirleri insan için hüccet olan kimse’’ anlamına gelmektedir.

 

Bütün bu açıklamalar ışığında şunu söyleyebiliriz:

 

Nebevî hadislerin Hz. Peygamber’den sonra on iki kişiye özgü olduğunu belirttiği bu imâmet makamı, özel bir konum olup onunla yönetim ve hadlerin icrası kastedilmemektedir. Aksine bu makam ile söz, fiil ve takrir konularında Allah’ın hücceti olma, yaşadığı dönemde yönetimin ve hadleri icra etmenin kendisine özgü olduğu Resûlullah’ın makamı kastedilmektedir. Diğer hadisler ise Hz. Zehra’ya (a.s.) da Ehl-i Beyt İmamlarına işaret etmektedir. Böylece yönetim özelliği hariç O’nun da söz, fiil ve takrirleri hüccet olmaktadır.

 

Bu hüccetler vasıtasıyla Allah Teâlâ Peygamberinin şeriatını tahriften korumuş ve böylece şeriata ulaşmak, murat eden herkes için ulaşılabilir olmuştur.

 

 

Allah Teâlâ’nın Âl-i Muhammed (a.s.) Hakkındaki Meşieti

 

Bazen ‘‘Hz. Peygamber’den (s.a.a.) sonraki hüccetler neden on iki kişi ve Hz. Peygamber’in (s.a.a.) ailesi ile sınırlandırıldı?’’ gibi bir soru ve itiraz gelebilmektedir.

 

Cevap:

 

Hz. Peygamber’den (s.a.a.) sonraki ilahî hüccetlerin O’nun (s.a.a.) ailesine özgü kılınması ve onların içinden de belirli sayıda kimselere -ki bunlar Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin (a.s.) ve Hüseyin’in zürriyetinden dokuz kişi- tahsis edilmiş olmasının bir benzeri Hz. Nûh’un (a.s.), Hz. İbrâhim’in, Hz. Yakub’un ve Hz. İmrân’ın (a.s.) zürriyetlerinde de yaşanmıştır.

 

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

ولَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا وإِبْرَاهِيمَ وجَعَلْنَا فِي ذُرِّيَّتِهِمَا النُّبُوَّةَ والكِتَابَ فَمِنْهُم مُّهْتَد وكَثِيرٌ مِّنْهُمْ فَاسِقُونَ

 

“Andolsun Nûh’u ve İbrâhim’i elçi olarak gönderdik, onların soyundan gelenlere de peygamberlik ve kitap verdik. Onlardan doğru yolu bulanlar olduğu gibi birçoğu da yoldan çıkmış kimselerdir.”[16]

إِنَّ اللَّهَ اصْطَفَى آَدَمَ وَنُوحًا وَآَلَ إِبْرَاهِيمَ وَآَلَ عِمْرَانَ عَلَى الْعَالَمِينَ (33) ذُرِّيَّةً بَعْضُهَا مِنْ بَعْضٍ وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ 34

 

“Allah, birbirinden gelme nesiller olarak Âdem’i, Nûh’u, İbrâhim ailesini ve İmrân ailesini seçip âlemlere (bütün yaratılmışlara) üstün kıldı. Allah işiten ve bilendir.”[17]

 

İlahî hikmet, Hz. Mûsâ’dan (a.s.) sonra hüccetler arasında bir kadın hüccetin bulunmasını dilediği gibi -ki bu hanım Meryem bint İmran’dır- Hz. Muhammed’den (s.a.a.) sonraki hüccetler arasında da bir kadın hüccetin olmasını dilemiştir ki bu da Fâtıma bint Muhammed’dir.

 

Yine İlahi hikmet, Hz. Meryem’in zürriyetinden Âl-i İmrân’ın ve Ben-i İsrâîl’in asfiyâsının Hatemi’nin gelmesini dilediği gibi -ki bu kişi Hz. İsa’dır-, Hz. Fâtıma’nın zürriyetinden de Hz. Muhammed’in vasilerinin sonuncusunun zuhurunu -Hz. Mehdî Hüccet b. Hasan el-Askerî- (a.s.)- dilemiştir.

 

İlahî hikmet doğum ve gaybeti hakkındaki ihtilaflar açısından Âl-i Muhammed’in Mehdî’sinin Âl-i İmrân’ın İsa’sına benzer olmasını dilemiştir. İsrâîloğulları peygamberlerinden ve kitaplarından kendilerine aktarılan sabit naslara binaen Hz. İsa’yı beklemelerine rağmen O’nun kutlu doğumu hakkında ihtilafa düşmüşlerdir.[18] Bir grup Hz. İsa’nın mucizevi doğumuna inanırken günümüze kadar gelen bir grup ise O’nu inkâr etmiştir.

 

İsmâîloğulları da (bunlar, Hz. Muhammed’in (s.a.a.) ümmetidir) Hz. Peygamber haber verdiği ve müjdelediği halde Hz. Fâtıma’nın evladından olan Mehdî-i Muntazar’ın doğumu hakkında ihtilafa düşmüştür.[19] Bir topluluk O’nun hicrî 255 yılında dünyaya geldiğine inanmış ve şu ana dek O’nun var olduğuna inanmayı sürdürmüş, başka bir grup ise günümüze kadar bunu inkâr etmeye devam etmiştir.

 

Hz. İsa’nın yardımcıları O’nun gaybetiyle sınanmış, bir bölümü O’nun öldürüldüğüne kani olmuş, bir bölümü ise Allah’ın O’nu zalimlerin tuzaklarından kurtardığı, O’nun has öğrencileriyle iletişimde bulunduktan sonra Allah tarafından ahir zamanda zuhur etmek üzere gaybete çekildiği görüşünü benimsemiştir.

 

İmam Mehdî’nin taraftarları da O’nun gaybeti ile sınanmıştır. Bir bölümü -ki bunlar oldukça azdır- O’nun gaybette öldüğünü söylerken[20] Şiîlerin ekseriyeti ise O’nun kısa gaybetinden sonraki[21] uzun gaybetinde de hayatta olduğu görüşündedir. Bunlar Allah’ın Peygamberine vaadinin gerçekleşmesi için O’nun zuhurunu beklemektedirler.

 

İlahi hikmet ayrıca Âl-i İmrân’ın Yahya’sına -ki Allah Teâlâ O’na henüz küçük bir bebekken hikmet vermiştir- karşılık olsun diye Âl-i Muhammed’den birisinin de -Ebû Cafer Muhammed el-Cevâd- on yaşına ulaşmadan hüccet olmasını dilemiştir.

 

İlahi hikmet Hz. Muhammed’in vasilerinin on iki kişi olmasını, Allah’ın Peygamberine vaadinin on ikincisi olan Mehdî’nin (a.s.) eliyle gerçekleşmesini, O’nun risâletine inanan müminlerin bütün yeryüzüne varis olmasını dilemiştir.

وَلَقَدْ كَتَبْنَا فِي الزَّبُورِ مِن بَعْدِ الذِّكْرِ أَنَّ الاَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِىَ الصَّالِحُونَ

 

“Andolsun zikirden sonra Zebûr’da da ‘Yeryüzüne salih kullarım varis olacaktır’ diye yazmıştık.”

 

Ayrıca ilahî hikmet bu vaadin Allah’ın Hz. Mûsâ’ya ve İsrailoğullarına vadettiği Filistin ve dolaylarına varis olmayı, vasilerinden on ikincisi olan Hz. Dâvûd’un eliyle tahakkukuna nazire olmasını dilemiştir.

 

İlahi hikmet Hz. Mûsâ’nın vasilerinin kendisinden sonra kardeşi ve veziri Hz. Hârûn’un zürriyetinden -ki bunlar Âl-i Hârun’dur- olmasına nazire olsun diye Hz. Muhammed’in vasilerinin çoğunun; kardeşi, veziri ve vasilerinden ilki olan Hz. Ali’nin (a.s.) neslinden gelmesini dilemiştir.[22]

 

 

İslam’da Yönetim Hakkı Kime Aittir?

 

İslam, ahkâmının icrasını Müslümanlara Kıyamet kopana dek eda etmeyi vacip kılmıştır. Yöneticilerin belirli bir sayı ile sınırlandırılmaması da, toplum içinde bu makamı işgal edecek bireylerin ve yönetime ehil olan kimselerin niteliklerinin belirlenmesi de oldukça doğaldır. İlahî kanun bunu açıkça belirlemiştir.     

 

Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır:

إِنَّا أَنزَلْنَا التَّوْرَاةَ فِيهَا هُدًى وَنُورٌ يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذِينَ أَسْلَمُوا لِلَّذِينَ هَادُوا وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالأَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُوا مِنْ كِتَابِ الله وَكَانُوا عَلَيْهِ شُهَدَاءَ

 

“İçinde hidayet ve nûr bulunan Tevrat'ı, elbette biz indirdik. Müslüman olan peygamberler, Yahudiler hakkında hükmederler, kendilerini Allah’a vermiş Rabbânîler, âlimler de Allah'ın kitabını korumakla görevlendirildiklerinden (onunla hüküm verirler) ve onun Allah'ın kitabı olduğuna şahitlik ederlerdi.”[23]

 

Bu âyet âlimlerden üç grubun ilahî kitabın hükümlerini beyan edeceği ve onu topluma uygulayacağı şeklinde bir nazariyeyi ifade etmektedir. Bunlar da şu kişilerdir:

  • Peygamberler
  • Rabbânîler
  • Ahbâr

 

Bu, sadece Tevrât’a özgü bir durum da değildir. Aksine bir şeriatı olan bütün ilahî kitaplar için geçerlidir.

 

Ahbâr’dan kasıt vasîlerin hadislerini rivayet eden fakihlerdir.

 

Bu âyet-i kerimenin ışığında şunu söyleyebiliriz: Toplumu yönetme hakkı olanlar; peygamber, ondan sonra vasi ve ondan sonra da yeterli donanıma sahip adil bir fakihtir.

 

Kur’ân ve Sünnet’te geçen açık ifadeler Hz. Muhammed’in (s.a.a.) ümmeti arasında da Rabbânî ve Ahbar konumunda kimselerin bulunduğuna işaret etmektedir.

عن أبى عبد الله (عليه السلام) قوله :

« ان مما استحقت به الإمامة التطهير والطهارة من الذنوب والمعاصي الموبِقة التي توجب النار ، ثم العلم المكنون بجميع ما تحتاج إليه الأمة حلالها وحرامها والعلم بكتابها خاصه وعامه والمحكم والمتشابه ودقائق علمه وغرائب تأويله وناسخه ومنسوخه

قلت : وما الحجة بأن الإمام لا يكون إلا عالما بهذه الأشياء التي ذكرت ؟

قال : قول الله فيمن أذن لهم بالحكومة وجعلهم أهلها (انا أنزلنا التوراة فيها هدىونور يحكم بها النبيون الذين اسلموا للذين هادوا والربانيون) فهذه الأئمة دون الأنبياء الذين يؤتون الناس بعلمهم

 

Muhaddis Bahrânî el-Burhân tefsirinde Ayyâşî’den, o Ebû Amr ez-Zübeyrî’den, o da Ebû Abdullah es-Sâdık’tan şöyle rivayet etmektedir:

 

İmamlığı hak ettiren hususların başında temizlik, insanın ateşe girmesini gerektiren günahlardan arınmış olmak, aydınlatıcı -bir nüshada gizli- bilgileri, ümmetin ihtiyaç duyduğu tüm helâl ve haramı; Allah’ın kitabını, özel ve genel nitelikli ifadelerini, muhkem ve müteşâbihini, ilmî inceliklerini, insanlara garip gelen tevillerini, nasih ve mensuhunu bilmek gelir.

 

Ebû Amr der ki; ‘‘İmamın bu söylediğin şeyleri bilmesinin zorunlu olduğunun kanıtı nedir?’’ diye sorunca O ‘‘Bu konuya ilişkin kanıtım, Allah’ın kendilerine yönetme yetkisini verdiği, kendilerini yöneticiliğe ehil gösterdiği kimselere yönelik şu ifadesidir: ‘İçinde hidayet ve nûr bulunan Tevrat'ı, elbette biz indirdik. Allah’a teslim olan peygamberler, Yahudiler hakkında hükmederler, kendilerini Allah’a vermiş Rabbânîler, âlimler de Allah'ın kitabını korumakla görevlendirildiklerinden (onunla hüküm verirler)’’ buyurdu. “Burada sözü edilen Rabbânîler, peygamberlerden aşağı bir konumda olan imamlardır. Onlar sahip oldukları bilgilerle insanları eğitirler”.[24]

 

Âyette geçen ‘‘Ahbar’’ ise, Rabbânîlerden aşağı bir konumda olan âlimlerdir. Ardından Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘‘Allah'ın kitabını korumakla görevlendirildiklerinden ve onu gözetip kolladıklarından.’’ Dikkat edilirse, Allah Teâlâ ‘‘Onu yüklendiklerinden’’ şeklinde bir ifade kullanmamıştır.[25]

 

Rivayetin Şerhi

 

İmam’ın (a.s.) “İmamlığı hak ettiren hususların başında temizlik… aydınlatıcı -bir nüshada gizli- bilgiler…” buyruklarında geçen İlmü’l-Meknun (bir nüshada gizli olarak bulunan bilgiler) ‘‘ihtilaftan korunmuş gizli bilgi’’ demektir. Bu Allah Teâlâ’nın إِنَّهُ لَقُرْآَنٌ كَرِيمٌ  فِي كِتَابٍ مَكْنُونٍ /Kuşkusuz o, değeri çok yüce Kur’ân’dır. (Aslı) korunmuş bir kitaptadır.”[26] buyruklarına benzemektedir.

 

İmam’ın muradı ise şudur: Özel ilahî imâmet şu iki şeyle gerçekleşir.

  • Günahların küçüklerinden ve büyüklerinden arınmışlık,
  • Ümmetin ihtiyaç duyduğu şeylerin tamamına hatadan ve ihtilafta korunmuş bir bilgi ile cevap vermek.

 

Bunların ikisi de Allah’ın lütfu olup O, bunu kullarından dilediğine verir.

 

İmam’ın “Allah’ın kendilerine yönetme yetkisini verdiği, kendilerini yöneticiliğe ehil gösterdiği kimseler…” buyruğuna gelince Allah’ın kendilerine yönetme izni verdiği kimselerin üç grup olduğuna işaret etmektedir. Bunlar şu üç gruptur:

  • Nebiler
  • Kendilerini Allah’a vermiş Rabbânîler
  • Ahbâr.[27]

 

İmam’ın “Burada sözü edilen Rabbânîler, peygamberlerden aşağı bir konumda olan imamlardır” buyruğuna gelince ise, âyette geçen Rabbânîlerden kastın ilahî imamlar olduğuna işaret etmektedir. Bu grup, hatadan korunmuş ilim sahipleri, günahlardan arınmış[28] ve haklarında nas bulunan kimselerdir. Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurmaktadır:

وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الكِتَابَ فَلاَ تَكُنْ فِي مِرْيَة مِّن لِّقَائِهِ وَجَعَلْنَاهُ هُدًى لِّبَنِي إِسْرَائِيلَ، وَجَعَلْنَا مِنْهُمْ أَئِمَّةً يَهْدُونَ بِأَمْرِنَا لَمَّا صَبَرُوا وَكَانُوا بِآيَاتِنَا يُوقِنُونَ

 

“Andolsun biz Mûsâ’ya kitabı vermiştik; ona kavuşma hakkında şüphen olmasın ve biz onu İsrâiloğulları için kılavuz yapmıştık. Sabredip âyetlerimize kesin olarak iman ettikleri zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yolu gösteren imamlar çıkardık.”[29]

 

Âyette işaret edilen Hz. Mûsâ’dan (a.s.) sonraki İsrâîloğullarının imamlarına gelince bunlar iki bölümdür:

  • Hz. Dâvûd, Hz. Süleymân, Hz. Zekeriyyâ, Hz. Yahyâ ve Hz. İsâ (a.s.) gibi nebiler ve resûller.
  • Nebi olmayan, ancak masum olan ve haklarından nas bulunan âlimler. Bunlar da Âl-i Hârûn, Tâlût,[30] Hz. Süleymân’ın adamı[31] gibilerdir. Bunlar ele aldığımız mevzu ile bağlantılı olan Mâide Sûresi’nin 44. âyetinde işaret edilen Rabbânîlerdir. Onların bu ümmet içinde de benzerleri vardır.

 

İmam Bâkır (a.s.) bu âyetin tefsirinde şöyle buyurmaktadır:

 

“Bu âyet bizim hakkımızda nazil olmuştur.”[32]

 

İmam’ın buradaki muradı şudur: Âyet önceki ümmetlerdeki Ehl-i Beyt İmamlarının benzerlerini zikrederek onların makamlarını beyan etmek için nazil olmuştur.

 

İmam Bâkır’ın (a.s.) bu tefsiri âyetin bâtın kısmı kategorisine girmektedir.

 

Fudayl b. Yesâr, İmam Bâkır’a (a.s.) مافي القرآن آية الا ولها ظهر وبطن / Kur’ân’da hiçbir âyet yoktur ki, bir zâhiri bir de bâtınî anlamı olmasın” rivayetini sorunca İmamظهره تنزيله وبطنه تأويله/ Kur’ân'ın zâhiri indirilişidir (tenzil). Bâtını da tevilidir” buyurarak bâtının ne anlama geldiğini açıklamıştır.

مهران عن ابي جعفر (عليه السلام) إيضا قال: " ظهر القرآن الذين نزل فيهم وبطنه الذين عملوا مثل اعمالهم

 

“Mihrân ise Ebû Cafer el-Bâkır’dan şöyle rivayet etmektedir: Kur’ân’ın zâhiri âyetlerin haklarında indiği kimselerdir. Bâtını ise onların amellerinin bir benzerini işleyenlerdir.”[33]

 

İmam’ın (a.s.) “Dikkat edilirse, Allah ‘Onu yüklendiklerinden’ şeklinde bir ifade kullanmamıştır” buyruğunda ise âyette geçen ‘‘istihfaz’’ kelimesinden muradın sadece ilmi taşımak olmadığına, ilmi yüklenmek, onu amelî olarak zayi etmemenin murat edildiğine işaret etmektedir. Bu husus ise daima peygamberler ve Rabbânîler için söz konusu olabilir. Bu grupların dışında kalan kişiler için her zaman gerçekleşmez. Dolayısıyla diğer kişiler Allah’ın hadlerini/hükümleri bildikleri halde amelî olarak onu zayi edebilirler.

 

Şûra Meselesi

 

Şûra konusuyla bağlantılı olan şeylere gelince, bunlar dört şekilde tasavvur edilebilir:

  • Hz. Resûlullah’tan (s.a.a.) sonra Masum Hüccet’in tanınması için şûrâya başvurmak. Hiç kuşkusuz şûrâ, bunun için elverişli değildir.
  • Hz. Resûlullah (s.a.a.) tarafından nasla belirlenen On İki Hüccet döneminde yönetime en çok layık olanın kim olduğunu teşhis edebilmek için şûrâya başvurmak. Bu hiç kuşkusuz Hz. Resûlullah (s.a.a.) döneminde bâtıl olduğu gibi bu zamanda da bâtıldır. Çünkü yönetim -nebi ya da vasi olsun- İlahî hüccetlerin hususiyetlerindendir. Ümmete düşen ona biat etmek ve ondan başkasına biat için el uzatmamaktır. Hiç kuşkusuz bu iki konu çerçevesinde yapılacak şûrâ bütün zaman ve zeminlerdeki Şia’nın reddettiği şeylerdendir.
  • Gaybet-i Kübra döneminde fakihler arasında yönetime en layık olanı teşhis etmek için şûra. Bu mesele de kadim dönem Şiî âlimleri nezdinde araştırılmış bir konu değildi. Çünkü onlar böyle bir sorunla karşı karşıya kalmamışlardı. Muhaddislere gelince ise bir bölümü bu konuyu araştırıp bu görüşü benimsemişlerdir.[34]
  • Şûra; savaşın keyfiyeti ve diğer konularda olduğu üzere genel yürütme işlerinde halkı buna dâhil etme.

 

Bu şûra hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى الله إِنَّ الله يُحِبُّ المُتَوَكِّلِينَ

 

“İş hakkında onlara danış, karar verince de Allah’a güven, doğrusu Allah kendisine güvenenleri sever.[35][36]

 

Bütün bu açıklamalar ışığında “Şia ne şûrâya inanıyor ne de seçime” şeklinde iddiada bulunanların bu sözlerinin mutlak olarak doğru olmadığı, aksine yukarıda da geçtiği üzere detaya gidilmesi gerektiği anlaşılıyor.

 

 

Biat Meselesi

 

Bu konu çerçevesinde biat meselesine de işaret edilmesi yerinde olacaktır. Şia bu konuda şöyle demektedir:

 

Biat yardım ve yönetimin ikame edilmesi üzere şerî bir ahittir. Ancak biat edilmesi sahih olan kimseye biat edilebilir.[37]

 

Bu kişiler de Hz. Peygamber, sonra vasî, Gaybet-i Kübra döneminde de adil fakihtir.

عن الرضا (عليه السلام) عن آبائه ان عليا (عليه السلام) قال :

« ان فلانا وفلانا (يريد ابابكر وعمر) أتياني وطالباني بالبيعة لمن سبيله ان يبايعني

 

“Şeyh Tûsî Emâlî’sinde kendi isnad zinciri ile İmam Rızâ (a.s.) kanalıyla atalarından şöyle rivayet etmektedir:

 

Ali (a.s.) şöyle buyurdular: Falanca ve filanca (Ebû Bekir ve Ömer) yanıma gelerek, bana biat etmeleri gerekenlerin biatını istediler.”[38]

 

Şeyh Râzî Âl-i Yâsîn şöyle der:

 

İnsanlar Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) nas ve buyruklarına uygun birisine biat etmelidirler ve İmâmiyye bundan başkasına biatı sahih saymaz.[39]

 

Yine o şöyle der:

 

Nasla belirlenmiş bir imama biat etmek ve ona boyun eğmek insanlara farz olduğu gibi, yardımcıları olması durumunda ilahî hüccetin tamamlanması için imamın da bu biatı kabul etmesi sorumluluğundan kaçamayacağı şerî bir vazifedir… Bu şartın mevcudiyeti durumunda İmam’ın şerî vazifeden kaçma olasılığı yoktur.[40]

 

Şehid Sadr (r.a.) şöyle der:

 

Masum bir komutana biat etmenin şerî açıdan zorunlu oluşunda herhangi bir kuşku bulunmamaktadır.[41]

 

Seyyid Mahmûd el-Hâşimî şöyle der:

 

İnsanlar adaleti ikamet etmekle yükümlüdürler. Onların bu sorumluluklarından ötürü Allah tarafından atanan komutana biat etmeleri ve atanan komutana adaleti ikame etmesi için imkân sağlamaları gerekir. İşte bu da ümmetin sorumluluğudur. Çünkü İslam’ın siyasî alandaki aslî ilkelerinden biri Allah tarafından atanan veliyyü’l-emre veya özel bir şekilde onun velisine yahut da bilinen belirli niteliklere ve şartlara haiz kimselere biat etmektir. Nitekim bu hususa, fakihler nezdinde “el-Kaziyyetü’l-Hakikiyye” denir. Biz biat ile her ne kadar bu övülmüş ve gerekli olsa da biatin şeklî boyutunu kastetmemekteyiz. Biz bu komutanın/liderin adaleti ikame etmesi ve insanlar arasında yönetime dayalı rolünü yerine getirmesi için ona itaatin gerekli olduğunu kastetmekteyiz. Ancak bu da biat ve lidere itaati ikrar etmekle gerçekleşir.[42]

 

Seyyid Murtazâ Askerî ise şöyle der:

 

Biata duyulan ihtiyaç İslamî hükümlerin icra edilmesi içindir. İmam (a.s.), hükümleri yürürlüğe koymak için yardımcılara ihtiyaç duymaktadır… Bütün insanların bunu taahhüt etmesi şart değildir. İslamî hükümleri yürürlüğe koyacak sayıda insanın bunu taahhüt etmesi yeterlidir.[43]

 

Yine o, Kûfe ahalisinin mektuplarının biatın itibarı için yeterliliği konusunda yöneltilen bir soruya şöyle cevap vermiştir: Evet, yeterlidir. Ancak biat Müslim b. Akîl’in Kûfe’ye gitmesinden sonra gerçekleşmiştir. Şöyle ki Kûfelilerin mektupları Müminlerin Emiri’nin “İmam, yardımcının var olması halinde hücceti ikamet etmek…” şeklindeki sözüne uygun düşmektedir… Buna göre Müslüman cemaatin talebine ‘‘lebbeyk’’ demek imamın yerine getirmesi gereken bir sorumluluktur. Beri taraftan Kûfe, Şam gibi ordu merkeziydi. Kûfelilerin İmam’a mektup göndermeleri İmam’ın onların talebine icabet etmelerini gerektirmektedir. Şerî açıdan da onların taleplerine icabet edilmesi bir zorunluluktu.[44]

 

Ben derim ki; Masum Zat’a yapılan bu vacip biatin Masum Zat’ın yönetim hakkının inşasında bir rolü bulunmamaktadır. Çünkü bu konudaki hak, yukarıda geçtiği üzere nas ile sabittir. İnsanların biatı, O’nun adaleti ve hadlerin icrasını yerine getirmesi noktasında sadece işlevsel bir rol oynar.

 

Seyyid Kâzım el-Hâirî ise şöyle der:

 

Masum (a.s.), Allah’ın teşrii ile velâyetü’l-emr ve hükümet yetkisine sahip olsa da mucizevi bir zorlama ile yönetim hakkını onlara karşı kullanma hakkına sahip değildir. Nitekim ümmet; namaz ve oruç gibi diğer hükümlerde de mucizevî zorlamaya tâbi tutulamaz. Yoksa elde edecekleri sevap bâtıl olur. Zira insanlar hür ve özgür iradeye sahip bir donanımla yaratılmışlardır. Hatta Masum Zat’ın doğal yollardan iktidara ulaşması gerekmektedir. Açıktır ki yönetim makamına doğal yollarla ve mucize kanalını kullanmadan ulaşmak, kendisine yardım edecek bir grup insanın bulunmasına bağlıdır. Masum Zat kendisine yardım etme taahhüdünde bulunan, cihadında ve yönetime dayalı diğer işlerinde kendisiyle birlikte çalışacak, ümmet içinde yeterli sayıda bir gruptan biat almalıdır. Onlar olmaz ise, Masum Zat yönetimi gerçekleştirmek için mucize yoluna başvuramayacağından, beşerî kuvvetiyle acze düşer.[45]

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 



[1] Şûra, Sayı No: 10, s. 19.

[2] Bu imâmetin sonucu şudur:

  • Allah Teâlâ, bir kimsenin amelini ilahî hüccetin söz, fiil ve takrirlerine uygun olmadığı müddetçe kabul etmez.
  • Yine şefaat de bu imâmetin sonuçlarındandır. Hz. Resûlullah’ın şefaatine nail olabilmek O’nun sünnetine uymaya bağlıdır.
  • Allah Teâlâ bu makamın sahibinin elleriyle harikulade olaylar gerçekleştirir.

[3]عن محمد بن مسلم قال: سمعت أبا عبد الله عليه السلام يقول: الأئمة بمنزلة رسول الله صلى الله عليه وآله إلا أنهم ليسوا بأنبياء ولا يحل لهم من النساء ما يحل للنبي صلى الله عليه وآله فأما ما خلا ذلك فهم فيه بمنزلة رسول الله صلى الله عليه وآله.”

Muhammed b. Müslim şöyle rivayet etmiştir:

Ebû Abdullah’ın (a.s.) şöyle dediğini duydum: İmamlar Resûlullah’ın (s.a.a.) misyonuna sahiptirler, şu kadarı var ki, onlar nebilerden değildir. Nebi için helal olan kadınlar (dört kadından fazlasıyla evlenmek), onlara helal değildir. Bunun dışında Resûlullah'ın misyonunu olduğu gibi taşırlar.

Kuleynî, el-Kâfî, c. 1, s. 270. Babun fi Enne’l-Eimmete bimen yüşebbihune mimmen meda ve kerâhiyete’l-kavli, Hadis No: 7.

[4] Bkz: Kadı Abdülcebbâr, el-Muğnî, c. 20, 1. Kısım, s. 36, 39, 89-90. Kadı Abdülcebbâr bu bölümde Şia’nın İmamlarına Allah’ın hüccetleri nazarıyla baktığına işaret etmektedir.

Ayrıca bkz: Seyyid el-Murtaza, eş-Şâfî fi’l-İmâmet, c. 1, s. 309-310; Şeyh Müfîd, el-Cemel, s. 73-74; Allâme Hıllî, Envârü’l-Melekût fi Şerhi Yâkûti’l-Kelâm li İbrahim b. Nevbaht, s. 204.

[5] Yazar (Ahmed el-Kâtib), Hişâm b. el-Hakem’in yönetim anlamındaki imâmet hakkında münazara ettiğini söylemektedir. Hişâm’ın münazarada kullandığı cümleler ise, okuyucunun da gördüğü gibi söz, fiil ve takrirleri kanıt, düşünsel ve fıkhî ihtilaflarda merci olan Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) makamıyla bağlantılıdır.  

[6] Hişâm’ın bu sözü İmam Sâdık’tan (a.s.) meşhur olarak aktarılan rivayete işaret etmektedir. İmam Sâdık (a.s.) babalarının kitaplarına istinaden birtakım vuku bulacak olaylardan haber vermiştir. İmam’ın yaşadığı dönemde Hz. Hasan’ın (a.s.) soyundan iki kişinin hareketlerinin ve kıyamlarının akıbeti hakkında verdiği haberler ile onlardan hiçbirisinin yönetici olamayacağına dair ihbar-ı gaybîleri hep bu kategoridendir. Bunlar Hz. Fâtıma’nın (a.s.) Mushafı’nda geçmektedir. Usûlu Kâfî, c. 1, s. 242; Basâirü’d-Derecât, s. 169-170.

Bu son haber Muallâ b. Huneys’tendir.

عن ابن خنيس قال كنت عند أبي عبد الله (عليه السلام) إذ أقبل محمد بن عبد الله بن الحسن فسلم عليه ثم ذهب، ورق له أبو عبد الله (عليه السلام) ودمعت عينه، فقلت له: لقد رأيتك صنعت به ما لم تكن تصنع، قال: رققت له لأنه ينسب في أمر ليس له، لم أجده في كتاب علي من خلفاء هذه الأمة ولا ملوكها.”

Mualla b. Huneys’ten şöyle rivayet edilmektedir: Ben Ebû Abdullah’ın yanında bulunduğum bir esnada Muhammed b. Abdullah b. Hasan çıkageldi. Selam verip gitti. Ebû Abdullah es-Sâdık (a.s.) ona karşı merhamet duygularıyla doldu, gözlerinden yaşlar süzüldü.  Ben de bunun üzerine kendisine ‘‘Seni bundan önce hiç yapmadığın bir şeyi yaparken görüyorum’’ deyince ‘‘Ona karşı rikkatle dolup taştım. Çünkü o kendisine nasip olmayacak bir hususu talep etmektedir. Ali’nin (a.s.) Kitabı’ndaki bu ümmetin halifeleri ve melikleri arasında onun ismini görmemiştim” buyurdu. Basâirü’d-Derecât, c. 1, s. 188, Babun fi’l-Eimmeti indehumü’l-Kütübülleti fiha Esmâü’l-Mulûkillezi Yemlikune, Hadis No: 2.

Mekâtilü’t-Tâlibiyyîn (s. 206) adlı eserde ise şöyle geçmektedir:

İmam Sâdık (a.s.), Abdullah b. Hasan’a ‘‘Bu iş ne senin eline geçecektir ne de iki oğlunun eline. Bu iş şuna (yani Seffâh’a), sonra Mansûr’a ve onun da ardından oğullarına geçecektir. Onlar çocukları emir edinceye ve kadınlarla da istişare edinceye kadar bu yönetim işi ellerinde kalacaktır’’ dedi. Bunun üzerine Abdullah ‘‘Ey Cafer! Allah Teâlâ seni gayba muttali kılmış değildir’ deyince İmam Sâdık (a.s.) ‘‘Hayır, vallahi, ben senin oğluna haset ediyor değilim. Şu -yani Ebû Cafer- onu Ehcârü’z-Zeyt’te öldürecektir. Sonra da kardeşini Tufûf’da atının ayakları suya batmış bir haldeyken öldürecektir’’ buyurdu.

İmam Sâdık’ın bu ihbarı insanlar arasında şöhrete kavuştu.

Bkz: Târihü’t-Taberî, c. 7, s. 598 ve 600; Makâtilü’t-Tâlibiyyîn, s. 347; İbn Haldûn, Mukaddime, s. 595.

Yeri gelmişken şuna değinmek de gerekiyor. İmam’ın gayba ilişkin bilgisi sadece miras olarak aldığı söz konusu kitapları okumasından kaynaklanmıyor. O aynı zamanda Allah’ın izniyle meleklerin kendileriyle konuştuğu bir muhaddesti. (el-Kâfî, c. 1, s. 270.) 

Bunun yanı sıra İmam Sâdık (a.s.) Ruhu’l-Kuds ile müeyyed olup onun vasıtasıyla Arş’ın ve toprağın altındaki her şeyi biliyordu. (el-Kâfî, c. 1, s. 272.)

[7] Kuleynî, el-Kâfî, c. 1, s. 171, Babü’l-İztırarı ile’l-Hüccet, Hadis No: 4.

[8] el-Kâfî, c. 1, s. 177, Bâbun enne’l-Hüccete la Takumu lillahi alâ Halkihi illa bi İmamin, Hadis No: 1.

[9] A.g.e., c. 1, s. 178, Bâbun enne’l-Erda la Tahlu min Hüccetin, Hadis No: 3.

[10] A.g.e., c. 1, s. 178, a.g.b., Hadis No: 2.

[11] Kuleynî el-Kâfî’de Büreyd el-İclî’den şöyle rivayet etmektedir:

“Ebû Cafer el-Bâkır (a.s.) Allahu Teâlâ’nın ‘Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Resûl’e ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin’ (Nisâ, 59) buyruğu hakkında şöyle demiştir: Burada sadece biz Ehl-i Beyt İmamları kastedilmişiz. Bütün müminlere, kıyamet gününe kadar bize itaat etmelerini emretmiştir.”

Tefsîrü Furât el-Kûfî’de Hüseyin’den şöyle rivayet edilmektedir:

Allah Teâlâ’nın ‘‘Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Resûl’e ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin.’ (Nisâ, 59) buyruğu hakkında Ebû Cafer el-Bâkır’a sordum. O ‘‘Fıkıh ve ilim sahibi olan kimselerdir’’ buyurdu. Biz ‘‘Bu hass mıdır yoksa âmm mıdır?’’ diye sorunca O ‘‘sadece bize özgüdür’’ buyurdu.

Yine aynı eserde ondan şöyle rivayet edilmiştir:

Bu ayette söz konusu edilen Ulu’l-Emr, Âl-i Muhammed’dir.  (Tefsirü Furâti’l-Kûfî, s. 108, Tahkik: Muhammed el-Kâzım, 1410.)

Allah’ın emrettiği velâyet, Âl-i Muhammed’in velâyetidir, dedikten sonra Allah Teâlâ’nın ‘‘Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Resûle ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin’’ (Nisâ, 59) buyruğunu zikretmektedir. (el-Kâfî, c. 1, s. Deâimü’l-İslâm, Hadis No: 2 ve 9.)

Kuleynî Hüseyin b. Ebu’l-A'lâ’dan şöyle rivayet etmiştir:

Ebû Abdullah es-Sâdık’a (a.s.) bizim, ‘‘vasîlere itaat etmek farz kılınmıştır’’ şeklindeki görüşümüzü hatırlattım. Kendisi ‘‘Evet, vasîlere itaat etmek farzdır. Allah Azze ve Celle, onlar hakkında şöyle buyurmuştur: ‘Allah'a itaat edin, Resûl’e ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin’ (Nisâ, 59) Onlar Allah Azze ve Celle'nin şu ifadelerle işaret ettiği kimselerdir: ‘Sizin veliniz ancak Allah, Resûl’ü ve iman edenlerdir...’ (Mâide, 55)’’ (el-Kâfî, c. 1, s. 189 Babu Fardi Taati’l-Eimme, Hadis No: 16.)

Ben derim ki; bütün bu nasların ışığında âyette geçen ‘‘Ulu’l-Emr’’in özel bir terim olduğu ve Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.)  On İki Vasîsi’nin kastedildiği vuzuha kavuşuyor.

[12] A.g.e., c. 1, s. 186, Babu Fardi Taati’l-Eimme, Hadis No: 3.

[13] A.g.e., c. 1. S. 186, Babu’l-İşâreti ve’n-Nassi alâ Ebî Cafer es-Sânî, Hadis No: 10.

[14] Bakara, 124.

[15] Enbiyâ, 73.

[16] Hadîd, 26.

[17] Âl-i İmrân, 33-34.

[18] Kitabu’l-Mukaddes’in Yeşaya Kitabı’nda (7-14) şöyle geçmektedir:

Rab size bir âyet verecek. İşte şu bakire, hamile kalacak, bir çocuk dünyaya getirecek ve ismi de ‘‘İmmanuel’’ olacaktır.

‘‘İmmanuel” aslen İbranice bir sözcük olup “Rab bizimledir” anlamına gelmektedir. Açıktır ki bu pasaj bir erkekle münasebette bulunmaksızın hamile kalan Hz. Meryem’e (a.s.) işaret etmektedir. Hz. İsa’yı dünyaya getirince Allah Teâlâ İsa’ya ‘‘Annen ve Benî İsrâil için bir ayet olasın diye beşikte iken konuş!’’ diyerek annesini teyit etmiştir. Bütün bunlara rağmen Yahudilerden büyük bir grup bunu yalanlamış ve Mesih-i Muntazar’ın bakireden viladetini günümüze dek inkâr etmişlerdir.   

[19]عن أبي الطفيل عن علي (عليه السلام) عن النبي (صلى الله عليه وآله) قال: (لو لم يبق من الدهر إلا يوم، لبعث الله رجلا من أهل بيتي يملؤها عدلا كما ملئت جورا

Ebû Dâvûd Sünen’inde Ebü’t-Tufeyl kanalıyla İmam Ali’den, Resûlullah’ın (s.a.a.) şöyle buyurduğunu rivayet edilmiştir:

Dünyanın ömründen sadece bir gün kalsa bile, Allah benim Ehl-i Beyt’imden bir adam gönderecek, O, dünyayı, zulümle dolduğu gibi, adaletle dolduracaktır.

عن أم سلمة قالت: سمعت رسول الله (صلى الله عليه وآله) يقول: المهدي من عترتي من ولد فاطمة

Ümmü Seleme’den ise şöyle rivayet edilmiştir:

Ben Resûlullah’ın (s.a.a.) şöyle buyurduğunu işittim: Mehdî benim ailemden, Fâtıma'nın evladındandır.

(Ebû Dâvûd, Sünen, c. 2, s. 422, 1. Baskı.)

[20] Bu konu hakkındaki açıklamalar ‘‘Birinci Şüphe’’ bölümünde geçmişti. Şeyh Müfîd el-İrşâd’da ve Şeyh Tûsî de el-Gaybet’te diğer görüşlere değinmişlerdir. Bu görüşlerin ashabı inkıraza uğramıştır.

[21] Fazl b. Hasan et-Tabersî (r.a.) İlâmü’l-Verâ adlı eserinde şöyle der:

Gaybet haberleri Hz. Hüccet’in zamanından önce, hatta babasının ve dedesinin zamanından önce rivayet edilmiş, Şia’nın muhaddisleri telif ettikleri eserlerde bu hadisleri İmam Bâkır ve İmam Sâdık dönemlerinde ölümsüzleştirmiş, bunları Hz. Peygamber’den ve Ehl-i Beyt İmamlarından birer birer rivayet etmişlerdir. Bunun inkâr edilmesi mümkün de değildir. Şia’nın sika muhaddisleri ve musanniflerinden olan Hasan b. Mahbûb ez-Zerrâd bunlardandır. O Şia’nın asıllarından (usûl) olan Kitâbü’l-Meşîhât’ı tasnif etmiştir. Bu kitap Müzenî ve benzerlerinin kitabından daha meşhur olup gaybetten yüz yılı aşkın bir süre önce kaleme alınmıştır.

عن إبراهيم الخارقي عن أبي بصير عن أبي عبد الله (عليه السلام) قال: قلت له كان أبو جعفر (عليه السلام) يقول لقائم آل محمد غيبتان واحدة طويلة والأخرى صغيرة قال: فقال لي نعم يا أبا بصير إحداهما أطول من الأخرى ثم لا يكون ذلك (يعني ظهوره) حتى يختلف ولد فلان ويظهر السفياني ويشتد البلاء” 

O, İbrâhim el-Hârikî’den; o da Ebû Basîr’den şöyle rivayet etmektedir:

Ben Ebû Abdullah es-Sâdık’a (a.s.) ‘‘İmam Ebu Cafer el-Bâkır’ın (a.s.) ‘Âl-i Muhammed’in Kâim’inin iki gaybeti vardır. Biri uzun, diğeri de kısadır’ buyurduğunu arz ettim. İmam Sâdık bana cevaben ‘Evet, ey Ebû Basîr! O iki gaybetten birisi diğerinden daha uzun olacaktır. Falanca oğulları birbirine kılıç çekip de Süfyânî de zuhur edinceye ve belâlar çoğalıncaya kadar O’nun zuhuru gerçekleşmeyecektir’ buyurdu.  El-Meşîhât, s. 416.

عن أبي بصير عن جعفر بن محمد عن آبائه (عليهم السلام) قال قال رسول الله (صلى الله عليه وآله) المهدي من ولدي اسمه اسمي وكنيته كنيتي أشبه الناس بي خلقا وخلقا تكون له غيبة وحيرة حتى تضل الخلق عن أديانهم فعند ذلك يقبل كالشهاب الثاقب فيملأها قسطا وعدلا كما ملئت ظلما وجورا

Şeyh Sadûk, İkmâlü’d-Dîn’de, Sa’d b. Abdullah, Abdullah b. Cafer el-Himyerî ve Muhammed b. Yahya el-Attâr’ın hepsinden rivayet etti. Onlar dediler ki; bize Ahmed b. Muhammed b. İsa, İbrahim b. Hâşim, Ahmed b. Ebî Abdullah el-Berkî ve Muhammed b. Hüseyin b. Ebi’l-Hattâb rivayet ettiler ve dediler ki; bize Ebû Ali Hasan b. Mahbûb es-Serrâd, Dâvûd b. Husayn’dan o Ebû Basîr’den, o da Cafer b. Muhammed (a.s.) kanalıyla babalarından şöyle rivayet etti:

Hz. Resûlullah (s.a.a.) şöyle buyurdular: Mehdî benim evladımdandır; O’nun ismi benim ismim, künyesi de benim künyemdir; ahlak ve yaratılış olarak da insanların en çok bana benzeyenidir. O’nun bir gaybeti ve hayreti olacaktır. Nihayet insanlar dinleri hususunda dalalet içinde olacaklardır. İşte o esnada O (a.f.) parlak bir yıldız gibi ortaya çıkacak, yeryüzü zulüm ve haksızlıkla dolduğu gibi onu adalet ve eşitlikle dolduracaktır.

İkmâlü’d-Dîn, s. 287; Bihârü’l-Envâr, c. 51, s. 72.

[22] Âl-i Muhammed ile Âl-i İmran, Âl-i Hârûn ve geçmiş ümmetlerdeki ilahî hüccetler arasındaki bu benzerlik dikkati calip bir meseledir. Allahu Teâlâ bu öğretileri Ehl-i Beyt İmamlarının hareketinin hakkaniyetine bir alamet kılmıştır. Özellikle de bünyesinde İmam Mehdî’nin gaybetini barındıran Ehl-i Beyt’in (a.s.) tarihini, geçmiş ümmetlerin ilahî hüccetlerinin hareketlerinin tarihsel gerçeklikleri ile mukayese etmek kolaydır. Nitekim eldeki Tevrat ve İncil ayetlerine uyan Kur’ân nasları bulunmaktadır. Biz bu hususu etraflıca ele alıp bu konuya özgü bir kitap hazırladık.   

[23] Mâide, 44.

[24] Tefsîrü’l-Burhân, c. 2, s. 465, Müessesetü’l-Alemî, Beyrut, 1427.

[25] A.g.e., a.g.y.

[26] Vâkıa, 77-78.

[27] Âyette geçen Rabbânîlerden muradın İmamlar olduğuna dair delillendirme için bkz: Allâme Tabâtabâî, el-Mîzan fi Tefsiri’l-Kur’ân, c. 5, s. 371-372, Müessesetü’l-Alemî, Beyrut-1411.

[28] Yeri gelmişken şunu da belirtelim:

Hz. Peygamber (s.a.a.) döneminde, bırakalım fakihi, vasînin dahi Peygamber’in izni olmadan yönetme hakkı bulunmamaktadır. Vasîlerin varlığı döneminde de aynı durum fakihler için geçerlidir. Gaybet-i Kübra dönemine gelince ise vasîler özellikle Şiî fakihlerin hükmetmelerine izin vermiş, Şiîlerine de onlara müracaat etmelerini, başkalarına değil de onlara rıza göstermelerini vacip kılmıştır. Fakihler bu izin için İmam Sâdık’ın اجعلوا بينكم رجلا قد عرف حلالنا وحرامنا فإني قد جعلته عليكم قاضيا وإياكم ان يخاصم بعضكم بعضا إلى السلطان الجائر /Aranızdan helalimizi ve haramımızı bilen birisini atayınız. Davalaşmak için zalim sultana müracaat etmekten kaçınınız.” (Tehzîb, c. 6, s. 303) ve من كان منكم ممن قد روى حديثنا ونظر في حلالنا وحرامنا وعرف أحكامنا فليرضوا به حكما فإني قد جعلته عليكم حاكما /İçinizden kim hadisimizi rivayet ediyor, helalımıza ve haramımıza nazar ediyor ve hükümlerimizi biliyorsa onun hakemliğine razı olunuz. Çünkü ben onu üzerinize hâkim olarak atadım.” (el-Kâfî, c. 7, s. 412; Men La Yahduruhu’l-Fakih, c. 3, s. 5; et-Tehzîb, c. 1, s. 301; Vesâilü’ş-Şia, c. 18, s. 98) buyrukları ile İmam Mehdî’nin اما الحوادث الواقعة فارجعوا فيها إلى رواة أحاديثنا فانهم حجتي عليكم وأنا حجة الل/ Meydana gelen olaylarda hadislerimizi rivayet edenlere müracaat ediniz. Çünkü onlar sizin üzerinizdeki hüccetimdir. Ben de Allah’ın hüccetiyim.” (Şeyh Saduk, İkmâlü’d-Dîn, s. 483) buyruğunu delil olarak kullanmışlardır.     

[29] Secde, 23-24.

[30]وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ إِنَّ آَيَةَ مُلْكِهِ أَنْ يَأْتِيَكُمُ التَّابُوتُ فِيهِ سَكِينَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَبَقِيَّةٌ مِمَّا تَرَكَ آَلُ مُوسَى وَآَلُ هَارُونَ تَحْمِلُهُ الْمَلَائِكَةُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآَيَةً لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ

“Peygamberleri onlara ‘O’nun hükümdarlığının alâmeti, içinde Rabbinizden bir sekînet, Mûsâ ve Hârûn ailelerinin bıraktıklarından bir bakiye bulunan ve meleklerin taşıdığı tabutun (sandığın) size gelmesidir’ dedi. Gerçekten inanıyorsanız bilin ki, bunda sizin için büyük bir işaret vardır.” (Bakara, 248)

[31] قَالَ يَا أَيُّهَا الْمَلَأُ أَيُّكُمْ يَأْتِينِي بِعَرْشِهَا قَبْلَ أَنْ يَأْتُونِي مُسْلِمِينَ (38) قَالَ عِفْريتٌ مِنَ الْجِنِّ أَنَا آَتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَنْ تَقُومَ مِنْ مَقَامِكَ وَإِنِّي عَلَيْهِ لَقَوِيٌّ أَمِينٌ (39) قَالَ الَّذِي عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ أَنَا آَتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَنْ يَرْتَدَّ إِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَآَهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ قَالَ هَذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّي لِيَبْلُوَنِي أَأَشْكُرُ أَمْ أَكْفُرُ وَمَنْ شَكَرَ فَإِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِهِ وَمَنْ كَفَرَ فَإِنَّ رَبِّي غَنِيٌّ كَرِيمٌ (40)”

(Danışmanlarına dönerek) "Beyler! Onlar boyun eğerek bana gelmeden önce hanginiz o kraliçenin tahtını bana getirebilirsiniz?" diye sordu. Cinlerden bir ifrit, ‘Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm yeter, ben güvenilir biriyim’ dedi. (Bu konuya dair) kitaptan bir bilgisi olan ise, ‘Ben onu sen göz açıp kapayıncaya kadar getiririm’ diye cevap verdi. Süleyman, tahtı yanı başına yerleşmiş olarak görünce şöyle dedi: Bu, şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınayan rabbimin bir lütfudur. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, kerem sahibidir." (Neml, 38-40.)

[32] Tefsîrü’l-Ayyâşî, c. 2, s. 51, Hadis No: 1278, 1421-Tahran.

[33] el-Burhân, c. 1, s. 20.

[34] Bkz: Seyyid Kâzım el-Hâirî, Velâyetü’l-Emri fî Asri’l-Gaybeti, s. 314; Şeyh Muntazarî, Dirâsâtün fi Velayati’l-Fakîh; Seyyid Muhammed Bâkır el-Hekîm, Kitâbü’l-Hükmi’l-İslâmi beyne’n-Nazariyyeti ve’t-Tatbik, s. 108-109; Şeyh Asıfî, Velâyetü’l-Fakîh.

[35] Âl-ı İmrân, 159.

[36] Şehid Sadr, el-İslâm Yakûdu’l-Hayat, s. 162.

[37] Seyyid Murtaza el-Askerî şöyle demektedir:

İslam’a göre biat şu üç şartı barındırmalıdır.

a) Biat eden, biat etmesi doğru olan kimselerden olmalı ve kendi iradesiyle biat etmelidir.

b) Biat alan kimse de kendisine biat edilmesi sahih olan kimselerden olmalıdır.

c) Biata konu olan şey sahih olmalıdır.

Bu açıklamalarımıza göre baliğ olmayan kimsenin veya delinin biat etmesi sahih değildir. Çünkü bu ikisi İslam hükümleriyle mükellef değildirler. Aynı şekilde kendisinden zorla biat alınan kimsenin biati de sahih değildir. Çünkü biat alışveriş gibidir. Alışverişte bir şeyi sahibinden zorla alıp parasını vermek doğru olmadığı gibi, silahların gölgesi altında alınan biat da bâtıldır.

Aynı şekilde hiç çekinmeden açıkça günah işleyen, İslâm kurallarına aykırı işler yapmaktan çekinmeyen bir kişiye yapılan biat da sahih değildir. Öyleyse biat İslamî bir kavramdır ve İslam şeriatında kendisine has hükümleri vardır.  Meâlimü’l-Medreseteyn, c. 1, s. 206.

[38] Bihârü’l-Envâr, c. 28, s. 248. Buna yakın bir rivayeti İbn Ebi’l-Hadîd Şerhü Nehci’l-Belâga’da (c. 2, s. 2-5.) rivayet etmektedir:

Hz. Ali’ye “Biat et” denilince O cevaben onlara şöyle dedi: “Ben bu işe sizlerden daha çok hak sahibiyim. Ben sizlere biat edecek değilim. Doğrusu, sizin bana biat etmenizdir.”

[39] Sulhu’l-Hasan, s. 54.

[40] A.g.e., s. 60.

[41] El-İslam Yakudu’l-Hayat.

[42] Masdarü’t-Teşri ve Nizâmü’l-Hükmi fi’l-İslam, s. 20.

[43] el-Cihad Gazetesi, yıl: 1995, Sayı No: 700.

[44] A.g.e., a.g.s.

[45] Sekaleyn Dergisi, Sayı No: 12.