İbrahimi Dinani: Ölüm (1)

İbrahimi Dinani: Ölüm (1)
Bu diyalektik düşünce Mevlâna’da oldukça fazladır. Mevlâna’nın tüm eserleri, Mesnevi’nin tamamı ilahî diyalektik düşünceye dayalıdır. Hegel de bir yerde kendi diyalektik düşüncesini -ki felsefesi buna dayalıdır- Celâleddîn-i Rûmî’den aldığını itiraf etmiştir.

 

İsmail Mansuri Laricanî:

 

Sevgilinin semtine meyli olan bir kimse

Kafasında her ne varsa çıkarır

Yoksa binlerce kez çileye de otursa

Hiçbir faydası yoktur; çünkü kâfir nefsine sahiptir.

 

Bismillahirrahmanirrahim. Merhaba sevgili izleyiciler, değerli dostlar ve Marifet programının daimî takipçileri. İlahî hikmet programının devamında “fenâfillah” ve “bekâbillah” konularından sonra yeni bir konuya başlıyoruz.

 

Çok sayıda izleyicimiz, ‘‘ölüm nedir ve onun fenâfillah ve bekâbillah ile ilgisi nedir'' gibi ölüm konusu çerçevesinde birçok soru sordu. Bu soruyu Sayın Üstat İbrahimi Dinanî'ye soracağız. Diğer soruları da sınıflandırdık. Onları da program içerisinde kendisine yönelteceğiz.  

 

Üstat, demin de işaret ettiğimiz gibi biz “fenâfillah” ve “bekâbillah” konusuna değinmiştik. O programda şunu belirtmiştik: “Fenâfillah”ta sâlik tüm ilgilerinden ve kayıtlarından özgürleşiyor ve tamamen ilahî vasıflarla donanıyor. Bazı izleyicilerimizin soruları da bu yöndeydi. Yani ‘‘irfandaki “fenâfillah” ve “bekâbillah” Kur'ân'ın öğretilerine aykırı değil midir?'' Özellikle de Kur'ân-ı Kerim ve hadis rivayetlerinde ölüm ve mead konularında söylenenler göz önünde bulundurulduğunda bir aykırılık yok mudur? Soruyu şöyle sormak istiyorum. Ölümün kendisi nedir?

 

Birkaç yıl önce bir psikolog şu sonuca varmıştı: Kendisine ölümle ilgili soru sorulan kimselerin yüzde 85'i ölüm adlı olgudan korkuyor. Ölüm korkusu da insanda ciddi ıstıraplar ve sıkıntılar yaratıyor. Bunlar belki açıkça ortaya çıkmıyor olsa da etkisini gösteriyor.

 

Konuya başlarken şunu sormak istiyorum: Ölüm kavramı nedir? Ölüm felsefesinin hayatla ilgisi nedir?    

 

Üstat Dinanî: Bismillahirrahmanirrahim. İnsanın en önemli meselelerinden birini, yani ölüm meselesini söz konusu ettiniz. Ölüm meselesi, insana ait bir meseledir. Belki bazıları şöyle diyecektir; ‘‘Hayır, ölüm sadece insanın meselesi değildir, tüm varlıkların meselesidir; çünkü bütün varlıklar ölüyor. Bitkiler ve hayvanlar da öldüğüne göre neden ölüm sadece insana özgü bir mesele olsun?''

 

Ancak ben buna rağmen yine ‘‘ölüm meselesi, insanın meselesidir'' iddiamı savunacağım. Çünkü hayvanın, bitkinin ölüm meselesi yoktur. Tabii, bu onlar ölmüyor demek değildir, elbette ölüyorlar. Her varlık ölüyor. Bitkiler de hayvanlar da ölüyor ama onların ölüm diye bir problemi yoktur. Mesele sahibi olmak ölmekten farklı bir şeydir.

 

Bir güvercini düşünün. Yumurtadan çıkınca civcivdir, sonra büyür, uçar, beslenir daha sonra da bir gün gelir ölür. Ama hiçbir zaman ölüm üzerine düşünmez. Düşünmediğine göre ölüm diye bir meselesi de yoktur. Hayvan ‘‘ben yarın öbür gün öleceğim'' diye bir düşünce taşımaz. Hayattaysa zaten yaşıyordur, ölünce de ölmüştür.

 

‘‘Hayat varsa ölüm yoktur, ölüm varsa da hayat yoktur.'' Bu söylediğim, eski Yunan'dan bir filozofun sözüdür. Şu an ismini hatırlayamadım (Epikür; Medya Şafak); o ölüm üzerine düşünen biriydi ve yıllarca düşündükten sonra bir çözüm yolu buldu. Peki o çözüm yolu neydi?

 

O dedi ki ‘‘Ey insanlar ölümden korkmayın. Sağ olduğunuz sürece ölüm yoktur. Ölüm geldiğinde de siz yoksunuz. O halde neden korkuyorsunuz?'' Bunu insanlara bir formül ve çözüm yolu olarak gösterdi.

 

Laricanî: Sokrat da hayatın ölüme hazırlık kazanmak olduğunu söylüyor (Eflatun'a da nispet edilir: “Felsefe ölüme hazırlanmaktır.” MŞ).

 

Üstat Dinanî: Hayır, Sokrat'ın söylediği ondan farklı. Sokrat hazırlık yapmak olduğunu söylüyor. Sokrat ölüm üzerine düşünen bir filozoftur. O, hayatın ölüme hazır olmak olduğunu söylerken ölümü düşünüyordu. Ancak şu an ismini hatırlayamadığım o diğer filozof, “siz varken ölüm yoktur, ölüm geldiğinde de siz olmayacaksınız” diyerek kendince ölüme çözüm yolu buluyor. Ama bence bu insanî bir çözüm yolu değildir.

 

O bunu söylemiş ama galiba kendisi de buna çok fazla ikna olmamıştı ve içinde hâlâ ölüm korkusu taşımıştı. O Yunan filozofunun bu sözü, hayvanlar için geçerli olabilir. Çünkü hayvan sağ olduğu sürece ölüm yoktur ve ölümü de düşünmemektedir. Dolayısıyla kendi doğasına uygun olarak hayatını sürdürmektedir. Her hayvan karada, denizde veya havada kendi doğasına uygun olarak yaşantısını sürdürür ve ölüm geldiği anda da o artık yoktur.

 

Dolayısıyla o Yunan filozofunun bu sözü hayvanlar açısından oldukça uygundur. Ancak bu, insanlar için ikna edici bir söz değildir. Sizin demin naklettiğiniz Sokrat'ın sözü insanîdir. Zira o, “biz ölüm için egzersiz yapıyoruz” diyor.

 

İnsan ölümü düşünür, ölüm insanın hayatında gerçekleşen bir olaydır. İnsanın hayatında birçok olay gerçekleşir. İnsan her an bir olayla karşı karşıyadır. Bu olaylardan biri de ölümdür. Ölüm de bir olay olarak gerçekleşir, tamamlanır ve biter. Ancak insan, bilince ulaştığı andan itibaren her zaman ölüm üzerine düşünür.

 

‘‘Ölüm bir gün gelecek ve ben bu âlemde olmayacağım. Toprağın altına gireceğim. Bu nimetler elimden gidecek'' vs. gibi birçok değişik tasavvur ve tahayyül vardır. Yani ölüm üzerine düşünceler de öyle tek tip değildir. Herkesin ölüm konusunda kendine göre bir tasavvuru, tahayyülü ve korkusu vardır.         

 

Evet, sizin de dediğiniz gibi insanların büyük çoğunluğu ölümden korkar. O bahsini ettiğiniz bilim adamı, insanların yüzde 85'inin korktuğunu söylemiş ama bence bundan çok daha fazladır. Bence herkes korkuyor. Korkmayanlar çok çok azdır. Ölümden korkmayan insanların en başında Müminlerin Emiri İmam Ali (a.s.) geliyor. O gerçekten de korkmuyordu. O, bir defasında ölüme olan iştiyakının bir çocuğun annesinin memesine duyduğu iştiyak gibi olduğunu söylemiştir. Bu, çok önemli bir sözdür.

 

Müminlerin Emiri Hz. Ali'den başka birçok velî de ölümden korkmuyordu. Daha önceki programların birinde ben Mevlâna'nın bir şiirini okumuştum. Mesnevi sahibi Mevlevi Belhî'nin bu beyti çok yüksek bir anlam içeriğine sahip. O diyor ki:

 

Merg ra dânem velî ta kûy-é dûst

Râh eger nezdikter dâri bégu.   

 

Ölümü biliyorum; ama dostun semtine

Daha yakın bir yol varsa onu söyle.

 

Evet, ölümü biliyoruz. O önemli bir şey değil. Bana ölümden daha yakın başka bir şey var mı, sen onu bana söyle, diyor. Bu sözler onun korkmadığını gösteriyor. Burada izin verirseniz unutmadan bir şey söyleyeyim. Demin de arz ettiğim gibi Mevlâna ve diğer velîler kendilerinin de söylediği ve bizim de gördüğümüz gibi ölümden korkmadılar. Ama onların sayısı oldukça azdır.

 

Sizin de tanıdığınız son dönem hekimlerden merhum Hidecî, Hac Molla Hâdî Sebzevârî'nin Manzume'sine bir haşiye yazmıştır. Sizin hemşeriniz olan Merhum Âmulî'nin haşiyesi de merhum Hidecî'nin manzumesinin bir şerhidir. Çünkü Âmulî de Hidecî'nin öğrencisiydi. Yani onun sözlerini açıkladı.

 

Bana göre Hac Molla Hâdî Sebzevârî'nin Manzume'sine yazılmış en iyi haşiye Hekim Hidecî'nin haşiyesidir. O büyük insan Tahran'da yaşadı ve ömrünün sonuna kadar da bekâr yaşamıştı. Tahran'daki medreselerin birinde vefat etmişti.  Ben kendisini görmedim. Ama birkaç yıl öncesine kadar hayatta olan bazı öğrencileri onun birçok manevi makama sahip olduğunu ve onun hayatıyla ilgili ilginç olaylar anlatıyorlardı.

 

Onun bir vasiyetnamesi var ve Manzume şerhinin sonunda yayımlanmıştır. Ona bakabilirsiniz. Yani Manzume Şerhi'nin son bölümünde vasiyetnamesi var. Onun birkaç öğrencisinden başka hayatta hiç kimsesi yoktu. Bekârdı ve yalnız yaşıyordu. O, öğrencilerine şöyle vasiyet etti:

 

“Ben öldüğümde beni filanca yere defnedin, ardımdan üzülüp ağlamayın. Benim için öyle resmi toplantılar falan yapmayın, beni toprağa verdiğiniz gece neşeli olun. Gülün eğlenin.  Benim ölümümden dolayı hiç kimse üzülmesin, ağlamasın ve yas tutmasın.”

 

Peki neden? Çünkü “Ben beden eziyetinden kurtuldum, mürselât âlemine yolculuğa çıktım, bağlılıkların kaydından kurtuldum. Bunlar da yas yerine sevinç gerektirir. Dolayısıyla da sizler de sevinçli ve mutlu olmalısınız.”

 

O bunları çok güzel ifadelerle yazıyor, ben yaklaşık 30 yıl kadar önce okuduğum için şu an çoğunu unutmuşum. Ben bu vasiyetnameyi okuyunca hem bu hekimin bu makamından dolayı çok mutlu oldum hem de -kendi kendime- ne büyük bir makamı varmış, gerçekten de ölümden korkmuyormuş diye hayret ettim.

 

Ancak vasiyetnamenin sonunda bir cümle var. Bu cümle, bu dürüstlük benim merhum Hidecî'ye olan sevgimin birkaç kat daha artmasına neden oldu. Yani o gerçekten bu kadar dürüst biriydi. Vasiyetnamesi şu cümleyle sona eriyordu: “Dostlarım ortaya koyduğum tüm tecellud ve yiğitliğe rağmen, ne kadar çok korktuğumu Allah biliyor!”

 

İfadesi aynen bu şekildedir: “Tecellud ve yiğitlik…”

 

Tecellud; sert ve sağlam duruş göstermek, cesaret ve yiğitlik göstermek demektir. Bakın, ne büyük bir dürüstlük gösteriyor! Yani demek istiyorum ki insanların çoğu korkuyor. Bahsini ettiğiniz o beyefendinin verdiği oran da kendi açısından doğru olabilir. Çok az sayıdaki Allah velisi -Kur'an-ı Kerim'in ifadesinde geçtiği üzere “Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyecektir”- gerçekten korkmuyorlar.  

 

Pekâlâ, bu konumuzun mukaddimesiydi. Peki şimdi niçin korkmamız ve niçin korkmamamız gerektiği konusuna gelelim. Öncelikle korkmanın mantığı olmaz. İnsan çeşitli kuruntulara kapılabilir, ölümle ilgili birtakım tahayyüllere ve tasavvurlara sahiptir. Çünkü bilmiyor. Korkunun en önemli sebeplerinden biri de nereye gittiğini bilmemesinden dolayıdır.

 

Yani insan kendisi için bilinmez olan bir yolculuğa çıkıyor, bir vadiye giriyor. Gerçekten de bilinmeyen bir şey korku vericidir. İnsanın genelde tanıdığı, bildiği şey sevimlidir; tanımadığı bir şey ise sevimsizdir ve korkutucudur. Öte yandan bir de çocukluktan beri insanları ‘‘sorgu- sual var, münker-nekir var, azap var'' vs. diye korkuturlar. Bunlar çocukluktan empoze ediliyor. Ama empoze edilir derken ‘‘olmayan bir şeydir'' demiyoruz. Evet, bunlar tabii ki var. Ama işte bunlar insanda içsel bir korkuya sebep oluyor.

 

Şimdi de “insan niçin korkmamalıdır?” kısmına gelelim. Asıl bahsetmemiz gereken konu budur. Zira korku zaten doğaldır ve insan da zaten korkuyor.

 

Laricanî: Bir yönüyle de korku iyidir.

 

Üstat Dinanî: Bir yönüyle korku iyidir ama niçin korkmamak gerekir? İnsan eğer kendini, hayatı tanırsa, hayatın ne olduğunu ve hayatın varlıkla nasıl bir ilişkisi olduğunu bilirse ve zahirî varlığa değil kendi öz varlığına vakıf olursa korkmaz. Zahirî varlık her gün tehlike görür. Zira ‘‘ben varsam her gün belalarla karşı karşıyayım, hastalıklarla karşı karşıyayım'' vs. diye düşünür.

 

İnsan eğer kendi gerçek varlığını, “kendi”ni yani bir programda bahsini ettiğimiz Sühreverdî'nin de üzerinde durduğu “kendi”ni bir başka ifadeyle “kendini bilen Rabbini bilir” ifadesindeki gibi kendini bilirse ve her anın bir değişimin ve değişimin de tekâmül olduğunu, ayrıca ölümün bu tekâmül halkalarından biri olduğunu ve ölümün bir yokluk veya yok olmak olmadığını bilirse korkmaz.

 

Elbette ölümle birlikte bu dünyadaki hayat bitiyor ve kişinin fiziksel hayatı tamamlanıyor. Ancak insan eğer kendine ontolojik açıdan bakarsa yani kendisini varlığın bir cilvesi hatta bir zuhuru olarak görürse -ben insanı varlığın cilvesi olarak değil varlığın zuhuru olarak ifade ediyorum ama bu uzun bir bahistir ve şimdi ona girmiyorum- o zaman ölüm gerçeğinin de ezelden beri var olan daimî tekâmül halkalarından biri olduğunu anlar.         

 

Ölüm bu halkalardan biridir, ben sizinle konuştuğum şu anda her an ölüyor ve her an yaşıyorum. Ben her an bir önceki andan farklıyım. Yani benim önceki anım başka bir şey, şimdiki anım ise başka bir şeydir.

 

Laricanî:

 

Her nefes nov mi şeved dünya ve ma

Bî kheber ez nov şoden ender beqa.

 

Her nefeste dünya ve biz yeni oluruz

Biz, durur gördüğümüzden bu yenilenmeden haberdar değiliz.

 

Üstat Dinanî: Sizin Mevlâna'dan okuduğunuz bu şiirin kaynağı Kur'an-ı Kerim'dir. “Kulle yevmin huve fî şe/n.” (O, her an yeni bir ilâhî tasarruftadır. Rahmân, 29) Bu ayetteki “yevm” yani gün, 24 saat değildir. Yevm burada “lahza”dır. Yani Allah her lahza bir “şe'n”dedir. Bir “şe'n”de olmak ne demektir? Bir fiil içinde olmaktır. Peki, bir fiil içinde olmak ne demektir? Yani yeni bir iş yapmak, demektir.

 

Ariflerin tabiriyle “ve leyset şuunehu illa ef'alehu ve tecelliyatehu” (Fiillerinden ve tecellilerinden başka şuunu yoktur.) İnsan Allah'ın mükemmel mazharı olduğuna göre insan da her an bir “şe'n”dedir. Yani Allah'ın her an bir “şe'n”de olması gibi, Hak Teâlâ'nın mükemmel mazharı olan insan da her an bir “şe'n”dedir.

 

İşte bu “şe'n” değişimi bir anlamda ‘‘ölüm''dür. O ölüm de tıpkı bir önceki gibi olmayan diğer bir “şe'n”dir. Yani bu anlamıyla ve ölümü bir değişim olarak gördüğümüzde her insan her an ölmekte ve yeniden yaşamaktadır. Eğer ölümü bir değişim olarak görüyorsak ölüm, insanda her an yeni meydana gelen değişimlerden biridir.

 

Eğer biz ölüme bu açıdan bakacak olursak, onda korkacak bir şey kalmaz; tabii eğer inanır ve ölümü onu doğru bir şekilde tanırsak...

 

Laricanî: Bu sözlerinizi Molla Sadrâ, “O, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır” mealindeki En'âm Sûresi 95. ayetin tefsiriyle ilgili olarak söylüyor. Yani o sizin söylediklerinizi bir başka ifadeyle beyan ediyor. O, demin naklettiğim ayeti açıklarken “O hanginizin daha güzel iş yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı.” (Mülk, 2) ayetini delil gösteriyor.

 

Allah hayatın yanında ölümü yarattı. “Khaleka'l-mevte velhayâte” yani önce ölümü sonra hayatı yarattı. Neden? Çünkü “yuḣricu-lhayye mine-lmeyyiti.” Yani diriyi, ölüden çıkarmak için.

 

Molla Sadrâ, bunları söyleyerek çok ince bir noktayı dile getiriyor. Bunu da “fenâfillah” ve “bekâbillah” ile ilişkilendiriyor. Yani biz eğer beşerî vasıflarda ölmüşsek, yeni bir hayata başlıyoruz. Mevlâna da çok güzel söylüyor:

 

Morde şov ta mukhricu'l hayyu's samed

Zéndeî zin morde bîrûn âvered

Dey şevi bini to ihraç-é behar

Leyl gerdi bîni iylac-é nehar.

 

Öl ki hiçbir şeye ihtiyacı olmayan diri Allah, ölüden diri meydana getirsin.

Allah, bu ölü bedenden bir diri meydana getirsin.               

Kış olursan baharın ortaya çıkışını görürsün

Gece olursan gündüzün ortaya görürsün.  

 

Bu çok güzel bir ifadedir. Üstat ölümle hayatın iç içe geçmişliği ve ölümün kaynak, hayatın ise ondan çıkan bir şey olması meselesini kendi felsefî bakış açınızla açıklamanızı istiyorum.  Ama önce kısa bir ara verelim, ondan sonra devam edelim.

 

***

 

Laricanî: Evet üstat, ben aradan önce sorumu sormuştum size.

 

Üstat Dinanî: Sorduğunuz soru çok önemli. Molla Sadrâ da bu felsefî meseleye parmak basmıştı. Ve yine kendisi Kur'ân-ı Kerim'in ayetlerinden istifade ederek çok doğru bir çıkarımda bulunmuştur. “Khaleka-lmevte velhayâte.” Yani hem ölüm mahlûktur hem de hayat mahlûktur. Ölüm hiçlik ve yokluk değildir, zira yokluk mahlûk değildir.

 

Yokluk ne hâlıktır ne de mahlûk. Ne masdardır (kaynak) ne de sâdırdır. Yani ölüm, kaynağı yayandır. Elbette yokluk bir kavramdır. İnsanların şu durumun farkında olması gerekir ki yokluk sadece yoktur. Ne “masdar”a tekabül eder ne de “sâdır”a. Onun hiçbir “şe'n”i yoktur. Ondan hiçbir şey sadır olmaz, onun yapabileceği bir şey yoktur.

 

Dolayısıyla ölüm mahlûk olduğuna göre demek ki yokluk (adem) değildir. Sizin de felsefî açıdan çok güzel bir şekilde gündeme getirdiğiniz üzere ölüm ve hayat, o ayette de ifade edildiği üzere bir karşıtlık içindedir. Yani ölüm ve hayat, müteradif (eş anlamlı) değil, mütekabildir (karşıt anlamlıdır).      

 

Ölüm hayatın, hayat da ölümün zıddıdır. Siz soruyu felsefî düzeyde sorduğunuza göre bu karşıtlığı felsefî düzeyde açıklamamız gerekir. Mantıkta ve felsefede dört tür karşıtlık vardır. Birincisi “selb” (olumsuz) ve “icab”dır (olumlu). İkincisi “adem” ve “meleke”dir. Üçüncüsü “tezat”tır, sonuncusu da “tezayuf”tür.

 

Selb ve icab karşıtlığına tenakuz denir. Tenakuz, mesela “vücud” ve “adem”dir. Yani varlık ve yokluk mütenakızdır. Bir başka deyişle bunlar birbirinin düşmanıdır. Bir varlık varsa yokluk yoktur. Varlık yoklukla, yokluk da varlıkla söz konusu olamaz. Bunlar birbiriyle zıttırlar ve bir arada olamazlar.

 

“Adem” ve “meleke” karşıtlığında ise yokluk değil ama yokluğa aitlik söz konusudur. Mesela “gören” ve “görmeyen” gibi. Görmek ve görmemek karşıttır. Görmek varken görmemek yoktur yahut eğer bir kimse kör ise görmez. Ancak görmemek mutlak anlamda yokluk (adem) değildir; melekenin olmamasıdır. Yani görebilecek olan birinin görememesidir. Örneğin, kimse duvara kör demez ama insana kör denir, çünkü görebilirdi. Ama çeşitli sebepler yüzünden göremiyor. İşte buna “adem” ve “meleke” deniyor. Ben daha fazla ayrıntıya girmiyorum.

 

“Ölüm” ve “hayat” böyle bir karşıtlık değildir. Ölüm ve hayat ne “tenakuzdur” ne de “adem ve meleke”dir. Belki bir yönüyle ‘‘adem ve meleke” ile izah edebiliriz ama zahiren değildir. Bana göre en olabilir karşıtlık, “tezat” veya “tezayuf”tür.

 

Bunlar birbirilerine nispetle anlam taşırlar. Yani ölüm; ancak hayatın olduğu yerde vardır. Aynı şekilde hayat, ancak ölümün olduğu yerde vardır.

 

Veya “tezat” olabilir. Tezada örnek ise “siyahlık” ve “beyazlık”tır. Siyahlığın olduğu yerde beyazlık, beyazlığın olduğu yerde de siyahlık yoktur. Ama bunlar varlıksaldır (vücudî), hiçbiri yokluksal (madumî) değildir. Siyahlık da beyazlık da varlıksaldır ama bunlar birbirleriyle uzlaşamazlar.           

 

“Tezayuf” de aynı şekildedir. Örneğin baba ve çocuk gibi. Eğer bir çocuk varsa baba da vardır ve eğer bir kişi baba ise çocuğu da vardır. Bunlar bir olmazlar ama hiçbiri yokluğa ait değildir, yani “ademî” değildirler. Her ikisi de vardır, yani “vücudî”dirler.

 

Hayat ve ölüm karşıtlığını “tezat” veya “tezayuf” olarak görmemiz gerekiyor. Sadru'l-Müteellihin, bazı yerlerde diyalektik düşünüyor. Diyalektik düşünce derken Hegelci, Marksist ve bir de ilahî diyalektik vardır. Molla Sadrâ da bazen diyalektik düşünceye sahiptir.

 

Bu diyalektik düşünce Mevlâna'da oldukça fazladır. Mevlâna'nın tüm eserleri, Mesnevi'nin tamamı ilahî diyalektik düşünceye dayalıdır. Hegel de bir yerde kendi diyalektik düşüncesini -ki felsefesi buna dayalıdır- Celâleddîn-i Rûmî'den aldığını itiraf etmiştir. Ben diyalektik düşüncenin ayrıntılarına burada girmek istemiyorum. Sadece hayat ve ölümü anlamak ve açıklamak için değiniyorum.

 

Meşhur ve büyük ariflerden olan ve İbn Arabî'nin meşayih silsilesinin de kendisine dayandığı Cüneyd-i Bağdâdî'ye soruyorlar:  “Bi ma'refte rabbek?” Yani, ‘‘Sen Rabbini nasıl tanıdın?'' O hemen cevap veriyor: “Bi cem'ihi beynel ezdad.” Yani, ‘‘Ben Allah'ı, zıtlar arasında bütünlük kurması vesilesiyle tanıdım.'' Yani Allah'ı, iki zıttı birbiriyle ilişkilendirmesi vesilesiyle tanıdım, diyor.

 

Şunu demek istiyorum: Ölüm ve hayatın zıtlığı, Sadru'l-Müteellihin'in de doğru bir şekilde açıkladığı üzere, diyalektik bir değişimdir. Hayatın ölümün içinden ve ölümün de hayatın içinden çıkmasının doğal bir tefsiri var. Ancak biz şu an ona değinmiyoruz. Ancak şu kadarını söyleyeyim bu, doğa için de geçerlidir.

 

Biz burada tevhidî ve ilahî diyalektik yönüne değineceğiz. Ölümden hayatın çıkması demek, bu mevcut durumda benim varlığıma dolaşmış olan kayıtlarla ilgilidir. Benim varlığımın aslı mutlaktır. Ben ‘‘mutlak''ın eseriyim ve ‘‘ıtlak''ın bir veçhesi bende bulunmaktadır. Ancak zaman ve mekân, taayyün ve taalluk ve nefsanîlik zincirleri ile bağlanmış haldeyim. İşte bu zincirlerle bağlı olduğum için ilahî açıdan ilerleyemiyorum. Hayat tekâmülü ayrı bir konu. Şu an ondan bahsetmiyorum. Ben şu an ilahî diyalektikten söz ediyorum.

 

Eğer bu taalluklardan ve bağlılıklardan kurtulabilirsem bir aşama ilerleyebiliyorum. Bu taalluklardan ve taayyünlerden kurtulmak bir tür ölüm olarak telakki ediliyor. Benim onlardan kurtulmam onların ölümü, demektir. Ben onlardan kurtulduğum zaman bir basamak çıkıyorum. Ancak ikinci basamakta bir başka taalluk ve bağımlılık buluyorum.

 

Bunu bir marifet merdiveni olarak düşünün. İkinci basamakta da bir dizi taallukatla karşı karşıyayım. Yani bunlar, o basamağın gereği olan taallukatlardır. Eğer o taalluklarda kalırsam, sonsuza kadar ikinci basamakta kalmış olurum. Ama eğer bu taalluklara son verebilirsem yani bir anlamda bu taalluklara son verecek ölüm bana ulaşmış olursa ve ikinci basamağın taalluklarından kurtulursam üçüncü basamağa ulaşıyorum.

 

İşte bu şekilde her çıktığım basamakta o basamağın kendi taalluklarına tutulmadan onlardan kurtulursam daha da çıkabilirim. Mevlâna'nın tabiriyle:

 

Nerduban-é halık in mâ vu men est

Akıbet-é in nerduban oftaden est

Her ki bâlâter reved eblehter est

Ké ustukhan-é u bedter khahed şikest.

 

Hâlıkın merdivenindeki bu biz ve bendir.

Bu merdivenin akıbeti düşmektir

Kim daha yükseğe çıkarsa en aptal odur

Çünkü kemikleri en kötü şekilde kırılacaktır.

 

Eğer insan o basamakta kalırsa düşer ve kemikleri kırılır ve daha çıkamaz. Ama sürekli olarak daha da yukarı çıkarsa ve her basamağın gerektirdiği taalluklarda takılıp kalmazsa mutlak kemâle ulaşabilir. Ben bu ölüm hayat meselesini ve ilahî diyalektiği bu şekilde yorumluyorum. Yani siz her bir basamakta bir sonraki basamağa ulaşacak yola sahipsiniz.

 

Ölümden hayata geçmek de bu anlamdadır. Yani o basamakta esiri olduğun taalluklarda öldüğün zaman daha yukarıdaki bir basamakta daha iyi bir hayat bulabiliyorsun. Sonra o basamakta da yine aynı şeyleri yaşıyorsun ve bir sonraki basamağa ve yeni bir hayata geçiyorsun. İşte ölümden hayatın çıkması bu anlamdadır.

 

Laricanî: Zatıâlinizin bu izahı benim açımdan oldukça yenidir. Zira ben sizin eserlerinizi inceliyorum ve bu bana oldukça yeni geldi. Bu, Molla Sadrâ'nın takip ettiği bir meşreptir. Üstat bilindiği gibi Molla Sadrâ, dört felsefî karşıtlığa vakıftı. Kelâmcıların yöntemini de filozofların yöntemini de biliyordu. Ancak Molla Sadrâ bu ölüm ve hayat meselesini ariflerin yöntemiyle yani “fenâfillah” ve “bekâbillah” bahsiyle çözümlüyor.

 

Siz de buna ‘‘tevhidî diyalektik'' adını verdiniz. Yani ben bunda herhangi bir çelişki görmüyorum. Peki acaba biz şöyle bir sonuca varamaz mıyız? Birçok sorunun çözümünde bu dar felsefî çerçevelerin dışına çıkamaz mıyız?  Nitekim bu dört karşıtlık Hekim Ömer Hayyam için de yetersiz kaldı ve o, nihayetinde “vahid ve kesir” (tek ve çok) bahsiyle hayata veda etti.

 

Acaba size göre de Hekim Ömer Hayyam, bu sorunun çözümü için Molla Sadrâ'nın başvurduğu yönteme mi yöneldi?

 

Üstat Dinanî: Bu da güzel bir soru. Öncelikle Allah, Hekim Ömer Hayyam'ın makamını yüceltsin. Bazılarının söylediklerinin aksine ben onun için rahmet talep ediyorum. Ömer Hayyam çok dürüst bir hekimdi. ‘‘Hekim Ömer Hayyam, Sadru'l-Müteellihin'in düşüncelerine aşinaydı'' demek saçma olur, böylesi bir şey söylenemez.

 

Ancak sizin de çok doğru bir şekilde buyurduğunuz gibi Hekim Ömer Hayyam, ömrünün sonuna kadar “vahid ve kesir” meselesi ile uğraştı. Bu da onun düşüncesinin büyüklüğünün bir göstergesidir. Sizin de işaret ettiğini üzere ölümü de bu yolda oldu.   

 

Ömrünün sonunda misvakını ağzından çıkardı, başını secdeye koydu ve gitti. Böylece “vahdet ve kesret” yolunun şehidi oldu. Yani Hayyam'ın “vahdet ve kesret” meselesinin şehidi olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü “vahid ve kesir” onun ölümüyle neticelendi. Bütün ömrü boyunca “vahid ve kesir” meselesi üzerine düşündü.

 

Hekim Ömer Hayyam matematik, geometri, astronomi gibi alanlarda en üst düzeylerdeydi. Ancak şu an onun bu yönlerine girecek değilim. Sadece onun fikrî yönüne değineceğim. O, ilk aşamada Meşşâi bir hekimdi. Dolaylı olarak İbn Sina'nın öğrencisiydi. Hatta kimileri onun vasıtasız olarak İbn Sina'nın öğrencisi olduğunu söyler. Ancak vasıtasız öğrencisi olması uzak bir ihtimaldir. Ancak o, “Meşşailik felsefesi”nde kalmaya devam etmedi.

 

Neden bilmiyorum ama maalesef Hekim Ömer Hayyam'ın felsefî yönü ihmal edilmiş bir konudur. Bazı Batılı âlimler onu bir matematikçi ve gökbilimci olarak tanıyorlar ki gerçekten de öyledir. Dünyadaki çoğu insan ise onu bir şarap ve içki şairi olarak tanıyor.

 

Daha geçen ay Kazakistan'ın başkenti Almatı'nın en büyük kahvehanesinin duvarlarında Ömer Hayyam'ın işret ve şaraptan bahseden Farsça şiirleri asılmıştı. Dünyanın çoğu yerinde insanlar Ömer Hayyam'ı dünyaya itina etmeyen, kalender, içki ve şarap düşkünü biri olarak tanıyor. Bence bu, o büyük hekime yapılmış bir zulümdür.

 

Öncelikle onun rubailerinin ayrı bir tefsiri vardır. İkinci olarak da o büyük bir filozoftu ve felsefesi tanınmadı. Onun birkaç felsefe kitabı vardır. Bu programda veya başka bir yerde bundan bahsetmiştim. Ben öğrencilerimden birine onun kitaplarından en azından birini tashih etmesini söylemiştim. O dönemde basılmamıştı ama şimdi basıldı.

 

O kitabın adı el-Kevn ve't- Teklif'tir. Bu, çok önemli bir kitaptır. Sadece seçilen isim bile çok önemlidir. “Kevn” ve “teklif”; bu konudaki tefsiriyle ilgili bu isimde bir kitap yazmıştır. Şu anda da dünyada bu mesele söz konusudur. “Kevn” varlık, “teklif” ise görev-sorumluluk demektir. Yani kitabında insan olarak görevlerinin varlıkla nasıl bir ilişkisi olduğunu anlatıyor.

 

İnsanın bir varlık, var olan bir mevcut olarak, varlıkla nasıl bir ilişkisi vardır? Kitapta işte bu meseleye işaret ediliyor. Ömer Hayyam o kitapta felsefî düşüncelerini beyan etmiştir. Eğer fırsatımız olursa o kitabı incelememiz ve Hayyam'ın düşünceleriyle nasıl büyük bir insan olduğunu anlatmamız gerekir.         

 

Şimdi onun rubailerine ve ölüm üzerine düşüncelerine dönelim. Sözün başında da söylediğim gibi insanın özelliklerinden biri, ölüm üzerine düşünmesidir. Hayyam, ölüm üzerine çok düşünen biridir.

 

2500 yıl önce Aristo, insanı konuşan hayvan diye tarif etmişti. İnsanın ayırıcı vasfını konuşmak olarak ortaya koymuştu. Ekonomistler, insanı iktisadî hayvan diye tarif ettiler, sanayiciler insanı teknoloji ve sanayi ile açıkladılar vs. Yani insanla ilgili olarak birçok tarif yapıldı. Benden bugün insanı tarif etmemi isteseler ben insanı, “insan ölümü düşünen hayvandır” diye tarif ederim. Ben ölümü düşünmeyi, insanın ayırt edici yanı olarak görüyorum.

 

Hekim Ömer Hayyam, çok açıkça bunu söylememiştir. Ama gerçekte onun insana ilişkin tarifi, insanın ölümü düşünen bir varlık olmasıdır. Sözün başında da söylediğim gibi hiçbir hayvan ölümü düşünmüyor. Fakat hiçbir insan kendini gaflete vurmadıkça ölümden gafil olamıyor.

 

Ölümden gafil olanlar, aslında kendilerini gaflete vuranlardır. Onlar yanlış ve kötü bir eğitim almış ve bu yüzden de ölümden gafil olmuşlardır. Yoksa insanın ölümden gafil olması hiç mümkün müdür? Siz bana insan neden ölümden gafil olmaz, diye sorabilirsiniz. Bu da felsefî bir sorudur.

 

Ben bu soruya cevap olarak derim ki: Çünkü insan zatı itibariyle geleceğine bakar. Bu, insanın zamansal oluşunun özelliğidir. Başka varlıkların da zamansal olduğu doğrudur; ancak onlar zamanı idrak etmiyorlar ve zamanı düşünmüyorlar. İnsan zamanı düşündüğü için geleceğe bakıyor. Tıpkı geçmişe baktığı gibi. Bu insanın gücüdür.

 

Muhtemelen hayvanlar hafıza olarak geçmişe geri dönemiyorlar. Bizler geçmişe geri dönebiliyoruz, çok uzak geçmişlere, kendi geçmişimizin daha da gerisine hatta tarihin derinliklerine kadar geri gidebiliyoruz. Aynı zamanda da yakın ve uzak geleceğe bakıyoruz. Geleceğe baktığımız için de kendi ölümümüzü anlıyoruz.

 

Bir zamanın geleceğini ve o zaman geldiğinde bizim bu hayata veda edeceğimizi biliyoruz. Bu yüzden de o gün geldiğinde ‘‘biz nereye gideceğiz'' diye düşünüyoruz.

 

Laricanî: Pekâlâ üstat, konu çok güzel bir yere geldi. Ancak maalesef programımızın süresi bitti. Sizin de buyurduğunuz gibi Hekim Ömer Hayyam'ın hayatının çok önemli bir meselesi “biz ne için yaşıyoruz” meselesidir. Bu yüzden de kendisi görevlerimizin ne olduğu üzerinde durmuştur ki bu da ölüm düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Ve sizin de buyurduğunuz gibi insanın tarifi, “ölümü düşünen hayvan”dır.

 

Programımızın süresi bitti ama bu konuya devam edeceğiz. Ömer Hayyam'dan bahsettiğimize göre programı da o büyük insanın bir rubaisiyle bitirelim:

 

Ez men remeqi be say-é saqi mande est

Vez sohbet-é helq bî vefaî mande est

Ez bâde-yé dûşin qadehi piş ne mand

Ez omr ne dânem ké çé mande est!

 

Benden sâkinin çabasından başka bir takat kalmamıştır

İnsanların sohbetinden vefasızlık kalmıştır

Dün gecenin kadehindeki içkiden başka bir şey kalmamıştır

Ömürden bir şey anlamadım ki ne kalmıştır.

 

Yeni bir programda buluşmak dileğiyle aziz üstadımızla birlikte hepinize hoşça kalın diyoruz.

 

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

Medya Şafak

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=g9kmSMwKBEI