ÖZEL: Meşhur hadislerin Şia’nın İmâmet silsilesinin sürekliliği inancının oluşumundaki rolü

ÖZEL: Meşhur hadislerin Şia’nın İmâmet silsilesinin sürekliliği inancının oluşumundaki rolü
İslam hadis mirasındaki bazı meşhur rivayetler, her dönemde İslam ümmeti arasında din ilminin âdil taşıyıcısı ve koruyucusu olan birisinin kesinlikle var olduğunu ortaya koymaktadır. O, Hz. Peygamber’in Ehl-i Beyt’indendir ve O’nun ümmetinin hidayet kaynağıdır.

 

 

 

Mehdiye Recayi,[1] Mehdi Kandî,[2] Muhammed Kandeharî[3]

 

 

Özet

 

 

İslam hadis mirasındaki bazı meşhur rivayetler, her dönemde İslam ümmeti arasında din ilminin âdil taşıyıcısı ve koruyucusu olan birisinin kesinlikle var olduğunu ortaya koymaktadır. O, Hz. Peygamber’in Ehl-i Beyt’indendir ve O’nun ümmetinin hidayet kaynağıdır. Zamanın yaşayan imamıdır, insanlar onu tanımak ve ona biat etmekle emrolunmuştur. İster meşhur olsun, isterse tanınmıyor olsun Allah’ın insanlar üzerindeki hüccetinin ikame edicisidir. Öte yandan mezhep tarihçilerinin yazdıkları göstermektedir ki Şiiler, başından beri yeryüzünün bir önceki imamın halefi olan bir hüccet ve imamdan yoksun olmadığına ve imamet silsilesine bağlandığına inanmaktaydı. Bu inanç, İmâmiyye Şiası’nı diğer İslami fırkalardan ayırmaktadır. Nitekim bu inanç “nesak”, İmâmiyye Şiileri de “ehl-i nesak” diye anılmıştır. Bu araştırmada, İmâmiyye Şiası’nın düşünce tarihini inceleyerek söz konusu hadislerin bu inancın oluşumundaki ve onların bu hadislere bağlı kalmasındaki rolünü inceleyeceğiz.

 

Anahtar kelimeler: Şii düşünce tarihi, nesak, ilahi hüccetler silsilesinin sürekliliği, Sekaleyn Hadisi, Kumeyl Hadisi, İmamın Tanınması Hadisi, Ümmetin Âdilleri Hadisi.

 

1- Meselenin Ortaya Konulması[4]   

 

Hadis ve kelâm, İslam düşünce tarihinde iç içe geçmiş iki ilmî alan sayılır. Bunlar arasında her zaman karşılıklı etkileşimler ve hareketlilik olmuştur. Bir yandan bazı meşhur hadislerin kelâmî fırka ve inançların oluşumundaki rolü, diğer yandan itikâdî inanç ve bakış açılarının hadis uydurmalarına veya hadislerin saptırılmasına olan etkileri, bu iç içeliğin açık bir kanıtıdır. Bu çift yönlü etkileşim son hususta bazen öyle bir noktaya varıyordu ki kelâmî fırkalar, bazı hadislerin içeriklerinin gücü ve şöhreti dolayısıyla onları kabul etmeye mahkûm oluyordu. Fakat zamanla fırkaların içindeki tarihsel gerçeklerle karşılaşılması, onları o hadislerin içeriğinden ilmî olarak geri adım atmaya mecbur etmiştir. Meşhur ve mütevatir hadisleri inkâr etmek çok da kolay olmadığı için pratikte bu geri adım, tegafül ve tevil gibi siyaset formlarında kendini göstermiştir.[5] Bu durum dikkate alınarak meşhur hadisleri tanıma ve onların her kelâmî fırkanın öğretilerine tatbik-uyarlanma ölçüsünü inceleme, o kelâmî inançların asaletini-orjinalliğini ölçme kriterlerinin en önemlilerinden biri olabilir. Böylece her mezhebin tegafül, tevil veya tatbik ölçüsü, meşhur ve inkâr edilemez bir hadisin içeriğiyle kıyaslanarak değerlendirilir.

 

Bizim bu araştırmadaki asıl amacımız, eski dönem mezhepler tarihi kitaplarının birçoğunda ve yeni kelâm tarihi araştırmalarında söz konusu edilen İmâmiyye Şiası’nın ilk asırdan itibaren “Yeryüzü hiçbir dönemde bir imamın varlığından, Allah’ın hüccetinden yoksun kalmamıştır. İmam’ın açık ve görünür olması ya da halkın gözü önünde bulunmayışı Allah’ın iradesi ve tasarrufundadır.’’[6] şeklinde bir inanca sahip olduğuna dair iddiaların incelenmesidir.

 

Bu inanç o kadar öne çıkmıştır ki Şeyh Müfid, Evailu’l-Mekâlât adlı eserinde İmâmiyye Şiası’nın diğer fırkalarla en bariz farkının şu olduğunu söyler: “İmâmiyye, imamın her zamandaki varlığına ve varlığının zorunlu olduğuna inanır.[7] İmâmiyye Şiası’nın diğer İslamî fırkalardan en önemli farkı konusunda şunu yazar: “İmâmiye; Mutezile’nin, Hariciliğin, Zeydiliğin, Mürcie’nin ve hadisçilerin genelinin aksine şu konuda müttefiktir: Yüce Allah’ın insanlar üzerinde hüccet kıldığı bir imamın mevcut olmadığı bir zaman düşünülemez.”[8]

 

Şia düşünce tarihindeki bu inancın önemi, bazı eski dönem mezhep tarihçilerinin bu kabule “nesak” ya da “nesaku’l-imâme” şeklinde özel bir isim vermelerine neden olmuştur.[9] Bu, imâmet ya da imamlar silsilesinin kesintisizliği anlamına gelmektedir. Öte yandan İmâmiyye Şiilerinin ve Ehl-i Sünnet ile İmâmiyye dışındaki Şii fırkaların hadis kaynaklarında “Yeryüzü ve zaman hüccetten ve imamdan yoksun kalmayacaktır” şeklinde Hz. Peygamber (s.a.a.) ve İmam Ali (a.s.)’den nakledilen çok sayıda rivayet bulunmaktadır. Bunlar muhtelif lafızlar ve muhtelif yollarla sonraki nesillere aktarılmıştır.

 

Bizlerin bu araştırmadaki teorisi şudur: Bu bölümün başında kelâm ve hadisin karşılıklı etkileşimine dair yapılan açıklamalar ışığında konu ele alınırsa kelâmî inançların, bu meşhur hadislerle irtibatsız olamayacağı anlaşılacaktır. Dolayısıyla bizim bu araştırmadaki aslî meselemiz, tarih tahlili yapmak; erken dönem Şiilerin bu meşhur rivayetlerin içeriğine yönelik fenomenolojik yaklaşımının ve bu rivayetlerin Şia kelâmının o meşhur inancının oluşumundaki rolünün izini bulmaktır. Bu çerçevede “Sekaleyn”, “âdil koruyucular”, “zamanın imamını bilme ve ona biat etmenin zorunluluğu” ve “Kumeyl” hadisleri gibi dört rivayet bizim tahlilimizin ve incelememizin temeli olacaktır. Bu rivayetlerin tümünün en açık özelliği, bunların tüm Müslümanlar arasında ciddi bir şöhretinin olması, onların tamamının her asırda belli hidayet özelliklerine sahip bir kişinin, yani imamın varlığının zorunluluğu üzerinde ittifak etmesidir. Şunu da belirtmek gerekir ki araştırmalarımıza rağmen bu hadislerin Şii inancının şekillenmesindeki rolü hakkında bir tarihsel inceleme bulamadık.

 

Bu makalede daha önce söylenen teorinin ölçülmesi için öncelikle söz konusu hadislerin durumu hadis ilmi ve tarihsel şöhreti açısından incelenmiş, daha sonra her hadisin zeylinde, erken dönem Şiilerin o hadise olan inancının tarihî göstergeleri dikkate sunulmuş ve böylece “nesak” kavramıyla İmâmiyye Şiası’nın inancının oluşum tarihi biraz olsun aydınlatılmaya çalışılmıştır. Bu bölümde yalnızca Şiilerin durumunun daha iyi açıklanması bakımından diğer İslamî fırkalarının söz konusu hadislere olan yaklaşımına ya da bu hadislerin onların inançlarındaki yansımalarına da göz atılacak ve bu rivayetlere yönelik tegafül ve tevil siyasetleri gösterilecektir.[10] Son bölümde mezhep tarihçilerinin kayıtları doğrultusunda bu inancın, bu meşhur ve inkâr edilemez hadisin içeriğine inanan bir fırka olarak İmâmiyye Şiası’nın düşünce tarihindeki konumunu inceleyeceğiz.

 

2- Yeryüzünün Hüccet ve İmamdan Yoksun Kalmayacağına Dair İlk Asırlardaki Meşhur İslamî Rivayetler

 

Tarihsel gerçeklik perspektifiyle şunu rahatlıkla söylemek mümkündür: On İkinci İmam’ın gaybetinden önceki dönemde bazı meşhur rivayetler dolaşımdaydı ve bu nakillerde yeryüzünün ilahî hüccetten yoksun kalmayacağı açıkça veya ima ile belirtilmekteydi. Bunlar Şiilerin geneli arasında inkâr edilemez bir şöhrete sahipti. Bazı örneklerde ise bu hadisler Müslümanların geneli arasında İmâmiyye Şiilerinin arasındakinden fazla şöhrete sahipti. Birçok kanıtın gösterdiği üzere “hüccetlerin sürekliliğine” ilişkin bilgi, İmamların hususi ashabının veya hadis âlimlerinin tekelinden çıkmıştı ve meşhur bir inanç olarak Şii avam arasında da yaygınlık kazanmıştı. Onların geneli de açık ya da zımnî olarak bu inanca bağlıydı. Hatta bu genel inanç tüm İslam dünyası çapında yaygınlık kazanmıştı.

 

Bu meşhur nebevî hadislerin önemlileri arasında “Sekaleyn Hadisi”, “İmam’ın Tanınması Hadisi”, “Âdil Koruyucular” veya “fî kulli halefin udûl” hadisi bulunmaktadır. Bunların her biri zımnî ya da açık olarak din âlimleri ve koruyucuları silsilesinin tarihin sonuna kadar var olacağına işaret etmektedir. Ayrıca “Kumeyl” ya da “yeryüzünün ilahi hüccetin ikame edicisinden yoksun kalmayacağı” hadisi, hüccetlerin tüm tarih boyunca var olduğu ilkesi kapsamında yer almaktadır. Temel alınan bu hadisler nebevî öğretilerden elde edilmiş ve Hz. Peygamber’in değerli halifesi ve sahabîsi Müminlerin Emiri Ali’den (a.s.) nakledilmiştir. Bu rivayetlerin ittifak noktası, yeryüzünün hüccet ve imamdan yoksun kalmayacağıdır. İmamın ya da ilahî hüccetin özellikleri farklı beyan edilmiş olsa da O; tanınması ve itaat edilmesi vâcip olan bir imam, dine saflık bahşeden âdil bir ilahî hüccet ya da Kur’ân’la birlikte kendisine uyulması halinde sapkınlıktan kurtulmayı garanti eden Peygamber soyundan biridir. Elbette meşhur Sekaleyn Hadisi’nin bu meseleye olan delaleti, diğer üçünden biraz farklıdır. Çünkü onda açık değil zımnî olarak Peygamber Ehl-i Beyti’nin kıyamet gününe kadar Kur’ân’a eşlik ettiğine işaret edilmiştir. Bu meşhur rivayetlerden Sekaleyn ve Kumeyl Hadisi gibilerinin, Şiiler ve Şii olmayanlar arasındaki ehemmiyeti öyle bir noktadadır ki onlar inkâr edilebildiğinde, diğer tüm tarihî veriler de tabii olarak sorunlu hale düşürülebilirler. Bu hadislerin her biri hakkında ayrıntılı olarak duracak ve ilk asırlardaki Şiilerin bu hadislere olan yaklaşımını bazı diğer İslamî fırkaların yaklaşımlarıyla karşılaştıracağız.

 

2.1- Sekaleyn Hadisi

 

Sekaleyn Hadisi, Peygamber Ehl-i Beyti’nden hidayet edici bir şahsın -imamın- kıyamete kadar var olacağına delalet eden meşhur ve mütevatir hadislerden biridir. Bu hadis, Şii ve Sünni kaynaklarda birçok kanaldan nakledilmiştir ve her iki kesimin kaynaklarında tevatür derecesine ulaşmıştır.[11]

 

Tirmizî, bu hadisi kendi senediyle Hz. Peygamber’den (s.a.a.) şöyle nakletmektedir:

 

“Ben sizin aranızda iki değerli emanet bırakıyorum; onlara sarıldığınız sürece benden sonra asla sapkınlığa düşmezsiniz. Onlar, Allah’ın Kitabı ve benim ıtretim, Ehl-i Beyt’imdir. Bu ikisi, Kevser Havuzu başında bana tekrar dönünceye kadar asla birbirlerinden ayrılmazlar. Bakın görün, benden sonra onlara nasıl davranacaksınız?”[12] 

 

Sekaleyn Hadisi’nin nakli, 30’dan fazla sahabî kanalıyla Ehl-i Sünnet ve Şia kaynaklarında yer almıştır. Bu sahabîler arasında Zeyd bin Erkam, Ebu Said Hudrî, Zeyd bin Sabit, Cabir bin Abdullah Ensarî ve Ali bin Ebu Talib bulunmaktadır.[13] Bu hadisin tevatürü,[14] onun içeriğinin kabulünü gerektirirdi. Çünkü onun delaletinin hidayet bulmak ve sapmamak için kıyamete kadar Hz. Peygamber’in ıtretine ve Ehl-i Beyti’ne tutunmak olduğu açıktı.[15] Ancak buna rağmen Ehl-i Sünnet nezdinde, Hz. Peygamber’in Ehl-i Beyt’i, Kur’ân’ın eşi olarak asla özel ve kalıcı bir merci olmamıştır. Aksine ‘‘Allah’ın Kitâbı ve Sünnet’im’’ şeklinde değiştirilmiş zayıf[16] ve sayıca daha az[17] rivayetler, sıklıkla, onlar tarafından daha çok dikkate alınmıştır. Hatta bazılarının iddiasına göre Hz. Peygamber’den sonra tek hüccet Kur’an’dır.[18] Bunun doğal sonucu olarak Hz. Peygamber’in kendisinden sonraya bıraktığı tek ağır emanetin Kur’ân olduğuna dair nakilde de bulunulmuş[19] ve hatta daha sonraları Sekaleyn Hadisi’ndeki “ıtret”in ümmetin âlimleri olduğu şeklindeki tevil çabaları görülmüştür.[20]

 

Ancak Şiiler, Ehl-i Sünnet’in aksine Sekaleyn Hadisi’ni kabul etmekte ve ona uymakta şüphe etmemiştir. Birçok kanıtın gösterdiği üzere tâbiîn döneminden beri, ilk Şiiler bu hadisle ilgiliydiler ve sahâbeye bunun hakkında sorular soruyor ve bunu kanıt gösteriyorlardı.[21] Bazen Hz. Ali’ye (a.s.) de Sekaleyn Hadisi üzerinden Ehl-i Beyt’in kim olduğu hakkında soru soruluyordu ve O da kendisine ve İmam Hüseyin’in (a.s.) soyundan gelen dokuz imama işaret ediyordu.[22] Ayrıca birçok Şii hadis kaynağında pak imamların bu hadisi temel aldığı görülür. Nitekim Hz. Ali (a.s.), Muaviye’nin hakaretlerinden haberdar olunca Sekaleyn Hadisi’ni temel alarak Ehl-i Beyt’in konumunu vurgulamıştır.[23] İmam Bâkır (a.s.), bu hadisi kanıt göstererek Ehl-i Sünnet’in Hz. Peygamber’in emrine aykırı davrandığını hatırlatmıştır.[24] İmam Sâdık’ın (a.s.) ashabından olan ve kendisinden bir aslı yadigâr kalan Zarih el-Muharibî’nin meşhur hadisi de göstermektedir ki İmam Sâdık (a.s.) kendisini Sekaleyn Hadisi’nin işaret ettiği şahıslardan biri olarak tanıtmaktadır.[25] Durust bin Ebu Mansur’un eski asl’ında İmam’ın Ömer bin Kays Mâsır ve ashabı ile tartışmaları zikredilmekte ve İmam’ın Sekaleyn Hadisi’ne işaret ederek onun doğruluğunu ve ona uyulması gerektiğini vurguladığı belirtilmektedir.[26]

 

İmam Rıza (a.s.), Memun’un huzurunda Ehl-i Sünnet âlimleriyle yaptığı bir münazara toplantısında Sekaleyn Hadisi’ni delil gösteriyor. Onlar da hadisin varlığı konusunda kuşku belirtmeksizin yalnızca Sekaleyn Hadisi’ndeki “ıtret” kelimesinin anlamını ve bu kelimenin “âl” kelimesiyle olan farklılığını soruyorlar, İmam da bunu onlara açıklıyor.[27] Bu verilere göre Ehl-i Beyt İmamlarına bu hadisin delalet ettiği şey ve tefsiri konusunda soru sorulduğunda, onlar Sekaleyn Hadisi’nin Ehl-i Beyt’ten bir imamın kıyamete kadar var olacağına delalet ettiğini söyleyerek cevap vermiştir.[28] İmamların bu öğretileri, ıtretin misdakını ve Kur’an ile Ehl-i Beyt’e uyulması gerektiğini Şiiler için açık bir hale getirmişti. Nitekim Şiiler arasında her zaman Kur’an’la birlikte Hz. Peygamber’in Ehl-i Beyt’inden yani ıtretinden bir imamın bulunacağı konusunda icmâ (konsensüs) oluşmuştu.[29] Bu çerçevede Şii âlimler de Sekaleyn Hadisi’ndeki bu iki ağır emanete daima uyulması gerektiğini ve Kur’ân var oldukça Kur’ân’ı bilen masum imamların da var olacağını ispat etmişlerdi.[30] Şii kelâmcı Taberî Âmulî (ö. h. 326), dördüncü asrın başlarında “Kevser Havuzu’na ulaşıncaya kadar birbirinden ayrılmazlar’’ ifadesini imametin kıyamete kadar süreceğinin, Ehl-i Beyt’e münhasır olduğunun, Allah’ın insanları hüccetsiz bırakmadığının ve bırakmayacağının göstergesi saymaktadır.[31]

 

Şeyh Sadûk, bir İmâmiyye kelâmcısı ile Zeydiyye kelâmcının yazılı münazarası üzerinden Sekaleyn Hadisi, imamet silsilesinin devamlılığı ve yeryüzünde her zaman bir masum imamın bulunacağı konusundaki istidlalini şöyle anlatıyor:

 

“Tüm Zeydiyye ve İmâmiyye kesimlerinin Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu konusunda ittifak ettiğini görüyoruz: ‘Ben sizin aranızdan ayrılıyorum ama size iki ağır emanet bırakıyorum. Bunlardan biri Kur’ân, diğeri de Ehl-i Beyt’im ve ıtretimdir. Bu ikisi benim halifemdir ve bunlar cennette Kevser Havuzu’nun başında bana ulaşıncaya kadar birbirinden ayılmazlar.’ Bütün fırkalar bu rivayeti kabul etmiştir. Dolayısıyla her zaman Allah’ın Kitâbı’nın yanında ıtretten birinin de var olması gerekir. Yani Allah’ın Kitâbı’nın tenzil ve tevilini yakîn bir ilim olarak bilen ve Allah’ın muradını haber veren bir kimsenin olması gerekir; tıpkı Resulullah’ın (s.a.a.) ayetlerin muradını bildirmesi gibi… Hatta eğer Allahu Teâlâ’nın muradını beyan edip bildiren o kişi, açık ve aşikâr olmasa bile, bizim Resulullah’ın ıtretinden olan ve Kur’ân’ın tenzil ve tevilini bilen o şahsın Kur’an’dan ayrı olmadığına inanmamız icap eder. Çünkü Sekaleyn Hadisi bunu gerektiriyor.”[32]

 

Şeyh Saduk ayrıca diğer Şii kelamcısı İbn Kıbe Razî’den naklen onun da Sekaleyn Hadisi doğrultusunda ıtretten bir imamın var olması gerektiği sonucuna ulaştığını ve bu imamın her zaman hataya açık olan içtihada ihtiyaç duymadan, masum olması sebebiyle Kur’an’ın anlamını bilen biri olduğunu bildiriyor.[33]  

 

2.2- Ȃdil Koruyucular Hadisi

 

Tüm Müslüman fırkalar arasında meşhur olan bir diğer hadis de ilahî şeriatın koruyucusunun ve ilahî hüccetin varlığına delalet eden Hz. Peygamber’in (s.a.a.) şu hadisidir:

 

 “Bu ümmetin her neslinde ilim yükünü adil kişiler yüklenir. Bu kişiler, aşırıların tahriflerini, batıl ehlinin istismarını ve cahillerin yanlış okuma ve çıkarsamalarını (tevillerini) ondan uzak tutarlar.”

 

Hz. Peygamber’in, yeryüzünün din ilimlerini koruyup yüklenecek kişilerden yoksun kalmayacağı vurgusu “kulli halefin” ifadesinde kendini göstermektedir.

 

Bu rivayet İslamî fırkaların hadis mirasında büyük bir şöhrete sahiptir. Ehl-i Sünnet hadis kaynaklarına göre bu hadis en az 11 sahabîden rivayet edilmiştir.[34] Hatib Bağdadî, Ehl-i Sünnet’in büyük hadis ve ricâl âlimi Ahmed bin Hanbel’in (ö. h. 241) bu hadisi naklettiğini ve sahih kabul ettiğini nakletmiştir.[35]

 

Bu hadisin en eski kaynaklarından biri Câhiz’in (ö. h. 255) el-Beyân ve’t-Tebyîn adlı eseridir.[36] Üçüncü asırdaki Ehl-i Sünnet kaynaklarından İbn Kuteybe’nin (ö. h. 267) telifinde de bu hadis görülmektedir.[37] İbn Vaddah Mervanî, (ö. h. 287) el-Bida´ adlı eserinde bu hadisi iki senetle nakletmekte ve aynen bu lafızla başlamaktadır.[38] Zeydî kaynaklarında da bu hadisin Zeyd bin Ali’nin (h. 122) Müsned’inde Müminlerin Emiri Ali’den (a.s.) nakledildiğini görüyoruz. Bu hadis İmâmiyye Şiası kaynaklarında da defalarca nakledilmiştir. [39]

 

Bazı Ehl-i Sünnet âlimleri belki de bu hadis için nesnel misdaklar bulamadıklarından hadisin kendisini sorgulamaya çalışmışlar, fakat onların bu çabası da Ahmed bin Hanbel gibi âlimlerin muhalefetiyle karşılaşmıştır. [40]

 

Ardından söz konusu rivayeti Ehl-i Sünnet tarihi gerçekleriyle uygun hale getirip daha genel misdaklarla tefsir etme çabaları gösterilmiştir. Örneğin Hatib Bağdadî, Hadis Ashabının Şerefi adlı eserinde ayrı bir bölüm açıp bu hadisi naklederek hadisi, hadisçilere yönelik bir övgü olarak nitelemiştir.[41] Bir süre sonra da Nevevî, söz konusu rivayetin “güvenilir hadis râvileri”ne işaret ettiğini söylemiş, “Allah her asırda dinin koruyucusu olmak üzere birilerini yaratır” anlamına hamletmiştir.[42] “Ȃdil olanlar” ifadesinin “hadisçiler” şeklindeki tefsiri Ehl-i Sünnet’e göre bu hadisin daha açıklayıcı bir yorumuydu; ama bazen de iş, bu hadisin mantıktan uzak bir şekilde kullanılmasına kadar vardırıldı. Örneğin üçüncü asırda Ehl-i Sünnet’ten bazıları bu hadisi öyle bir şekilde kullandılar ki bir şahısta adaletin bulunması için onun hadisçi olması yeterliydi.[43]

 

Öte yandan Şiilerin söz konusu rivayetteki âdil şahısların makamından çıkardığı anlam, Sekaleyn Hadisi’ndeki “ıtret” (nesil) ve Ehl-i Beyt’ten çıkardıkları anlamın benzeri ve bir bakıma tamamlayıcısıydı. Yani Resulullah’ın (s.a.a.) ifadesiyle dinin özünün ve itibarının bekasını ismet ve ilimleriyle koruyan, masum şahıslardı. Birçok İmâmiyye hadisinde “âdil olanlar” yerine “Ehl-i Beytim’den âdil olanlar” ifadesi görülmektedir ki bu da hadisin misdakına olan delaletini daha açık hale getirmekte ve hatta söz konusu kişilerin ümmetin imamları olduğunu açıklamaktadır. Bunun bir örneği Kurbu’l-İsnâd’da Mesade bin Sadaka yoluyla İmam Cafer Sâdık’tan (a.s.) “adlun min ehlibeytî” diye geçen hadistir.[44]

 

Diğer bir ifadede ise Şii imamları, “fi kûlli halfin udulen” hadisine dayanarak kendi dostlarına, her dönemde Hz. Peygamber’in ilminin varisi olan Ehl-i Beyt’ten bir âlimin var olacağını öğretiyordu.[45] Birçok hadiste de İmamların nebevî hadisteki lafzı doğrudan açıklamaksızın, âdil koruyucular için zikredilen sıfatların İmam’a ya da Ehl-i Beyt’ten olan âlimlere ait olduğunu kabul ettikleri görülmüştür.

 

İmam Bâkır (a.s.), Ebu Hamza’ya şöyle buyuruyor:

 

“Yeryüzü bizden olan bir âlimden yoksun kalmaz. Bu âlim, insanların dine eklediklerine ‘eklenmiştir’, dinden eksilttiklerine de ‘eksiltilmiştir’ diyen bir âlimdir. Allah, bu âlimi çocukları arasında kendisi gibi âlim olan birini görmedikçe (bu dünyadan) almaz.”[46]

 

Diğer bir hadiste de şu vurgulanıyor: “Hz. Peygamber’in (s.a.a.), İmam Hüseyin’in (a.s.) neslinden olan vasileri, ‘aşırıların tahriflerini ve cahillerin yanlış okuma ve çıkarsamalarını’ Kur’ân’dan uzak tutarlar.’’[47]

 

Bu öğretiler çerçevesinde dinin koruyucusu olan bir imamın zorunlu bir ihtiyaç olduğu yönündeki delillendirme, erken dönem Şia kelâmına yansımıştır. Erken dönemde yapılan bu delillendirmeye örnek olarak Fazl bin Şazan’ın (ö. h. 260) Kitâbu’l İlel[48] adlı kelam risalesini zikredebiliriz. O, imamın varlığının zorunluluğu bahsinde bu zorunluluğun illetlerinden (sebepler) biri olarak ümmetin dinini yok olmaktan, sünnetlerin ve hükümlerin değiştirilmesinden, bidatçıların eklemelerinden, mülhidlerin eksiltmelerinden koruyacak bir “koruyucu imama” duyduğu ihtiyacı göstermiştir.[49]

 

2.3- Zamanın İmamını Tanımanın ve Ona Biat Etmenin Farz Oluşuna Dair Hadis

 

Birinci asırda, Müslümanlar arasında zamanın yaşayan imamını tanımanın ve ona uyup bağlanmanın farz olduğuna dair bir başka meşhur hadis yayıldı. Söz konusu hadis Şiiler arasında “İmamın Tanınması Hadisi” diye bilinir ve şu şekildedir: “Men mâte ve lem ya´rif imame zemânehu mâte mîteten câhiliyye.” (Her kim zamanının imamını tanımadan ölürse, câhiliye ölümüyle ölmüştür.)

 

Ehl-i Sünnet kaynaklarında da birkaç lafız farklılığıyla[50] aynı içerikle rivayet edilmiştir.[51]

 

Bu nebevî hadis, her dönemde imamın tanınmasının ve ona biat edilip velâyetinin kabul edilmesinin farz olduğuna delalet ediyor ve bunun sonucu olarak da imamı tanımanın ve kendisine biat etmenin dinî bir zorunluluk olduğu belirtiliyordu. Buna uymayan kişilerin ise İslam’dan nasibi kalmıyor ve bu kişiler cahiliye ölümü üzere ölmüş sayılıyordu.[52]

 

Bu hadis, Ehl-i Sünnet kaynaklarında en az 8 sahabî tarafından nakledilmiştir.[53] Ehl-i Sünnet’in birçok erken dönem hadis kaynağı, hadisin en azından bir tarikini zikretmiştir. Kadim bir Sünnî rivayette şöyle geçmektedir: “Hz. Ali bin Ebu Tâlib, bu hadis doğrultusunda halkı kendine biate çağırıyordu.”[54]

 

Şeyh Müfid ve Allâme Meclisî gibi Şii âlimleri de bu hadis konusunda tevatür iddiasında bulunmuşlardır.[55]Zamanın imamını tanımanın farz olduğu” hadisi benzer lafızlarla Ehl-i Sünnet ve İmâmiyye’ye ilaveten Zeydiyye[56] ve İsmailiyye[57] tarafından da nakledilmiştir.

 

Her ne kadar zamanın imamına itaatin ve ona biatin farz oluşuna dair hadis, çeşitli lafızlar ve kanallarla tedavülde idiyse de bu rivayetlerin hiçbirinde tâbî olunması gereken imamın ya da imamların ismi geçmiyordu. İslam’ın ilk dönemlerinde bu hadis, hilafet sistemi tarafından dikkate alınmış ve kullanılmıştı. Bazı kanıtların gösterdiğine göre kendi yönetimlerine meşruiyet kazandırmaya çalışan Muaviye gibi Emevî sultanları ve onları destekleyenler, imamın anlamını “sultan” diye değiştirerek ve onu zamanın güçlü yöneticisine itaat etmek şeklinde ortaya koyarak, iktidara gelme yöntemini bir tarafa bırakıp bu hadisi sultanın övgüsü olarak kullandılar. Böylelikle halkı kendilerine biate davet etmek ve kendi hilafetlerine meşruiyet kazandırmak için bu hadisten istifade ettiler.[58] Bu hadisin Sünnî rivayetleri, Abdullah bin Ömer ve Muaviye’nin dilinden çeşitli kitaplarda nakledilmiştir. En eski Ehl-i Sünnet rivayeti, ikinci asrın sonlarında Ebu Davud Tayalasî’nin Müsned’inde geçmektedir ve o rivayette Abdullah bin Ömer, Hz. Peygamber’den şöyle nakletmiştir: “Kim imamsız ölürse câhiliye ölümüyle ölmüştür. Kim elini itaatten çekerse kıyamet gününe lehinde delil olmaksızın gelir.”[59]

 

Diğer bir rivayete göre o, Haccac Medine emirliğine tayin edilir edilmez gece onun evine gitti ve Abdulmelik Mervan’ın temsilcisi olarak ona biat etmek için elini uzatmasını istedi. Haccac, İbn Ömer’in acelesinin sebebini sorunca o, Resulullah’ın (s.a.a.) bu sözüne işaret etti ve “Bu gece ölürsem Allah’ın bana cahiliye döneminin insanlarına yaptığı muameleyi yapmasından korkarım!”[60] dedi.

 

Hadisin bu şekildeki siyasi kullanımları söz konusu rivayetin Ehl-i Sünnet’teki şöhretinin Şiiler ’deki şöhretinden daha fazla olmasına neden olmuştur. Nitekim erken dönem Şii hadis kaynaklarında, insanların bu meşhur hadisin genelin nezdindeki sıhhati veya gerçek anlamı hakkında İmamlara (a.s.) soru sorduğu ve İmamların da bu hadisin sıhhatini vurguladığı nakledilmiştir.[61] Şiiler açısından söz konusu hadisin isnadı hakkında mevcut olan bir diğer belirsizlik de hadisten çıkarılabilecek olan sert ve tekfirci çıkarımdı. Şiiler, “cahiliye ölümünün” küfür ile eş anlamlı olduğunu düşünüyordu. Hadisin içeriğinden, cahillerin tekfiri çıkarılabileceği endişesi yüzünden temkinli davranıyorlar ve İmamların yanına giderek bu meşhur hadisin sıhhatini ve delaletini soruyorlardı. İmamlar (a.s.) da hadisin doğruluğunu vurgulayarak cahiliye ölümünün küfrü ve sapkınlığı kapsadığını, dolayısıyla zamanın imamını tanımayanların illa da kâfir olmalarını gerektirmediğini, bazı durumlarda sapkın olarak da telakki edildiklerini söylüyordu.[62]

 

Hadislerinin çoğunu Hz. Peygamber’e (s.a.a) isnad etmeyen Şii İmamları arasındaki yaygın geleneğin aksine, bu hadis -imamı tanıma hadisi- konusunda muhtemelen onun delil olma özelliğini vurgulamak için birçok yerde Hz. Peygamber’e isnad edilmiştir. Mevcut hadis mirası göstermektedir ki [İmamların] hazır bulunduğu dönemde söz konusu hadis, onlarca râvî tarafından farklı İmamlardan nakledilmiş ve temel hadis asıllarına (usûl) kaydedilmiştir. Bunun en eski örneklerinden birinde Beşir Kennasî, İmam Sâdık’tan (a.s.) bu hadisi Resulullah’a (s.a.a.) isnad ederek şöyle nakletmiştir:

 

Biz öyle bir topluluğuz ki Allah bize itaati kitabında farz kılmıştır. Ve siz öyle bir kişinin imametini kabul ettiniz ki insanların onu tanımama mazereti yoktur. Çünkü Allah’ın Resulü (s.a.a.) ‘Her kim başının üstünde bir imamın gölgesi olmadan ölürse onun ölümü cahiliye ölümüdür’ diye buyurmuştur.”

 

Bu rivayet, ashabın bazı hadis usûlünde kaydedilmiştir. Bunlardan biri de Cafer bin Muhammed Hadremi’nin aslıdır (ikinci asrın sonlarındaki Şii hadis usûlünden biri).[63] Bu asl günümüze kadar ulaşmıştır.[64] Diğeri de Yahya Halebî’nin aslıdır (ikinci asrın ortalarındaki meşhur hadis usûlünden biri).[65] Bu, Kuleynî’nin Kâfî’sindeki ve Berkî’nin el-Mehâsin’indeki vasıtasız kaynaklarından biridir.[66]

 

Şia hadis mirasındaki bir diğer kadim rivayet de Ahmed bin Muhammed bin Ebu Nasr Bizentî (ö. h. 221) ile İmam Rıza (a.s.) arasındaki bir yazışmadır ve Himyerî’nin Kurbu’l-İsnâd’ında yer almaktadır.[67] Bu belgeye göre İmam Rıza (a.s.) Hz. Peygamber’in şu sözünü nakletmiştir: “Kim ölür de tanıdığı sağ bir imamı olmazsa cahiliye ölümüyle ölmüştür.” (Himyerî, a.g.e., s. 351)

 

Öte yandan zamanın geçmesi ve Beni Ümeyye döneminin bitmeye başlaması ile Ehl-i Sünnet siyasi düşüncesi tekâmül etmiş ve bazı Sünnî hadis âlimleri de zaman içerisinde zalim halifelerin bu hadiste kendilerine biat edilmesi farz sayılan imamların misdakı olamayacağını fark etmişlerdir. Örneğin Ehl-i Sünnetin büyük hadis ve ricâl âlimi Ebu Hâtim bin Hibbân (ö. h. 354) Cahiliye hadisinin tek misdakının Hz. Peygamber (s.a.a.) olduğunu söylemiştir. Çünkü onun hadisten çıkardığına göre söz konusu hadisteki imam, dini ayakta tutan kişidir. İslam toplumuna zorla egemen olmuş bir yönetici böyle bir konuma sahip değildir.[68] Öncelikle, bu bilgiler gösteriyor ki söz konusu hadis Sünniler arasında, Şiiler arasında olduğundan çok daha fazla şöhrete sahiptir. İkinci olarak, birçok Ehl-i Sünnet âlimi, hadisin zamanın yaşayan imamı hakkında olduğunu ve onun misdakının da dönemin yöneticisi olduğunu kabul etmiştir. Ehl-i Sünnet’in azınlıkta kalan âlimleri ise yöneticileri böylesi bir makama layık görmemiş, onlara itaat etmemenin cahiliye ölümüne denk olduğunu kabul etmemiştir. Böylece rivayetin zahirini bir tarafa bırakarak onu Resulullah’ın (s.a.a.) şahsına yönelik saymışlardır.

 

Masum İmamların rehberliği ile “imamı tanıma” hadisi çok çabuk bir şekilde Şia düşünce sistematiği içinde önemli bir yer edinmiş ve ikinci asırdaki birçok Ehl-i Beyt sevdalısı, hadisin hakikatini anlamıştır. Şii Şair Seyyid Himyerî’den (ö. h. 173) bu hadise inancı anlatan bir şiirinde şunu söylediği nakledilmiştir: “Zamanının imamını tanımadan ölen kişi / Ölümünü cehalet ölümüyle karşılar.”[69]   

 

Bazı tarihî kanıtlar göstermektedir ki bu hadisin içeriği İmam Bâkır (a.s.) zamanında da Kufe’deki Şiilerin ilgisini üzerinde toplamıştı. Örneğin İmam Bâkır ve İmam Sâdık’ın ashabından olan Ebu Ubeyde Ziyad bin İsa el-Hiza, şöyle naklediyor: İmam Bâkır’ın (as) şehadetinden sonra, henüz bir sonraki imam konusunda bilgisi yoktu. O dönemde Zeydiyye fırkasının Betriyye kolunun büyüklerinden olan Salim bin Hafsa ile karşılaşıyor ve bir sonraki imamla ilgili sorunun cevabında “Eimmeti Âl-i Muhammed’’ (Âl-i Muhammed’in İmamları) diye genel bir ifade kullanmak suretiyle imamın misdakı-kim olduğu benim için belli değil imasında bulunuyor. Salim onunla alay ederek şöyle diyor: “O halde hem kendin helak oldun hem de başkalarını helak ettin! Seninle birlikte Ebu Cafer’in (İmam Bâkır’ın) yanında değil miydik, o kim imamı olmadan ölürse cahiliye üzere ölür demedi mi?’’ Ebu Ubeyde de şöyle cevap veriyor: “Canıma yemin ederim ki böyle oldu!’’

 

Ebu Ubeyde İmam Sâdık’ın huzuruna vardıktan ve imamet makamını tanıdıktan sonra ona inanıyor.[70]

 

Bu veriler imamı tanıma hadisinin İmâmiyye Şiileri nezdindeki şöhretini ve delaletini çok iyi bir şekilde anlatmaktadır. O kadar ki İmâmiyye’den olmayanlar bile İmâmiyye Şiilerinin böyle bir inanca sahip olduğunu çok iyi biliyorlardı. Bu şekilde Şiiler için zamanın imamını tanıma hadisinin kullanımlarından biri de yaşayan bir imamın varlığını -onu tanımıyor olsa bile- ve her bir imamın vefatından önce bir diğerini açıkladığını bilmek, bir başka deyişle imamet silsilesinin devamlılığına inanmaktı.[71]

 

2.4- Kumeyl Hadisi

 

Sekaleyn Hadisi, Dinin Âdil Koruyucuları Hadisi, Zamanın İmamına Tâbi Olma Hadisi gibi meşhur rivayetlerin her biri ilahi hüccetlerin ve hidayet imamlarının Hz. Peygamber’den sonraki devamlılığına delalet ediyordu. Ayrıca, ilahi hüccetlerin devamlılığı meselesi, insanın yaratılışından kıyamete kadar sürecek şekilde İslam tarihini de aşan genişlikte bir kuralı içeriyordu ve bu durum meşhur hadislerde yankısını bulmuştu. Belki de, bu gibi hadislerden imametin sürekliliğini gösteren en açık örneğin Kumeyl Hadisi olduğu söylenebilir. “Ey Kumeyl! Bu kalpler kaptır. Onların en hayırlısı en iyi muhafaza edenidir!” cümlesiyle başlayan bu rivayet, Müminlerin Emiri Ali’den (a.s.) nakledilen, gerçek ilmin faziletine dair uzun ve fasih bir metindir. Ehl-i Sünnet, Şia ve Zeydiyye hadis kaynaklarına başvurulduğunda görülüyor ki bu rivayet en az beş farklı râvî tarafından[72] bazı farklarla Kumeyl bin Ziyad Neheî’den nakledilmiştir ve çeşitli tariklerle[73] sonraki nesillere aktarılmıştır.

 

Şiilerin özel ilgisine mazhar olan bu metnin ilgili bölümünde Müminlerin Emiri, Kumeyl’e hitaben şöyle buyuruyor: “İlim, onu taşıyanın ölmesiyle ölür. Ancak yeryüzü hiçbir zaman Allah için hücceti ayakta tutan birinden yoksun kalmayacaktır.” (Dolayısıyla taşıyıcıları her zaman var olacağından ilim asla ölmeyecektir.)

 

Bu ifadeden sonra bu hadisin Şii nüshalarının genelinde ve Sünni nüshalarının birçoğunda şu cümle yer almaktadır: “Evet, yeryüzü, ister açık ve meşhur olarak, ister korkusu yüzünden gizli ve bilinmeyen bir şekilde, Allah’ın hüccetlerinin ve apaçık delillerinin iptal olmaması için, Allah için bir hücceti ayakta tutandan boş kalmaz.”[74]

 

İlahi hücceti ayakta tutan ister zahir ve meşhur olsun, isterse haif ve gizli olsun, her halükârda Allah’ın hüccetlerinin ve beyyinelerinin yok olmaması gerekmektedir.

 

İmam Hasan Askerî’den (a.s.) yapılan bir rivayette Kumeyl Hadisi’ndeki ifadelere benzer bir şekilde Hz. Peygamber’den (s.a.a) de bir hadis nakledilmiştir.[75] Aynı şekilde İmam Hasan’dan (a.s.) nakledilen bir hadise göre Peygamber-i Ekrem (s.a.a.) Sekaleyn Hadisi’ni buyurduktan sonra verdiği bir hutbede yeryüzünün Ehl-i Beyt’ten yoksun kalmayacağına işaret etmiştir.[76] Dikkate değer bir nokta da şudur: Hz. Ali (a.s.) Kumeyl Hadisi’ne ilaveten bu hadisin içeriğini Kufe’de minberde defalarca ifade etmiş ve Allah’a şöyle dua etmiştir: “Şüphesiz sen arzını yarattıkların için bir hüccetten boş kılmadın, bu hüccet ya zahir olup kendisine itaat edilmez ya da hâif olarak gizlidir.”[77]

 

Kumeyl Hadisi’nin şöhreti konusunda Sad bin Abdullah Eşarî,[78] İbn Kıbe[79], Şeyh Sadûk[80] ve Numanî[81] gibi Şii âlimlerin açıklamalarının yanı sıra Ebu Hilal Askerî (ö. h. 395), İbn Abdulber (ö. h. 463) gibi iki Ehl-i Sünnet âliminin sözlerine de değinilebilir. İlki bu hadisi meşhur[82]  diye nitelemiş, ikincisi ise hadisin birinci kısmını naklederken şöyle yazmıştır: “Bu hadis ilim ehli nezdinde meşhurdur, bu şöhreti sebebiyle senetten müstağnidir.”[83]

 

Kumeyl Hadisi’nin şöhreti dördüncü asırda öyle bir noktadaydı ki İbn Kıbe Râzî, “Her zaman zahir olan imamın zorunluluğunu delil gösteren İmâmiyye neden şimdi gâib imama inanıyor?” diye soran muhalif bir Zeydî âlime cevap olarak şöyle yazıyor: “İmâmiyye her zaman imamın ya zahir ve meşhur ya da gâib ve mağmur olduğuna inanıyordu. Bu konuda Kumeyl Hadisi’nden başka bir delil olmasa dahi o bile buna yeterlidir.”[84]

 

Şöhret meselesini bir tarafa bırakalım, Hatib Bağdadî gibi Ehl-i Sünnet’in bazı büyük hadis âlimleri, bu hadisi anlam ve lafız yüceliği bakımından[85] en iyi hadislerden biri olarak görmüştür. İbn Hacer Askalânî gibi Ehl-i Sünnet’in büyük ricâl âlimleri de bu hadisin sıhhatine tanıklık etmiştir.[86] Bundan daha da ilginci Şiilerin dayandığı hadisleri temelsiz bir şekilde zayıf göstermeye çalışmakla ünlü olan İbn Cevzî[87] ve İbn Teymiyye[88] de kitaplarında ve fetvalarında bu hadisi “müsellem” (çok sağlam) saymış ve bunu delil olarak kullanmışlardır.

 

Kumeyl Hadisi ortaya çıkar çıkmaz meşhur olmuş ve çeşitli fırkalar bunu delil kabul etmiştir. Bu hadis böylece Şia ve Ehl-i Sünnet edebiyatında önemli bir yer edinmiş oldu. Ehl-i Sünnet’ten örnek olarak tâbiûn ediplerinden Halid bin Safvan Temimî (ö. h. 135)[89] zikredilebilir. O, Hişam bin Abdülmelik’in huzurunda anlattığı bir hikâyenin arasında bu hadisi delil getirmişti. Hikayesinde ilahi hüccetleri taşıyanlar silsilesinden bir bilgeyi zikretmişti. Safvan, bu görüşmede bir itiraz ifadesi olarak şöyle diyor: “Yeryüzü, kulları için Allah’ın hücceti olan bir kâimden hiçbir zaman yoksun olmamıştır.[90]

 

Bazı kanıtların ortaya koyduğu üzere Abbasiler ikinci asrın başlarında isyanlarını planlarken bu hadise dayanarak Allah’ın hüccetini ayakta tutanın kendi aralarında olduğunu söylüyordu.[91] Fakat zaman içerisinde İslamî fırkaların geneli, belki de Abbasilerin olumsuz davranışları yüzünden hadisteki “Kâimun lillahi bi-Hucce” ifadesinin anlamını tevil ederek ilahi hücceti ayakta tutacak olanın bir şahıs değil akıl[92] ya da Kur’ân[93] olduğunu söylediler. Bazı yerlerde de Hz. Ali’nin (a.s.) ilmin taşıyıcısı olarak söz ettiği Allah’ın hüccetini ayakta tutanın, abdaldan bir şahıs[94] ya da yöneticilik yoluyla[95] Allah’ın hüccetini ayakta tutma ve imamet yetkisini almış olan bir kişi diye tefsir ettiler.

 

Şiiler, bu hadisi rabbanî âlimler olarak kendi imamlarıyla uyumlu gördüklerinden birinci asırdan itibaren bu hadise ve delalet ettiği anlama özel bir ilgi gösterdiler. Şii hadisçilerin kendilerine sorulan sorularda, yaptıkları münazara ve tartışmalarda bu hadisi delil gösterdiklerine dair çok sayıda rivayet ve bilgi vardır.

 

Örneğin bir rivayette geçtiğine göre Ebu Halid Kabulî, İmam Seccâd’a (a.s.) bir sonraki imamla ilgili soru sorduğunda “Müminlerin Emiri’nden, bize şöyle bir hadis nakledilmiştir” diye açıklıyor ve sonra bu hadise dönerek bir sonraki imamı tayin etmesini İmam Seccâd’dan talep ediyor.[96]  Diğer bir rivayette Hişam bin Hakem, İmam Sâdık’la ilgili olarak şöyle naklediyor: “O, bir zındıkla yaptığı tartışmada nübüvveti ispat etmek için bu hadisin akli medlulü ile (söyleyenine işaret etmeksizin) tartışıyordu.”[97] Hişam da bu akli delillendirmeyi öğrenmiş, bir Hıristiyan âlimle yaptığı tartışmada şu delili göstermişti:

 

“Allah’ın yarattığı ilk mahlukatına ikame ettiği gibi kesin bir hüccet yoktur; ancak en aşağı derecedeki mahlukatına kadar ondan sonra gelenler için de hücceti ikame etmiştir. Böylece hüccetler batıl olmaz, dinler ve yöntemler yok olmaz.”[98]

 

Üçüncü asrın ortalarında da Hasan bin Musa el-Haşşab, er-Red ale’l-Vâkıfe[99] adlı eserinde, sonraki çeşitli hadis kitaplarında bize yadigâr kalan önemli bir bilgi aktarmaktadır. Burada Vâkıfî râvî Hüseyin bin Beşşar, Kumeyl Hadisi’ni dayanak göstererek İmam Rıza’yı (a.s.) o zamana kadar çocuğu olmadığı için imamet makamına layık görmüyor. Hazret ise buna cevaben, bu hadisin içeriğini teyit ederek yakında bir çocuğunun olacağını haber veriyor.[100]

 

Üçüncü asrın ortalarına ait ilginç bir rivayet daha bulunmaktadır. Şiilerden biri Kumeyl Hadisi ve Zamanın İmamını Tanıma Hadisi’nin sıhhati konusunda İmam Askerî’ye (a.s.) soru soruyor. O, buna cevap olarak “Bu rivayetler gerçektir, tıpkı gün ışığı kadar gerçektir” diye buyuruyor, sonra da kendi oğlunun, insanların onu tanımaması halinde cahiliye üzere öleceği imam olduğunu söylüyor.[101]

 

3- Meşhur Hadislerin Şiilerin Nesaka Olan Toplumsal İnançlarındaki Rolü

 

Buraya kadar görüldüğü üzere Peygamber-i Ekrem (s.a.a), Sekaleyn, âdil koruyucular ve imamı tanıma hadislerinde Ehl-i Beyt’inin Kur’ân’a eşlik ettiğini, dinin âdil koruyucuları olduğunu ve her dönemde bir imam olduğunu vurgulamıştır. Kumeyl Hadisi’nde geçen “yeryüzünün Allah’ın hüccetinden yoksun kalmayacağı” ifadesi ise aslında Hz. Peygamber’in sözlerinin tamamlayıcısı ve açıklayıcısıdır. Bu hadisler, sahabenin büyükleri aracılığıyla ve çeşitli kanallarla Müslümanlar arasında yayıldı ve Müslümanların bir bölümünün inancını etkiledi. Belki de bu etkiden dolayıdır ki hicrî 35 yılında Osman bin Affan’ın öldürülmesinden sonra Medine’deki bazı Müslümanlar, hilafet teklif etmek için Hz. Ali’nin (a.s.) yanına geldiler ve hilafetin zorunluluğunu açıklamak için şöyle dediler: “Mecburen halkın bir imamının olması gerekiyor ve biz bugün hilafet işi için senden daha layık birini tanımıyoruz.”[102] Tabii bununla eş zamanlı olarak Emevî halifeleri ve taraftarları da bu hadisleri kendi siyasi konumları için kullanıyorlardı.[103] Ama nebevî hadisler yan yana konulduğunda ve buna Ehl-i Beyt’in hayatı eklendiğinde tahriflerle dolu olan o dönemde bile kolayca anlaşılıyor ki Hz. Peygamber’in eski düşmanı olan Ümeyyeoğulları, ne Ehl-i Beyt’tir ne de tanınmamaları ve itaat edilmemeleri halinde insanın cahiliye üzere öleceği imamlardır. Onlar, ne dinin âdil koruyucuları ne de ilahi hücceti ayakta tutanlar olabilirler.

 

Öte yandan Şia İmamlarının rehberliği, açıklamaları ve tefsirleri ile Şiiler erken dönemde tüm bu hadislerin misdaklarının Resulullah’ın (s.a.a.) Ehl-i Beyt’inden olan İmamlar olduğunu ve yeryüzünün onlardan yoksun kalmayacağını anlamışlardı. Söz konusu hadislere ilişkin açıklamaların yapıldığı bölümlerde de geçtiği üzere Ehl-i Beyt İmamları (a.s.), muhtemelen bu hadislerin Müslümanlar arasındaki şöhretinden dolayı ve bu inancın nebevî bir kökeninin bulunduğunu vurgulamak bakımından yeryüzünün hüccetten yoksun kalmayacağına dair açıklamalarında çoğu zaman meşhur nebevî hadislerde geçen lafızları aynen kullanıyorlardı. İmamların bu açıklamaları, bu hadislerin Şiiler arasındaki önemini daha fazla artırmış ve onların ortak içerikleri çok hızlı bir şekilde Şia’da açık bir kelâmî inanca dönüşmüştü.[104]  İlginçtir ki mezhepler tarihi yazarlarının bazılarının İmâmiyye Şiası’nın inançlarını yazdıkları eserlerinde de bu meşhur nebevî hadislerdeki lafızların izleri kalmıştır. Ehl-i Sünnet’in ünlü hadisçilerinden Ebu Mutî Mekhul bin el-Fadl Nesefî’nin (ö. h. 318) er-Redd ale’l-Bida´ adlı risalesinde İmâmiyye’yi tanıtma şeklinden daha önce zikredilen rivayetlerden yararlandığı anlaşılmaktadır. O şöyle yazıyor:

 

“İmâmiyye, dünyanın İmam Hüseyin’in (a.s.) evlatlarından bir imamdan yoksun kalmayacağını, bu imamın yeryüzündeki insanların en âlimi olacağını, ona verilen bu ilmin başkalarından tahsil edilen bir ilim değil Cebrail’in ona öğrettiği bir ilim olacağını söylüyor. O öldükten sonra, yerine onun gibi olan bir başkasının geçeceğini; onu tanımadan ölen bir kişinin cahiliye üzere öleceğini, dünyanın ister açık, isterse gizli olsun bir imamdan yoksun kalmayacağını söylüyor.”[105] 

 

İlahî İmam’ı tanımanın inançtaki yeri ve onun imandaki zorunlu rolü, başlangıçta tüm Şii fırkalarda yaygındı.[106] Ancak daha sonra “İmamlar silsilesinin birbirine bağlılığı” ya da bir başka deyişle “ilahî hüccetlerin kesintisiz bir şekilde birbiri ardınca devam ettiği” inancı, bazı Şii fırkaların[107] özellikle de İmâmiyye’nin inanç ekseni haline gelmiştir. Şii olmayan bazı mezhep tarihi yazarları Şiilerin bu inancını “nesak” (birbirine bağlılık, kesintisizlik) diye adlandırmış ve bu inancın öne çıkmasından dolayı Şiilerden bahsederken “ehl-i nesak” ifadesini kullanmışlardır. Fırkaları anlatan en eski eserlerden biri (üçüncü asrın başları[108]) Mutezililere aittir ve bugün İmâmet Meseleleri (Mesâilü’l-İmâme) adıyla bilinmektedir. İlk iki asırdaki İmâmiyye Şiası fırkalarına dair bilgiler veren eserin yazarı, İmâmiyye Şiilerini Ehl-i Nesak diye adlandırmış ve onların nesak inancı konusunda icmâ ettiğini vurgulanmıştır. Yazar, bütün Şiileri Hz. Ali’nin (a.s.) taraftarları olarak nitelemiş ve onların Hz. Ali’den (a.s.) sonra üç fırkaya ayrıldığını, birinci grubun imametin nas yoluyla Hz. Ali’ye, İmam Hasan’a ve daha sonra da Hz. Fatıma’nın soyundan diğer imamlara ait olduğuna inandığını ve “nesak” inancını taşıdığını belirterek şöyle yazıyor:

 

“Bu fırkada olanlar, imametin nesakına (imamet silsilesinin kesintisizliğine) ve devamlılığına inanmaktadır. Bir imamdan sonra bir başka imamın gelmesinin zorunlu olduğunu ve dünya yaşamı sona erinceye kadar her vasiden sonra bir başka vasinin geleceğini kabul ediyorlar.”[109]

 

O, imametteki nesak inancının Şiilerin bu grubunu diğer gruplarından -özellikle de Zeydîlerden- ayıran en temel inanç olduğunu belirtmiş ve İmâmiyye, İsmailiyye, Fethiyye ve Vâkıfe gibi Şii fırkalarından “Ashabu’n-Nesak” veya “el-Kâilun bi’n-Nesak” diye söz etmiştir.[110] Bu ayrıntılı tarihî bilgi gösteriyor ki Şiilerin geneli, özellikle de ilk asırdaki İmâmiyye Şiilerinin tamamı, Hz. Peygamber’den (s.a.a) ve Hz. Ali’den (a.s.) gelen hadislerin etkisiyle imametin nesakı yani vasilerin birbiri ardınca gelişi ve sürekliliği konusunda icmâ ediyordu. Bu yönüyle de diğer Müslüman fırkalardan ayrılıyordu.

 

Şiilerin icmâ ettiği bu genel inanç, üçüncü ve dördüncü asırlarda İslamî fırkalara dair yazılan kitaplarda da yer almıştır. El-Mekâlât ve’l-Firak adlı eserin yazarı Sad bin Abdullah Eşarî (ö. h. 300), bu icmâ ve onun sağlam dayanağı olan hadis hakkında şöyle yazmıştır:

 

“Doğru sözlü imamlardan nakledilen haberler ve İmâmiyye Şiası arasında doğruluğundan ve güvenilirliğinden dolayı sıhhatinden şüphe etmedikleri senetler gösteriyor ki yeryüzü bir önceki imamın halefi olan bir imamdan ve hüccetten asla yoksun kalmayacaktır. Yeryüzü, imamın varlığından bir saat yoksun kalacak olsa yeryüzü üstünde yaşayanları yutar. İşte imametin durumu budur. Kurtuluşa ermiş İmâmiyye Şiilerinin üzerinde ittifak ve icmâ ettiği açık ve aydınlık din, menhec budur. Biz Şiilerdeki bu icmâ, Hasan bin Ali (İmam Askerî) vefat edinceye kadar sürmüştür.”[111] 

        

Şeyh Sadûk da verdiği tarihî bilgilerde yeryüzünün ilahi hüccetten yoksun kalmayacağına dair rivayete işaret ederek, bu rivayetin Şiilerin tüm kesimlerinde ve fırkalarında yaygın olduğunu belirtmiş ve hiç kimsenin bunu inkâra ve tevile kalkışamayacağını söylemiştir. O ayrıca, yeryüzünün yoksun kalmayacağı imamın “zahir ve galip” veya “çekinen ve gizli” olabileceği konusunun da ilk günden kitabın yazıldığı döneme kadar olan tüm Şiiler tarafından icmâ ile kabul edilen bir husus olduğunu yazmıştır.[112]

 

 

Bütün bu bilgiler “imametin nesakı” düşüncesinin ilk asırdaki erken dönem Şii düşünce tarihindeki konumunu ve onun meşhur nebevî hadislerden etkilendiğini göstermektedir. Bununla birlikte dördüncü asrın ilk yarısında diğer İslamî fırkalar, belki de bu hadisleri kendi mezheplerinin tarihine tatbik edemediklerinden fiili olarak bu hadislere inançtan ve kelâmî sistemlerine dahil etmekten vazgeçmişlerdi. Mesudî’nin (ö. h. 346) bildirdiğine göre Ehl-i Sünnet fakihleri, Mutezile, bazı Hariciler,[113] Mürcie, Hadis Ehli’nin çoğu, Zeydiyye'nin bir kısmı ve o dönemdeki avamın geneli şu inanca sahipti: Allah ve Resulü ümmeti bir kişiyi seçip imamete getirme işini ümmete bırakmış ve bazı asırlar, Şiiler nezdinde masum imam olan ilahi hüccetten yoksun kalmıştır.[114]

 

    

Şeyh Müfid, (ö. h. 413) de Mutezile, Hariciler, Zeydiyye, Mürcie ve hadisçilerin genelinin, uzun zamanlar boyunca yeryüzünün imamdan yoksun kalabileceği inancı konusunda müttefik olduğunu belirtmiştir.[115]

 

 

Sonuç

 

 

Itret veya Ehl-i Beyt’ten en az bir kişinin ümmetin hidayet kaynağı (Sekaleyn Hadisi), din ilminin âdil taşıyıcısı ve koruyucusu (Âdil Koruyucular Hadisi), zamanın yaşayan imamı (İmamı Tanıma Hadisi) ve Allah’ın insanlar üzerindeki hüccetini ayakta tutan biri olması (Kumeyl Hadisi) gibi Hz. Peygamber (s.a.a) ve Hz. Ali’den (a.s.) gelen meşhur rivayetlere bağlılık, Şiiliğin en belirgin özelliğini oluşturuyor, bu rivayetler Ehl-i Sünnet ve Şii hadisçiler arasında kabul görüyordu. Bu hadisler, Şiiler nezdinde, onları diğer fırkalardan ayıran en önemli inanç esasını oluşturmuştu. Öte yandan Masum İmamların rehberliği ve bu hadislerin onlara delalet ettiğine dair açıklamaları sebebiyle, Şiiler, bu rivayetlerin bir bütün halinde İmamların ilahî vesayetine dair inancı teyit ettiğine inandılar. Ayrıca bu rivayetlerde zikredilen tüm sıfatlara yönelik Şia okumasında nesnel bir misdak bulunuyordu ki o da, Ehl-i Beyt İmamları’ydı (a.s.). Bu durum Şiilerin daha bir güvenle bu rivayetleri savunmasına izin veriyordu. Bu savunma o kadar açıktı ki erken dönem Ehl-i Sünnet hadisçisi Nesefî, kitabının Şiileri tanıttığı bölümünde aynen bu hadislerdeki lafızlarla İmâmiyye Şiilerinin inançlarını zikretmişti.

 

 

Böylece ilk Şii toplumsal akımının şekillenmesiyle, İmâmiyye Şiilerinin düşünce sistematiğinde söz konusu hadisler kendini şu şekilde gösteriyordu: Yeryüzünde her zaman bir ilahî imamın var olması gerekir. Bu imam, açık ya da gizli olabilir. O, Kur’ân’ın yoldaşı ve ümmetin hidayetinin garantisidir. O’nun varlığıyla çağın insanları için dinin saflığı korunur. O imamın ölümünden sonra Allah tarafından ümmete yeni bir imam gönderilir ve o da öncekinin yerini alır. O ilahî hücceti tanımayan ve onun hidayetine uymayan bir insan, öldüğü zaman cahiliye üzere ölmüş olacaktır.

 

 

Çeşitli mezhep tarihçileri, Şiilerin imâmet silsilesinin devamlılığına inandığını bildirmiştir. Bu inanç bazen “nesak”, Şiiler de ‘Ehl-i Nesak’ şeklinde isimlendirilmiştir. Bununla birlikte bu meşhur nebevî hadislerin diğer İslamî fırkaların kelâmî yapısında böylesi bir inanç oluşturduğu görülmemektedir. Özel olarak Ehl-i Sünnet, zaman içerisinde bu hadislerin gerçek misdaklarını bulma veya kabul etme konusunda sorun yaşamıştır. Doğal olarak da kimi durumlarda Sekaleyn Hadisi gibi rivayetlerin yanından kolayca geçip gitmiş veya bunları tahrif etmişlerdir. Kimi durumlarda ise, işaret ettiğimiz üzere, bazı Sünnî ve Zeydî âlimler, hadisi belli misdaklara tatbik etmekten çekinmişler, söz konusu hadislerin delaleti konusunda tolerans göstererek “imam”, “âdil”, “kaim lillah bi-hücce” gibi sıfatların tahakkukunu zorba sultanlar veya hadisçiler düzeyine indirgemiş ya da onu ifade etmek için “akıl” ve “Kur’ân” gibi şahıs olmayan misdaklar zikretmişlerdir.

 

 

 

 

Çeviri: Hüseyin Mahir

 

 

 

Medya Şafak           

 

 

 

http://emamat.ir/component/k2/item/8401.html

   

 



[1] Meşhed Firdevsi Üniversitesi Kur’an ve Hadis İlimleri doktora öğrencisi. maraja8131@yahoo.com

[2] Tahran Üniversitesi Kur’an ve Hadis İlimleri doktora öğrencisi mahdi.ghandi.edu@gmail.com

[3] Tahran Üniversitesi Kur’an ve Hadis İlimleri doktora öğrencisi ghandehari@ut.ac.ir

[4] Görüşleriyle makalemizi iyileştirmeye yardımcı olan Abdulhamid Ebtehî ve Rıza Levesanî Beyler ile Meryem Velayetî Hanım’a teşekkür ederiz.  

[5] “Tegafül siyaseti” burada şu anlamdadır: Bir mezhebî fırkanın kelâmcılarının veya ulemasının, kendi inanç sistemlerini tanzim ederken, kendi fırkalarının tarihî gerçekleriyle uyumlu olmayan meşhur ve mütevatir rivayetleri tümüyle görmezden yahut bilmezden gelme yoluna gitmeleridir. “Tevil siyaseti” ise burada şu anlama gelmektedir: Söz konusu kelâmcıların, mevcut inançlarını ve kendi mezheplerinin tarihî gerçeklerini izah etme adına bilinen dil kurallarının aksine rivayetin lafızlarına yeni anlamlar vermek için onları kullanılan, gerçek ve hatta bilinen mecâzî anlamlarından çıkarıp dilbilimcilerin yaygın geleneklerine aykırı bir şekilde kendi düşünceleri ve inançları lehine yorumlamalarıdır.

[6] Halebi, Ali Asgar, Tarih-i İlm-i Kelâm, s. 120 ve bkz. Ensarî, Hasan, Dairetü’l-Meârif-i Bozorg-i İslâmî, c. 10, “İmamet”, s. 138.

[7] Müfid, Muhammed bin Muhammed, Evailu’l-Mekâlât, s. 38, 2. Bâb.

[8] Age, s. 39, 3. Bâb.

[9] Bu makalenin son bölümüne bakınız.

[10] “Fırkaların sahihliklerinin incelenmesi” ideali doğrultusunda bu rivayetlerin muhtelif İslamî fırkaların inançları üzerinde ne ölçüde etkili olduğu sorusu gündeme gelmektedir. Bununla birlikte İslamî fırkaların çokluğu ve onların tekâmül tarihi içerisindeki düşünsel evrimlerinin boyutu, bu araştırmada tüm fırkaların bu hadislere yönelik düşünsel yaklaşımını bütünüyle incelememize engel oluşturmaktadır. Her bir İslamî fırkanın bütünsel yaklaşımının incelenmesi bağımsız bir araştırma konusudur.    

[11] Geçmişten bugüne Şii ve Sünni hadisçilerin büyükleri, Sekaleyn Hadisi’ni sahih, sünen, müsned, siyer, tarih ve lügat kitaplarında nakletmiştir. (Veşnevî, Kavvamu’d-Din, Sekaleyn Hadisi) Abekâtu’l-Envâr kitabının son beş cildi, (18-22 ciltler) Sekaleyn Hadisi’nin senetlerine ve delaletine ayrılmış, bu mütevatir rivayetin çeşitli nasları ve delaletleri incelenmiştir. Ayrıca Danişname-yi Cihan-ı İslam’daki “Sekaleyn Hadisi” makalesi; senetler, çeşitli nakiller, hadisin söyleniş zamanı ve mekânı, Şii kelâmcıların çeşitli asırlarda bu hadisle ilgili yorumları, İmamların kullanımı ve hadisin kullanım yaygınlığı, Ehl-i Sünnet’in hadise yönelik şerhleri ve eleştirileri ve hadisin Kur’ânî kullanım ve delaletleri gibi hususlara yer vermiştir.

[12] Tirmizî, Muhammed bin İsa, Sünen, 2/308.

[13] Kasımov, Rah-ı Necat adlı kitabında, Ehl-i Sünnet ve Şia eserlerinde 24 sahabîden nakledilen rivayetleri toplamıştır. Fakat Abekâtu’l-Envâr’ın 18. cildinin mukaddimesinde yazar, birçok el yazması kaynağa da müracaat ederek şöyle yazmıştır: “Bu hadisi 30’dan fazla sahabî Hz. Peygamber’den (s.a.a.) rivayet etmiştir.’’ Cevâmiu’l- Kelim hadis arama programında ise bu rivayetin günümüz Ehl-i Sünnet kaynaklarında en az 11 sahabîden nakledildiği çıkmaktadır.    

[14] Bu hadisin Ehl-i Sünnet ve Şia’da mütevatir olduğu ile ilgili olarak bkz. Şanzerî, Cafer ve Tabatabai Pude, Seyyid Mehran, Şia ve Ehl-i Sünnet Kitaplarındaki Sekaleyn Hadisinin Mütevatir Metni.

[15] İbn Hacer Mekkî el-Heysemî, Şia karşıtı bir Sünni âlim olarak Sekaleyn Hadisi’nin delaleti hakkında şöyle diyor: ‘’Ehl-i Beyt’e tutunulması gerektiğini vurgulayan bu hadiste, kıyamete kadar Ehl-i Beyt’ten bir kişinin ortadan kalkmayacağına ve tutunmaya layık olan bir kişinin bulunacağına işaret edilmiştir. Nitekim Allah’ın Kitâbı da böyledir (kıyamete kadar ortadan kalkmayacaktır). Bu yüzden daha sonra söyleyeceğimiz üzere bunlar yeryüzünde yaşayanların güvenceleridir. Bu konuda geçen ‘Ümmetimin her neslinde benim Ehl-i Beyt’imden âdil bir şahıs bulunur’ hadisi de buna delildir.’’ (Sevâiku’l-Muhrika, 149) Tutunmaya kimin layık olduğu konusu bir yana, İbn Hacer’in bu sözleri gösteriyor ki ona göre bu hadis, yeryüzünün ilahi şahıslardan yoksun kalmayacağına delalet ediyor ve İslam ümmeti bu şahısların varlığına teşrii açıdan muhtaçtır.       

[16] Müsned’inde aralarında Sekaleyn Hadisi’nin de olduğu yaklaşık 27 bin hadise yer veren Ahmed b. Hanbel, ‘’Allah’ın Kitâbı ve Sünnet’im’’ nakline yer vermemiştir. Hâkim Nişaburî de ‘’Allah’ın Kitâbı ve ıtretim’’ hadisinin sıhhatini Buhari ve Müslim’in sahihlerindeki şartlar çerçevesinde geçerli görmekte (el-Müstedrek, 3/109) ve “Allah’ın Kitâbı ve Sünnet’im’’ naklini garip ve tanınmayan bir rivayet saymaktadır. (1/93) 

[17] Şanzerî, Cafer ve Tabatabai Pude, Seyyid Mehran, age, s. 194.

[18] Kâ’deki bir hadiste (1/246), İmam Sâdık (a.s.) zamanında Kur’an’ı hüccetullah olarak gören genele ait bir inançtan bahsedilmiştir. Şafii’nin ve İbn Kuteybe’nin kitaplarında da sadece Kur’an’ı hüccet olarak kabul eden bazı kelamcılardan bahsedilmiştir. Muhtemelen bu kelamcılar, Mutezililerden değil, halifelerin takipçileri olan Zahirîlerden bir gruptu. (Ağai, Seyyid Ali, Kur’an Besendegi ve İnkâr-ı Hucciyet-i Hadis: Berresi-yi Hastgah ve Endişeha-yi Ehl-i Kur’an/Kur’aniyun, 94)

[19] “Size benden sonra tutunmanız halinde sapkınlığa düşmeyeceğiniz bir şey bıraktım: Allah’ın kitabı.’’ Müslim bin Haccac, Sahih, 8/184. Ebu Davud Sicistanî, Sünen, 1/326. İbn Ebu Âsım, Kitâbu’s- Sünne, s. 390, hadis: 1334. İlginçtir ki son kaynakta bu hadis, “Ehl-i Beyt’in Faziletleri” bölümünde nakledilmiştir. Hadis yazara göre Ehl-i Beyt’in fazileti hakkında olduğundan devamının atılmış olması mümkündür.   

[20] Hüseynî Musevî, Seyyid Abbas bin Ali, Nüzhetu’l-Celis, 1/12. Kitabın yazarı bu sözün Hanefi âlim ve hadisçilerden Hasan bin Ali el-Uceymî’ye (h. 1049-1113) ait olduğunu söylemekte ve şöyle demektedir: “O, bu konuyla ilgili olarak İkaletu’l-Usra bi Beyâni Ma´ne’l-Itre adlı bir kitap yazmıştır.” Hanefi yazarın bu kitabı bugün el yazması olarak mevcuttur.

[21] Mesela Atiye bin Sad el-Avfî, Ebu Said Hudrî’ye Ehl-i Beyt’in örnekliği hakkında soru sormuştu. (İbn Babeveyh, Muhammed bin Ali, Kemâluddin, 1/237) Aynı şekilde bazı araştırmacılar da (Mir Hamid Hüseyin, Abekâtu’l-Envâr, 19/917) Zeyd bin Erkam’ın bu rivayeti duruma göre tahrif ettiğine ihtimal verdiler. Nitekim Amir bin Vasıle el-Leysî (İbn Babeveyh, Muhammed bin Ali, Kemâluddin, 1/238) ve Ali bin Rebia, (İbn Hanbel, Ahmed, el-Müsned, H. 18887) Zeyd bin Erkam’la farklı görüşmelerde hadisin doğru naklini işittiğine tanıklık ediyordu. Şunu da belirtmek gerekir ki tâbiînden olan bu üç kişinin tamamı Taberî Amulî’nin (ö. h. 326) mütekaddim [erken dönem] Şiilere dair hazırladığı listede yer almaktadır. (el-Musterşid fi İmâme, s. 194, 197) 

[22] İbn Babeveyh, Muhammed bin Ali, Uyûnu Ahbari’r-Rıza, 1/57.

[23] Age, Meâni’l-Ahbâr, s. 58.

[24] Saffar, Muhammed bin Hasan, Besâiru’d- Derecât, s. 413-414.

[25] Age, s. 414, hadis 4 ve Ahbaru Zarih bin Yezid el-Muharibi, el-Usûlu Sitte Aşer, s. 262.   

[26] el-Usûlu Sitte Aşer, 294.

[27] İbn Şube, Hasan bin Ali, Tuhefu’l-Ukûl, s. 426. 

[28] Saffar, Muhammed bin Hasan, Besâiru’d- Derecât, s. 434.

[29] İbn Babeveyh, Muhammed bin Ali, Kemâluddin (1/115). Nekzu Kitâbi’l-İşhâd kitabında İmamiye ve Zeydiye’nin “ıtret” konusunda icma ettiklerini savunan İbn Kıbe ile diğer Zeydiler gibi Ehl-i Beyt’i, Hz. Fatıma’nın tüm çocukları olarak kabul eden Ebu Zeyd Alevî’nin (ö. h. 326) (a.g.e, s. 114) arasında geçen, risalenin tamamındaki diyaloğundan (age, s. 94) anlaşılıyor ki Kur’ân’la birlikte ıtrete de uyma zorunluluğu ilkesi, onun misdaklarından bağımsız olarak Zeydiyye’nin ve İmâmiyye’nin üzerinde icma ettiği bir konudur.

[30] İlahi hüccetlerin devamlılığı meselesi, bu hadisteki iki ifadeden anlaşılıyor: Birincisi, ‘’tutunmanız halinde benden sonra sapkınlığa düşmezsiniz’’ ifadesi ebedi bir nefiy ve kesin bir garantidir. Yani Müslümanlar eğer bu iki ağır ilahi emanete tutunurlarsa, sonsuza kadar asla sapkınlığa düşmezler. Bu tutunma, yalnızca sonsuza kadar insanların tutunabileceği birinin var olması halinde gerçekleşebilir. Aksi halde bu vaat hikmetli bir vaat olmayacaktır. Diğeri de ‘’Bunlar Kevser Havuzu’nun başında bana ulaşıncaya kadar birbirinden ayrılmazlar’’ ifadesidir. Bu ifade son derece açık bir şekilde Ehl-i Beyt’ten İmamlar silsilesinin birbirine bağlı olarak kıyamete kadar Kur’ân’la birlikte olacağına işaret etmektedir. Bu ifadeye göre tüm zamanlar boyunca eğer Ehl-i Beyt’ten biri Kur’ân’la birlikte olmazsa bu iki ağır emanet arasında ayrılık meydana gelecektir. Bazı naslarda bu anlam “Bunlar Kevser Havuzu’nun başında bana ulaşıncaya kadar yok olmazlar’’ şeklinde de mevcuttur.  

[31] Taberî, Muhammed bin Cerir, el-Musterşid fi İmâme, s. 526.

[32] İbn Babeveyh, Muhammed bin Ali, Kemâluddin, 1/63-64.

[33] Age, 1/113.

[34] Bu rakam, Cevâhiru’l-Kelim yazılımındaki bu hadise bakılarak elde edilmiştir.

[35] Hatib el-Bağdadî, Ahmed bin Ali, Şerefu Ashabi’l-Hadis, s. 28.

[36] el-Câhiz, Amr bin Bahr, el-Beyân ve’t-Tebyîn, 2/15.

[37] Dineverî, İbn Kuteybe, Uyûnu’l-Ahbâr, 2/135.

[38] İbn Vaddah el-Mervanî, el-Bida´ ve’n-Nehyi anha, s. 25.

[39] Örneğin İbn Eşas, Muhammed bin Muhammed, el-Caferiyan, s. 245.

[40] Hatib Bağdadî, Ahmed bin Ali, age, s. 29

[41] Age, s. 28-30.

[42] Münâvî, bu konuyu ‘’La tezâlü taifetun min ummeti…’’ hadisinin şerhinde Nevevî’den naklediyor. Münâvî, Muhammed Abdurrauf, Feyzu’l-Kadir, 6/396.

[43] Hatib Bağdadî, Ahmed bin Ali, age, s. 30. Hatib, bu hükmü İsmail bin İshak Gazî’den (ö. h. 282) bu doğrultuda nakletmiştir.

[44] Himyerî, Abdullah bin Cafer, Kurbu’l-İsnad, s. 77. Himyerî bu rivayeti bir vasıta ile yani Harun bin Müslim ile İmam Sâdık’ın (a.s.) çağdaşlarından olan ve Şii olmayan Mesade bin Sadaka’nın kitabından nakletmiştir.

[45] Seffar, Muhammed bin Hasan, Besâiru’d-Derecât, s. 10; Kuleynî, Muhammed bin Yakub, el-Kâfî, 1/32.

[46] İbn Babeveyh, Muhammed bin Ali, Kemâluddin, 1/228. Tûsî, Muhammed bin Hasan, el-Gaybe (s. 223). Abdullah bin Cafer Himyerî, kitaplarından birinde aynı içerikle İmam Sadık’tan (a.s.) da rivayet ediyor. Bkz. Seffar, Muhammed bin Hasan, age, s. 332.

[47] İbn Bâbeveyh, Muhammed bin Ali, Kemâluddin, age, 1/181.

[48] Necâşî, Ahmed bin Ali, Ricâl, s. 307. Bu risale bugün Şeyh Saduk’un İlelu’ş-Şerâyi´ adlı kitabında kalmıştır. (Ensarî, Hasan, age, s. 138)

[49] İbn Bâbeveyh, Muhammed bin Ali, İlelu’ş-Şerâyi´, 2/101. 

[50] Şu tür ifadeler: “İmamsız ölen biri”, “Üzerinde bir imam olmayan”, “İtaatsiz olarak ölen”, “Boynunda biat olmadan ölen.”

[51] Bu hadisin Ehl-i Sünnet kanallarından yapılan nakli ve delaletleri konusunda daha fazla bilgi için bkz. Fakih İmanî, Mehdî, Şinaht-ı İmam ya Râh-ı Rehâi ez Merg-i Câhilî.

[52] Bu hadisin imametin füru-ı dinden değil, usul-i dinden olduğuna delaleti konusunda bkz. İsfendiyari, Musa, Hadis-i Merg-i Cahili ve Delalet-i An ber Asl Engari-i İmamet.

[53] Age, s. 85.

[54] Ebubekir bin Hallad en-Nusaybî, (ö. h. 510), Zahiriyye Kütüphanesi’nde el yazması şeklinde var olan hadis derlemesinde bu hadisi müsned olarak Hazret’ten nakletmiştir. (Cevâmiu’l-Kelim adlı yazılım, Ebubekir bin Hallad Nusaybî Hadisi, hadis: 41) Şii kaynaklarda da bu rivayetin benzeri, Hz. Ali’den nakledilmiştir ve bu da hadisin aslının varlığını teyit etmektedir. (Berkî, Ahmed bin Muhammed, el-Mehâsin, 1/155) 

[55] Müfid, Muhammed bin Muhammed, Resâil fi’l-Gaybe, 1/12; Meclisî, Muhammed Bakır, Bihâru’l-Envâr, 8/368

[56] Muasır araştırmacı Seyyid Muhammed Rıza Hüseynî Celalî, Cihâdu’l-İmâmi’s- Seccâd adlı kitabında (s. 33), bu hadisi bazı Zeydiyye kaynaklarından da nakletmiştir.

[57] Örnek olarak bkz. Kadı Numan, Tevilu’d-Deâim, 3/145.

[58] Buna örnek olarak şunu zikretmek mümkündür: Ehl-i Sünnet’te bu hadis iki meşhur şahsiyet tarafından nakledilmiştir: Hz. Ali bin Ebu Talib, (a.s.) (bir önceki dipnotta kaynağı zikredilmiştir) ve Muaviye bin Ebu Süfyan. (Örneğin, Ahmed bin Hanbel, Müsned-i Ahmed, Daru’l-İhyai’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, tarihsiz, 16531. Hadis) Bununla birlikte Muaviye bu hadisin râvîlerinden yalnızca birisi olmasına rağmen bu rivayet muhtelif kaynaklarda en fazla ondan nakledilmiştir. Ehl-i Sünnet kaynaklarındaki çeşitli sahabîlerin nakillerinin ne ölçüde tekrarlandığı konusunda bkz. Cevâmiu’l-Kelim yazılımı, “Men mate bigayri imam…” hadisi. İkinci kanıt da el-Kâ’de (2/20) geçen İmam Sâdık’tan (a.s.) yapılan rivayettir. İmam, İslam’ın devamlılığı adına velâyetin zaruretini ispat için Resulullah’ın bu hadisini delil gösteriyor, sonra da onun misdaklarını tayin ediyor. Özellikle de Ehl-i Sünnet’in aksine Muaviye ve Yezid’i imamın misdaklarının dışında bırakıyor.

[59] Ebu Davud Tayalisî, Müsned, Hadis: 2012.

[60] Müfid, Muhammed bin Muhammed, el-Fusûlu’l-Muhtâra, 245; Ebu Hayyan Tevhidî, el-Besâir ve’z-Zehâir

[61] Berkî, Ahmed bin Muhammed, Mehâsin, 1/92, 154/Hadis: 80 ve s. 155/Hadis: 82; Kuleynî, Muhammed bin Yakub, Kâfî, 1/376-377. İlk üç hadis “Kim ölür de hidayet imamlarından bir imamı olmaz ise” bâbındadır ve ayrıca a.y.  1/378. Bu son rivayette de râvî, hadisi “Kavl’ul-Amme” (Ehl-i Sünnet’in sözü) adı altında nakletmiştir.  

[62] Berki, Ahmed bin Muhammed, age, 1/154-155, Hadis: 80 ve 82.

[63] Bu asl hakkında bkz. Müderrisi Tabatabaî, Seyyid Hüseyin, Miras-ı Mektub-ı Şia, s. 373-374. 

[64] el-Usûlu’l-Sitte Aşer, s. 246, 247.

[65] Bu asl hakkında bkz. Muderrisi Tabatabai, Seyyid Hüseyin, Miras-ı Mektub-ı Şia, 471-472.

[66] Bu hadis Yahya bin İmran Halebî’den Kâfî’de (8/146) ve birkaç küçük farkla el-Mehâsin’de nakledilmiştir.

[67] Ahmed bin Muhammed’in İmam Rıza’yla (a.s.) yazışmaları sonraki hadisçiler ve fihrist sahipleri arasında bilinmekteydi. O kadar ki Şeyh Tûsî, onu tanıtırken bu yazışmaya işaret etmiş ve şöyle yazmıştır: “İmam Rıza ile görüşmüştür ve O’nun nezdinde büyük bir mertebeye sahipti. İmam’la yazışmaları da nakledilmiştir.” (Tûsî, Muhammed bin Hasan, Fihrist, s. 50.) Abdullah bin Cafer Himyerî, bu yazışmaya tıpkı diğer râvîlerimizin kitaplarına olduğu gibi ulaşmış ve tamamını Kurbu’l-İsnâd’da (s. 352-348) nakletmiştir.

[68] İbn Hibbân, Sahih-i İbn Hibbân, 10/435.

[69] İbn Şehrâşûb, Muhammed bin Ali, Menâkıb, 1/246.

[70] Saffâr, Muhammed bin Hasan, Besairu’d-Derecât, 1/259, 509, 510.

[71] İmamı tanıma hadisinin bir sonraki imamın kim olduğu konusunda yaşanan belirsizlikler sırasında dayanak edinilmesi, el-Makalât ve’l-Firak gibi kitaplarda yer almıştır. Gözüken o ki “zamanın imamını tanıma” hadisinin Şiiler nezdinde ilahi imamın varlığının zorunlu olduğuna delaleti, öncelikle zamanın imamını bilmenin ve ona uymanın farz oluşunun onun varlığının zorunlu olmasını gerektirmesinden kaynaklıydı. İkinci olarak söz konusu İmamın Rabbanî bir şahsiyet olması gerekiyordu. Aksi halde onu bilmek ve ona uymak imanın şartı ve cahiliye ölümünden kurtulmak olmayacaktı.     

[72] Kumeyl’den rivayet edenler şunlardır: Fudayl bin Hadic, Abdurrahman bin Cundeb el-Fezarî, Ebu Salih, Mücahid ve Ubeydullah bin Ömer bin Musa.

[73] Şeyh Sadûk, bu hadisi birçok Sünni ve Şii kanalından naklettikten sonra “Bu hadis birçok tarike sahiptir” diye yazıyor. (Kemâluddin, 1/294)

[74] Bu hadisi içeren erken dönem kaynakların listesini ve Kumeyl Hadisi’nin özel bölümünü görmek için bkz. Müderrisî, Seyyid Hüseyin, age, s. 119. Hadisin ikinci kısmını içeren (ister açık ve bilinen ister haif ve gizli…) Sünni hadis nüshaları listesi için de aynı yere bkz. Buna aşağıdaki kaynakları da eklemek mümkün: İbn Hamdun, (ö. h. 309) Tezkiretü’l-Hamduniyye, 1/68; Muhammed bin Muhammed bin Hibetullah el-Hüseynî el-Aftasî  (ö. h. 515) el-Mecmûu’l-Lefif, 35; Muhammed bin Ali el-Himyerî Gırnatî, (ö. h. 894) Ravzatu’l-İlam, 1/195 (Hafız Ebu Nuaym İsfehanî’den (ö. h. 430) naklen Riyazetu’l-Müteallimin adlı kayıp kitapta); Taberî el-Mamtayrî (ö. h. 360) Nuzhetü’l-Ebsâr, s. 147. Son kaynağın muhakkiki Muhammed Bakır Mahmudî, bu hadis için dipnotunda başka kaynaklar da zikretmiştir. Tezkiretu’l-Hamduniyye’nin Sünni muhakkikleri de Aynu’l-Edeb ve Likahu’l-Havâtir gibi başka kitapları da bu hadisin kaynaklarının listesine eklemiştir.   

[75] İbn Babeveyh, Muhammed bin Ali, Kemâluddin, 1/262, Hadis: 8.

[76] Hazzaz, Ali bin Muhammed, Kifâyetü’l-Eser, s. 163.

[77] Kuleynî, Muhammed bin Yakub, a.y., 1/335 Hadis: 3. Ayrıca Eşarî, Sad bin Abdullah, el-Mekâlât ve’l-Firak (s. 104.) Bu hutbenin diğer lafızlarına ilişkin nakiller de mevcuttur ve buna çok yakındır. Muhtemelen Mesude bin Sadaka’nın kitabındandır: İbn Babeveyh, Muhammed bin Ali, Kemâluddin, 1/302, Hadis: 11. Taberî, Muhammed bin Cerir, Delâilu’l-İmâme, s. 530, Hadis: 550.

[78] Eşarî, Sad bin Abdullah, el-Mekâlât ve’l-Firak, s. 104.

[79] İbn Babeveyh, Muhammed bin Ali, Kemâlüddin, 1/114, İbn Kıbe’nin Kitâbu’n-Nakzi Kitâbi’l-İşhâd li Ebi Zeyd el-Alevî kitabından naklen.

[80] Age, 2/657.

[81] Numanî, Muhammed bin İbrahim, el-Gaybe, s. 106.

[82] Ebu Hilal, Divânu’l-Meâni, 1/328.

[83] İbn Abdulber, Câmiu Beyâni’l-İlm ve Fadlihi, s. 388.

[84] Müderrisî, Seyyid Hüseyin, Mirâs-ı Mektûb, s. 120. İbn Kıbe’nin bu sözünden anlaşılıyor ki Şiiler daha ilk dönemlerden beri imamın “zahir” veya “topluma galip” olmasını imametin şartı saymıyordu.

[85] Hatib Bağdadî, el-Fakih ve’l-Mütefakkih, 1/50.

[86] Askalânî, İbn Hacer, el-Fethu’l-Bârî, 6/494.

[87] İbn Cevzî, Saydu’l-Hâtır, s. 55.

[88] İbn, Teymiyye, Hz. Ali’nin ismini anmaksızın ve Kumeyl Hadisi’ndeki lafızları aynen temel alarak ilahi hüccetleri ikame edenlerin devamlılık halindeki varlığını Kur’ân’ın tahrif edilmemesinin sebebi olarak zikretmiştir. (İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ, 25/130-131)

[89] Halid bin Safvan bin Abdullah bin Amr bin el-Ehtem et-Temimî, birinci asrın sonlarındaki büyük Arap edibi ve fesahatçısı.

[90] Ebu’l- Ferec İsfehanî, el-Eğanî, 2/419, İbn Hamdun, et-Tezkiretü’l-Hamduniyye, 1/158. Bu macera meşhur olmuş ve birçok kaynakta yer almıştır.

[91] Birçok tarihî kaynakta belirtildiğine göre Abbasiler “Sehab” (Bulut) ve “Zıll” (Gölge) adlarında iki bayrağa sahipti. İkinci bayrağa verilen adın hikmeti şuydu: Yeryüzü Abbasilerden olan bir “kâim”den yoksun kalmayacaktır, tıpkı gölgeden yoksun kalmayacağı gibi. (Taberî, Tarih, 7/356; İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 10/30) Mervan bin Ebu Hafsa’nın (ikinci asır) Abbasilere övgü dolu şiirinin bir beyti de bu inanca delalet ediyor: “Abbasoğulları aydınlatıcı yıldızlardır / Bir yıldız battığında diğeri parıldar.”(Taberi, Tarih, 8/348.)

[92] İbn Ebi’l-Hadid, Abdulhamid bin Hibetullah, Şerhu Nehci’l-Belâga, 1/115. O, İmâmiyye’nin Nehcu’l-Belâga’nın ilk hutbesinde benzer bir şekilde geçen hüccet kelimesi konusunda yaptığı çıkarıma cevap olarak bu tefsiri sunmuştur.

[93] Zeydiyye’nin en büyük kelamcısı, kelam ve fıkıh teorisyeni Kasım bin İbrahim Ressî, (ö. h. 246 H.) Mecmûu Kutub ve Resâilu’l İmami’l-Kasımi’r-Ressî, 260. Mesele.

[94] Meşhur lügatçi Ebubekir Muhammed bin Hasan bin Deridi’l-Ezdî (ö. h. 321), kendi döneminin halkından şöyle naklediyor: Yeryüzü zahit bir grup olan abdaldan yoksun kalmayacaktır. (el-İştikâk, s. 472)

[95] Kadı Abdülcabbar, Şerhu’l-Usuli’l-Hamse, s. 514.

[96] İbn Babeveyh, Muhammed bin Ali, Kemâluddin, 1/319, Hadis: 2.

[97] Kuleynî, Kitabu’l-Hücce’ye (1/168) “Bâbu’l-Iztırar ile’l-Hücce” ifadesiyle ve bu hadisi zikrederek başlamıştır.

[98] İbn Babeveyh, Muhammed bin Ali, et-Tevhid, 273. Hişam, benzer bir yerde açık bir şekilde delillerini İmam Sâdık’tan aldığını ifade etmiştir. (Kuleynî, Muhammed bin Yakub, Age. 1/170)

[99] İmâmiyye’nin en önemli eserlerinden biri olan Vâkıfe’ye Red’de. Kitap ve tarihi konusunda daha fazla bilgi için bkz. Ensari, Hasan, “Metn-i Kitab-ı er-Redd ale’l- Vâkıfe ez Hasan bin Musa el-Haşşab.” 

[100] Keşşî, Muhammed bin Ömer, Ricâl, s. 553.

[101] Hazzaz, Kummî, Kifâyetu’l-Eser, s. 269 ve İbn Babeveyh, Muhammed bin Ali, Kemâluddin, 2/409, Hadis: 9.

[102] Taberî, Tarih, 4/427 ve birkaç küçük farklılıkla, 4/429.

[103] Age. 6/415. Ayrıca bu makalenin “Zamanın İmamını Tanımanın ve Ona Biat Etmenin Farz Oluşu” bölümüne bakılabilir.

[104] Bazı rivayetler göstermektedir ki Şia’dan en erken ayrılan Keysaniyye fırkası, İmâmiyye ile birçok ortak inanca sahipti: “Yeryüzünün ilahi hüccetten yoksun kalmayacağı”na sağlam bir şekilde inanıyordu. Örnek olarak bkz. Müfid, Muhammed bin Muhammed, el-Fusûlu’l-Muhtâra, s. 297.

[105] Bkz. Kitâbu’r-Redd alâ ehli’l-Bid´a.  (thk. Marie Bernand, Le Kitāb al radd ʿalā l_bidaʿ d’Abū Muṭīʿ Makḥūl al_Nasafī, p. 82)

[106] İbn Haldun’a göre tüm Şii fırkaları İmâmiyye olarak adlandırmaktaydılar. Çünkü ona göre, Şiilerin tamamı imamı tanımayı imanın zorunlu bir parçası kabul eden bir inanç esasına sahiptir. (el-Mukaddime, s. 251) Fakat daha sonra İsnâ Aşeriyye, İmâmiyye olarak öne çıkmıştır. (el-Mukaddime, s. 255)

[107] İsmailiyye fırkasında da ilk İmamların öğretilerinin etkisinden dolayı başlangıçta bu inanç vardı. Bu, bağımsız bir araştırma konusudur.

[108] Wilferd Madelung, Frühe mu‛tazilitische Häresiographie: das Kitāb al_Uṣūl des Ğa‛far b. Ḥarb?, Der Islam. Volume 57, Issue 2, Pages 220-236.

[109] Nâşî Ekber’e nispet edilen, Mesâilu’l-İmâme, s. 183.

[110] Yazar, Şia bölümünün sonunda da kitabı yazdığı döneme yani yaklaşık olarak İmam Ali bin Musa er-Rıza’ya (a.s.) kadar olan çeşitli Şia fırkalarını anlatarak sonunda şöyle yazmıştır: “Benim bu kitabı yazdığım zamana kadarki nesakı kabul eden imamet ashabının ihtilaflarını yazdığım bölüm burada bitti.” (age.204) 

[111] Eşarî, Sad bin Abdullah, age, s. 103-106; Tarih-i Akaid ve Mezahib-i Şia tercümesinden naklen, s. 181, 182, 186.

[112] İbn Babeveyh, Muhammed bin Ali, Kemâlüddin, 2/657.

[113] Ahmed Paketçi, Mesudî’nin bu tahsisini Şeyh Müfid’in genellemesine tercih etmektedir. Bkz. “Tahlil-i ber Dadeha-yi Asar-ı Şeyh Müfid derbare-yi Havaric”, s. 132 

[114] Mesudî, Ali bin el-Hüseyin, Mürûcu’z-Zeheb, 1/48.

[115] Müfid, Muhammed bin Muhammed, Evâilu’l-Mekâlât, 39. İlk iki fırka için ise Fusûlu’l-Muhtâra, s. 322.