İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (22): Oruç âyetinde geçen “Umulur ki sakınırsız” ifadesinin anlamı

İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (22): Oruç âyetinde geçen “Umulur ki sakınırsız” ifadesinin anlamı
Övgüye layık tüm şeyler vücûdî umûrdandır. Vücûd da hakikatte Hakk Tebârek ve Teâlâ’dır. Çünkü kötülükler O’na ulaşamaz. Şeylerin noksanlıkları ve kusurları ademîdir [yokluksaldır]. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Sana isabet eden her iyilik Allah’tan, her kötülük ise nefsindendir.”

 

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Saygıdeğer izleyicilerimizi, kıymetli dostlarımızı ve Marifet programının samimi takipçilerini saygıyla selâmlıyoruz.

Bugün, Ey iman edenler! Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de sayılı günlerde farz kılındı; umulur ki takvaya ulaşırsınız[1] âyetinde geçen “umulur ki, sakınırsınız/takvaya ulaşırsınız” ifadesine dikkat çekmek istiyoruz.  

El-Kelimâtu’l-Meknûne’de, Feyz’in “muttaki” sözcüğüyle ilgili çok güzel açıklamaları var.

Muttaki, övgüye layık huy ve davranışlar karşısında kendisine Hakk’ı bir sakınma vesilesi kılan, tüm fazilet ve kemâlleri O’na nispet eden kimsedir: “Çünkü hayır Senin elindedir.” Övgüye layık tüm şeyler vücûdî umûrdandır. Vücûd da hakikatte Hakk Tebârek ve Teâlâ’dır. Kötülüklerin (yerilmiş şeylerin) izafesinden de Allah’a sığınarak korunandır. Çünkü kötülükler O’na ulaşamaz. Şeylerin noksanlıkları ve kusurları ademîdir [yokluksaldır]. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Sana isabet eden her iyilik Allah’tan, her kötülük ise nefsindendir.” Sonuç itibariyle insan daima iyilikler ve kötülükler, faziletler ve rezillikler arasında hareket eder.

Âyette geçen “lealle: umulur ki” burada anlamını buluyor.

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Okuduğunuz pasaj dinî anlam ve öneminin yanında, önemli bir felsefî noktaya da işaret etmiştir. Belki de düşünce tarihinde şimdiye kadar ele alınmış en önemli felsefî nokta budur denebilir: İyilik ve kötülük… İçinde yaşadığımız bu âlem hem iyilikler hem de kötülüklerle doludur. İçinde hem iyilikler hem de kötülükler mevcut. Feyz, dolaylı yoldan bu meseleye de işaret ediyor. Aynı zamanda bizlere bir “iyi” ve “kötü” tanımı da sunuyor. Kötülük var mıdır; vücûdî bir şey midir, yoksa ademî bir şey mi? Bazıları kötülüklerin ademî olduğu düşüncesindeler. Bazıları ise kötülüğün gayet somut bir şekilde duyumsandığına inanıyorlar. Akrebin zehri öldürücüdür. Burada akrebin zehrinin ademî olamayacağını savunuyorlar. Konunun felsefî boyutlarına girmeden önce, Feyz’in işaret ettiği dinî konuyu, yani takvayı incelememiz yerinde olacaktır. Feyz de konuya takva ile giriyor.

“Takva” ve “muttaki” sözcüklerinin anlamlarını artık hepimiz biliyoruz. Bu anlamları pek az insan bilmiyor olsa gerek. Yine de takva sözcüğünün önce sözlük, ardından ıstılahî anlamına değinmemiz faydalı olacaktır. Takva sözcüğünün sülâsi mücerredi “v-k-y”, mastarı ise “vikâye”dir. Korumak, önüne geçmek, engellemek, bir tehlike karşısında siper olmak gibi anlamlara geliyor. Bir şeyi tehlikeden korumak demek kısacası. Merhum Feyz burada dinî ve felsefî olmak üzere iki önemli noktaya işaret etmiş. Hakk Teâlâ vikayemizdir. Bizleri kötülüklerden korur; ancak, O’na yönelmemiz şartıyla. Eğer Allah’a sığınır, O’ndan hidayeti talep eder ve nuru ışığında ilerlersek hiçbir zaman dalâlete düşmeyiz. Hakk’ın nuruyla ilerlemekte bir karanlık yoktur. Burada koru(n)mak iki yönlüdür: Hem Allah bizleri koruyor hem de bizler kendimizi koruyoruz. Feyz’in konunun hemen ardından o âyeti zikretmesi boşuna değil. Hâlbuki başka bir âyette de Allah’ın izni olmaksızın bir rüzgârın dahi esmeyeceğinden ve bir yaprağın dahi düşmeyeceğinden[2] söz ediliyor. Her şey O’nun elinde ve emrindedir, öyle değil mi? Mülk ve melekût O’nundur; âlemdeki her şey O’na boyun eğmiştir. Bu iki âyeti nasıl bir araya getirelim? Bir taraftan her şey O’nun elindeyken, diğer taraftan kötülükler nasıl bizim elimizden olabiliyor?

Lârîcânî: İşte felsefe burada devreye giriyor.

Dînânî: Devreye girmek de zorunda, başka çare yok çünkü. Varlık âleminde iniş ve çıkış, iyi ve kötü vd. vardır. Örneğin yüz basamağı olan bir merdiveni tasavvur edin. Bunun son basamağı sizi bir binanın terasına/çatısına ulaştıracak olsun. Bu basamakların her birinin sizin yükselmenizde payları vardır, öyle değil mi? En üst basamak aynı zamanda en alt basamağı da kapsıyor. Tıpkı yüz sayısının doksan sayısını içerdiği gibi… Buna mukabil, aşağıdaki basamaklar üstteki basamakları kapsayabiliyor mu? Hayır. Aşağıda kalan basamak daima kendi noksanlığı içinde kalır. Noksan bir şeyin kâmil olduğu söylenebilir mi? Hayır. Kâmil olan ise noksanı içine alabilir. Kötülüğün nefislerimizden olması ne demektir? İşlediğimiz kötü amelin bedenimize, cismimize, nefsimize ve hevâmıza ait olmasıdır. Şehvetler, mantıksız istekler… İnsanda hem akıl hem de şehvet vardır. Aklın perspektifinden baktığımızda o (akıl) bunların hepsini bilir. Akıl, filan fiilin şehvetten ve makul olmayan isteklerden kaynaklandığını çok iyi bilir. Bunların doğuracağı zararları ve faciaları da… Akıl işlediğimiz her fiilin faydalarını veya zararlarını bilir. Buna karşılık şehvetler aklın neye nasıl hüküm verdiğini bilebilirler mi? Hayır. Eğer akılla hareket edersek, elimizin, ayağımızın vd. işlediği her fiil, hatta nefes alışımız dahi makûl olur. Aklı bir kenara itip nefsinin isteklerine göre hareket eden birinin yukarılara çıkabilmesi mümkün olur mu? İşte bu tutum ve tercih meselenin “bize ait”, “bizden olan” kısmıdır. Ancak yukarılara, Hakk Tebârek ve Teâlâ’ya kadar yükseldiğinizde, bu manzarayı tersine çevirirsiniz.

Bakınız, bizler öncelikle bir “ilişkiler, bağlantılar âlemi”nde yaşıyoruz. Bu âlem her zaman öyleydi. Ne var ki bu yönü günümüzde daha çok belirginleşti. Çünkü daha gözle görülür ve fark edilir hale geldiler. Sinekten galaksilere kadar her şey birbiriyle irtibatlı… Yaşamamız (ve diğer canlıların yaşaması) dahi, âlemle bir tür ilişkiyi ifade etmektedir. Doğayla, cemâdâtla, diğer insanlarla ve ülkelerle ilişki kurarız. Burada “ilişki”yi şu üç şeyle özetlemek istiyorum: Konuşmak, dinlemek ve uygulamak… Bunların hepsinde bir muhatabınız vardır. Eğer başka bir şekilde adlandıracak olursak; konuşmak ve dinlemek nazar makamıyla ilişkilidirler. Düşünce olmadan nazar da olmaz. Kişi düşünür ve ondan sonra söyler. Dinlemek de bu şekildedir. Önce dinler, sonra hüküm verirsiniz. Sonuncusu ise amel makamıyla ilişkilidir. Ve tabii ki, nazarla da amel edilmelidir. Bu nazar nerede görünür olacak? Amelde. Yani nazar makamında ulaşılan şeyleri yeri ve zamanı gelince uygulamaya koymak gereklidir. Bunların hepsi uygulanacak şeyler değillerdir elbette… Bazılarından da “sakınmak ve korunmak” gerekir. Söylemekten, işitmekten/dinlemekten bir sonuç çıkarmalı, dışımızdaki dünyayla etkileşim ve diyalog kurmalıyız. İnsan kendisini daima diğerlerinin aynasında müşahede eder. Eğer âlem olmasaydı, kendimizi göremez; kendimizde de âlemi huzûrî olarak müşahede edemezdik. Bu ilişki ve irtibat durağan mıdır, yoksa akışkan ve sürekli midir? Süreklidir. İnsan daima hareket halindedir. Ne âlemde ne de insanda bir durağanlık vardır. Biz sükûnun ve durağanlığın anlamını kavrarız; fakat bilmemiz gereken bir şey var: Gerçekte durağanlık diye bir şey yoktur. Atomlar, galaksiler durağan mıdırlar? Asla. Ya insan? İnsanın durağan olabilmesi mümkün bile değildir. Sâliktir ve her zaman “yolda”dır. Müteharrik ve mütehavvildir. İsterse amacı durağanlığa erişmek olsun… Böyle bir hedefte bile yine yol almak zorundadır. Bu farazî haldeyken bile bedeninde bir şeyler hareketlerini ve yaşamsal faaliyetlerini sürdürmeye devam ederler. Örneğin kalbi ve nabzı atar, gözlerini kırpar, nefes alır verir… O halde durağanlık nispî bir olgudur ve sadece harekete kıyasla vardır. Uykumuzu ve yürüyüşümüzü ele alalım. Uykumuz yürüyüşümüze nispetle durağanlıktır. Kısacası bizler daima bir geçiş ve ilerleyiş halindeyiz. Nereye doğru? Asıl maksada doğru… O, sonsuzluk olduğuna göre, sonsuzluğa ilerliyoruz demektir. İnsan yaratılış itibariyle durağan değilse de, ne yazık ki bazı zihinler durağan olabilmektedirler. Oysa zihin faal ve eleştirel olmalıdır. Bazıları eleştiriyi hep kötüyü söylemek ya da hakaret etmek olarak algılıyorlar. Tenkit sözcüğü n-k-d kökünden gelir. Nakd (nakit), geçmişte para yerini tutan ve bir mübadele aracı olarak görülen altın, gümüş, sikke gibi şeyler hakkında kullanılırdı. Biliyorsunuz ki, bu araçların her birinin bir ayarı vardı. Altının bir sürü ayarı var. Dolayısıyla bir şeyleri eleştirdiğinizde, o şeylere aslında bir değer ve ayar biçmiş oluyorsunuz. Gördüğünüz üzere bu eylemin içinde bir tahkir ve kınama yok, olmamalı da zaten. Nakd, bir şeyleri dikkatli ve titiz bir şekilde incelemektir. Eğer bu anlamıyla bakarsak, eleştirinin kötü bir şey olduğunu söyleyebilir miyiz?

Lârîcânî: Zihin hem nakkâd (eleştirel) hem de vakkâd (tutuşturucu) olmalı…

Dînânî: Kesinlikle… Bu ondaki hayatın ve faaliyetin nişanesi… Ateşin olduğu yerde bir parlaklık, hareket ve eylemsellik vardır. Böyle olmayan bir zihin, zindana dönüşür. Bu açık zihin, eleştirelliğini yitirirse, Bastille Hapishanesi’nden bile daha tehlikeli bir hapishane olur.

Lârîcânî: Üstad, bu ifadelerdeki bir diğer önemli nokta da fücur ile takvanın yakınlığıdır. Yani hevâ ve hüdâ… Hevâ diri oldukça iman dahi diri değildir. Bu da “lealle: umulur ki”nin anlamını kavramada bizlere ışık tutmakta… Allâme Tabâtabâî’nin de oruçla ilgili bu âyet hakkında çok güzel bir tefsiri var:

İnsan takva ile fücur arasında hareket halindedir.

Yani insan takvadan ilham aldığı ölçüde, fücurdan da ilham almaktadır. Bu gerçekten de çok zarif bir nokta değil mi? Belki de “lealle”nin anlamını burada aramak gerekir.

Dînânî: Burada “lealle” niçin zikredildi? Bir kesinlik ve kat‘iyyet anlamı içermediği için… “Belki, şayet, umulur ki, olur da yaparsınız, ümit edilir ki… –dan olursunuz”… İşte verdiği anlamlar bunlar… Cebrail’le ilgili olarak “lealle” ifadesini kullanmak anlamsız ve yersizdir. Çünkü o kesin olarak bir melektir; bu itibarla paktır. Günah işlemez; kutsidir. Kutsi ne demektir? Tertemiz ve günahsız olmaktır. Dolayısıyla burada onlar için bir “lealle”ye gerek yoktur. Bir kurdu ele alalım. Onun tabiatı nasıldır? Yırtıcıdır. Eğer yırtıcılığını yitirirse yaşayabilir ve kendisini savunabilir mi? Hayır. O böyle olmak zorundadır. O halde buradan kutsiyetin melekler için, yırtıcılığın da kurt için zorunlu olduğu sonucuna ulaşırız. Burada da “lealle” demek mantıksızdır. Yırtıcı her zaman yırtıcıdır, kutsi de her zaman kutsidir. Bu ikisinin arasındaki insana bakalım şimdi de… O her zaman yırtıcı mıdır, yoksa her zaman pak ve günahsız mı?

Lârîcânî: Bunların hiçbiri olmayıp, aynı zamanda her ikisidir…

Dînânî: Hem her ikisi hem de hiçbiri… İnsan hem temiz ve günahsız olup, bu şekilde kalabilecek kapasiteye sahiptir (hatta Cebrail’den bile daha pak ve günahsız olabilir) hem de yırtıcıların yırtıcısı olup, kurttan bile daha tehlikeli olabilecek bir varlıktır. Tarih boyunca gelip geçen yırtıcı insanların –ki bunun tarihte sayılamayacak kadar çok örneği vardı– yırtıcılıklarına ne diyeceksiniz? Cengiz Han’lar, Attila’lar, Şimr’ler vd. Bunlar sürekli olarak o yönlerini bileyip ortaya çıkaracak bahaneler aramıyorlar mıydı? Tarihte yırtıcı insanlar olduğu kadar, şimdi şu an da dâhil olmak üzere, melek huylu insanlar da mevcuttur. Bizler her ne kadar kendilerinden haberdar olmasak da, vardır hâlâ böyleleri… “Lealle”nin söz konusu olduğu yer burasıdır. İnsan kurt olamaz mı? Olur. Melek saflığında olamaz mı? Evet, melek saflığında da olabilir. İnsan dediğimiz varlık memzuç ve mürekkep bir varlıktır. Bildiğiniz üzere bu âlemde pek çok memzuç varlık mevcuttur. Bu âlemdeki her varlık birtakım unsurlardan meydana gelmiştir. Bir şekilde atomlardan ya da atom altı unsurlardan oluşmuşlardır. İnsanın bedeni de tıpkı diğer varlıklar gibi, çeşitli unsurlardan meydana gelmiştir. Kadim filozoflar insanın ateş, hava, toprak ve su olmak üzere dört temel unsurdan meydana geldiğine inanıyorlardı. Sonraları bu sayıyı daha da artıranlar oldu. Her halükârda burada bilinmesi gereken şey insanın mürekkep bir varlık olduğudur. Bilinmesi gereken bir diğer önemli husus insanın ruhunun da mürekkep olduğudur. İnsan bedeni fiziksel ve fizyolojik bir terkiptir. Fizik dünyası açık mıdır, kapalı mıdır? Kapalıdır. İnsanın zihin gibi bir dünyası da vardır, öyle değil mi? Peki, zihin açık mıdır, kapalı mıdır? Açıktır ve açık olması da gerekir. Ne kadar insan açık bir zihinle yaşıyor? Çok çok az. Zihin doğası itibariyle açık ve engin olup, sadece bu dünyaya değil, diğer dünyaya da açıktır… Hatta tüm varlığa… Bu açıklığın kapasitesi oldukça geniştir. Buna rağmen bazen öyle insanlarla karşılaşıyoruz ki, bu enginliğe kapılarını bizzat kendi elleriyle kapamışlardır. Zihninizi kapattıktan sonra artık o zihne neyin gelmesini bekleyebilirsiniz? Örneğin IŞİD teröristlerinin zihinleri açık mıdır? Kapalı bir zihin teröre ve yok etmeye meyleder. Eğer zihinleri açık olsaydı, bunları yapamazlardı. Hem kendilerini hem de başkalarını açarlardı. İnsanın ve âlemin birbirlerine açık olmaları mı daha iyidir, kapalı olmaları mı? Bizler âlemle irtibat kurmak için ne yapmalıyız? Âlemle irtibat kurmak sadece açık bir zihinle mümkün olur. Kapalı bir zihin bundan nasipsizdir. Uzlaşma olmadığı zaman savaş meydana gelir.

Lârîcânî: Üstad, bana göre zihnin donuklaşmasının nedeni, varlığın güzergâhından sapmasıdır. Allahu Teâlâ âyette insanın fücura ve takvaya olan nispetinin eşit olduğunu bildirmiş, bunların ilhamlarının da eşit olduğunu vurgulamıştır. İnsan kötülüklerden korku duymadıkça, takva istikametinde ilerleyemez. Rezillikleri tanımadıkça, faziletleri kesp etme yolunda çaba gösteremez. Bizim sorunumuz da faziletleri –insanları teşvik etmek amacıyla– toplumda yayacak kadar tanımıyor oluşumuzdur.

Dînânî: Çok haklısınız. Evet, insan fazileti tanımadıkça rezilliği tanıyamaz. Bunun tersi de geçerlidir. İyilik-kötülük, çirkinlik-güzellik, fazilet-rezillik vd. birbirleriyle irtibatlıdır. Bu sadece günümüzün değil, tüm zamanların problemi… İnsanlık tarihinin başlangıcından itibaren yani… O bu dünya sahnesine adım attığı ilk andan itibaren kendini bu ikiliklerin içinde bulmuş, ancak ona bunları birbirinden ayırt etme yetisi de verilmiştir. Eğer insaflı ve vicdanlı ise bunları teşhis etmekte kesinlikle zorlanmayacaktır. Bunları tanıyabilen tek varlık insandır. Örneğin hayvandan yana böyle bir beklentiye girmek yersizdir. Onlar fazileti ve rezilliği bilmezler. İçgüdülerine göre hareket eder ve yaşarlar. Peki, insanın yapması gereken içgüdülerine göre mi yaşamaktır, yoksa faziletleri ve rezillikleri mi tanımaktır? Zatı itibariyle bunları tanıyabilecek meziyettedir elbette. Adaletin kötü olduğunu savunabilecek bir insan tanıyor musunuz? Adaletin mısdağında yanılması mümkündür; ancak özünde onun iyi bir şey olduğuna tüm kalbiyle inanır. Örneğin insanları sevmenin iyi bir şey olduğunu bilir. Bu değerlere karşı çıkabilecek kimse yoktur. Onlara bu hükmü verdiren şey, fıtratlarıdır. “Ona fücurunu ve takvasını ilham eder”in anlamı tam da budur. Allahu Teâlâ bu âyette insanların iyi ve kötüyü tanıyabilecek şekilde yaratıldıklarını söylemektedir aslında. “İlham verdi” ne demek? Fücur ve takvanın ne olduğunu öğretmesi demek… Bunların hepsi fıtrata verilmiştir. Yani kötülükleri ve iyilikleri teşhis etme yetisi… Bunların yanında aklî bir kudret ve ihtiyâr da verildi insanoğluna. Akıl teşhis etmek için, ihtiyâr da seçimde bulunmak için… Burada bir seçimde de bulunmamız gerekir, öyle değil mi? Burada bu seçimi yapmak Allah’ın değil, kulun inisiyatifindedir.

Lârîcânî: Burada yanılmamamız için oruç ve namaz gibi ibadetleri farz kıldı. Bu yolla teşhis gücümüz daha da artsın diye…

Dînânî: Evet, buna kesinlikle kuşku yok. Allah bizlere hem ahlâkî kuralları hem de amelleri ve ibadetleri bildirdi. Biraz önce sözünü ettiğimiz teşhis gücü akla aittir. Sıyâm sözcüğü de korumak anlamına gelir. Oruç tutmak, kendimizi yemeden ve içmeden alıkoymak şeklinde gerçekleşir, zahir itibariyle. Ancak o sadece bunlarla sınırlı değildir. Kötü olanı görmememiz, işitmememiz/dinlemememiz ve söylemememiz de gerekir. Buna pek az dikkat çekilir; lakin aynı zamanda kötü düşünmememiz de icap eder. Orucun koruyuculuğu buradadır. Şehvetlerden, akılsızlıklardan, kötülüklerden korunmak… Yeme-içmeyi bir kenara bırakmak orucun en alt mertebesidir. Bu, bizden beklenenin belki de en azı (asgarisi)… Gerçek oruç, bunların hepsinin yerine getirildiği oruçtur. Bir batnî oruç vardır (yememek), bir de fikrî oruç (kötü düşünmemek)… Bunlardan hangisi daha önemli? Fikrî oruç ya da fikrin orucu… Batnın (midenin) orucu, fikrin orucuna bir hazırlık ve bunun için bir ilk adımdır.

Lârîcânî: Oruç bizi her iki anlamda da terbiye ediyor.

Dînânî: Bu, beden ile ruh arasında bir tür tetabuktur. Oruç tuttuğumuzda bedeni kötü yeme alışkanlıklarından korumuş oluyoruz. Bu yaptığımızın muhakkak ki ruh üzerinde de bir tesiri var. Ruh, hakikate işarettir. Ruh hakiki bir şey mi, yoksa farazî ve itibarî bir şey mi? O mücerred, münezzeh ve paktır. Hakikate mi meyleder, bâtıla mı? Ruh hakikate açılan bir penceredir. Ruhanî olmak, hakikatin penceresinden girmektir (girmekle olur). Hakikat şehrine böyle girersiniz. Hakikat dilimize pelesenk olmuş bir kelime… Fakat ne yazık ki peşinden gittiğimiz, uyduğumuz bir şey değil. Ruh temizlik ve saflıktır. Bizler Hakk Teâlâ’dan daima hakkın safında olmayı dilemeliyiz. Ruh daima aydınlıktır. Hakikat âleminde karanlığa yer yoktur. Bunlar mecâz âlemine ait şeylerdir.

Lârîcânî: Ruhu karartan, günahlardır. O, ibadetin pınarıyla yıkanmalıdır.

Dînânî: İnsan şeraret ve necasetin derekesinde de olabilecek bir varlık, saflığın ve temizliğin zirvesinde de… O, bir garip macundur (karışımdır). Mürekkep varlıklar içinde insandaki vücûdî karmaşıklığa/terkibe sahip bir başka varlık daha yoktur. Bu bağlamda Allah, insan gibi ikinci bir varlığı yaratmamıştır. Başka varlıkların terkiplerini incelediğinizde, bunlarda o kadar da kompleks yapılara ve bileşenlere rastlamazsınız. Ama aynı işlemi insan üzerinde gerçekleştirseniz, bitimsiz bir karmaşıklıkla karşılaşırsınız. Kötülüğün kökenleri kaç tanedir? Sayabilir misiniz? Neredeyse sonsuzdur. Keza iyilikler de öyle... Yücelmenin de bir sonu yoktur, alçalmanın da. İnsan şeraret ve taharet, rezilet ve fazilet gibi bir macundan mürekkeptir. Bunlar mantık biliminde zıt olarak nitelendirilirken, nasıl oldu da insanda bir araya gelebildiler? İnsan varlığını bu unsurlar kurdu işte. O, zıtların toplamından meydana geldi. Mürekkep şeyler çoğunlukla zıt unsurları da içerirler. Ruhlara baktığımızda, orda da durum aynıdır; Rahmanî ruhlar da vardır, şeytanî ruhlar da… Şeytan kendisinde tüm kötülüklerin toplandığı varlığı ifade ediyor. İlâhî ve ruhanî taraf ise kendisinde tüm iyiliklerin toplandığı taraftır.

Lârîcânî: Bizler her zaman bu macun üzere kalması gereken varlıklarız. Birçok hayırlı ameli işlerken, birkaç kötü fiille bunların tamamını silmek de mümkün. Belki tam tersi de…

Dînânî: Tüm yaşamı boyunca iyiliklerle dolu bir hayat sürdürüp, ömrünün son demlerinde küçücük bir kötü fiille her şeyi kirletip mahvedebilir insan.

Lârîcânî: Tahareti satıp necaseti satın almaktır bu.

Dînânî: Kısacası “lealle”nin anlamı insandadır. Melekten melekliği, kurttan kurtluğu beklemek gerekir; başkasını ya da fazlasını değil. Ama insan öyle mi? İnsandan neleri beklersiniz? Aslına bakarsanız, ondan her şeyi beklemelisiniz. “Lealle”nin kâmil mısdağının insan olmasının anlamı budur. İnsan her zaman bir “belki”dir. Onun hem “belki”si hem de “-meli, -malı”sı, yani gereklilikleri vardır. Eğer bu gereklilikleri bihakkın yerine getirir, kaçınılması gerekenlerden de kaçınırsak, “belki”mizden [yani akıbetimizden] yana daha ümitvar olabiliriz.

Lârîcânî: Hep bu hassas yörünge üzerindeyiz üstad. Bu durumda daima “Allah’ım, beni göz açıp kapayıncaya kadar dahi olsa nefsimle baş başa bırakma” duasını etmek gerekir.

Allah bizlere bu aziz ve mübarek ayda kendisine odaklanma ve yönelme tevfikini bahşetsin. Kalemimizi, kademimizi ve nefesimizi rızası ve hoşnutluğu istikametinde yönlendirsin.

Bir sonraki programımızda tekrar görüşmek ümidiyle, aziz üstadımızla birlikte hepinize Allahaısmarladık diyoruz. Hoşça kalın.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

 

https://philosophyar.net/marefat/25-may-2018/



[1] Bakara Sûresi, 183. âyet

[2] En‘âm Sûresi, 59. âyet