Enis Nakkaş’ın Orta Doğu için çözümü: Bir Doğu Konfederasyonu (1)

Enis Nakkaş’ın Orta Doğu için çözümü: Bir Doğu Konfederasyonu (1)
Yakın zamanda Zoom üzerinden gerçekleştirilen ve YouTube'da yayınlanan bir konferansta, kıdemli Orta Doğu analisti [Merhum] Enis Nakkaş, 2014 yılında yayımlanan Doğu Konfederasyonu: Kimlikler ve Politikalar Mücadelesi adlı kitabından bahsetti.

 

 

 

Middle East Observer

 

 

Açıklama:

 

 

Yakın zamanda Zoom üzerinden gerçekleştirilen ve YouTube'da yayınlanan bir konferansta, kıdemli Orta Doğu analisti [Merhum] Enis Nakkaş, 2014 yılında yayımlanan Doğu Konfederasyonu: Kimlikler ve Politikalar Mücadelesi adlı kitabından bahsetti.

 

Kitap, savaşın harap ettiği, çalkantılı Orta Doğu bölgesinin kronik sorunlarının çözümünün, Levant devletlerini birleştiren bir konfederasyonun kurulmasında yattığını söylemekte, Nakkaş'ın genellikle "Batı Asya Bölgesi" dediği şeyi önermektedir.

 

Middle East Observer, yazarın birkaç gönderi üzerinden yaptığı çevrimiçi konuşmanın İngilizce çevirilerini bölümler halinde yayınlayacak.

 

Kaynak: Kalam Siyasi (YouTube Kanalı)

 

Tarih: 26 Ağu 2020

 

 

Enis Nakkaş

 

 

Arap ve İslam ülkelerinin hâlihazırda iç ya da dış kaynaklı savaşlar yaşadığını bilmek için siyaset veya strateji uzmanı olmaya gerek yok. Bu savaşlara uluslararası ve yerel güçlerin katıldığı ve Ümmet’in imkânlarının bu savaşlar ve şiddet tarafından tüketilmekte olduğu da bellidir. Bunun sonucu olarak birliği, toprak bütünlüğü, potansiyelleri, mülkiyeti ve medeniyeti heder edilmektedir.

 

Bu savaşlarla ilgili en kötü şey, genellikle gerçek İslamî düşünceyi lekelemeleri ve çarpıtmalarıdır. Böylece silah taşıyanların çoğunu, bu bölgede Ümmet’in gerçek düşmanlarıyla yüzleşmelerini sağlayacak, peşinden gitmeleri gereken gerçek ve zorunlu yol konusunda yanılgıya sevk etmektedir. Diğer bir deyişle, birçok aktivistin ve yerel aktörün bilinç zayıflığı kanıtlanmıştır. Bu nedenle, işleri yoluna sokmak için bu konular vurgulanmalıdır.

 

Bir Levant (Doğu Akdeniz) Konfederasyonu fikri iki noktadan kaynaklanıyor. İlkin tarih gösteriyor ki, bölgemiz 1400 yıldan fazla bir süredir, Emevilerden Abbasilere ve Osmanlı Sultanlığı'na kadar bir imparatorluk devleti içinde yaşamıştır. Haçlı Seferleri ve Tatar-Moğol savaşları sırasındaki bazı istisnalar haricinde, bölge bir birlik (imparatorluk hali) içinde yaşadı. Hiçbir yabancı gücün askerî, entelektüel veya ekonomik işlerine müdahale etmesine izin vermedi. Bununla birlikte, iki dünya savaşının ardından Arap ve Müslüman ulusu, Batılı güçler karşısında aldığı askerî yenilgisinden kaynaklanan bir dizi program, plan ve şemayla karşı karşıya kaldı. Bu yenilgi, bu Batılı güçlerin bizim için çok tehlikeli bir üçgen oluşturmasını sağladı: Sykes-Picot-Balfour üçgeni.

 

Sykes-Picot Anlaşması (1916'da) bölgedeki Arap devletlerini küçük devletlere ayırırken, Balfour Deklarasyonu (1917'de) bir Yahudi teşkilatı kurulması için Filistin'i Yahudilere verme vaadini yerine getirdi. Arap ve Müslüman ulusunun, askerî ve istihbarî yetenekleri ve komploculuk kapasitesi açısından modern çağda karşılaştığı en acımasız varlıklardan biriydi bu. Bugün, bu Siyonist rejim, Ümmet’in ve halkının zihninin derinliklerine nüfuz ederek yeni bir tehlike oluşturuyor.

 

Sykes-Picot ve Balfour tarafından oluşturulan bu coğrafi bölünmeler iki tür rejim kurdu. Birincisi, Lübnan'daki (Hıristiyan) Marunîlere lütuf olarak kurulan Lübnan devleti gibi, dinî-mezhepsel saiklerle inşa edilmiş rejimler idi. Bununla birlikte Lübnan’daki dengeler, Marunîler artık en büyük demografik grup olmadığından değişmiş durumda ve onlar ülkedeki ana rolü üstlenmiyorlar. Bu nedenle Lübnan, mezhep kimliğine dayalı sistemi nedeniyle her zaman siyasi sorunlar yaşamaktadır. Bazı mezheplerin zayıflayıp bazılarının güçlenmesine bağlı olarak demografik yapının değişmesi, beraberinde daimi güvenlik sorunları da getirmektedir.

 

İşin doğrusu, Lübnan haritasının çizilmesi sırasında Suriye topraklarının bir kısmı kesilip atılmıştır. Suriye haritası kendi halkının eliyle çizilmemiştir. Aksine, o dönemde Suriye topraklarının bir bölümünü Türkiye’ye veren Fransızların çizdiği hatlar temelinde kurulmuştur. Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu'ndan geriye kalanları savunduğu için kendi sınırlarını kan yoluyla (yani yaptığı askeri fedakârlıklarla) çizen bölgedeki tek ülkeydi. Yani tarihsel olarak sınırları halkının kanıyla çizilen tek ülke Türkiye'ydi. Lübnan'ın sınırları Fransız Komisyonu (Lübnan'ı kontrol eden Fransız organı) tarafından belirlendi. Suriye topraklarının birçok kısmı kesilip atıldı ve geriye kalanlar Suriye devleti oldu.

 

Suriye ile ilgili iyi olan şey, Fransızların planladığı dört bölgeli bölünme projesine karşı birliğini korumuş olmasıdır. Fransızlar aslında dört devlet kurmak istiyorlardı: bir Alevi devleti, bir Dürzi devleti ve biri kuzeyde diğeri merkezde olacak şekilde iki Sünni devleti. Ancak bu proje Suriyelilerin milli birlikçileri tarafından boşa çıkarıldı.

 

Irak da kendi sınırlarını belirlemedi. Irak haritasının hazırlanmasına tek bir Iraklı dâhil olmuş değildir. Irak'ın haritasını çizen ve hem Şiileri hem de Sünnileri tatmin edecek mezhepsel bir denkleme dayanarak Faysal'ı Irak Kralı ilan eden, İngiliz Dışişleri Bakanlığı danışmanı Gertrude Bell'di. Irak ile yeni Türkiye arasında bir çatışma çıkması durumunda Türkiye'ye karşı savaşacak acımasız savaşçılar saydığı bazı Kürtleri de mevcut Irak haritasının bir kısmına ekledi.

 

Winston Churchill ise Ürdün'ü kurdu ve haritasını çizdi. Ürdün diye bir ülke yoktu. Ürdün'ün kurulması, İngilizlerin İsrail Devleti'ni kurma projesini, mandaları altındaki Irak ile birlikte tam anlamıyla tamamlamış oldu.

 

Sonuç olarak, Levant bölgesi, yerli halkına danışılmadan çizilen sınırlardan muzdaripti. Levant bölgesi bölündü ve önemli bir rol oynamaya devam eden mezhepçi ve dini kimliklerle birlikte yeni, yarı ulusal bölgesel kimlikler inşa edildi.

 

Bölgedeki bu patlamanın ana nedeni olarak düşündüğüm bir diğer etken ise, Amerika'nın şu amaçlarla Irak'ı devirip işgal etme kararıdır:

 

1) Amerika'nın o dönemde çok ihtiyaç duyduğu petrol kuyularını devralmak;

 

2) Filistin davasını ve Arap devletleri arasında ittifak veya anlaşma potansiyeliyle ilgili tüm fikirleri zayıflatmak. Bu bağlamda, (o sırada) Amerikalılar, "Arap milliyetçiliği" dedikleri şeyi zayıflatmaya çalıştıklarını yazdılar. Bağdat'ın, Suriye'nin ve Filistinlilerin düşmesiyle, geri kalan devletlerin, yeni bir Ortadoğu'nun şekillenmesine yönelik Amerikan iradesi ile aynı doğrultuda hizalanacaklarını düşündüler.

 

Dolayısıyla meydana gelen bu güvenlik patlamasının ilk sebebi bölgeye yönelik Amerikan saldırısıdır ve ikinci neden, devralınan yarı ulusal kimlikler, bölgesel bölünmeler ve devletin ana organı çöktüğünde her bir mezhebi ve dinî kimliği kendi lehinde pozisyon almaya teşvik eden şartlardır. Batılı güçler de, bugün olduğu gibi, ihtilafları tetikleyen ve Ümmet’i parçalamaya dönük gizli planlarla bu gerilimleri yükseltmek için çalışırlar.

 

Biz de bu geçmişten yola çıkarak bu büyük çıkmazı ve krizi sonlandırmak için çözüm aramaya başladık. Nasırcı, Baasçı veya Arap milliyetçiliği bakış açılarından nasyonalizm kavramını gözden geçirmek ve yeniden sunmak mümkündü, ancak bu tekliflerin son 40 veya 45 yılda Arap ulusunu birleştirmedeki başarısızlıkları belli olmuştu. Bu vaatler Arap toplumu için uygulanabilir bir sosyalist sistem inşa etmek ve Filistin'i özgürleştirmekti. Bu nedenle, bu teoriler zayıflamaya başladı ve bölgedeki tüm sözde "Arap milliyetçisi" güçler dağıldı.

 

Özellikle İran İslam Devrimi'nin zaferinden sonra ortaya çıkan İslami hareketler, tüm İslam coğrafyasında büyük bir canlanmaya tanık oldu. Tahran'da elde edilen büyük zaferin ardından İslamî siyasî düşünce gelişmeye başladı. Ancak bu gelişme yavaş yavaş gerçekleşti. Birincisi, çeşitli mezhep kimlikleri açısından gelişti, bunun büyük bir kısmı, kendilerini Komünizm ile çatışmada kullanan Batı'nın kontrolünde tutuldu ve bu da tabiri caizse “İslami cihadın” inşasıyla sonuçlandı. Bu hareket Batılı güçler tarafından büyük stratejik planlar çerçevesinde kontrol ediliyor ve yönetiliyordu. Ayrıca çeşitli türlerde sınırlı, yerelleştirilmiş İslamî (sosyo-politik) faaliyetler de vardır ki bunlar ümmetin gereksinimleri ve düzeyiyle uyumlu değildirler. İslamî “hayır işleri” çerçevesinde kalan ve “İslami siyasi eylem” olarak nitelendirilebilecek bir düzeye ulaşmayan projeler de vardı.

 

Böylece, küreselleşme gibi yeni yaygın fikirlerin saldırısı karşısında… Siyasi düşünceye yeni bir meydan okuma ortaya koyan birleşmiş Avrupa'yı düşünün. Avrupa modeli, iki dünya savaşını tetikleyen “milletler mücadelesi” fenomenine meydan okudu ve bunu ezdi. Avrupa birliği ve onun yeni modeli, ulusların, Avrupa halklarını kurtarabilecek ve onları ABD ve Çin egemenliğindeki yoksulluktan koruyacak bir ekonomik proje altında birleşebileceğini kanıtladı. Bu durum, ortak çıkarların Avrupalıları birleştirdiği ve onları dünyanın üçüncü ekonomik gücü haline getirdiği anlamına gelir.

 

Bu Avrupa projesi, ulusların üzerine inşa edildiği birden çok dil ve kültürün bir aradalığının, "Avrupa kimliği" olarak adlandırdıkları daha geniş bir kimlik yaratabileceğini kanıtladı. Dolayısıyla bu Avrupa projesi, insanlığa eskiden düşündüğümüzden farklı olarak yeni bir model sundu. Eskiden birliğin ve ulusal kimliklerin sadece aynı dili konuşan ve aynı kültürü paylaşan insanlar arasında kurulabileceğini düşünüyorduk. Dünyayı güçlü bir şekilde etkileyen yeni bir modele tanıklık ediyoruz.

 

Dünyaya hâkim olan emperyal güçler, ideolojik ve politik düşünceden miras aldığımız her şeyden tamamen farklı modeller sunarlar. İnsanların Kuzey ve Güney Amerika'ya küresel göçü iki tür devlet kurmuştur: zayıf devletler ve ABD gibi dünyanın kaynaklarına ekonomik yönden hâkim olan ve karşısında bir rakip bulunmayan, pek çok bölgeyi askeri anlamda kontrol eden çok güçlü bir devlet. Dünyanın dört bir yanından dağınık halkların çabalarıyla ortaya çıkan bu devlet bugün tüm etnik kökenler, renkler ve dinlerden müteşekkildir. Beyaz Saray’ın başına Afrika kökenli bir siyahi geçebilmektedir, üstelik yüzlerce yıllık bir Amerikalı kökene sahip biri de değil, babası değil sadece kendisi Amerika Birleşik Devletleri'nde doğmuş bir kişi.

 

Sonuç olarak, ABD'nin bugün yaşadığı krizlerin bir kısmının çoklu kimliğiyle ilgili olduğunu, ancak aynı zamanda ekonomik, teknik ve yaratıcı yönlerden dünyanın en iyi zihinlerini toplayan bu ekonomik güç sayesinde büyüklüğünü elde ettiğini görüyoruz. Aslında Brzezinski 1975'te "(Amerika) İki Çağ Arası" adlı kitabını yazdığında, Birleşik Devletler'deki teknik, mühendislik ve bilimsel sahadaki beyinlerin % 80'inin dünyanın dört bir yanından gelen "ithal beyinler" olduğunu kabul etmişti. Bu, Amerika Birleşik Devletleri'nin bize şunu söyleyen bir model sunduğu anlamına geliyor: kanun ve düzene sahip ve vatandaşları için belirli bir rahat yaşam tarzı sunan bir devlet, dünyanın parlak beyinleri için bir mıknatıs olabilir. Bu insanlar sefil ülkelerini terk edip oraya göç ederler. Böylelikle bu, diyalektik bir ilişkiye dönüşür - Üçüncü Dünya ülkeleri, kendi yetiştirdikleri beyin güçleriyle dünyanın en büyük emperyal gücünü beslerler.

 

 

Devam edecek…

 

 

Çeviri: Medya Şafak