"Sahabenin Adaleti" görüşünün eleştirisi (2)

"Sahabenin Adaleti" görüşünün eleştirisi (2)
İbn Teymiyye'nin sahâbenin ve tâbiûnun Ebû Bekir ve Ömer’i sevdiği yönündeki cümlesine gelince ileride birçok sahâbî ve tâbiûnun Ebû Bekir ve Ömer’e eleştirilerde bulunduğuna dair nakiller sunacağız. İmam Ali (a.s.) ile ilgili cümleye baktınız mı? Sahâbe içinden pek çok kişinin İmam Ali’ye buğzettiği yönündeki cümleye dikkat ediniz lütfen.

 

 

Sunucu: Rahmân Rahîm Allah'ın adıyla ve O'nun yardımıyla... Salat ve selâm Efendimiz Hz. Muhammed'in (s.a.a.) ve O'nun pak Ehl-i Beyt'inin ve seçkin sahâbesinin üzerine olsun. Değerli izleyiciler, sizleri en içten duygularla selâmlıyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.Mutârahâtün fi'l-Akîde” programımızın yeni bir bölümüyle huzurlarınızdayız. Sahâbenin adaleti nazariyesi ile bağlantılı birtakım önemli ve değişik konuları ele almaya çalışacağız.  Değerli izleyicilerimize bir defa daha hoş geldiniz diyoruz. Değerli konuğumuz Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e hoş geldiniz, sefalar getirdiniz, diyoruz.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hoş bulduk sayın doktor.

 

Sunucu: Sayın Seyyid, bu programda ele alacağınız konularının takibinin kolaylaşması için değerli izleyicilerimize önceki programın bir özetini sunmanız mümkün mü?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahmân Rahîm olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salat ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Önceki programda sahâbînin tanımı hususunda meşhur olan nazariyeyi ele almıştık. Bir insanın sahâbî olup olmaması hususundaki temel ölçüt nedir? Tanımı ‘‘Müslüman olarak Hz. Peygamber (s.a.a.) ile mülaki olan, O'nu gören, O'na iman eden herkes sahâbîdir'' şeklindeydi. Bu özellikte bir kimse bir an dahi olsun Hz. Resûlullah'ı (s.a.a.) görmüşse o artık sahâbîdir. Bir başka ifadeyle O'ndan hadis nakledip etmemesi ve O'nunla birlikte bulunup bulunmaması durumu değiştirmez.

 

Bu ölçüt ve tanıma önceki programda işaret etmiştik. Sahâbe Okulunun büyük âlimlerinden bazıları bu tanımı benimsemişlerdir. Bu âlimlerden bazılarının isimlerine işaret etmek istiyorum. Bunlardan biri Buhârî'dir (ö. h. 256). Onun bu konuda iki görüşü bulunmaktadır. Ancak onun meşhur görüşü böyle bir tanımı kabul ettiğine delalet etmektedir. Hicretin 241. yılında vefat eden Ahmed b. Hanbel de sahâbenin tanımı hususunda bu nazariyeye inananlardandır. Müstedrek ala's-Sahîhayn'in müellifi Hâkim en-Nîsâbûrî de bu tanımı benimseyenlerdendir. Bir başka isim ise hicrî 643 yılında vefat eden İbn Salâh'tır. İbn Salah'ın Mukaddime'sinde de bu tanım yapılır. Hicrî 646 yılında vefat eden İbn Hâcib, 774 yılında vefat eden İbn Kesîr, 842'de vefat eden İbnü'l-Vezîr, 852 yılında vefat eden İbn Hacer el-Askalânî ve 1187 yılında vefat eden Sanânî hep bu tanımı benimseyen âlimlerdir. Bu kişiler bu nazariye ve tanımın doğruluğuna kanaat getiren Sahâbe Okulunun büyük âlimlerinden bazılarıdır.

 

Hâkim en-Nîsâbûrî'nin Ma'rifetu Ulûmi'l-Hadîs adlı eserine müracaat ettiğimizde de bu hususu görürüz. Değerli izleyicilere müracaat edebilmeleri için konu başlığını sunmak istiyorum. Bizler Ma'rifetu Ulûmi'l-Hadîs adlı esere baktığımızda müellifinin sahâbeyi tabakalara ayırdığını görüyoruz. Gerçi sahâbenin tabakaları konusunda âlimler arasında görüş ayrılığı yoktur. O, söz konusu eserinde şöyle der:

 

Sahâbe on iki tabakaya ayrılır:

 

Birinci tabaka: Hicretten önce Mekke'de Müslüman olanlar, Dört Halife gibi.

 

İkinci tabaka: Dârü'n-Nedve ashâbı.

 

Üçüncü tabaka: Habeşistan'a hicret edenler.

 

Dördüncü tabaka: Birinci Akabe biatine katılanlar.

 

Beşinci tabaka: İkinci Akabe biatine katılanlar.

 

Altıncı tabaka: Hz. Resûlullah'ın Medine'ye hicretinden sonra Medine'ye ilk hicret edenler.

 

Yedinci tabaka: Bedir Gazasına katılanlar.

 

Sekizinci tabaka: Bedir Gazası ile Hudeybiye Anlaşması arasında hicret edenler.

 

Dokuzuncu tabaka: Rıdvân Biati'nde bulunanlar.

 

Onuncu tabaka: Hudeybiye Barış Anlaşması ile Mekke'nin fethi arasında Medine'ye hicret edenler; Hâlid b. Velîd, Amr b. el-Âs gibi sahâbîler.

 

On birinci tabaka: Mekke'nin fethi günü Müslüman olan “tulekâ”. Ebû Süfyân ve Muâviye gibi sahâbîler.

 

On ikinci tabaka: Mekke'nin fethi günü Hz. Resûlullah'ı (s.a.v.) gören çocuklar.[i]

 

Bu, Hâkim en-Nîsâbûrî'in sahâbe taksimidir.

 

Yani Mekke'nin fethi günü Hz. Resûlullah'ı (s.a.a.) gören küçük çocuklar dâhi sahâbe kavramının kapsamına girmektedir.

 

İbn Sa'd'a ve diğer bazı âlimlerin beyanlarına göre ise sahâbenin beş tabakası vardır. Bazıları sahâbenin yedi tabakasının olduğunu söylerken kimisi de sayıyı on beşe çıkarır. Hatîb el-Bağdâdî ise sahâbeyi on yedi kısma ayırır. Bu konu çerçevesinde söylenecek söz çoktur ancak bunların bizim konumuza etkisi yoktur.

 

Sunucu: Çok güzel. Hepsi de Hz. Resûlullah'ı (s.a.a.) görme noktasında birleşiyor. 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Allah hayrınızı versin! Bunların bunca açıklamalarının özetine ise el-İsâbe fî Temyîzi's-Sahâbe adlı eserde işaret edilmektedir. Değerli izleyiciler hatırlayacaklardır, bizler önceki programda el-İsâbe fî Temyîzi's-Sahâbe adlı esere işaret etmiştik. İbn Hacer el-İsâbe adlı eserinde şöyle diyordu:

 

Sahâbî, Hz. Peygamber (s.a.v.) ile O'na iman ederek mülaki olan ve bu hâl üzere ölen kimsedir. Bu tanımın kapsamına O'nunla uzun veya kısa bir müddet birlikte olan, O'ndan rivayet eden veya etmeyen, O'nunla gazaya çıkan veya çıkmayan, O'nu bir defa görmekle birlikte kendisiyle meclis arkadaşlığında bulunmayan, körlük gibi bir engel yüzünden O'nu göremeyen kimselerin tümü girer.[ii]

 

Eserin ilerleyen sayfalarında ise şöyle der:

 

Buhârî ve Ahmed b. Hanbel gibi muhakkiklere göre en sahih tanım budur. Bunun dışında bazı şazz ve aykırı görüşler de bulunmaktadır.[iii]

 

Bu cümle ‘‘bu konuda başka bir görüş daha bulunmaktadır'' anlamına gelmektedir. Ancak İbn Hacer'e göre en sahih tanım budur. Diğer görüşlerin şazz olduğuna inandığına göre onun nazarında tahkike dayalı olan bu tanım, Hz. Peygamber'i (s.a.a.) gören herkesi içermektedir. Hatta yukarıda Hâkim en-Nîsâbûrî'nin ifadelerinde de gördüğünüz gibi sahâbe kavramı Mekke'nin fethinde Hz. Peygamber'i gören çocukları da kapsamaktadır. İşte ele aldığımız tanım bu idi. Bu nazariye sahipleri sahâbenin diğer tanımlarını, uç görüşler olarak kabul etmektedirler. Bundan dolayı İbn Hacer “Bunun ötesindeki bütün tanımlar şazzdır”[iv] der.   

 

Sunucu: Bu konu çerçevesinde herhangi bir münakaşa olmadığı anlaşıldı. 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu görüş muhakkiklerden bir grubun görüşüdür. Özellikle de Selefî düşünceye sahip olanlar... Hatta daha özelde ise Şeyh İbn Teymiyye'nin görüşüdür. İbn Teymiyye'nin muhtemelen başka bir tanımı olsa da modern dönem Selefîleri genelde bu yöneliştedirler.

 

Sunucu: Sayın Seyyid burada akla başka bir soru geliyor. Acaba sahâbenin tanımı konusunda sizin de buyurduğunuz gibi başka bir görüş var mıdır? 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel. İbn Hacer'in el-İsâbe fî Temyîzi's-Sahâbe adlı eserde işaret ettiği üzere bu tanım en sahihidir. Bu durumda başka sahih görüşlerin var olduğunu da söyleyebiliriz. Bundan dolayı İbn Hacer en sahih tanımı “muhakkikler nezdinde veya bazı muhakkikler nezdinde tercih edilen” diye ifade etmektedir. Bu ifade bu konuda başka bir görüşün olduğunu ortaya koymaktadır. İbn Hacer'in de dediği gibi diğer tanım muhakkikler nezdinde en sahih tanım değildir. Ben sahâbe kavramı bağlamında bu geniş kapsamı kabul etmeyen ve belirtilen şartları geçerli saymayan bazı âlimlerin mevcudiyetine de işaret etmek istiyorum. Bunlar bu alanı daraltmakta ve ‘‘bu dört nitelikten birisini taşımadığı müddetçe kişi sahâbî olamaz'' demektedirler.

 

Bu dört vasıf nedir? Hz. Resûlullah (s.a.a.) ile uzun bir dönem birliktelik, O'ndan hadis rivayet etmek ve O'nunla gazaya katılmış olmak veya O'nun huzurunda şehit düşmek.

 

Bahsi geçen bu grubun tanım için bazı kayıtlar belirlediklerini görebilmekteyiz. Bunlar sahâbe dairesini daraltıyorlar. Sayın doktor, müsaade ederseniz bu âlimlerden bazılarına işaret etmek istiyoruz ki bu görüşlerin şazz olmadığı anlaşılsın. Bunlardan biri sahâbî Enes b. Mâlik'tir (h. 92). Yine bu sahâbîlerden bir diğeri Câbir b. Abdullah el-Ensârî'dir (h. 87). Said b. Müseyyeb el-Müzenî (h. 113) ve Vâkidî (h. 207) de bu âlimlerdendir.  Yahya b. Maîn (h. 232), Ebû Hatem er-Râzî, İclî (h. 261), Ebû Zura, Bâkıllânî, Mâverdî, Mâzirî, Begâvî, İbnü'l-Cevzî, İbn İmâd el-Hanbelî, Leknevî bu gruba giren âlimlerdir. İbn Abdülberr'in sahip olduğu görüşlerden biri de bu yöndedir. Müslüman âlimlerin önemli bir bölümü çizilen o geniş daireyi kabul etmemekte ve tanım için belirtilen şartlara karşı çıkmaktadırlar. Bu durumda bu konuda bir görüş ayrılığının olduğu ortadadır.

 

Bundan dolayıdır ki İbn Abdülberr'in (h. 463) el-İstîâb adlı eserinde ‘‘SAHÂBÎ KİMDİR?'' başlığı altında şöyle dediğini görüyoruz:

 

Usûl âlimlerine göre sahâbî… Hadis âlimlerine göre ise sahâbî… Kimilerine göre ise sahâbî Hz. Resûlullah ile uzunca bir süre birlikte bulunan kimsedir. Kimisine göre ise Hz. Resûlullah (s.a.v.) ile sohbeti zâhir olan kimsedir. Bu Mutezile şeyhlerinin görüşüdür. Bazıları da (İbn Salâh) Hz. Resûlullah'tan bir hadis veya kelime rivayet eden kimse için bile sahâbî ismini kullanmaktadırlar. Hatta bazıları alanı oldukça genişleterek Hz. Resûlullah'ı göre herkese sahâbî derler. [v]

 

Pasajın girişi bu konuda bir ihtilafın bulunduğunu ortaya koymaktadır.

 

Gerçi biz bu ikinci görüşte olanların tümünün isimlerini okumadık. Televizyon kanallarıyla bağlantılı olarak söyleyecek olursak buralara çıkanlar ilk tanımı kabul etmektedirler. Yani Hz. Resûlullah'ı (s.a.a.) gören bir kimse O'ndan bir rivayette bulunmasa veya tek bir rivayet almamış olsa da sahâbîdir. O'nunla gazaya çıkmamış olması veya uzunca bir dönem sohbet arkadaşlığında bulunmaması durumu değiştirmez. Bu sayılanların hiçbiri sahâbî olmanın şartı değildir. Hatta kimileri herhangi bir engel yüzünden göremeyen kimseleri (körleri) de sahâbî kabul etmektedir.  

 

Her halükârda bizim için önemli olan bu konu hakkında iki nazariyenin bulunduğudur. İlk tanım ikinci tanımdan oldukça geniştir.

 

Sunucu: Seyyidim burada akla başka bir soru takılıyor. Sahâbînin birinci veya ikinci tanımı arasında o kadar da çok fark yok aslında.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Sadece genişlik ve darlıkta farklılık göstermektedir.

 

Sunucu: Peki Sahâbe Okuluna göre tanımlar arasındaki bu farklılığın sonuçları nelerdir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Lütfen değerli izleyiciler beni iyice dinlesinler. Sahâbe Okulunun sahâbî kavramına yüklediğinin sonuç ve çıkarsamalarına dikkat etmeleri gerektiği kanaatindeyim. Yani bir Müslüman sahâbî olduğunda bunun sonucu nelerdir? İşte asıl önemli konu ve ayrım noktası budur. Ehl-i Beyt Okulunun Sahâbe Okulu ile yollarının ayrıldığı yerlerden biri bu konudur. Çünkü Sahâbe Okulu Hz. Peygamber'i (s.a.a.) bir şekilde gören herkesin sahâbî olduğuna ve sahâbîliği sabit olan kimsenin fıkhî meselelerde ıstılahî anlamda adaletinin sabitliğine inanmaktadır. Bu, meselenin dünyevî düzlemdeki sonucudur. Uhrevî açıdan ise sahâbî kesinlikle cennet ehlidir. Daha açık bir ifadeyle söyleyecek olursak ister birinci ister ikinci tanım kabul edilsin Sahâbe Okulu âlimleri bir insanın sahâbî olması halinde bir nevi masumiyet kazandığını ve cehennem ateşinden kurtulduğunu kabul etmektedir. Yani bir kişi sadece sahâbî olmakla bütünüyle adil ve şeksiz şüphesiz cennetlik olur!

 

Değerli izleyicilerin bu iddiayı garip karşıladıklarını düşünüyorum. Bu konu çerçevesinde Sahâbe Okulunda bazı âlimlerin açıklamalarını okuyacağım. Değerli izleyiciler ilk görüşle ilgili olarak okuyacağım pasajı lütfen dikkatlice dinlesinler. İbn Abdülber el-Kurtubî, el-İstîâb adlı eserinde şöyle der:

 

Şeriatı kavrayıp koruyan, onu samimi ve yerli yerince eda edenler Resûlullah'ın (s.a.v.) sadık sahâbîleridir. Nihayet onların eda etmeleriyle şeriat kemâle ermiş, onlarla Allah-u Teâlâ'nın Müslümanlara karşı hücceti sebat bulmuştur. Onlar en hayırlı nesil ve insanlar içerisinden çıkarılmış en hayırlı ümmettir. Allah-u Teâlâ onları övmüş, Hz. Resûlullah da onlardan razı olmuştur. Allah-u Teâlâ'nın ve Hz. Resûlullah'ın onları övmeleri nedeniyle bütün sahâbîlerin adaleti sabittir. Allah-u Teâlâ'nın Hz. Peygamber'e arkadaşlık yapan ve O'na yardım edenler için yaptığından daha üstün bir tezkiye ve bundan daha kusursuz bir tadil söz konusu değildir. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

 

“O, Allah'ın elçisi Muhammed'dir. O'nunla beraber olanlar da kâfirlere karşı sert, kendi aralarında merhametlidirler. Onları, Allah'ın lütuf ve rızasına talip olarak hep rükûda ve secdede görürsün. Secdenin tesiriyle yüzlerine simaları oturmuştur; Tevrat'ta onlar için yapılan benzetme budur. İncil'deki misalleri ise bir ekindir: Çiftçileri sevindirmek üzere filiz verir, onu güçlendirir, kalınlaşır ve kendi sapları üzerinde durur. Onlar (müminler) yüzünden kâfirler öfkeden kahrolsunlar diye (böyle olmuştur). Onlar arasından iman edip dünya ve ahirete yararlı işler yapanlara Allah bir bağışlama ve büyük bir ödül vaat etmektedir. (Fetih, 29)”[vi]

 

Pasaja göre sahâbeden daha âdil kimse bulunamaz.

 

Delil olarak gösterilen Fetih 29. âyeti hakkında bir not düşmek istiyorum. Bu âyette ‘‘sahâbî'' kavramı nerede geçmektedir? Sadece والذين معه اشداء على الكفار / O'nun beraberindekiler kâfirlere karşı şiddetlidir” ifadesi mevcuttur.

 

Sunucu: Öyleyse bu âyette geçen birlikteliğin anlamı nedir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Birliktelik nerede? Sizler sahâbî olabilmek için O'nunla gazaya çıkmak veya uzun bir süre birlikte olmak şart değildir demiyor musunuz? Âyet “O'nunla beraber olanlar da kâfirlere karşı sert, kendi aralarında merhametlidirler. Onları, Allah'ın lütuf ve rızasına talip olarak hep rükûda ve secdede görürsün” buyurmaktadır. 

 

Sunucu: Uhud ve Huneyn Savaşlarında kaçtılar.

 

Seyyid Kemal Haydarî: İşte onların delili budur. Veya Allah-u Teâlâ'nın ذَلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَمَثَلُهُمْ فِي الْإِنْجِيلِ / Tevrat'ta onlar için yapılan benzetme budur. İncil'deki misalleri ise bir ekindir” buyruğudur.

 

Hz. Peygamber (s.a.a.) ile bulunup da kâfirlere karşı şiddetli olanların meselidir bu. Bu mesel O'nunla birlikte olanların meselidir, sahâbenin tümüne teşmil edilemez. Eğer âyet sahâbeden bahsetmiş olsaydı kelâm ve delillendirme tam ve yerli yerinde olurdu. Her halükârda Kurtubî'nin işaret ettiği bu ilk görüşle ilgili değerlendirmelerdir.

 

İbn Esîr'in Üsdü'l-Gâbe'sine geçelim. O şöyle diyor:

 

Hükümlerin detayı, helal ile haramı vb. gibi dine ait konuları bilmenin merkezini sünnetler oluşturmaktadır. Ancak sünnetlerin elde edilmesi, isnâd zincirinde bulunan ricâlin ve râvilerin tanınmasından ve bilinmesinden sonra mümkün olabilir. Ricâlin ilki ve önde geleni Hz. Resûlullah'ın sahâbesidir. Onları tanımayan çok cahil ve büyük inkârcı olur. Buna göre hem sahâbenin nesep ve hallerinin hem de diğer râvilerin ahvalinin bilinmesi gerekir ki râvilerden sika olanların rivayet ettikleri haber / hadislerle amel sahih ve onlarla ortaya konulan hüccet kaim ve yerli yerinde olsun. Sahâbe, cerh ve tadil dışında kalan diğer bütün konularda diğer râvilerle ortaklık gösterirler. Onların tümü âdildir ve hiçbiri cerh edilemez. Çünkü Allah-u Teâlâ ve Hz. Resûlullah (s.a.v.) onları tezkiye ve tadil etmiştir. Bu ise zikretmeye dahi ihtiyaç duymadığımız meşhur bir husustur. Bunların çoğu bizim bu kitabımızda ilerleyen sayfalarda gelecektir. [vii]

 

Dolayısıyla hiç kimsenin bir sahâbîyi cerh etmeye hakkı yoktur. Ayrıca ‘‘bu sahâbî hangi niteliği ile âdildir'' diye sormaya da hakkı yoktur. Çünkü bütün sahâbîler âdildir. Yani sahâbe ile adalet vasfı arasında bir zorunluluk ve mülazemet ilişkisi vardır. İşte onlar böylece pratikte sahâbeye masum muamelesi yapmaktadırlar.

 

İbn Hacer'in el-İsâbe'sinde de aynı durum söz konusudur. Pasajı uzun olmasına rağmen okuyacağız:

 

ÜÇÜNCÜ FASIL: SAHÂBENİN ADALETE İLİŞKİN DURUMUNUN BEYANI

 

Ehl-i Sünnet sahâbenin tümünün adil olduğu hususunda görüş birliği içindedir. Bu konuda ehl-i bidatten aykırı görüşe sahip olanlar istisnadır. Hatîb'in el-Kifâye'sinde bu konu çerçevesinde nefis açıklamaları bulunmaktadır. O bu konuda şöyle der:

 

Allah'ın onları âdil sayması ve onların taharetlerini bildirmesi dolayısıyla sahâbenin adaleti sabittir. Allah-u Teâlâ'nın ‘‘كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ / Sizler insanlar içinden çıkartılmış en hayırlı ümmetsiniz'' buyruğu bu âyetlerdendir. Kur'ân nassında da onların seçkinliklerinden bahsedilir. Bu içerikteki haberler çoktur ve bunların tümü de Kur'ân nassına uygundur. Bunların tümü sahâbenin paklığını ve onların kesin bir şekilde âdil ve nezih oluşlarını gerektirir. Onların hiçbirinin başka bir yaratılmışın tadiline ihtiyacı yoktur. Çünkü kalplerin bâtınını bilen Allah-u Teâlâ onları âdil saymıştır.[viii]

 

Öyleyse sen sahâbenin adaletini sorgulamakla bidat ehlinden ve hakka karşı gelen uç görüşlü kişilerden oluyorsun! Daha sonra Hatîb el-Bağdâdî'nin el-Kifâye'sinde geçen ifadeleri delil olarak sunmaktadır.

 

Sayın Doktor, pasaja dikkat ettiniz mi? Sahâbe sadece âdil değil aynı zamanda mutahhardır! İşte biz diyoruz ki bu ve benzeri ifadeler Ehl-i Sünnet'in sahâbeye masum muamelesi yaptıklarına işaret etmektedir.

 

Hatîb el-Bağdâdî sahâbenin adaleti hususunda birtakım âyetleri delil göstermektedir. Âl-i İmrân Sûresi'nin 110. âyeti bunlardandır. Peki sahâbe ile ümmet birbiriyle eş anlamlı kavramlar mıdır? Âyetler ‘‘ümmeti'' diyorsa âyetin maksadı sahâbe mi yoksa Hz. Peygamber'in (s.a.a.) ümmeti midir? Hatîb, ümmetin ‘‘sahâbe'' anlamına geldiği şeklindeki bu çarpık ve hastalıklı tefsiri nereden ve nasıl elde etmiş, bilemiyorum. Âyet Hz. Muhammed'in (s.a.a.) ümmetinden bahsetmektedir.

 

Sunucu: Bu durumda o dönem sona erdiğinde ümmetin devri de sona ermiş olur. 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hatîb daha sonra Bakara Sûresi'nin 143. âyetini delil olarak ileri sürüyor:

 

İşte böylece, siz insanlara şahit olasınız, peygamber de size şahit olsun diye sizi vasat (örnek) bir ümmet yaptık. [ix]

 

İnşallah bu âyeti ileride ele alacağız. Bu âyetin sahâbe ile ne alakası var? Değerli izleyiciler hatırlayacaklardır, biz önceki programlarda bir iddia da bulunduk. Sahâbe Okulu mensupları, sahâbenin terimsel anlamıyla bağlantılı olan bir Kur'ân-ı Kerim âyeti varsa bulup getirsinler dedik. Evet, sahâbe sözcüğü Kur'ân-ı Kerim'de sözlük anlamıyla geçmektedir fakat Allah Resûlünün sahâbesi anlamında hiçbir âyette geçmemektedir. Kimse bize ‘‘Muhacirler kavramı hakkında ne diyorsunuz'' diye itirazda bulunmasın. Evet, bizler de “Muhacirler, Ensar ve onlara güzellikle tâbi olanlar” âyetini kabul ediyoruz. Ancak sahâbe kavramı hiçbir âyette geçmemektedir. Kur'ân'da hicret, nusret ve tâbiîlik kavramları kavramsal anlamlarıyla geçmektedir. Ancak ‘‘sadece görerek Resûlullah'ın sahâbesi olma'' anlamında sahâbîlik kavramı yoktur.

 

Yine kimse bize إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لَا تَحْزَنْ / Arkadaşına üzülme diyordu” âyetini okuyarak itirazda bulunmasın. Bu konuyu da kendi özel yerinde ele alacağız. Bu âyette geçen “sahib” sözcüğünden kasıt terimsel anlamlı mı yoksa lugavi anlamda mı sahâbîdir, bu konuyu ele alacağız. Kur'ân-ı Kerim bu sözcüğü doksan yedi yerde kullanmaktadır. Ancak hiçbirinde Sahâbe Okulunun bu âlimlerinin kullandığı terimsel anlamda değildir.

 

Yine o لَقَدْ رَضِيَ اللَّهُ عَنِ الْمُؤْمِنِينَ إِذْ يُبَايِعُونَكَ تَحْتَ الشَّجَرَةِ / O ağacın altında sana yeminle bağlılık söz verirlerken bu müminlerden Allah razı olmuştur” (Fetih,18) âyetini de delil göstermektedir. Bu âyet de müminlerle bağlantılıdır. Bunun sahâbe ile ne alakası var?

 

Şu âyeti de delil olarak ileri sürer:

 

وَالسَّابِقُونَ الْاَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِر۪ينَ وَالْاَنْصَارِ وَالَّذ۪ينَ اتَّبَعُوهُمْ بِاِحْسَانٍۙ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ / Muhâcirlerin ve Ensar'ın ilkleri ile onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut olmuştur, onlar da O'ndan razıdırlar.” (Tevbe, 100)

 

Bizler de zaten Muhacir ve Ensar kavramlarını kabul ediyoruz. Sahâbe kavramı âyette geçmiyor ki! Öncelikle ümmet kavramı sahâbe kavramından, sahâbe kavramı da Muhacir, Ensar ve onlara güzellikle tâbi olan kimse ifadesinden daha geneldir. Bir defa sahâbe ile ümmet sözcükleri ve kavramları birbiriyle eş anlamlı değildir. Yine aynı şekilde sahâbe kavramı ile Muhacir ve Ensar kavramları da birbiriyle eş anlamları değildir.

 

Bir diğer âyet:

 

يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ حَسْبُكَ اللَّهُ وَمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ / Ey peygamber! Sana tâbi olan müminlerle beraber Allah sana yeter.” (Enfâl, 64)

 

Bu âyet de Hz. Resûlullah'a tâbi olan müminlerden bahsetmektedir.

 

قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ / De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin.” (Âl-i İmrân, 31)

 

Bu âyetlerin hiçbirinde sahâbenin terim anlamına ilişkin bir delalet söz konusu değildir.

 

Bu âyetleri inşallah ileride ele alacağız. İşte ele almak istediğimiz ilk konu buydu.

 

İkinci konu: Onlar ‘‘Bir kişi sahâbî ise şeksiz şüphesiz artık cennetliktir'' diyorlar.

 

Bakınız ne diyor? Değerli izleyiciler yine el-İsâbe adlı eserden okuyacağız:

 

Ebû Muhammed b. Hazm ‘‘Sahâbenin tümü kesinlikle cennet ehlindendir'' der.[x]

 

Bilindiği gibi İbn Hazm büyük âlimlerdendir. Ona göre sahâbeden biri ne yaparsa yapsın kesinlikle cehennem ateşine girmeyecektir. Dört halifeden birini öldürüp Müslümanlarla savaşsa da, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i (a.s.) şehid etse de cennete gidecektir! Bilemiyorum, bunlar Busr b. Ertât gibilerini, Sıffîn'de İmam Ali'ye (a.s.) karşı çıkan fie-i bağiyeyi (azgın topluluğu) nereye koyuyorlar? Hâlbuki Hz. Resûlullah açık bir şekilde “Ey Ammar! Seni azgın bir topluluk öldürecektir” buyurmaktadır. Bu hadis ne inkâr edilebilecek ne de kuşku duyulabilecek bir hadistir. Baği olan bir kimse nasıl cennet ehlinden olabilir ki? Bakınız, devamında ne diyor:

 

Sahâbenin tümü kesinlikle cennet ehlindendir. Çünkü Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

 

لَا يَسْتَوِي مِنْكُمْ مَنْ أَنْفَقَ مِنْ قَبْلِ الْفَتْحِ وَقَاتَلَ أُولَئِكَ أَعْظَمُ دَرَجَةً مِنَ الَّذِينَ أَنْفَقُوا مِنْ بَعْدُ وَقَاتَلُوا وَكُلًّا وَعَدَ اللَّهُ الْحُسْنَى / İçinizden fetihten önce harcayan ve savaşanlar ötekilerle bir değildir. Onların derecesi, daha sonra harcayan ve savaşanlardan üstündür. Bununla birlikte Allah her birine en güzel olanı vadetmiştir. Allah yaptıklarınızdan tamamen haberdardır.” (Hadîd, 10)

 

Bu âyete göre sabittir ki sahâbenin tümü cennet ehlidir. Onlardan hiçbiri cehennem ateşine girmeyecektir. Çünkü onlar hem bu âyete hem de yukarıda geçen “إِنَّ الَّذِينَ سَبَقَتْ لَهُمْ مِنَّا الْحُسْنَى أُولَئِكَ عَنْهَا مُبْعَدُونَ / Daha önce bizden en güzel sonucun vaadini almış olanlara gelince, işte onlar cehennemden uzak tutulurlar.” (Enbiyâ, 101) âyetine muhataptırlar.[xi]

 

Her halükârda sahâbenin tümü cennet ehlidir. Pasaja baktınız mı? Örneğin ‘‘sahâbeden biri cehennem ateşine girse de şefaatle veya başka bir şekilde en nihayetinde cehennemden çıkıp cennete gidecektir'' şeklinde bir cümle kullanmıyor. Pasaja göre cehennem ateşi, esasında sahâbeye dokunmayacaktır. Çünkü Hz. Resûlullah'ı (s.a.a.) görmüş olması onu cehennem ateşinden korumaktadır! İşte Sahâbe Okulunun mantığı budur! Değerli izleyiciler bu pasaja not düşmek istemiyorum. İzleyicilerin biraz düşünerek bu nazariye hakkında hüküm vermelerini istiyorum. Acaba bsadece bir kez Hz. Resûlullah'ı görmek hakikaten insanı bütün hatalardan korur mu?

 

‘‘Biz sahâbenin masum olduğunu söylemiyoruz ki!'' diyebilirler.  Doğrudur, siz kural olarak böyle bir şey demiyorsunuz. Ancak pratikte bunu iddia ediyorsunuz. Sahâbenin adil olduğunu söylüyorsunuz. Adalet, bir fiili kasten yapmamak demektir. Evet, hata ile bir fiil işlenebilir. Ancak siz sahâbeye masumiyet derecelerinden birini veriyorsunuz. Masumiyet ise onların kasten yalan söylememeleri, adam öldürmemeleri, zina etmemeleri, içki içmemeleri, sövme ve lanet gibi hareketlerde bulunmamaları demektir. İşte bu masumiyetin bir derecesidir. Pasajda zikredilen Hadîd ve Enbiyâ Sûresi'nin bu iki âyetinin sahâbe ile uzaktan ve yakından alakası yoktur. Bu âyetlerin sahâbeyi kapsadığını söylesek dahi tümünü değil bazılarını ve belirli bir grubu kapsamaktadır demeliyiz.

 

Sunucu: Mekke'nin fethinden önce ve Mekke'nin fethinden sonra.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Âyet bu dairenin beyanı sadedinde değildir. Bu âyet Sahâbe Okulunun büyük âlimlerinin işaret ettiği anlamda sahâbe kavramını da beyan etmemektedir.

 

Sunucu: Çok güzel. Bundan dolayı Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

 

Bu sebeple kim Allah'a verdiği ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. (Fetih, 10)

 

Seyyid Kemal Haydarî: Sayın doktor inşallah kendi özel konumunda bütün bu âyetleri birer birer ele alacağız. Âyetleri siyak ve sibak bağlamı içinde okuyacak ve bu âyetler üzerinde kafa yoracağız.

 

Sunucu: Çok güzel. Sayın Seyyid, peki burada geçen adaletten kasıt nedir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu konu oldukça önemlidir. Bir defa şu hususu bilmemiz gerekiyor. Acaba Sahâbe Okulu adalet dediği zaman bununla neyi kastediyor ve neyi anlıyorlar? Birçok alt dalı bulunan bu konuya ilişkin sözü uzatmak istemiyorum. Ancak Ehl-i Sünnet Okulunun bu alanla ilgili bazı âlimlerinin açıklamalarına işaret etmekle yetineceğim. Bir kitaptan bu tanımları aktaracağım. Aziz izleyicilere de bu kitabı gözden geçirmelerini tavsiye ediyorum. Çünkü bu kitabın yazarı Sahâbe Okulu âlimlerindendir.

 

Hasan b. Ferhân el-Mâlikî'nin es-Suhbetü ve's-Sahâbe adlı eseri. Müellifin kendisi çağdaş âlimlerdendir.[xii]

 

Sunucu: Faziletli bir kişi, muhakkik ve araştırmacı bir şahsiyettir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel. Sizin de belirttiğiniz gibi bu alanın muhakkik âlimlerinden olup bu sahada birçok esere imza atmış bir şahsiyettir. Bu eserde önemli bir başlık var. Esere müracaat etmeyi arzulayan aziz dostlar için başlığın ismini de söyleyeyim: SAHÂBENİN ADALETİ.

 

Yazar ilk olarak adalet sözcüğünü dilsel olarak ele almakta ve bu sözcükten muradın ne olduğunu açıklamaktadır. Daha sonra sözcüğün Sahâbe Okulundaki terim anlamına geçiş yapmakta. Bakınız, Ehl-i Beyt Okuluna göre değil. Ben bu eserden sadece iki tanıma dikkat çekmek istiyorum. Değerli izleyiciler yazarın kendisi Sahâbe Okulunun âlimlerine ait en az on bir tanım sunmaktadır. İbn Hâcib'in, Saîd b. Müseyyeb'in, İmam İbrâhîm en-Nehâî'nin, İbn Mübârek'in, İmam Şafiî'nin, Ebû Bekir el-Bâkıllânî'nin, Hatîb el-Bağdâdî'nin, İbn Hümâm'ın, Karâfî'nin, İmam Ebû Hâmid el-Gazzâlî'nin, Sübkî'nin ve Suyûtî'nin tanımlarını arz etmektedir. Eserde bu âlimlerin adalet tanımlarına işaret etmektedir. Ben sadece bu tanımlardan ikisine değineceğim.

 

İlk tanım onun da belirttiği gibi en meşhur tanımlardandır ki gerçekten de öyledir. Çünkü bu tanım, Ehl-i Beyt Okulunun büyük âlimlerinin tanımlarına da yakındır. O ‘‘Bu tanım usûl âlimi İbn Hâcib'e aittir'' diyor.

 

İbn Hâcib adaleti şöyle tanımlamaktadır: Adalet, râviyi takvaya yönelten ve insanlık değerlerine yakışmayan hata ve davranışlardan uzak tutan, bidatten koruyan, büyük günahlardan ve küçük günahlarda ısrar etmekten kaçınmayı gerektiren bir niteliktir. Hatta bazı küçük günahları da terk etmelidir. Dahası bazı mubahlardan da kaçınmalıdır.[xiii]

 

Yani bir insan ancak büyük günahlardan kaçınmak ve küçük günahlarda ısrar etmekten sakınırsa adil olabilir. Yani sadece büyük günahlardan kaçınması yeterli değildir, aynı zamanda küçük günahlarda da ısrarcı olmaması gerekiyor. Dahası küçük günahlarda ısrarcı olmaması yetmiyor, bazı küçük günahları hiç işlememesi bile gerekiyor.

 

Pasaja göre bir kişi büyük bir günah işleyecek olursa adaletine halel gelir. Aynı şekilde küçük günahlarda ısrar edecek olursa yine adaletine halel gelir. Bundan ötesi bazı küçük günahlarda ısrar eder veya bazı mubahları sürekli yaparsa yine adaleti zayi olur. Bu tanım için masumiyet kavramını kullanmak istemiyorum ancak bu ifadeler masumiyetin derecelerinden birine işaret etmektedir. Peki, bir insan baği olduğu ve zamanının imamına karşı çıktığı halde nasıl adil oluyor, işte bunu anlayamıyorum.   

 

Sunucu: Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) damadına ve kardeşine lanet ettiği halde nasıl hâlâ adil oluyor?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Oldukça garip bir durum. Bu nasıl bir mantık!

 

İkinci tanıma geçelim. Bu tanım da Bâkillânî'ye aittir.

 

Bâkıllânî şöyle der: Şâhid ve muhbirin sıfatı olarak matlûb olan adalet, kişinin dininde istikameti, mezhebinde selâmeti; fısktan, kalbinin ve organlarının adaleti iptal ettikleri bilinen düşünce ve hareketlerden uzaklığıdır. Bu bakımdan adaleti gösteren sıfatların tümü için Allah'ın emirlerine uymak, nehiylerinden kaçınmak demek gerekir. [xiv]

 

Oldukça garip bir durum. Sadece organlarla eda edilen ameller yeterli gelmiyor. Aynı şekilde kalbî amellerin de bu yerilen davranışlardan ve ahlakî kötülüklerden uzak olması gerekiyor. Bu tanıma göre birisi bunlardan birini yapacak olursa adalet niteliğini yitiriyor. Fakat bunların tanımladığı bu adalet, sahâbe konusunda Hz. Resûlullah'ı görmekle hemen tahakkuk ediyor!

 

Sunucu: Sayın Seyyid telefon bağlantılarına geçelim. Ebu Mustafa kardeşimiz hatta, buyurunuz.

 

Ebu Mustafa: Es-selâmu aleykum. Bizler daima sizin değerli sözlerinizi aktarıyoruz. Allah size uzun bir ömür versin. Efendim, okuduğunuz kitapların veya rivayetlerin hiçbiri Hz. Resûlullah'ı (s.a.a.) gören veya O'ndan nakillerde bulunan münafıkları istisna etmedi. Bütün sahâbîler hakkında ‘‘radiyallahu anh'' sözü kullanılmaktadır. Bu sözler ve beyanlar münafıkları da mı kapsıyor?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Sadece münafıkları değil, bunun yanında günah işleyen, içki içen, ister Hz. Resûlullah (s.a.a.) döneminde ister sonraki dönemlerde olsun kendisine had uygulanan kimseleri de kapsamaktadır!  Hatta Resûlullah'ın (s.a.a.) kendisini lanet ettiği, öldürülmesini emrettiği herkesi kapsamaktadır! Dahası Sahâbe Okulunun naslarına ve sahih olan rivayetlerine göre lanet ettiği üç, beş veya altı şahsı da kapsıyor! Resûlullah'ın (s.a.a.) Medine'den kovduğu kimseleri de bunlar arasındadır.

 

Değerli izleyiciler ve zat-ı aliniz de hatırlayacaksınız, bizler Hâkim en-Nîsâbûrî'nin Ma'rifetu Ulûmi'l-Hadîs adlı eserinde sahâbenin tabakalarını sayarken sahâbe kavramına Mekke'nin fetih günü Müslüman olan Ebû Süfyân ve Muâviye gibi “tulekâ” taifesini de dâhil ettiğini görmüştük. O Muâviye ki Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Şia nezdinde makbul olan nebevî nasla “fie-i bağiye”nin (azgın topluluğun) başıdır. Yine Hâkim en-Nîsâbûrî'in taksimine göre sahâbe kavramı Hz. Resûlullah'ı ömrünün son demlerinde gören çocukları bile kapsar. Bu tanım Ebû Süfyân'ı, Ebû Süfyân'ın çocuklarını, Hz. Resûlullah'ın Medine'den kovduğu Mervânîleri, Amr b. As'ı ve çocuklarını da içermektedir. Yani Hz. Ali'ye sövse de taan da etse ve İmam Ali (a.s.) ile savaşsa da yine de adildir!

 

Minhâcü's-Sünne adlı eserden bir pasaj aktarmak istiyorum. O şöyle diyor:

 

Sahâbeden birçoğunun Ali'yi eleştirdiği bilinmektedir.[xv]

 

Yani İbn Teymiyye, İmam Ali'yi (a.s.) eleştirenleri ve hakkında ileri geri konuşanları sahâbe kabul etmektedir! Peki bunu nasıl yorumlamaktadır? Tek cümle ile söyleyelim: Sahâbî müctehiddir, ancak ictihâdında hata etmiştir! İmam Ali'ye (a.s.) iki ecir, diğerine ise bir ecir verilir. Hatalı müctehide bir sevap verilir!

 

Bir başka cümle daha aktarmak istiyorum:

 

Allah-u Teâlâ, iman edip salih amel işleyenlere gelince Rahmân'ın gönüllerde onlar için bir sevgi tahsis ettiğini haber vermektedir. Bu Allah-u Teâlâ'nın sadık bir vaadidir. Malumdur ki Allah-u Teâlâ her Müslümanın kalbine sahâbeyi sevme hasletini yerleştirmiştir. Özellikle de halifelerin sevgisini… Daha da özelde Ebû Bekir ve Ömer'in sevgisini. Çünkü sahâbe ve tâbiûnun çoğunluğu bu iki halifeyi sevmekteydi. Hâlbuki Ali böyle değildi. Çünkü sahâbe ve tâbiûndan büyük bir topluluk Hz. Ali'ye buğzediyor, O'na sövüyor ve O'nunla savaşıyordu.[xvi]

 

Pasajın ilk cümlesi Meryem Sûresi'nin 96. âyetinden mülhemdir. Müminlerin kalbine sahâbeyi sevme olgusunun yerleştirilmiş olmasını nereden çıkardı, anlamıyorum. İbn Teymiyye birçok yerde delilsiz ve mesnetsiz bir şekilde kesin bir hakikatten söz edercesine gelişigüzel cümleler kullanır. Kimse bize ‘‘Sahîh-i Müslim'de ve Sahîh-i Buhârî'de böyle geçmektedir'' diye itirazda bulunmasın. Bu iki eser bize karşı bir kanıt değildir.

 

Sahâbenin ve tâbiûnun Ebû Bekir ve Ömer'i sevdiği yönündeki cümleye gelince ileride birçok sahâbî ve tâbiûnun Ebû Bekir ve Ömer'e eleştirilerde bulunduğuna dair nakilleri sunacağız.

 

İmam Ali (a.s.) ile ilgili cümleye baktınız mı? Pek çok sahâbînin  İmam Ali'ye buğzettiği yönündeki cümleye dikkat ediniz lütfen. Bakınız, bu eser Şiî bir eser değildir.  

 

Sunucu: Sahâbe ve tâbiûndan pek çok kimse...

 

Seyyid Kemal Haydarî: Evet, bu ibareler İbn Teymiyye'ye aittir. Müslüman ve mümin kardeşlerim lütfen bu kitaba dikkat ediniz. En azından bu pasaja dikkat ediniz. "Sahâbe ve tâbiûn içinden büyük bir topluluk  İmam Ali'ye sövüyordu!" Ey kardeşim, tamam seninle ihtilaf edebilirim ve farklı görüşlere sahip olabilirim. Peki, neden sana sövüyor, sana buğzediyor ve seninle savaşıyorum? Aziz kardeşlerim vaktimiz kısıtlı olduğundan bütün ibareyi okuyamıyorum.

 

Onlar ‘‘Kim bir sahâbîyi eleştirecek olursa o zındıktır ve bidat ehlidir'' derler.

 

Şu cümlelere bir bakınız:

 

Çünkü sahâbe ve tâbiûndan çokları Ali'ye buğzediyor, O'na sövüyor ve O'nunla savaşıyordu.

 

Soru: Durum böyle ise sizler kimin için ‘‘Allah merhamet etsin ve Allah razı olsun'' diyorsunuz?

 

Söven sizlersiniz! Emirimiz Müminlerin Emiri Ali'dir. O ‘‘söven kimseler olmayınız'' diyor. Kimse bize ‘‘Siz de lanet ediyorsunuz'' diyerek itirazda bulunmasın. Çünkü lanet Kur'ânî bir emirdir. Sövme ise ahlaki bir tutumdur. İlk lanet eden de Allah'tır. Zira Allah-u Teâlâ أُولَئِكَ يَلْعَنُهُمُ اللَّهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَ / Çünkü Allah onlara lanet eder ve lanet edecek olanlar da” buyurmaktadır. İşte Kur'ân'ın âyetleri üzerine düşünmeyenlerin mantığı budur!

 

Sunucu: Ayetullah Seyyid Kemâl Haydarî Bey'e çok teşekkür ediyoruz. Önümüzdeki programda görüşmek üzere. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 



[i] Hâkim en-Nîsâbûrî, Ma'rifetu Ulûmi'l-Hadis, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, 2. Baskı, 1397-Beyrut.

[ii] el-Askalânî (h. 852), el-İsâbe fî Marifeti's-Sahâbe, c. 1, s. 158.

[iii] A.g.e., c. 1, s.159.

[iv] A.g.e., a.g.y.

[v] Muhammed b. Abdülberr el-Kurtubî, el-İstîâb fî Marifeti'l-Ashâb, c. 1, s. 9-10. 

[vi] A.g.e., c. 1, s. 117.

[vii] Üsdü'l-Gâbe, c. 1, s. 9.

[viii] el-İsâbe, c. 1, s. 162.

[ix] A.g.e., a.g.y.

[x] A.g.e., c. 1, s. 163.

[xi] A.g.e., a.g.y.

[xii] Hasan b. Ferhân el-Mâlikî, es-Suhbetü ve's-Sahâbetü beyne'l-İtlâki'l-Luğavî ve't-Tahsîsi'ş-Şerî, s. 209, Merkezü'd-Dırâsâti'l-İlmiyye fi'l-Memleketi'l-Ürdüniyye.

[xiii] A.g.e., a.g.y.

[xiv] A.g.e., S. 210.

[xv] İbn Teymiyye, Minhâcü's-Sünneti'n-Nebeviyye fî Nakzi Kelâmi'ş-Şîati ve'l-kaderiyye, c. 7, s. 147, Thk: Muhammed Reşâd Sâlim.

[xvi] A.g.e., c. 7, s. 137.