Ahmed el-Kâtib’e reddiye (6): İmam Ali Hâdî’nin (a.s.) vasiyeti ve bedâ

Ahmed el-Kâtib’e reddiye (6): İmam Ali Hâdî’nin (a.s.) vasiyeti ve bedâ
Ahmed el-Kâtib’in Şia’da Siyasal Düşüncenin Gelişimi - Şûrâdan Velâyet-i Fakîhe (Tatavvuru'l-Fikri's-Siyâsîyyi'ş-Şîî mine'ş-Şûrâ ilâ Velâyeti'l-Fekîh) kitabına karşı Seyyid Sâmî Bedrî tarafından yazılmış reddiyenin (Şübehât ve Rudûd) (Şüpheler ve Yanıtlar) tam çevirisini yayımlamayı sürdürüyoruz.

 

 

Sâmî el-Bedrî

 

 

Ahmed el-Kâtib şöyle diyor:

 

Kuleynî’nin el-Kâfî’de, Müfîd’in el-İrşâd’da ve Tûsî’nin el-Gaybet’te zikrettiği birçok rivayette şöyle geçmektedir: İmam el-Hâdî (a.s.) önceleri oğlu Seyyid Muhammed’e vasiyet etmiştir. Ancak oğlu kendisi hayatta iken vefat ettiğinden bu sefer İmam Hasan Askerî’ye (a.s.) vasiyette bulunmuştur.

 

Ben derim ki; bu rivayetleri âlimler zâhirî manalarının dışında başka anlamlara yorumlamışlardır. Bunun yanı sıra bu rivayetler (imam olmayan, çev.) oğlu Ebû Cafer hayatta iken diğer oğlu Hasan el-Askerî’nin (a.s.) imametini açık ve net bir şekilde belirten İmam Hâdî’den (a.s.) nakledilen diğer rivayetlerle çatışmaktadır. Yazar bunlara da işaret etmeli ve bu konuda belirttiği rivayetlerin yegâne rivayetler olduğu şeklinde bir izlenim uyandırarak okuyucuyu yanıltmamalıydı.    

 

Şüphe:

 

Ahmed el-Kâtib şöyle diyor:

 

Kuleynî’nin el-Kâfî’de,[1]Müfîd’in el-İrşâd’da ve Tûsî’nin el-Gaybet’te zikrettiği birçok rivayette şöyle denmektedir: İmam el-Hâdî (a.s.) önceleri oğlu Seyyid Muhammed’e vasiyet etmiştir. Ancak oğlu kendisi hayatta iken vefat ettiğinden bu sefer İmam Hasan Askerî’ye (a.s.) vasiyette bulunmuş ve O’na şöyle demiştir: “Allah İsmail hakkında değiştirdiği gibi (bedâda bulunduğu gibi) (oğlum) Muhammed hakkında da bedâda bulunmuştur. Ey yavrucuğum, Allah’a şükret. Çünkü O senin hakkında bir fırsat veya bir nimet meydana getirmiştir.”

 

Eğer On İki İmamın isimlerini içeren daha önceden belirlenmiş bir listenin varlığını ifade eden rivayetler sahih ve daha önce mevcut idiyse İmam Hasan el-Askerî’nin vefatından sonra ihtilafa ve şaşkınlığa düşen İmâmiyye Şiası nasıl olup da bunlardan habersiz kalmıştır? Ayrıca üçüncü asırda yaşayan İmâmiyye muhaddisleri ile tarihçileri neden buna değinmemişlerdir? [2]

 

 

Şüphenin reddi:

 

Ben derim ki; Ahmed el-Kâtib’in işaret ettiği rivayetler aşağıdaki gibidir.

 

Birinci rivayet:

 

فقد رواه سعد بن عبد الله الأشعري قال: حدثني أبو هاشم داود بن القاسم الجعفري قال: كنت عند أبي الحسن عليه السلام وقت وفاة ابنه أبي جعفر - وقد كان أشار إليه ودل عليه - فإني لافكر في نفسي وأقول: هذه قضية أبي إبراهيم وقضية إسماعيل، فأقبل علي أبو الحسن عليه السلام فقال: نعم يا أبا هاشم بدا لله تعالى في أبي جعفر وصير مكانه أبا محمد، كما بدا لله في إسماعيل بعدما دل عليه أبو عبد الله عليه السلام ونصبه، وهو كما حدثت به نفسك وإن كره المبطلون، أبو محمد ابني الخلف من بعدي عنده ما تحتاجون إليه ومعه آلة الإمامة والحمد لله

 

Şeyh Tûsî el-Gaybet’te Sa’d b. Abdullah’tan rivayet etti ve dedi ki; bana Ebû Hâşim Dâvûd b. el-Kâsım el-Caferî şöyle rivayet etti: Ben oğlu Ebû Cafer vefat ettiği esnada Ebu’l-Hasan’ın yanındaydım. Ebu’l-Hasan el-Hâdî (a.s.) ona (Ebû Cafer’e) işaret etmiş ve onun imam olacağını söylemişti. Ben kendi kendime düşünüyor ve şöyle diyordum: Bu Ebû İbrâhîm Musa b. Cafer (a.s.) ve İsmaîl b. Cafer’in meselesi gibidir. Ebu’l-Hasan (a.s.) bana yönelerek ‘‘Evet, ey Ebû Hâşim! Allah, Ebû Cafer hakkında bedâda bulundu (yeni bir hüküm verdi) ve onun yerine Ebû Muhammed’i atadı. Nitekim Allahu Teâlâ, Ebû Abdullah’ın (İmam Cafer’in) (a.s.) İsmail’i yerine vasi bırakmasından sonra da onun hakkında bedâda bulunmuştu. Batıl ehli istemeseler de bu mesele senin düşündüğün şekildedir. Oğlum Ebû Muhammed benden sonraki halefimdir, ihtiyaç duyduğunuz şeyler O’nun katındadır ve imamlık yetkisi O’nun elindedir. Allah’a hamd olsun” diye buyurdu.[3]

 

عن أبي هاشم الجعفري قال: كنت عند أبي الحسن عليه السلام بعد ما مضى ابنه أبو جعفر وإني لافكر في نفسي أريد أن أقول:

كأنهما أعني أبا جعفر وأبا محمد في هذا الوقت كأبي الحسن موسى وإسماعيل ابني جعفر ابن محمد عليهم السلام وإن قصتهما كقصتهما، إذ كان أبو محمد المرجى بعد أبي جعفر عليه السلام فأقبل علي أبو الحسن قبل أن أنطق فقال: نعم يا أبا هاشم بدا لله في أبي محمد بعد أبي جعفر  ما لم يكن يعرف له، كما بدا له في موسى بعد مضي إسماعيل ما كشف به عن حاله وهو كما حدثتك نفسك وإن كره المبطلون، وأبو محمد ابني الخلف من بعدي، عنده علم ما يحتاج إليه ومعه آلة الإمامة

 

Ebû Haşim el-Caferî şöyle rivayet etmiştir:       

 

Oğlu Ebû Cafer’in ölmesinden sonraki bir zamanda Ebu’l-Hasan’ın yanındaydım. İçimden şunu söylemek geçiyordu: Ebû Cafer ve Ebû Muhammed, bu zamanda Cafer b. Muhammed’in (a.s.) oğulları Ebu’l-Hasan el-Kâzım’ı ve İsmail’i andırıyorlar. Bu ikisinin hikâyesi onlarınkine benziyor. Çünkü Ebû Cafer’den sonra Ebû Muhammed'in imamlığı beklenmektedir.

 

Ben bunları düşünürken ve bir şey söylememişken Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed (a.s.) bana döndü ve şöyle dedi: ‘‘Evet ey Ebû Hâşim! Ebû Cafer’den sonra, Allah Ebû Muhammed ile ilgili bedâda bulundu (daha önce bilinmeyen bir karar verdi). İsmail’den sonra Musa (a.s.) için böyle bir karar vermişti.[4] Çünkü İsmail’in halinde bir durum meydana gelmiş ve imamlığın Musa’ya geçmesi öngörülmüştür. Dolayısıyla bu mesele, senin düşündüğün gibidir. Bâtıl taraftarları bundan hoşlanmasalar da. Oğlum Ebu Muhammed, benden sonra yerime geçecektir. İnsanların ihtiyaç duydukları şeylerle ilgili bilgiler O’ndadır ve imamlık yetkisi O’nun elindedir.’’[5]

 

Bu hadisi Şeyh Müfîd el-İrşâd’da Kuleynî’denوكان أبو محمد المرجى بعد أبي جعفر / Çünkü Ebû Cafer'den sonra Ebû Muhammed'in imamlığı beklenmektedir” ibaresi olmaksızın rivayet etmiştir.

 

İkinci rivayet:

 

علي بن محمد، عن إسحاق بن محمد، عن شاهويه بن عبد الله الجلاب قال: كتب إلي أبو الحسن في كتاب: أردت أن تسأل عن الخلف بعد أبي جعفر وقلقت لذلك فلا تغتم فإن الله عز وجل " لا يضل قوما بعد إذ هداهم حتى يبين لهم ما يتقون " وصاحبك بعدي أبو محمد ابني وعنده ما تحتاجون إليه، يقدم ما يشاء الله ويؤخر ما يشاء الله " ما ننسخ من آية أو ننسها نأت بخير منها أو مثلها " قد كتبت بما فيه بيان وقناع لذي عقل يقظان.”

 

Kuleynî el-Kâfî’de Ali b. Muhammed’den, o da İshak b. Muhammed’den, o da Şâheveyh’den, o da Abdullah b. el-Cellâb’tan şöyle rivayet etmektedir:

 

Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed (a.s.) bana şöyle bir yazı gönderdi: Ebû Cafer’den sonra kimin imam olacağını sormak istiyordun ve bu hususta birtakım sıkıntılar çekiyordun. Artık üzülme, çünkü Allah Azze ve Celle ‘‘Allah bir topluluğu doğru yola ilettikten sonra, sakınacakları şeylerin neler olduğunu kendilerine açıklamadan, onları yoldan çıkmış sayacak değildir. Kuşkusuz Allah her şeyi en iyi bilmektedir’’ (Tevbe, 115) buyurmuştur. Benden sonra senin imamın, oğlum Ebû Muhammed'dir. İnsanların ihtiyaç duydukları ilimler O’nun yanındadır. Allah dilediğini öne alır, dilediğini erteler. ‘‘Biz bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak, mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye kadirdir.’’ (Bakara, 106) Bu mektupta uyanık akla sahip olanları ikna edecek açık bilgiler verdim.[6]

 

Şeyh Tûsî el-Gaybet adlı eserinde bu rivayeti aynı isnad zinciri ile Kuleynî’den aktarmaktadır. Ancak el-Gaybet’teki rivayette fazlalık vardır. Bu fazlalık da râvinin şu sözüdür:

 

عن شاهويه بن عبد الله الجلاب، قال:

كنت رويت عن أبي الحسن العسكري عليه السلام في أبي جعفر ابنه روايات تدل عليه، فلما مضى أبو جعفر قلقت لذلك، وبقيت متحيرا لا أتقدم ولا أتأخر، وخفت أن أكتب إليه في ذلك، فلا أدري ما يكون.

فكتبت إليه أسأله الدعاء وأن يفرج الله تعالى عنا في أسباب من قبل السلطان كنا نغتم [بها] في غلماننا.

فرجع الجواب بالدعاء، ورد الغلمان علينا.”

 

Şâheveyh b. Abdullah el-Cellâb’tan şöyle rivayet edilmektedir:

 

Bana Ebu’l-Hasan el-Askerî’nin (İmam Ali Hâdî’nin) oğlu Ebû Cafer’in imam olacağına delalet eden, İmam Ebu’l-Hasan el-Askerî’den birtakım rivayetler aktarılıyordu. Ebû Cafer vefat edince bundan ötürü endişeye kapıldım ve öylece şaşkınlık içinde kalakaldım. Ne bir adım öne çıkabiliyor ne de geri durabiliyordum. Bu konuda ona mektup yazmaktan da çekiniyor, ne olduğunu da bilemiyordum. Sultan yüzünden meydana gelen zorlukları Allahu Teâlâ’nın bizden gidermesi için İmam’a bir mektup yazdım… Cevabımızı dua ile birlikte verdiler...[7]

 

Diğer rivayetler bu iki rivayeti reddetmektedir.

 

İlk olarak:

 

Bu iki rivayet İmam Hâdî’nin oğlu İmam Hasan el-Askerî’nin kardeşi Ebû Cafer henüz hayatta iken İmam Hasan Askerî’nin imametine dair İmam Hâdî’den aktarılan açık rivayetlerle çatışmaktadır. Bu iki rivayet dışındaki diğer rivayetler İmam Hâdî’nin oğlu Ebû Cafer henüz vefat etmeden İmam Hâdî’nin hiç kimseyi nasla atamadığını açıkça belirtmektedir.

 

علي بن محمد، عن جعفر بن محمد الكوفي، عن بشار بن أحمد البصري، عن علي بن عمر النوفلي قال: كنت مع أبي الحسن عليه السلام في صحن داره، فمر بنا محمد ابنه فقلت له: جلعت فداك هذا صاحبنا بعدك؟ فقال: لا، صاحبكم بعدي الحسن. ”

 

Kuleynî Ali b. Muhammed’den, O da Cafer b. Muhammed el-Kûfî’den, o da Beşşâr b. Ahmed el-Basrî’den, o da Ali b. Ömer en-Nevfelî’den şöyle rivayet etmektedir: Evinin avlusunda Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed (a.s.) ile birlikteydim. Oğlu Muhammed yanımıza geldi. Ebu’l-Hasan’a (a.s.) ‘‘Sana feda olayım, senden sonra sahibimiz (imamımız) bu mudur?’’ dedim.  O ‘‘Hayır, benden sonraki imamınız Hasan'dır’’ buyurdu.[8]

 

Yine Kuleynî şöyle rivayet etmektedir:

 

علي بن محمد، عن أبي محمد الأسبارقيني، عن علي بن عمرو العطار قال: دخلت على أبي الحسن العسكري عليه السلام وأبو جعفر ابنه في الاحياء وأنا أظن أنه هو، فقلت له: جعلت فداك من أخص من ولدك؟ فقال: لا تخصوا أحدا حتى يخرج إليكم أمري قال: فكتبت إليه بعد: فيمن يكون هذا الامر؟ قال: فكتب إلي في الكبير من ولدي، قال: وكان أبو محمد أكبر من أبي جعفر.”

 

Kuleynî Ali b. Muhammed’den, o Ebû Muhammed el-Esbârakaynî’den, o Ali b. Amr el-Attâr’dan şöyle rivayet etmektedir:

 

Ebu’l-Hasan el-Askerî Ali b. Muhammed’in (a.s.) yanına gittim. Oğlu Ebû Cafer o esnada yaşıyordu. Ben onun imam olacağını sandım. İmam’a ‘‘Sana kurban olayım. Oğullarından hangisini imam olarak benimseyeyim?’’ diye sordum.

 

O (a.s.) ‘‘Benim emrim size ulaşıncaya kadar hiçbirini şimdilik imam olarak belirlemeyin’’ buyurdu.

 

Daha sonra[9] İmam’a bir mektup yazdım: ‘‘İmam kim olacak?’’ diye sordum.

 

Bana ‘‘En büyük oğlum imam olacaktır’’ diye yazdı.

 

Ebû Muhammed, (Ebû) Cafer’den[10] daha büyüktü.[11]

 

İkinci olarak:

 

Söz konusu iki rivayette zâhirî anlamıyla alınması mümkün olmayan birtakım sözcükler/lafızlar bulunmaktadır. Çünkü bu ifadeler Allah hakkında bedâyı imkânsız bir bedâ haline dönüştürüyor. Hâlbuki Şiîler böyle bir bedâ inancına sahip değildirler.

 

Şiîler Ehl-i Beyt İmamlarından (a.s.) sahih olarak aktarılan rivayetlere uyarak -ki bunların bir bölümü ikinci şüphe başlığı altında geçmişti- önceki imamın, kendisinden sonra gelecek olan imamın ismini açık bir şekilde belirttiğine ve bunun da ancak Allah’ın emriyle Hz. Resûlullah tarafından yapıldığına inanmaktadırlar.

 

İmam Hâdî’nin oğlu Muhammed’in imameti nasla belirlenmiş olsaydı bu ancak Resûlullah’ın vasıtasıyla Allah tarafından belirlenmiş olabilirdi. Beri taraftan bu varsayıma göre Muhammed vefat edince İmam Hâdî (a.s.), İmam Hasan’ı nasla imam olarak belirlemiştir. Bu da Resûlü aracılığıyla Allah’ın atamasıyladır. Bütün bunlardan sonra da kardeşi Muhammed’in vefatından sonra İmam Hasan Askerî’nin (a.s.) imameti konusunda Allah’a bedâ nispet edilmektedir.

 

Bu olay aslında şu anlama gelir: Allahu Teâlâ peygamberinin diliyle kesin bir şeye hükmetmiştir. Sonra da bunu değiştirmiştir ki bu da İmamiyye’nin icmâyla reddettiği şeylerdendir. Ehl-i Beyt kültürüne göre bedâ kesin olan kaza için değil de muallak kazada söz konusu olabilir.[12]

 

On İki İmamın imametinin kesinleşmiş ilahî kaderden oluşunda herhangi bir kuşku bulunmamaktadır. Çünkü onların hem sayılarına hem de isimlerine ilişkin haberler vardır. Hz. Peygamber (s.a.a.) döneminden bu yana onlarla ilgili birtakım büyük olaylar olmuş ve önceki peygamberlerin kitaplarında da bunlar zikredilmiştir.[13]

 

Bu sebeple yukarıda geçen lafızlar eğer mümkünse zâhirinin dışında başka bir anlama yorumlanmalı veya bu iki rivayet muteber kabul edilmemelidir. Şeyh Tûsî (r.a.) ilk yolu benimsemiştir. Çünkü o bu iki haberi sunduktan sonra şöyle der:

 

بدا لله في محمد كما بدا له في إسماعيل /Allah İsmaîl hakkında bedâda bulunduğu gibi Muhammed hakkında da bedâda bulunmuştur” cümlesinin anlamı şudur:

 

Allah’ın emri zâhir oldu ve O’nun emrinin kardeşi Hasan hakkında olduğu ortaya çıktı. Çünkü Şia’dan bir grup bu imamet işinin daha büyük kardeş olması dolayısıyla Muhammed’de olduğunu sanıyorlardı. Nitekim Şia’dan başka bir grup da imametin İmam Musa el-Kâzım’da (a.s.) değil de İsmaîl b. Cafer’de olduğunu sanıyorlardı. Muhammed vefat edince Allah’ın onun hakkındaki emri ve onu imam olarak atamadığı ortaya çıktı. İsmail hakkında da böyle bir durum söz konusuydu. Yoksa onun hakkında nas bulunduğundan dolayı böyle bir şüphe oluşmuş değildi. Sonra da nassın diğer şahıs hakkında olduğu ortaya çıktı. Yoksa akıbetleri bilen Allahu Teâlâ için böyle bir şey caiz değildir.[14]

 

Bu tevil sahihtir ve yerinde bir tevildir. Ancak rivayetin diğer cümlelerindeki problemi bertaraf edememektedir.

 

Bizler ise Şeyh Tûsî’nin aktardığı bu iki rivayet hakkında doğru tutumun tevil etmekte değil de rivayetlerin muteber olmadığının söylenmesinde yattığı görüşündeyiz. Çünkü rivayet, muteber kabul edilmemesini gerektirecek emareleri içermektedir ki bu da râvînin وقد كان أشار إليه ودلَّ عليه / İmam Hâdî (a.s.) ona işaret etti ve delalet etti” cümlesidir. Yani nasıl ki bundan önce İmam Ebû Abdullah es-Sâdık (a.s.) oğlu İsmail’e işaret edip vasî atamışsa İmam Hâdî de (a.s.) oğlu Muhammed’e (r.a.) vasiyet etmiştir.

 

Hâlbuki İmam Ebû Abdullah es-Sâdık’ın (a.s.), oğlu İsmail’i imamet makamına atamadığı kuşku götürmeyen hususlardandır. Aksine bu iddia sadece İsmailîlerin iddiasıdır. İsmailîler daha sonra bu iddialarını bedâya bağlamak istemiş ve bedânın örneği olarak sunmuşlardır. Şiilerin bedâ inançlarını ve Allah tarafından Resûlü aracılığıyla On İki İmamın isimlerinin bildirildiği bir listenin mevcudiyeti hakikatini bazı garazkâr kimseler tersyüz etmek istemişlerdir. Şia onların bu iddialarının yalan olduğu hususunda icmâ etmiştir. Nitekim onlar “İmam Hâdî (a.s.) oğlu Ebû Cafer’i imamet makamına atadı. Ebû Cafer vefat edince diğer oğlu Hasan el-Askerî’yi (a.s.) atadı” görüşünü savunanları da yalanlamak noktasında hemfikirdirler.

 

Şeyh Müfîd ise şöyle der:

 

İmamet konusuna gelince ise Allah bu konuda bedâ ile nitelendirilemez. Bu konuda da İmamiyye’nin icmâsı vardır. Konu hakkındaki Ehl-i Beyt İmamlarından aktarılan rivayetler onların haklılığını göstermektedir. Çünkü Ehl-i Beyt İmamları şöyle derler: Allah hangi konuda bedâda bulunursa bulunsun bir peygamberin peygamberliği ve bir imamın imameti hakkında bedâda bulunmaz.[15]

 

 

Özet:

 

Bu inceleme sonucunda yazarın;

 

  • Hedefine uygun rivayetleri sunduğu sonra da bu rivayetleri dilediği şekilde zâhiri üzere yorumladığı, Şeyh Tûsî’nin rivayeti zâhirinin dışında yorumladığı ve yazarın kastına işaret etmediği vuzuha kavuşmuştur.
  • Hâlbuki yazar buna işaret etmeli, sonra da tartışabilecek kudrete sahipse o tutumu tartışmalıydı.
  • Yazar maksadına aykırı düşen nassı içeren diğer rivayetleri sunmalı ve ilmî gerekçeler çerçevesinde rivayetler arasında tercih yapmalıydı. Böyle yapsaydı araştırması tümüyle ilmî olurdu.
  • Okuyucusunu sahip olduğu görüş hakkında kanıt sahibi kılmalıydı, fakat böyle davranmamıştır. Okuyucuyu yanıltmak ve ona saygı göstermeyecek bir tavır takınmak, konu hakkındaki bilimsel tutuma aykırıdır.      

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

 

Medya Şafak

 

 


[1] el-Kâfi, c. 1, s. 326 ve 328; el-İrşâd, s. 336-337; el-Gaybet, s. 120-122.

[2] eş-Şûrâ, Sayı: 10, s. 12.

[3] Şeyh Tûsî, el-Gaybet, c. 1, s. 234, Hadis No: 167.

 

[4] Bu iki hadiste de bedâ sözcüğü geçmektedir. Kadim dönemlerden beri Ehl-i Beyt Okulunun yanlış anlaşılmadan dolayı tenkide uğradığı konulardandır. Sözlük anlamı olarak bedâ, bir şeyin gizlilikten sonra zuhur etmesi ve açığa çıkması anlamına gelmektedir. Günlük konuşmada da bu sözcük oldukça çok kullanılmakta olup düşüncelerin, maksatların ve ereklerin değişmesi anlamını ihtiva etmektedir. Araplar bir konu veya görüşü değişen bir kimse hakkında كان رأيه كذا ثم بدا له فيه»،derler. Açıktır ki bedâ bu anlamıyla önceki bir cehaleti ve sonradan husûle gelen bir ilmi içinde barındırmaktadır. Bu iki durum da Allahu Teâlâ hakkında imkânsızdır. Çünkü Allahu Teâlâ’nın zatında cehalet diye bir şey söz konusu olamaz.

 

Bedânın lügat ve istimalî anlamında şu iki madde bulunmaktadır:

 

  • Cehl-i sâbık ve ilm-i lâhık.
  • Sonradan elde edilen bilgiye bağlı olarak düşüncenin ve amacın değişmesi.

 

Bir Müslümanın Allahu Teâlâ’ya cehalet nispetini kabul etmesi mümkün değildir. Zira mümin ve Müslüman birinin -Allah’ı birlemekle yükümlü olduğundan- tevhidle çatışan bu iki olguyu kabul etmesi imkânsızdır.  İşte Ehl-i Beyt Okulu da ilk maddeyi kabul etmemekte, ancak ikinci madde ile ilgili bir düzenlemeye gitmekte deyim yerindeyse sözcüğe bir ıstılah anlamı vermekte ve şöyle tanımlamaktadır: “Kula ve topluma bağlı değişik etmenlerden dolayı Allah Azze ve Celle’nin insanın ve kulun halinde ve takdirinde bir değişiklik yapmasıdır. Gerçi Allahu Teâlâ ilmiyle her iki durumu da bilmekteydi.” Bu düzenleme kesinlikle Allahu Teâlâ’nın hâşâ cehaletinden dolayı değildir. Örneğin; çocuk sahibi olmayan bir insanın Allahu Teâlâ’ya raz u niyazda bulunmasının sonucu olarak Allah’ın kendisine evlat bağışlaması gibi. Bu deyim yerindeyse dinamik bir kader inancının temelini atmaktadır.

 

“Her ecel için bir yazı vardır. Allah (bu yazılardan) dilediğini ortadan kaldırır veya sübûta getirir. Ana kitap O'nun indindedir." (Râ'd, 38, 39) ve “Bu böyle olmuştur; çünkü Allah, bir topluluğa lütfettiği nimetini, onlar kendilerini değiştirmedikçe değiştirmez ve Allah her şeyi işitip bilmektedir.” (Enfâl, 53) ve “Kişinin önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu kayıt ve koruma altına alan takipçiler vardır. Bir toplum kendisindekini değiştirmedikçe Allah onlarda bulunanı değiştirmez. Allah herhangi bir toplumun başına bir kötülük gelmesini diledi mi, artık onun geri çevrilmesi mümkün değildir. Onların Allah’tan başka yardımcıları da bulunmaz.” (Ra’d, 11) âyetleri de bizim bu inancımızı pekiştirmektedir. Zira ilk âyet Allahu Teâlâ’nın bu âleme ilişkin mahv ve ispatının caiz olduğuna delalet ederken son iki âyet ise bu mahv ve ispatının bilgisizlikten değil insana bağlı etmenlerden dolayı gerçekleştiğini göstermektedir. İnsanın kendi yaşamında yaptığı değişiklerin Allah’ın fiilî iradesinin değişiminde etkisinin olduğunu göstermektedir.

 

Ehl-i Beyt Okuluna göre bedâyı şöyle tanımlayabiliriz: Allahu Teâlâ’nın kulun belirli bir durumuna ilişkin bir takdirinin olması, daha sonra kulun eda ettiği ve yerine getirdiği belirli bir amelin neticesi olarak Allahu Teâlâ’nın kul için yeni bir şeyi takdir etmesi ve bu iki durumun ve haletin Allahu Teâlâ’nın ezelî ilmiyle bilinmesidir.

 

Bir diğer husus şudur ki Şia bedâyı her alana ve meseleye uygulamamaktadır. Bedânın geçerli olmadığı, bedâya taalluk etmeyen birtakım konular vardır ki bunların başında ‘‘risalet-nübüvvet-imamet makamına seçilecek kişiler’’dir. Burada herhangi bir değişiklik olmaz. Allahu Teâlâ’nın ezelî ilminde Hz. Muhammed Mustafa son resûl/nebi ve İmam Ali (a.s.) da O’nun hak vasisidir. Artık ne Hz. Resûlullah’ın (s.a.a.) son resûl/nebi ne de Hz. İmam Ali’nin (a.s.) hak vasi olmasında bir bedâ söz konusu olamaz.

 

Aslında böyle bir inanca fiilî olarak bütün Müslümanlar sahiptirler desek herhalde yanlış söylemiş olmayız. Çünkü güncel hayatta birçok konuda kişileri aldıkları kararlardan dolayı sorumlu tutar, kişilerin kendi takdirlerinin kendi ellerinde olduklarını söyler ve beri taraftan da “Gün doğmadan neler doğar” diyerek kaderin her alana ve olaylara müdahale edebileceğini dile getiririz.

 

Bundan dolayı olsa gerek ki Allâme Şerefüddîn, Musa Carullah’ın sorularına cevap verirken şöyle der: Bu konuda bizimle Ehl-i Sünnet arasındaki ihtilaf lafzi bir tartışmadan öteye geçmemektedir. Muhataplarımız bu sözsel tartışmada ısrar edecek olur, bedâ sözcüğüne verdiğimiz mecaz manayı kabul etmekten kaçınır ve içeriğini kabul ederlerse biz onların hükmünü kabul ederiz. Onlar bedâ sözcüğü yerine diledikleri sözcüğü söyleyebilirler. Artık mümin kardeşleri hakkında da Allah’tan korksunlar. (Allâme Şerefüffîn, Ecvibetu Musa Carillah, s. 102) (çev.)

 

[5] el-Kâfî, c. 1, s. 327, ‘‘Babun el-İşâretü ve’n-nassu Ala Ebi’l-Hasan es-Sâlis’’, Hadis No: 10.

[6] el-Kâfî, c. 1, s. 328, a.g.y., Hadis No: 12.

[7] el-Gaybet, c. 1, s. 201.

[8] el-Kâfî, c. 1, s. 325, a.g.y., Hadis No: 2.

[9] Yani İmam Hâdî’nin oğlu Ebû Cafer’in vefatından sonra.

[10] Bu Cafer, Cafer el-Kezzâb olarak meşhurdur. Kâfî’nin rivayetinde Cafer yerine Ebû Cafer olarak geçmektedir. Ancak biz Tabersî’nin İlâmü’l-Verâ’sından, İbn Şehrâşub’un Menâkıb-ı Âl-ı Ebî Talib’inden ve Şeyh Müfîd’in el-İrşâd’ında geçen rivayetlerden hareketle sözcüğü Cafer olarak tespit ettik. Bunların tümü Kuleynî’den rivayet etmişlerdir ve hepsinde de sözcük Ebû Cafer yerine Cafer olarak geçmektedir.

 

Aslında Cafer ile Ebû Cafer’i birbirine karıştırmamak gerekiyor. Ebû Cafer salih bir zat iken Cafer el-Kezzâb ise imamlık iddiasında bulunan yalancı bir kişiydi. İmam Ali Nâki bu oğlu hakkında “Oğlum Cafer'den uzak durun, onun bana nazaran konumu Ken'an'ın Hz. Nuh'a olan konumu gibidir” buyurmuştur.

 

Gerçi akıbetine ilişkin bilgiler de ihtilaflıdır. İmam Mehdi’nin (a.f.) has naiplerinden Muhammed b. Osman'nın aktardığı bir rivayet göre, İmam Mehdi bir tevkiinde onun tövbe ettiğine işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Cafer'in hali Hz.Yusuf'un kardeşlerinin hali gibidir. Nihayetinde o tövbe etmiştir." (Çev.)

[11] A.g.e., c. 1, s. 326, a.g.b., Hadis No: 7.

[12] Seyyid Huî, el-Beyân fî Tefsiri’l-Kur’ân, Bedâ, s. 4-9.

[13] Birinci bölümde buna işaret edildiği gibi dokuzuncu bölümde de bu konu ele alınacaktır.

[14] Şeyh Tûsî, Gaybet, s. 201.

[15] el-Uyûn ve’l-Mehâsin, s. 209.