İbrahimi Dinani: İlahî Sevgi (2)

İbrahimi Dinani: İlahî Sevgi (2)
İnsan kendini kavramla, tasvirle, tahayyülle hatta taakkul (akletme) yoluyla bilemez. İnsan felsefî ve matematikle ilgili kavramları, taakkul ile anlayabilir. Bazı şeyleri tahayyül, bazı şeyleri de duyularla anlayabiliriz. Ne duyusal ne muhayyel olan ve akletme ile de kavranamayan tek şey “ben”in kendisidir.

 

 

İsmail Mansuri Laricanî:

 

Cemâlet âftab-é her nezer bâd,

Z hûbi rûy-é hubet hubter bâd,

Mera ez tost her dem tâze eşqi,

Tora her saeti husni diğer bâd.

 

Güzelliğin her bakışta güneş olsun,

Güzel yüzün güzellikten daha da güzel olsun,

Ben her an sana yeniden âşık oluyorum,

Sen ise her saat bir başka güzel oluyorsun.

 

 

Bismillahirrahmanirrahim, merhaba sevgili izleyiciler, değerli dostlar ve Marifet programının daimî takipçileri. Bildiğiniz gibi bir önceki programda Hace Ahmed Gazzâlî'nin Sevânihu'l-Uşşâk adlı nefis kitabını ele almaya başladık. Bir önceki programda Üstat Dinanî ile bu kitaba giriş yaptık. Hace Ahmed Gazzâlî, aşkın tarifini yapmış ve aşkı ezelî bir hakikat olarak görmüştü. Mâide Sûresi 54. ayetteki “Yuhibbuhum ve yuhibbunehu” ifadesine dayanarak insanı, Allah'ı seven olmaktan önce Allah'ın sevdiği bir varlık olarak tanımlamıştı. Bizim birçok arifimiz de aynı inanca sahiptir. Bu sebeple de mahbûbiyet (sevgililik) ezelî olduğu için insanın da ezelî hakikati vardır. İnsan ezelî olduğu gibi aynı zamanda da ebedidir.

 

Üstat da insanı Rubûbiyetin bir mucizesi olarak açıkladı ve insanın ‘‘kendisinin Allah'ın bir mucizesi olduğunu'' kavrayacak bir ilim düzeyine ulaşabileceğini söyledi. İnsan eğer Allah'ın bir mucizesi olduğunu anlarsa, muhibbin (seven) ve muhabbetinin (sevgi) başlangıcı olur. Geçen bölümde mahbuba (sevilen) ilişkin muhabbetten (sevgi) bahsetmiştiniz. Şimdi de muhibbe (seven) ilişkin muhabbetten bahsetmenizi istiyoruz.  

 

Üstat Dinanî: Bismillahirrahmanirrahim. Eğer insan kendisinin Hak Teâlâ'nın yaratma mucizesi olduğunu bilirse, aslında marifetin kemâlini elde etmiş demektir. Kendini tanımak, bilmek konusunda söylenecek söz çok… Zaten irfanın esası da işte şu sözdür: ‘‘Kendini tanımak.'' “Men arefe nefsehu, fekad arefe Rabbehu” (Kendini bilen Rabbini bilir) hadisi işte bu hususa işaret ediyor.

 

Hatta ehli marifetin büyüklerinden bazıları, bu hadisle ilgili olarak “kendini bilmek muhal olduğu için Rabbini bilmek de muhaldir” diye bir tefsir yapmışlardır. Bazıları insanın kendisini tanıyamayacağını, bilemeyeceğini söylemiştir. Elbette bu ifade bir anlamda doğrudur. Ama bir başka açıdan doğru değildir.

 

Eğer kendini tanımaktan kastedilen, husûlî anlamda tanımak, bilmek ise bu tefsir doğrudur. Çünkü insan başka şeyleri kavramla bilir. Örneğin biz bu masayı kavramıyla biliriz, her şeyi kavramıyla biliyoruz. Eğer kavramlar olmasaydı bilemezdik. Hatta tecrübelerimiz bile bir kavram şekline ve bir kural hâline geliyor. Ancak bir kavram veya bir kural olarak tanıyamayacağımız, yani bizim hekimlerimizin “ilm-i husûlî” dediği ilimle, suretle ve kavramla bilemeyeceğimiz tek şey, kendimiziz…    

 

Yani ben kendimi kavramla bilemem. Ben kendimle ilgili her an yüzlerce kavrama sahip olabilirim. Her an değişirim ve yeni bir ben olurum. Ben her an bir öncekinden farklı bir benim. Bununla birlikte her zaman sabit bir “ben”e de sahibim. Yani doğumdan ölüme kadar tek bir “ben”e de sahibim. Ama aynı zamanda her an da bir başka “ben”im. Ayrıca kendimle ilgili birtakım tasavvurlara sahip olabilirim. Ancak benim tasavvurum, benim kendim değildir. Benim tasavvurum, sadece benim tasavvurumdur. Peki, benim ‘‘kendim'' nerede? İşte ona ulaşmak oldukça zor.

 

“Ben”in kendisine “husûl” yolu ile değil, ancak “huzur” yolu ile ulaşılabilir. İnsan kendini kavramla, tasvirle, tahayyülle hatta taakkul (akletme) yoluyla bilemez. İnsan felsefî ve matematikle ilgili kavramları, taakkul ile anlayabilir. Bazı şeyleri tahayyül, bazı şeyleri de duyularla anlayabiliriz. Ne duyusal ne muhayyel olan ve taakkul (akletme) ile de kavranamayan tek şey “ben”in kendisidir.

 

“Ben” akletmeyle anlaşılmaz, kavrama ve surete sahip değildir. O ancak “huzur”la bilinir. Eğer kendi “huzur” makamıma ulaşabilirsem -ki bu çok zordur, bu tenebbuh (uyanış) ve sülûk gerektirir- o zaman kendimi tanırım.   

 

Bazıları “kendini bilen Rabbini bilir” hadisinin senedini şüpheli bulmuştur. Bu hadisin senedinin olmadığını söylemişlerdir. Kimileri kudsî hadis olduğunu ve bu hadisin senedinin bulunduğunu söylemişse de kimileri de senedini muteber görmemiştir.

 

Ben ise şunu arz etmek istiyorum. Bu hadisin eğer senedi dahi olmasa muteberdir. Peki, neden muteberdir? Çünkü bir ayetin “aks-i nakiz”idir. Bilirsiniz mantık kurallarına göre kendisi doğru olan bir şeyin aks-i nakizi de doğrudur. Peki, bu hangi ayetin aks-i nakizidir? Allah Kur'ân'da buyuruyor ki: “Nesû(A)llâhe fe-ensâhum enfusehum.” (Allah'ı unutmuşlar da, O da onlara kendilerini unutturmuştur.) (Haşr, 19)

 

Şimdi “Allah'ı unutmuşlar da, O da onlara kendilerini unutturmuştur” ayetinin aks-i nakizini yapın. Bunun aks-i nakizi, “Kendini bilen Allah'ı bilir” olur. İşte bu mantık kuralına göre doğru olan her kuralın aks-i nakizi de doğrudur. Bu ayet doğru olduğuna göre bunun aks-i nakizi de doğrudur. Yani bu hadisin senedi doğru olmasa bile “kendini bilen Rabbini bilir” hadisi doğrudur. Kaldı ki bu birçok kaynakta da nakledilmiştir.

 

O halde “marifet-i nefs” (kendine dair bilgi sahibi olmak), Hak Tebarek ve Teâlâ marifetinin esasıdır. Ben önceki programda değinmiştim. Allah bir ayette insanla ilgili olarak “yuhibbuhum” diyor. Bir başka ayette de “a'lemu ma lâ ta'lemun” yani ‘‘insanla ilgili olarak sizin bilmediklerinizi biliyorum'' diyor. O halde insan hem Allah'ın “malum”u ve “makul”ü hem de “mahbub”udur.

 

İşte bundan hareketle “akıl ile aşk” veya “ilim ile aşk” arasında ilişki kuruyorum. Yani aşk, ilimsiz (bilgisiz) olmaz. İnsan, Allah'ın mahbubudur. Çünkü insan Allah'ın malumudur. Aynı şey tersi için de geçerli. Yani insan da hem Allah'ın muhibbi olmalı yani Hak Tebarek ve Teâlâ'ya aşk duymalı hem de Allah'ı tanımalıdır. Âşık olunan bir şeyin tanınmaması mümkün müdür?

 

Belki kimileri “bir insan âşık olabilir ama âşık olduğunu bilmeyebilir” diye bir iddia ortaya atabilir. Ancak ben böyle bir şeyin olabileceğinden emin değilim. Bir sevgiliye âşık olmak ama onu bilmemek! Ben böyle bir şeyin mümkün olabileceğine inanmıyorum. Sevgili, bilindiği ölçüde sevgilidir. Ancak ben burada bilmek derken ilm-i husûlîden, mantıktan, tecrübeden falan bahsetmiyorum. İlm-i huzûrî de ilm-i şuhûdî de ilimdir, bilgidir.

 

O halde insan, Hak Tebarek ve Teâlâ'nın sevgi vadisine girdiğinde bu sevgi, onun Allah'a olan marifetinin (bilgisinin) bir uzantısıdır. İnsanın Hak Tebarek ve Teâlâ'ya “marifeti” (bilgisi) yoksa muhabbeti de olamaz. Marifetsiz muhabbet (bilgisiz sevgi) neredeyse akıl dışıdır. Çünkü muhabbet, marifete tâbidir.

 

Bu çerçevede insanın “mahbubi” (sevgili) olmasının yansıması, “muhibbi” (seven) olmasıdır ve insanın Allah tarafından “malum” (bilinen) olmasının yansıması da “âlim” (bilen) olmasıdır. Dolayısıyla insan nasıl ki Allah tarafından “malum” ise Allah'a yönelik olarak da “âlim” olmaya, “arif” olmaya çaba göstermelidir. Allah tarafından “maruf” olduğu için, Allah'a da “arif” olmalıdır.

 

Allah hangi ilimle bizi biliyor? İlm-i husûlî ile mi? Kavramlarla mı? Hayır, “huzûren” biliyor. Dolayısıyla biz de aynı türden ilimle Hak Tebarek ve Teâlâ'ya dair ilim kazanmalıyız. Nasıl ki biz Hak Teâlâ'nın huzûrî malumu ve huzurûrî mahbubuyuz aynı şekilde biz de Hak Teâlâ'yı ‘‘ilm-i huzûrî'' ile bilmeli ve “huzûrî aşk” ile sevmeliyiz.

 

Allah'ı kavramlarla, tasavvurlarla, tahayyüllerle, mantıkla tanımaya çalışmak da bir marifet mertebesidir, buna bir sözümüz yok. Marifetin her mertebesinin kendine göre değeri var. Mantıkla, felsefeyle vb. yollarla Hak Tebarek ve Teâlâ'yla ilgili marifet kazanmak kötü değildir, ama yeterli değildir.

 

Hak Teâlâ'ya ilm-i huzûrî ile marifet kazanmak gerekir, işte irfan ve sülûk yolu da budur. Ariflerin diğerleriyle yani kelamcılar veya filozoflarla olan farkı işte budur. Arifler, Hak Tebarek ve Teâlâ'yı “huzûr” yoluyla tanımaya çalışır ve bu yolda adım atarlar. Bu “huzûrî bilgi”nin ise şartları vardır. Bunun ilk öncülü ‘‘bencilliği terk etmek''tir.       

 

Laricanî: Üstat ben burada bir soru sorayım. Ben sizin açıklamalarınızdan şunu anladım. Siz sevgiyi ezelî gördüğünüz gibi ilmi de ezelî olarak görüyorsunuz. Ancak biz şunu görüyoruz, sizin de geçen programda bahsettiğiniz üzere, Allah kendi sevgi tecellisinde bütün varlıkları eşit olarak kaplamıştır. Ama ilim bu şekilde değildir. Yani sevginin gereklerinin ilimden farklı olması gerekir.

 

Üstat Dinanî: Bakınız, sevginin ilimden başka bir şey olduğundan şüphe yok. Aşkın akıldan başka bir şey olduğundan kuşku yok. Bunlar zaten iki ayrı anlamda ve iki ayrı kelimedir. Ancak tanımadan sevme olabilir mi? Bilinç olmadan marifetin bir anlamı var mıdır?

 

Laricanî: Ancak sevgi Allah tarafındandır…

 

Üstat Dinanî: Bilinç de Allah tarafındandır, hiç fark etmez. Yani sevginin zatı, bilinçten olduğuna göre, Allah nasıl sevgiyi ifâze ediyorsa (feyiz olarak gönderiyorsa) bilinci de ifâze ediyor. Yani bilinç de Allah'ın bir ifâzesidir, bu açıdan hiçbir fark yok.

 

Bakın biz ezelî derken yanlış anlama olmasın. İnsan ezelî değildir, insanın “ayn-ı sabit”i ezelîdir. Yani ifaze (feyiz gönderme) ezelîdir, mufaz (feyiz alan) ezelî değildir. Yani ben bir mufaz olarak ezelî değilim. Ezelî olan mufaz değil, ifazedir.

 

Bakınız, ben burada bir kelimeyle açıklayayım. Bu asırlarca söylenmiş ama üzerinde çok fazla durulmamıştır. Bizim “kendi” diye kullandığımız bir kelimemiz var, bir de “hüviyet” kelimesi var. “Hüviyet” ile “kendi”nin farkı nedir? Genelde bir kişinin “hüviyeti” denince o kişinin “kendi”sini anlarsınız.

     

Mesela bir kişinin kimlik kartında bazı özellikleri yazar. Örneğin doğum tarihi, yeri vb. gibi hayatına ait özellikler yer alır. Acaba kişinin “kendi” ile “hüviyet”inin farkı nedir? Bir şahsın hüviyeti o şahsın kendisidir. Ancak aralarında yerden göğe kadar fark vardır. “Kendi” dendiğinde kendimin kaydı söz konusudur. Ancak hüviyet kelimesi “hüve” yani “O” kelimesinden türemiştir. Orada ben, ben olmakla birlikte ben değilim. Yani Allah'ın ifazesi olmam hükmü gereğince hüviyete sahibim.

 

“Ene” yani ben dediğimde bunun içinde bir “hüve”nin (O'nun) olması gerekir. Eğer bendeki “ben” öne çıkarsa bu şirktir, yani Allah'a karşı ‘‘ben'' şirktir, firavunluktur. Benim hüviyetimin içinden “hüve” çıkmalıdır. Böylece “ben” dediğimde “hüve” olmalıdır. Peki “hüve” nedir? Hak Teâlâ'nın ifâzesidir.

 

Laricanî: Mevlâna ne kadar güzel söylüyor:

 

Çun ké men, men nistem,  în dem z hu'st,

Pîş în dem her ké dem zed kâfer-é u'st.

 

Çünkü ben, ben değilim, bu nefes O'ndandır,

Bu sözün karşısında söz söyleyen kâfir olmuştur.

 

Üstat Dinanî: İşte buradaki “în dem z hu'st” (bu nefes O'ndandır) hüviyetin ta kendisidir. “Çun ké men, men nistem, în dem z hu'st.” “Dem” alınan nefes demektir. Ben olduğuma göre nefes alıyorum ama bendeki o Firavunî enâniyet bitince işte o zaman o nefes “hüve”dendir. Yani böylece benim “kendim” hüviyet kazanmış oluyor.

 

Biz bu iki kelimeyi yani “kendi” ve “hüviyet” kelimelerini aynıymış gibi kullanıyoruz ve “benim hüviyetim şudur” dediğimiz zaman “benim kendim şuyum” demiş oluyoruz. Fakat bunun içinde bir incelik bulunmaktadır. Evet, her ikisi de “ben”im. Burası doğru. Ama Allah'a karşı kendi başına “ben” enâniyettir, Firavunluktur. Fakat bu Firavunî enâniyeti bilinçle aştığımda -çünkü bunu aşmak bilinç gerektirir- ben Allah'ın ifâzesi-lütfu olduğumu bilirim.

 

Ben burada “ifâze” kelimesini kullanıyorum. Mevlâna ise şiirinde “dem” yani nefes kelimesini kullanıyor ve “dem O'ndandır” diyor. Yani bendeki nefes Allah'tandır. Buradaki “nefes” aslında Mevlâna'nın Mesnevi'sindeki “ney”deki nefestir. “Dinle neyden bak hikâyet ediyor, ayrılıklardan şikâyet ediyor” beytinde sözünü ettiği “ney”in nefesidir.

 

Peki, Mevlâna neden “dem” yani “nefes” diyor? Mevlâna bunu kendinden söylemiyor. Bunu bizâtihi Hak Teâlâ söylüyor. "Venefahtu fîhi min rûhî" (Ona ruhumdan üfledim. Hicr, 29) Allah bize ruhundan üflediğini söylüyor.

 

Biz buradaki “nefahtu” ifadesini yanlış anlıyoruz ve sanıyoruz ki Allah bir defa ve tek seferliğine üflemiştir. Yani bizim topraktan yaratmış ve bir sefer üflemiş ve mesele bir defada sonsuza kadar bitmiştir.  Hayır, böyle değil! Bu ifade semboliktir. Allah her an bize üflüyor, Allah'ın bu nefesi, O'nun ifâzesidir (feyiz göndermesi). Biz her an Allah'a bağlıyız fakat biz Hak Teâlâ'yla olan bu bağlantımızın farkında değiliz. Hâlbuki bunun farkında olmayanlar da bağlıdırlar. Yalnızca bağlı olduklarının bilincinde değiller.

 

Her şey Hak Teâlâ'nın ifâzesidir ancak aldıkları nefesin Allah'ın olduğunu bazıları bilir. İşte böyleleri ariftir. Kimileri ise bunu bilmiyor ve bilmediği için de “ben” diyor. İşte bu “ben”ler arasında çok büyük farklar vardır. Elbette herkes “ben” der ve demek de zorundadır. “Ben”i olmayan hüviyet sahibi olamaz. Ancak bir “ben” vardır ki bu Allah'a karşı bir “ben”dir ve enâniyettir. Bir “ben” de vardır ki kendini Hak Teâlâ'nın nefesi ve ifâzesi görmektedir. İşte tüm fark budur.

 

Şimdi aşk konusuna gelelim. Hace Ahmed Gazzâlî'nin Sevânihu'l-Uşşâk kitabında daima Hak Teâlâ'nın aşkından söz ediyor. Hace Ahmed Gazzâlî, burada bir irfan dersi veriyor: Hakk'ın âşığı, Hakk'ın arifidir. İrfan olmaksızın âşık olunamaz. Bunu daha önce de söylemiştim.

 

Âşık genelde sevgiliyi kendisi için ister. Mecazî aşklarda da bu genelde böyledir. Âşık, kendi kendine ve samimi olarak şunu düşünmelidir: Acaba sevgiliyi kendisi için mi istiyor, yoksa kendisini sevgili için mi istiyor?

 

Eğer âşık, sevgiliyi kendisi için istiyorsa, sevgili benim için diyorsa, o aslında kendisini istiyor. Yani aslında sevgiliyi istemiyor, sevgili vasıtasıyla kendini istiyor. Sevgiliyi kendi bencilliği için vasıta etmiş oluyor. Bu bir bakış açısıdır. Bir diğer bakış açısında ise ‘‘hayır, gerçekten onu istiyor''. İşte “ene”nin (ben) “hüve” (O) olması işte buradadır. “Kendi”nin hüviyet kazanması işte buradadır. Hace Ahmed Gazzâlî'nin bahsettiği aşk budur. Âşık olmak, âşıkça bir hüviyet sahibi olmaktır. Yani sevgilinin tecellisidir. İnsanın “kendi”sinin sevgilide fenâ olmasıdır. Sevgiliden başka bir şeyi görmemesidir. Yani kendisini görüp de sevgiliyi kendisi için vasıta etmemesidir.

 

Laricanî: Hz. Gazzâlî de bu noktaya işaret ediyor ve diyor ki insan sevgilinin meczubu olmuş olsa bile “ben”i olmaya devam ederse bu durumda aşkı halis değildir. Dolayısıyla aşkı ateşe teşbih ediyor. Ve bu ateş, aşktan başka geriye bir şey kalmaması için hem seveni hem de sevgiliyi yakan bir ateştir. Yani onun görüşüne göre asıl olan ne âşıktır ne de sevgilidir. Asıl olan aşkın kendisidir.   

 

Üstat Dinanî: Ben şöyle düşünüyorum: Aşk hakkında arifler ve şairler, hatta arif olmayan şairler çeşitli benzetmeler yapmışlardır. Mesela “gül ve bülbül” gibi çeşitli ifadeler kullanmışlardır. Bana göre bu konudaki en güzel benzetme “mum ve kelebek” (şem ve pervane) olmalıdır. Tabii “gül ve bülbül” de çok kullanılan bir benzetmedir. Bülbül güle âşıktır, onun için şiirler söyler vb. Ancak “mum ve kelebek” örneği konunun özüne daha yakındır.

 

Kelebek muma âşıktır. Mumun ışığına âşıktır. Tabii bunlar semboliktir. Biz kelebeğin dünyasında neler yaşandığını bilmiyoruz.

 

Bu arada aklıma gelmişken şunu nakledeyim. Bir biyolog bu tür ifadelere itiraz etmişti. Kendisi biyolog olduğu için doğal olarak olaya irfan, aşk vs. açısından bakmıyor ve diyordu ki “Şairler mum ve kelebekten bahsederken boş ve saçma şeyler söylüyorlar. Çünkü kelebek muma veya ışığa âşık falan değildir. Kelebek hafızasız bir varlıktır, ateşe doğru gider, hafızası zayıf olduğu için de ateşin yakıcılığını unutur, tekrar ona doğru gider ve yanar. Onun sorunu hafızasının zayıflığıdır.”

 

Şimdi biz kelebeğin dünyasında neler olduğunu bir tarafa bırakalım. Biz ışığın kelebek üzerindeki cazibesini, antropomorfizmle tefsir ediyoruz. Yani biz âlemi insana benzeterek tefsir ediyoruz. Âlemi kendi insanlığımız çerçevesinde anlıyoruz. Dolayısıyla da kelebeğin işini de insanî olarak anlıyoruz.

 

Kelebeği uzaktan kendine çeken şey sebebiyle kelebek ona gidiyor, hatta yanıyor. Mumun ateşi kelebeğin kanadını yakıyor. O, artık kelebeğin kendisi değildir. Çağdaş şairlerimizden Şehriyar'ın şiirini okuyayım:

 

Şu'le berkerd z fânûs-é âlem,

Şem' u pervane resid bé hem,

Lehzei be'd bé coz moşt-é dûd,

Eser z şule ve pervane ne bud.

 

Alev fanusundan dışarı taştı,

Mum ve kelebek birbirine kavuştu,

Bir an sonra bir avuç dumandan başka,

Alevden ve kelebekten eser yoktu.

 

Yani benlik burada yanıp kül oluyor. Bu, en güzel örnektir. Sâlik, yani Hak Teâlâ'ya âşık olan kimse bu aşkta yanıyor ve Hak olan sevgiliden başka bir şey kalmıyor. Yani bu arada enâniyetin kaybolması gerekiyor. Eğer enâniyet kalıyorsa bu aşk hakiki değildir.

 

Laricanî: Pekâlâ üstat izin verirseniz kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

 

Üstat, Hace Ahmed Gazzâlî'ye göre insan seven (muhib) olmaktan önce sevilendir (mahbûb). Ancak bu ikisinin ortak yönü sevgidir (muhabbet). Bu süreç sonunda bu ikisi yok olmalı ve yalnızca sevgi kalmalıdır. O da aşktır.

 

Üstat, Sevânih kitabına yazılan bazı tefsirlerde mesela merhum Irâki'nin Lemaât'ında aşk krişmesiyle (cazibe, sevimlilik) güzellik krişmesi arasında fark olduğu söyleniyor. Şimdi bunların tarifine girmeyeceğim. Yalnızca sevgiye dair bir hususa değinmek istiyorum. Aşk, âşık ile sevgili (maşuk) tarafları arasında olmalıdır. Yani aşk tek yönlü bir cadde olamaz. Bu çerçevede Ahmed Gazzâlî aşkın esas olduğunu söylüyor. Aşkın bir cilvesi âşıkta bir cilvesi de sevgilidedir. Peki biz aşkı esas kabul ettiğimizde burada insanın rolü ne oluyor?

 

Üstat Dinanî: Acaba asıl olan aşk mıdır ve âşık ile sevgili, aşkın bir tecellisi midir? Yoksa asıl olan sevgili ile âşık mıdır ve aşk da onlar arasındaki bir durum mudur? Bu önemli bir felsefî ve irfanî meseledir. Hace Ahmed Gazzâlî, Sevanih kitabında iki türlü bahsetmiştir. Bir yerde aşkı esas kabul etmiş. Hatta aşkı cevher ve zat olarak görmüştür. Orada ‘‘Aşk zattır. Âşık ve sevgili aşkın iki tecellisi veya cilvesidir'' demiştir.

 

Bir başka yerde ise ‘‘eğer ruh zat ise aşk ruhun ayrılmaz sıfatıdır'' diyor. Bu iki görüş birbirinden farklıdır ve o, bunun ikisini de söylemiştir. Bir yerde asıl olmayı aşka vermiştir, bir diğer yerde ise ‘‘ruh zattır ve onun ayrılmaz sıfatı ise aşktır'' demiştir. Aşk yani muhabbet, Hak Teâlâ'nın sıfatıdır. Sıfatı da zatının aynısıdır. Aynı zamanda insan ruhunun da sıfatıdır. İnsan ruhunun ayrılmaz sıfatı aşktır.          

 

Yani o, aşkı bir yerde sıfat, bir yerde ise cevher olarak ifade etmiştir. Eğer bunu felsefî bir bahis olarak söz konusu edecek olursak aslında bu bahis bizim kelamcılarımızın, filozoflarımızın hatta usul âlimlerimizin kitaplarında geçmiştir. Bu bahsin kelam, usul ve felsefe alanındaki kahramanı, Mir Seyyid Şerif'tir.

   

O, “zat, müştakta mahuz değildir” diyor. Bu biraz felsefî ve ağır bir konu ama ben bunu biraz basitleştirerek anlatmaya çalışayım. Medrese öğrencileri okuduklarında “zat müştakta mahuz değildir” sözünü anlarlar ama bilmeyebilir. Peki bu ne demektir?

 

O diyor ki mesela siz Arapçada “darib” (vuran) dediğinizde bu ism-i faildir. Yani burada bir zat var, bir de vurma var. Yani bir şahıs var ve vuruyor. Burada bir zat farz ediliyor. Bir vurma sıfatı var ve bu sıfat o kişiyi niteliyor, vuran kişi oluyor. Bir de vurulan söz konusudur. Merhum Mir Seyyid Şerif ‘‘Hayır, vuran kişi -mesela- Hasan değildir. Vuran Hasan'dır, dediğinizde Hasan vurmuyor. Darb (vurma) vuruyor ve Hasan muttasıftır (nitelenmiş olandır)'' diyor.

 

Yani normalde biz Hasan'ın darb yani vurma ile muttasıf (nitelenmiş) olduğunu söylüyoruz, o ise ‘‘darb”ın yani vurmanın Hasan ile muttasıf (nitelenmiş) olduğunu söylüyor. (Yani özne Hasan değil vurma fiilidir, Hasan fiilin yüklemi oluyor; Medya Şafak) Bir başka deyişle mesela “ilim sıfatıyla muttasıf olan Hasan'dır'' dediğimizde bu bilinen normal görüştür ve çoğunluk bunu söyler. Ama bir diğer görüşe göre ise ilim Hasan'da tecelli etmiştir. Yani burada ilim esas kabul ediliyor.

 

Bunu şu soruyla açıklayalım: Acaba fiili ortaya çıkaran fail midir? Yoksa fail, fiilin tecellilerinden biri midir? Benzer bir şey varlıkla ilgili olarak da Aristo'dan önce bile söz konusuydu. Şöyle söz konusu ediliyordu: Varlık zat mıdır, yoksa fiil midir?

 

Mesela çağdaş Batılı filozoflardan Heidegger, varlığı fiil olarak görür. O, “varlık, varlıklıyor” diyor. Yani o varlığı olan bir zat değildir. Mesela “mevcud” ve “vücud”u düşünün. “Mevcud” demek “vücud”u olan bir zat demektir. Peki, o zatın “vücud”u var mıdır, yok mudur? “Mevcud” olan zat için “vücud” fiildir ve sıfattır. Peki, o zaman o zatın kendisi “vücud” değil midir? Eğer “vücud” değilse o zaman “vücud”, mevcudun nasıl sıfatı olabilir? Yok eğer “vücud” ise demek ki kendisi “vücud”dur.  

 

O ise diyor ki “vücud” fiildir ve “mevcud”, “vücud”un ışığıyla mevcut olmaktadır. İşte varlığın esas kabul edilmesi (asaletu'l-vücud) buradan çıkıyor. Molla Sadrâ'nın ‘‘asaletu'l vücud'' görüşü işte buradan çıkıyor. Yani “vücud”u (varlık) esas kabul ediyor. “Mevcud” (var olan), “vücud” ile muttasıf olan (nitelenen) şeydir, yani mahiyettir. Bir “vücud” vardır bir de “mahiyet” vardır. Hasan “mevcud”dur, peki onun “vücud”u mu asıldır, yoksa “Hasan oluşu” mu? Tabii ki “vücud”u asıldır. (“Ağaç vardır” dediğimizde aslında özne ağaç değil varlık olmuş oluyor, ağaç varlığın taayyünü, zuhuru, “yüklemi” oluyor; Medya Şafak)      

 

Evet, eğer bu bahsi de bu şekilde felsefî olarak söz konusu edecek olursak aşkın da aynı şekilde olduğu noktasına ulaşırız. Yani aşk da “asıl”dır. Âşıklık taayyünü ile sevgililik taayyünü, aşkın iki taayyünüdür. Bu bir görüştür ve nisbeten sağlam da bir görüştür. Bir diğer görüşe göre ise ‘‘hayır, bir zat vardır ve aşk onun sıfatıdır''. İşte bu her iki görüş de Sevanihu'l-Uşşâk'ta ifade edilmiştir.  

 

Laricanî: Zatıâliniz de Akıl Defteri ve Aşk Ayeti adlı kitabınızda varlıkta (vücud) teşkik (mertebeler) olduğundan bahsetmiştiniz. Sühreverdî düşüncesindeki “nur”u ve onun mertebelerini anlatmıştınız ve “aşk”ın da aynı şekilde teşkiki olduğunu söylemiştiniz. Bu çok güzel bir açıklamaydı.

 

Üstat Dinanî: Evet, Sühreverdî'ye göre her şey nurun (ışık) mertebeleridir. Hatta münevverin (aydınlatan) kendisi de nurun mertebelerinden biridir. Zira zulmet (karanlık) nur ile nitelenemez ki... Çünkü zulmet, nurun zıddıdır.

 

Aşkın kendisini hakikat olarak kabul edip âşık ve sevgiliyi aşkın birer cilvesi olarak görmek bir görüştür. Diğer görüş ise daha yaygın ve bilinen görüştür. O görüşte de aşkı sıfat olarak görüyoruz.

 

Her halükârda, enâniyet ortadan kaldırıldığında hakiki âşıklık olur. Enâniyetin olduğu yerde aşk, hakiki aşk değildir. Hatta mecazî aşk için bile bu böyledir. İnsan sevgiliyi kendisi için isterse bu yalancılıktan başka bir şey değildir. Yani böyle yapan biri aşkında sadık değildir.

 

Merhum Hace Ahmed Gazzâlî, aşkın muhtelif yollarından söz ediyor. Şu an hatırladım, bir yerde çok güzel bir şey söylüyor. Diyor ki: “Aşkın hakikati aşk kelimesinde gizlidir.” Sonra aşk kelimesini tahlil ediyor ve çok güzel ve edebi bir sanat kullanıyor. Aşkın hakikati aşk kelimesinde gizlidir, dedikten sonra aşk kelimesini üç harfle tahlil ediyor: Bu harflerden birincisi “ayın” ikincisi “şin” üçüncüsü de “kaf”.

 

Peki, aşkın hakikati bu “ayın, şin ve kaf” harflerinde nasıl gizlidir? Önce “ayın ve şin” harflerini birleştiriyor ve “uş” kelimesini elde ediyor. “Uş” aşiyane yani yuva, sığınılan yer, barınak demektir. “Kaf” harfini de “kalb”e işaret olarak ele alıyor ve diyor ki: “Aşk, kalbin aşiyanesidir.” (Kalbin yuvasıdır)

 

Yani kalbin her yerini aşk kaplarsa, kalbin tamamı aşka verilirse, âlemin kalbini tamamen sevgi ve aşk kaplarsa, aşktan başka geriye bir şey kalmazsa işte o zaman aşk zâhir olur. İşte bu yüzden aşkın hakikati “ayın, şin ve kaf”ta gizlidir.

 

Laricanî: Üstat “yuhibbuhum ve yuhibbuneh” ayetiyle ilgili olarak Molla Sadrâ da güzel bir şey söylüyor. Buradaki aşkın karşılıklı olduğunu ve bu caddenin tek taraflı olmadığını söylüyor.       

 

Üstat Dinanî: Bakınız, bu mesele defalarca söz konusu oldu ve geçen programda da buna değinmiştik. Tabii ki aşk iki taraflıdır, hiç şüphe yok. Âşık ve sevgiliden bahsediyorsak mutlaka iki taraflılık vardır. Ben aşığım diyen birinin ‘‘sevgilin kim'' sorusuna ‘‘bilmiyorum'' cevabı vermesi mümkün müdür? Böyle âşıklık olmaz. Sevgili de âşıksız olmaz, bunda kuşku yok.

 

Bunda iki taraf olmalıdır. Yani susamış olan kişi, bir çeşme arar. Çeşme de lisan-ı hâl ile susamış birini arar ki ona suyundan verebilsin. Ancak bu iki tarafın iki taraflılığı farklıdır. Daha önce de arz ettiğim gibi, bu “makulî bağıntı” değildir. Eğer bunu makulî bir bağıntı olarak görürsek iş zorlaşır. Birinin diğerine ödün vermesi diye bir şey olmaz. Çünkü o zaman satıcı ile müşteri gibi bir iki taraflılık olur. Veya iki kardeş ilişkisi gibi olur. Yani biri diğerine göre daha fazla kardeş değildir.

 

Âşık ile sevgilinin nispeti ise daha önce de arz ettiğimiz gibi bunlardan farklıdır. Onun bağıntısı “işrak”tır. Yani hakikatte tek taraftır. Sadece Hak Teâlâ tarafındandır.  Burada önce tecelli eden sevgilidir. Buradaki ilişki ifaze (feyiz verme) ve mufaz (feyiz alan) ilişkisidir. İfaze, mufaz ister. ‘‘Hak Teâlâ ifaze etsin ama mufazı olmasın'' böyle bir şey olabilir mi? O zaman Hak Teâlâ neye ifaze edecek?

 

Hatırladığım kadarıyla Hace Ahmed Gazzâlî bir yerde şöyle bir ifade kullanmıştı ve bu ifadesi konuyla çok ilgilidir. O diyor ki: Bir ‘olmalı' vardır, bir de ‘olmamalı'… Bir ‘vardı' söz konusudur, bir de ‘yoktu'… Var olan bir şeye var oluş verilebilir mi? Var olan bir şey var oluş kabul etmez, o zaten vardır. Var olmayan bir şey ise yoktur, var olan onu ne anlar?

 

İzin verirseniz bir örnek daha vereyim. Mesela âlim ve cahil… Bakınız bir kişi bilmiyorsa, evet, o ilmi kabul eder. Ama bir kişi bilmiyor ve bilmediğini de bilmiyorsa, bildiğini vehmediyorsa böylesi biri bir şey öğrenmez. Büyüklerden biri ‘‘İlme engel olan cehalet değildir, cahil bir adam ilme karşı değildir. Adam cahildir, ama ilim öğrenir. İlme karşı olan ilim kuruntusudur. Cahil ilim öğrenir ama bir kimse eğer bildiğini vehmediyorsa, bildiğine dair bir kuruntu içindeyse bu kişi ilim öğrenmez'' demiştir.

 

Burada da aynı şey geçerlidir. İfâze ancak kabiliyete olabilir, bir şey zaten varsa artık ona ifâze edilemez. İşte bu yüzden ifâze daima tek taraftır. Aşk da böyledir, muhabbet ve ilim de böyledir. Kul ile Hak Teâlâ'nın aşkı, iki taraf olsa bile hakikatte tek taraftır.

 

“Naz ve niyaz” bu konudaki en iyi Farsça ifadedir. İzzet, celal, görkem Hak tarafındandır. Niyaz, muhtaçlık ve çaresizlik ise insandandır.  

 

Laricanî: Pekâlâ üstat konu çok iyi bir noktaya geldi. Ama programın da süresi bitti. Aşk ve güzellik krişmesi konusunu da inşallah bir sonraki programımızda ele alacağız.

 

Bir sonraki programda görüşmek dileğiyle üstadımızla birlikte hoşça kalın diyoruz.

 

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

Medya Şafak

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=ZiEdk48KO1U