İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (23): Hakk’ın Veçhi ve Kulluk (Ubûdiyet)

İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (23): Hakk’ın Veçhi ve Kulluk (Ubûdiyet)
Bilimler söz konusu olduğunda hep akıl ve düşünceyle ilerlenir. Dinde ise durum farklıdır: Burada akıl, düşünce ve şuurun yanı sıra irade ve kalp de devreye girmelidir. İrade ve akıl normalde iki ayrı şey değil midirler? Evet, öyledirler. Ancak din gibi bir alanda bunlar tek bir yönde Allah’a doğru yönelirler. İbadetlerde de durum bu şekildedir: Namaz sırasında yalnızca fikriniz değil, iradeniz de O’na yönelmiş olmalıdır. Burada irade ve akıl tek bir şey olmaktadır.

 

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Saygıdeğer izleyicilerimizi, kıymetli dostlarımızı ve Marifet programının samimi takipçilerini saygıyla selâmlıyoruz.

Üstat, Feyz-i Kâşânî’nin kulluk hakkında çok güzel bir pasajı var:

Herkesin yüzünü döndüğü bir kıblesi vardır. Bu, Hz. Mutlak’a tam olarak yönelmedikçe hâsıl olmaz. Böylece, insanın tıpkı ateşin etrafındaki kömür parçası gibi Hakkıyyet (Hakk'tan olmak) yönü galip, halkıyyet yönü makhûr olur. Zira kömür, ateşe yakınlığı ve onu kabul etme istidadı nedeniyle/hasebiyle yavaş yavaş alevlenir; hatta bir noktadan sonra ateşin kendisi olur.

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Yine çok önemli bir konuya değindiniz. Zaten Feyz-i Kâşânî’nin beyanlarına baktığınızda bunların hepsinin âyetlerden birinin tefsiri olduklarını görürsünüz. Onun bu kısacık cümlelerinde o kadar sırlar gizlenmiştir ki… “Herkesin yüzünü döndüğü bir kıblesi vardır.” Her varlıkta Hakk’a dönük bir vecih ve o veçhi hidayet eden (yönlendiren) bir kuvve vardır.

İzin verirseniz burada “vecih” ve “cihet” sözcüklerinin anlamlarına girmek istiyorum. Bu iki sözcüğü günlük hayatta çok sık kullanırız, filanın veçhi (yüzü) ya da filan cihet (yön) olarak… Eğer bunların anlamlarını açarsak, Feyz’in kastettiği anlamın ruhuna/özüne daha kolay erişmiş oluruz. Bildiğiniz üzere altı cihet (yön) vardır: Sağ, sol, arka, ön, yukarı ve aşağı (cihât-ı sitte). Bir diğer sözcük olan vecih ise sözlükte yüz ve çehre anlamlarına gelir. Yüz yüze gelmek, karşı karşıya olmak gibi durumlar da yine aynı sözcükten türemiş olan müvacehe sözcüğüyle ifade edilir. Peki, bu yüz ve çehre niçin bu kadar önemli? Yüz tüm organlarımızın (yani bir bütün olarak bedenimizin) kaçta kaçına tekabül eder? Veya bunların yüzde kaçını teşkil eder? Eğer birinin tüm bedeni örtülüp sadece yüzü açık bırakılsa, onu tanımakta zorlanır mıyız? Kesinlikle hayır. Ancak bunun tersi söz konusu olsa, onu teşhis etmekte zorlanırız. Peki, tüm beden örtülü olduğu halde sadece yüz açıkken karşı tarafı tanıyabiliyoruz da, bunun tersi söz konusu olurken niçin tanıyamıyoruz? Takdir edersiniz ki, bunun anlamı çok büyük. Bunun önemi, insanın tüm hüviyetinin yüzünde olmasından kaynaklanıyor.

Lârîcânî: Senin çehrenin kemâli bizim “müvecceh” (geçerli) sebebimizdir/hüccetimizdir

Dînânî: Biliyorsunuz ki, bu dizede geçen “müvecceh” sözcüğü de vecihten geliyor. O halde yüz, bir hayli önemli… Bir insanın elini, kolunu, ayağını gördüğünüzde bunlar size pek de bir şey ifade etmez. Ama yüzünü görür görmez, onun duygu durumunu (üzüntülü mü, sevinçli mi, düşünceli mi vd.) hemen anlarsınız. Bedeninin diğer yerlerinden bunu anlamanız mümkün değildir. Yüzde birçok şey zâhir olur. O öyle bir şey ki, insanın her şeyini gün yüzüne çıkarır… Duygularını, düşüncelerini, çeşitli durumlarını, yorgunluğunu… Bildiğiniz gibi fıkıhta, tüm amellerin niyeti olarak kasd-ı vech gibi bir ifade/terim kullanılır. Bu aynı zamanda ibadetlerin de bir şartı... Kasd-ı vech, Allah’a yakınlaşma (kurbeten ile’llah) amacıdır. Yani bir şeyin Allah için olmasıdır. En ağır ibadeti de yerine getirseniz, bu ibadet kurbet amacıyla yerine getirilmedikçe ibadet adını almaz. Bu, bir anlam taşımamakla kalmaz, size yük dahi olur. Dolayısıyla bu niyet, farzlardan müstehaplara kadar tüm ibadetlere temel teşkil etmelidir.

Lârîcânî: Bu niyet aslında kalbin bir yönelimi, öyle değil mi?

Dînânî: Evet, kesinlikle. Hakk’a doğru bir yöneliş… Bununla sadece yüzün yönelimini kastetmiyoruz. Yüzünüz tabii ki kıbleye dönük olmalıdır. Aksi takdirde namazınızı bozarsınız. Sadece kıbleye dönük olduğunuzda ibadetiniz makbul olur. Kıble, Hakk’ın mazharıdır. Vecih kalbin, aklın, duyunun ve ruhun Allah’a yönelmesidir. Eğer bu yönelimler olmazsa, tuttuğunuz oruç açlıktan, kıldığınız namaz da öne ve arkaya doğru eğilip kalkmaktan başka bir şey olmayacaktır. Söz konusu yönelimler ibadetlere gerçek değerlerini katarlar. Âyet[1] ne kadar güzel söylüyor: Her varlığın –sadece insanın değil, her şeyin– bir kıblesi vardır. Allah onu yönlendirir, idare ve kabul eder. Bir varlık Allah’a yöneldiğinde, Allah da ona yönelir. Bir rivayette de geçtiği üzere, kul Allah’a bir adım yaklaştığında, Allah ona birkaç adım daha fazla yaklaşır. Bakınız, rivayetlerimizde ne kadar önemli bilgilere yer verilmiş!

Lârîcânî: Keza Hz. İbrahim’in kendi döneminin müşriklerine sunduğu delil de yine bu muhtevadaydı: “Muhakkak ki ben hanif olarak yüzümü yeri ve gökleri yaratan Allah’ın Zât’ına döndürdüm.[2] (İnnî veccehtü vechî)

Dînânî: Evet. Kalbin ve tüm bedenin O’na dönük/yönelmiş olması ancak bu şekilde ifade edilebilirdi… Yöneldiğiniz şey, gerçekte tüm odağınızın toplandığı şeydir. Buraya kadarki anlatımımda hem veçhin sözlük anlamına değindim hem de tezimizi âyet ve rivayetlerle desteklemiş oldum. Burada biraz önceki sorumu tekrarlamak istiyorum: Bu yüz niçin bu kadar önemli? Bir yüzü idrak ettiğiniz zaman, gerçekte o insanın tüm varlığını (gerek bedensel gerek ruhsal perspektifte) idrak etmiş olursunuz. Yüzün yöneldiği yere beden tümüyle yönelmese de olur. Buna karşılık yüz bir yere dönmedikçe, bedenin o yere dönmüş olmasının hiçbir anlamı yoktur. Yüzün bir yere dönük olması, düşüncelerin de o yöne dönük olduğu anlamını taşır. Bir şeye yönelmek sadece yüz olarak mı yönelmektir, yoksa buna ilaveten düşünce olarak da mı yönelmek gerekir? Farsçada bile “teveccüh etmek” dediğimizde, gerçekte dikkatimizi belli bir yere odaklamayı, burada, üzerinde düşünülmesi/dikkat edilmesi elzem olan şeylerin olduğunu imlemiş oluruz. En az yüzün kendisi kadar, düşünceleri de döndürmek/yönlendirmek gerekir. Yüz bir yere yöneldiğinde, irade ve düşünce de o yöne yönelir. Burada önemli bir konuya işaret etmek istiyorum: Bizler ilmî konuları akıl ile kavrarız. Örneğin matematikteki hesaplamaları… Önümüze bir formül ve bazı veriler/değişkenler konur ve buradan yola çıkarak birtakım neticelere ulaşırız. Bunları düşünce yoluyla kavrarız. Ve mezkûr yol bu gibi alanları kavrayabilmek için yeterli gelmektedir. Aklen bunları kavradınız mı, artık bunların hükmünü kalbinizde ya da hayalinizde aramazsınız. Bilimler söz konusu olduğunda hep akıl ve düşünceyle ilerlenir. Dinde ise durum farklıdır: Burada akıl, düşünce ve şuurun yanı sıra irade ve kalp de devreye girmelidir. İrade ve akıl normalde iki ayrı şey değil midirler? Evet, öyledirler. Ancak din gibi bir alanda bunlar tek bir yönde Allah’a doğru yönelirler. İbadetlerde de durum bu şekildedir: Namaz sırasında yalnızca fikriniz değil, iradeniz de O’na yönelmiş olmalıdır. Burada irade ve akıl tek bir şey olmaktadır.

İnsan aklını ve isteklerini tek bir yöne yönlendirebildiğinde muvaffak olur. Bu, sandığımızdan çok daha önemli… Doğrusu din de zaten insandan bundan başkasını istemiyor: İrade ve arzuları tek bir tarafa yönlendirmek… Nasıl ki insanın düşüncelerinin bir sınırı yoksa –arzular da kendilerini sürekli teksir ederler ve bir isteğe ulaşmanın hemen akabinde o istekten daha güçlüsüyle gelirler– arzularının da bir sınırı yoktur. Arzular yine akılla kontrol altına alınırlar.

Bakınız, bizler daima şeylerin illetlerini tanımak zorundayız. Evrende meydana gelen her şeyin dört nedeni vardır: Maddî neden, formel (sûrî) neden, fâil neden ve ereksel neden… Örneğin bir yazı yazdınız, diyelim. Bunun maddî nedeni kalem ve kâğıttır. Fâil sizsiniz. Formel neden, ortaya koyduğunuz yazı/metindir. Ereği ise onu yazmanıza sebep teşkil eden şeydir. Yazmak dediğimiz edim amaçsız mıdır? Hayır, her şey belli bir amaçla yazılır. Bazen bu dört nedenin farkında olmayız. Ereksel nedene daha fazla ağırlık verdiğimizde doğru düşünmüş oluruz aslında. Bu dört nedenden hangisi daha önemli? Tabii ki ereksel neden…

Lârîcânî: Gerçekte diğer üç neden bile dördüncü nedene hizmet etmek için vardır.

Dînânî: Kesinlikle. Burada konuya daha da netlik kazandırmak adına bir örnek daha vermeyi faydalı buluyorum: Örneğin kaynayan bir su gördüğünüzde, kafanızda bunun nedenini sorgularsınız. Bunlardan biri, suyun ısısının 100 santigrat derecenin üzerine çıkması olabilir (ki su bu dereceden itibaren kaynamaya başlar). Bunu kaynamanın maddî nedeni olarak düşünebiliriz. Isıyı suyun buharlaşmasının nedeni olarak gören biri, bu çıkarımında hata mı yapmıştır? Hayır. Bir başkası, suyun çay yapmak için kaynatıldığını söyleyebilir. Bunlardan hangisi daha doğru konuşmuştur? Her ikisi de… Biri maddî nedeni öncelerken, diğeri ereksel nedeni ön planda tutmuştur.

Lârîcânî: Aslında çay için kaynatıldığını söyleyen daha doğrusunu söylemiş oluyor.

Dînânî: Elbette… Örneğin, biraz keyiflenmek, yorgunluğunu gidermek ve tekrar dikkatini toplamak için ise bu, öncekinden daha da üstün bir erektir… Erek içinde erek… Bir ereği dahi başka bir erek için yerine getirirsiniz yani. Son erek (gaye) kimdir/nedir?

Lârîcânî: Hakk Tebârek ve Teâlâ.

Dînânî: Kendisinden daha üstün bir ereğin tasavvur edilemediği o erek…

Lârîcânî: Âyetteki bir diğer önemli nokta da, “Hüve müvellî-hâ” kısmı… Yani bizim cihetimiz ve kıblemiz Allah’tır. Bunun sonucu, halkî yönümüzün Allah’ın Hakkî yönünde erimesi olur. Daha çok bu konu üzerinde durmamızı istiyorum.

Dînânî: Bizler mahlûkuz. Sadece bizler değil, âlem de mahlûk. Âlemin kendisi ve içinde bulunan her şey böyledir. Bundan şüphe etmiyoruz. Mahlûkların hem büyüğü hem de küçüğü vardır: Bir dağ da mahlûktur, bir sinek de… Mahlûk olmaları bakımından aralarında bir fark yoktur. Bu âlemde “diğer her varlıktan daha mahlûk olan” bir şey var mıdır? Yoktur. Büyük ve küçük ya da önce ve sonra olabilirler [bir şeylerden önce veya sonra gelebilirler]. Halk olmayan bir şey bulabilmek mümkün müdür? Evet, mümkündür. Yalnızca Hakk halk değildir. Bizler mi Hakk’ı yarattık, yoksa Hakk mı bizleri yarattı? Hukukî ve itibarî meselelerde insanın fiilleri “yarattığından” söz edilir. Ancak aynı insan Hakk Teâlâ’yı yaratamaz. Bildiğiniz gibi, bir gerçek hak vardır, bir de itibarî hak… Toplumda vazedilen hakların büyük bir kısmı itibarîdir. Örneğin, mülkiyet hakkı bir haktır. İnsanın bir eve, arsaya, araziye, kısacası bir toprak parçasına sahip olma hakkını ifade eder. Bu dünyada çeşitli haklarımız var; bu su götürmez bir gerçek… Yine anne-babanın evlâdı ve karı-kocanın da birbirleri üzerinde hakları vardır. Bunların tamamı sosyal hukuku oluşturup, itibar âlemine özgüdürler. İtibar, bir insanın ne yapması gerektiğini bilmesi ve buna göre davranmasını ifade eder. Örneğin, “Yalan söylemek kötüdür”; o halde “Yalan söylememek gerekir.” Bunlar sosyal konular… Varlığa geldiğimizde onun için de aynı soruyu soracağız: Varlık Hakk mıdır, yoksa halk mı?

Lârîcânî: Saf varlığı mı soruyorsunuz?

Dînânî: Âlemdeki varlıkları… Bu varlıklar Hakk mıdırlar, Hakk’tan mıdırlar?

Lârîcânî: Hakk’tandırlar. Molla Sadrâ da onların Hakk’tan oldukları için tahalluk (yaratılma) ve tahakkuk (hak sahibi olma; gerçekleşme) özelliklerine sahip olduklarını söylüyor.

Dînânî: Ne kadar da güzel söylemiş. Evet, Hakk’tan oldukları için hak sahibi olma özelliğine sahipler. İnsanın sahip olduğu haklar bile bundan ileri gelir. Günümüzde daha çok Allah’ın haklarından değil, insan haklarından söz ediyoruz tabii, o da ayrı bir konu. Peki, sadece insan mı hak sahibi bir varlık? Örneğin kuşların hakları yok mu? En azından hayat hakkına sahipler. Ya ormandaki ağaçların? Var olmak bunların da hakkı değil mi? O halde ağaçları niçin kesiyoruz? Ağaç olarak kalma hakkına sahip bir varlığı neden köklerinden koparıyoruz? Özetle; âlem Hakk’ın mazharı olduğu için mahlûkiyet (mahlûk olma) hakkına sahiptir. Mahlûk olduğu için de hakları vardır. Elbette ki insan hakları cemâdât, nebâtât ve hayvanların haklarından farklıdır; yani bu haklar bazı şeylerde diğer varlıkların haklarına denk değildirler. Örneğin ağaçları kesmemeniz, çimlere zarar vermemeniz vd. cemâdâtın ve bitkilerin haklarını teşkil ederler. Yine hayvanlara gelince… Hizmetimizde olan bu varlıklara yine bizlerin yiyecek içecek ve barınak temin etmesi gerekmez mi? Son olarak insanın da hakları mevcut, bildiğiniz gibi… İnsanın hakları diğer haklardan daha da üstün. Peki, insan haklarına riayet edilmeli mi, edilmemeli mi? Yeryüzündeki her bir insanın hakkına riayet etmek gerekir. Eğer bu haklara riayet edersek, [tıpkı “adalet”in tanımında da geçtiği gibi] âlemdeki her şey yerli yerinde olmuş olur. “Hüve müvellî-hâ”nın bir anlamı da budur: Burada tüm varlıklar sevk, idare ve hidayet edilmiştir (yönlendirilmiştir).

Lârîcânî: Molla Sadrâ’nın mahlûkların Hakk tarafından yaratıldıkları için hak sahibi oldukları vurgusu çok önemliydi. Yani burada sadece hak sahibi olmalarından değil, aynı zamanda Hakk’a da yaklaşabilme özelliklerinden de söz ediliyor. Feyz’in de söylediği şeye geliniyor aslında: Halkî yönün Hakkî yönde “mahv” olmasına…

Dînânî: Halkî yönümüze ne kadar eğilirsek, Hakkî yönümüzden o kadar gafil kalırız. Yine Hakk’tan da bir o kadar uzaklaşmış oluruz. Halkî yönden uzaklaştıkça Hakk’a yaklaşırız. Burada ilk şart, önce kendimizin mahlûk olduğunu bilmemizdir. Eğer mahlûk olduğumuzu bilmezsek, Hakkî olana erişemeyiz. Hiçbir şeyden anlamayan birinin yüz yıl ya da daha fazla yaşamasının bir anlamı ve/ya faydası var mıdır? Bir ömrün niteliği mi daha önemlidir, niceliği mi? Her şekilde nitelik daha önemlidir.

Lârîcânî: Tıpkı 63 yıl yaşayan ama bu süreye birçok şeyi sığdırabilen Peygamberimiz (s.a.a.) gibi…

Dînânî: Peygamberlerin, velilerin, hakîmlerin ve filozofların ömürlerinde nitelik öne geçmişti. Örneğin Şeyh İşrâk (Sühreverdî) otuz altı veya otuz yedi yaşına kadar yaşamıştı. Bugün otuz altı otuz yedi yaş nedir ki? Dolayısıyla bizler daha çok ömrün nitel yönüne ehemmiyet vermeliyiz. Kemmiyyetin (niceliğin) burada hiçbir önemi yok. Çünkü akletmeden ve hikmete ermeden geçen ömrün bir değeri yoktur. Aristoteles’in kategorileri içerisinde nitelik ve niceliğin ayrı bir önemi vardır. Biri ölçüyü, diğeri keyfiyeti (nasıllığı) ifade eder. Buradaki “nasıl” o kadar önemli ki… Şeylerin nasıllığını mı daha çok sorarız, niçinliğini mi?

Lârîcânî: Daha çok “niçin”liğini… Ancak nasıl oldukları daha önemli…

Dînânî: Hayır, “niçin”likleri daha önemli. Çünkü onların ereksel nedenlerini bilmemiz gerekir. Bilim daha çok “nasıl” sorusunu sorar. Şeylerin nedenlerine daha az iner. Örneğin, sesi ele alalım. Bilim sesi nasıl tanımlıyor? Konuşmacının ağzından çıkan bir nefes olarak. Bu nefes dış dünyayla buluştuğunda bir titreşimi meydana getirir ve böylece ses ortaya çıkar. Yani bir bilim insanı sesi havanın bir titreşimi olarak tanımlıyor. Evet, sesi bu şekilde tanımlayanların bu söyledikleri doğru. Peki, bir hakîm ve filozof bu konuda ne söylerdi? Sesin insan üzerindeki etkisi üzerinde yoğunlaşırdı. Bir sesle, bir kelâmla, bazen bir cümleyle tüm âlem, hatta tarihin seyri değişebilir. Burada iki alanın bakış açısındaki farkları çok rahat müşahede edebilirsiniz. Felsefî ve hikemî bakış, bir sesin (ya da sözün) muazzam etkilerinin olabileceğine inanır. Halkî bakış açıları sayıca çok fazladır ve neredeyse sonları yoktur denebilir. Halkta ne kadar yön vardır? Sayılamayacak kadar çok… Yönlerin sayısı altı iken, Hakk kaç tanedir? O’nun bir yönü var mıdır? Peki, ya hakikat? O bir tanedir.

Lârîcânî: “Nereye dönerseniz Hakk’ın veçhi oradadır.[3]

Dînânî: O halde halktan Hakk’a mı gitmeli, yoksa Hakk külliyen unutulmalı mı? İşlediğimiz âyete göre bizzat Allahü Teâlâ sevk ve hidayet etmekte ve bizleri kendisine götürmektedir. Yeter ki buna gönlümüz olsun… O bizi kendisine götürmeye dünden razı. Bu zaten olabilecek bir şey; yeter ki bizler bir engel/zorluk çıkarmayalım… Eğer engel çıkarmazsak, kendiliğimizden O’na çekildiğimizi görürüz. Gidemiyorsak, engeller yarattığımızdan gidemiyoruzdur. Halkî olan bizlerin gitmesi ve yerimize Hakkî olanın gelmesi gerekir.

Lârîcânî: İnsanda “Hakkî olmak” gibi muazzam bir istidat mevcut… Acaba o bunun ne kadar farkında ve bilincinde?

Dînânî: Keşke bu hak ve hakikat sözcükleri üzerinde daha çok düşünseydik… Sorsanız, hakikati birçokları sever. Onu sevmeyecek pek az kimseye denk gelirsiniz. Buna rağmen sorun nereden kaynaklanıyor biliyor musunuz? Hakikatin mısdağını teşhis edememekten… Yanıldıkları yer işte burası. Bunun nedeni de biraz önce söylediğim şey: Yani hak ve hakikat üzerinde yeterince düşünmememiz. Düşünseydik, mısdaklarını belirlemede hata yapmazdık. Hakk olmayan şeyi hakikat sanıyoruz. Burada hakikati seviyor olmak yetmiyor işte… Bâtılı hakkın yerine oturttuktan sonra geriye söyleyecek fazla bir şey kalmıyor. “Hakk’ı bâtılla karıştırmayın [bâtıla Hakk elbisesi giydirmeyin]”[4] âyetinin vurguladığı şey de budur. Ne kadar derin bir buyruk! Hakikate talipseniz, önce hakkı tanımalı ve onun teşhisinde hata yapmayanlardan olmalısınız. Eğer hakikati bunca sevmenize rağmen, onda yanılır ve yerine yanlış şeyleri koyarsanız, ömür sermayenizi yitirirsiniz.

Lârîcânî: Feyz, devamında şunları söylüyor:

Burada oruca ve Kadir gecelerine de değinmiş…

Oruç, kulun hakkânî taayyünler ve Rabbânî sıfatlarla müteayyin (taayyünlenmiş) olmasını sağlar.

Dînânî: Hakikatin önemi bu ibarelerde de ortaya çıkıyor.

Lârîcânî: Demek ki oruç açlık ve susuzlukla tanımlanabilecek/özetlenebilecek bir şey değil…

Dînânî: Yakınlık niyeti olmadıkça oruç neye yarar ki zaten? Feyz’in ifadeleri Hakk’a daha fazla yaklaşmaktan başka bir anlam içermiyor.

Lârîcânî: Mevlâ Emîrü’l-mü’minîn’e (a.s.) Hakk’a nasıl ulaşılacağı sorulmuş. O da buna cevaben ubudiyette beş şeyin önemini vurgulamış: 1) Kur’ân okumak, 2) Teheccüd namazı kılmak, 3) Seherlerde tazarru halinde olmak, 4) Allah korkusuyla ağlamak ve 5) Vesveselerden ve şehvetlerden arınmak.

Dînânî: Saymış olduğunuz bu beş özellik vechullahî bir boyut ve yakınlık amacı taşımadıkça kişiye hiçbir fayda sağlamaz.

Lârîcânî: Eğer kişi bunlara riayet ederse, halkî ciheti fani olur (ortadan kalkar).

Dînânî: İnsan hakikate talip olduğu kadar hazlara da taliptir. O, hazlarla mutlu olur. Peki, haz neydedir? Burada yeniden insanın idraklerine dönüyoruz: Acaba hazlar yeme-içme ve şehevî arzulardan mı ibarettir, yoksa aklî şeylerde de bir haz mevcut mudur?

Lârîcânî: Esasında zikrin cevheri dahi fikir(de)dir.

Dînânî: Çok istediğiniz bir yemeği yiyip doyduktan sonra onu hâlâ lezzetli bulur musunuz? İsterse dünyanın en lezzetli yiyeceği olsun, belli bir yerden sonra yemeğe devam edemezsiniz. Aklî hazlar öyle mi peki? Onlarda doyuma erişmek diye bir şey yoktur. Sıkılıp bunalacak ve hatta uzaklaşacak bir şey bulamazsınız onlarda. Üstelik diğer hazların ve zevklerin aksine bitimsizdirler de. İnsanlar aklî hazları pek bir hafife alıyorlar. Aklî hazlardaki derinlik diğer haz türlerinde yoktur. Bizler ne yazık ki “anlamak” gibi bir nimeti dahi küçümsüyoruz. Oysa anlamakta dahi bir haz yok mudur? Çok meşhur bir öykü vardır. Tam da yeri gelmişken değinmem uygun olur: Bir öğrenci epey zamandır bir konuyu anlamaya çalışıyordu. Kitabını evirip çevirip tekrar okusa da, ilgili konuyu bir türlü anlayamıyordu. Birkaç denemeden sonra en sonunda meseleyi anlıyor ve sevincinden ayağa kalkıp etrafı turlayarak, “Ben bunu anladım, ben bunu anladım… Padişahların, sultanların hazları da neymiş… Onların hepsi benim biraz önce anladığım bu meselenin cahilidirler. Asıl haz ve mutluluk ilmin ve anlamanın verdiği hazdır” demiş. Bunun nasıl muazzam bir haz olduğunu buradan anlayın… O öğrencinin tattığı hazzı hangi padişah tadabilmiştir? Ve biraz önce de belirttiğim gibi, bu haz diğer hazlardan daha uzun süreli ve daha kıymetlidir. Siz de öyle düşünmüyor musunuz? İnsan anlamadığı bir şeyi anladığında ne kadar mutlu oluyor, öyle değil mi?

Lârîcânî: Hazzı idrak etmek de idrak kategorilerinden biridir sonuçta. Buna daha önce değinmiştik.

Dînânî: Evet. Akıl ve aklî hazlar zeval bulası değillerdir. Şehevî hazlar, geçicidir. Yaşanır ve biter… Aklî hazların ise bir sonu yoktur.

Lârîcânî: İbadetlerde de Hakkî yön ağır bassa, o ibadetler insana öyle bir haz verir ki…

Dînânî: Aklî lezzet, zaten Hakkî yönün kendisidir. Akıl şehvetlerle kirlenmedikçe daima Hakkî’dir. Onun ilâhî bir veçhi vardır. Her zaman Hakk’a dönüktür.

Lârîcânî: “Akıl ârifler için şurb-i müdâmdır (daimî bir içecektir).” Onlar bundan hiçbir zaman doymazlar.

Dînânî: Evet. Bu sadece aklî hazlar için söz konusudur. Akıl dışında başka bir şurb-i mudâm yoktur. Diğer anlamdaki içkiler aklı zail ederler. Kişi içer ve sonra bir köşede yığılır kalır. Peki, şurb-i müdâm nedir? Her şeyden önce, akıl bitebilecek, tüketilebilecek bir şey midir? Şurb-i müdâmı akılda mı aramalıyız, meyhanede mi?

Lârîcânî: Akıl hakkânî bir ibadete eşlik ettiğinde, geçici şehvetler de bir kenara çekilir.

Dînânî: Evet, içki aklı zail ederken, şurb-i müdâmın, aklın kendisi olduğunu görüyoruz.

Lârîcânî: Ruhun yakarışı dahi akıldır.

Dînânî: Kesinlikle öyle.

Lârîcânî: Aksi takdirde dile vird olmuş bir şeyin bir faydası yok…

Dînânî: Değindiğimiz bu âyet gerçekten de ilginçti. Buradaki vecih aklî vecihtir.

Lârîcânî: İnşallah Kadir gecelerinde bu anlamın özüne ulaşanlardan oluruz. Esasında Allah’a misafir olmak bundan başka bir şey midir ki? Yani kişi her halükârda o veçhe yönelmeli…

Dînânî: Evet. Yönlendiren ve sevk ettiren O’dur. Ev sahibi ve ağırlayan O…

Lârîcânî: Eğer o geceleri bu şekilde ihya eder ve Hakk’ın sofrasındaki ikramlarla şad olursak, müdam olan hazzın gerçekte bunlarda olduğunu göreceğiz.

İnşallah bu mübarek gecelerin hürmetine akıllar hakkânî olup şurb-i müdâmdan nasiplerini alır ve bu vesileyle bizleri de duanızda unutmamış olursunuz.

Bir sonraki programda tekrar görüşmek dileğiyle, saygıdeğer üstadımızla birlikte hepinize Allahaısmarladık diyoruz.

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

 

https://philosophyar.net/marefat/01-june-2018/



[1] Bakara Sûresi, 148. âyet

[2] En‘âm Sûresi, 79. âyet

[3] Bakara Sûresi, 115. âyet

[4] Bakara Sûresi, 42. âyet