İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (17): Hakikat, Güzellik ve İyilik tek bir şeyin zuhurudur

İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (17): Hakikat, Güzellik ve İyilik tek bir şeyin zuhurudur
"Evet, Dost’u görmek hem hakikati hem güzelliği hem de iyiliği görmektir. Her şey nihayetinde O’na ulaşıyor. Burada akıl ile aşk bir olurlar."

 

Haz ile Güzellik Arasındaki İlişki – Estetiğin Bakışından Tevhid

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Aziz izleyicilerimizi, kıymetli dostlarımızı ve Marifet programının değerli takipçilerini saygıyla selâmlıyoruz.

Bir önceki programımızda Feyz-i Kâşânî’nin El-Hakâik’inden haz ve marifet konulu bir bölüm seçmiş ve üstadımızın konuyla ilgili açıklamalarından istifade etmiştik. Mezkûr konunun devamını, “Haz ile Güzellik Arasındaki İlişki” adlı bölümle sürdürmeyi düşünüyoruz.

Feyz şöyle söylüyor:

Keşke Allah’tan daha yüce, daha güzel ve daha şerif bir varlığın olmadığını bilseydik! O, varlık âlemindeki şeylerin Hâlık’ı, mürebbisi, var edeni, kendisine döndüreni, müdebbiri ve düzenleyicisidir. Nasıl ki en büyük haz marifetullah ise, marifetin kendisi de Allah’ın güzelliğini bilme içgüdüsüdür. Çünkü kalıcı (ebedî) güzellik, Allah’a mahsustur ve buna marifet yoluyla ulaşılır. Marifet dışındaki tüm güzellikler, ruhu ne kadar okşarsa okşasın, kalıcı değildirler. Bir çiçeğin ve bir yüzün güzelliği bu güzellikle aynı mertebede sınıflandırılamaz.

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Bir hakîm, fakih ve muhaddis olan Feyz, konuya çok zevkli bir giriş yapıyor. Yani tevhid konusuna estetiğin (sanat ve güzellik felsefesinin) perspektifiyle bakıyor. Allah’ı bilmek, birkaç yolla sınırlı değildir. Nasıl ki Hakk’a akıl ve istidlâl yoluyla gitmek mümkün ise, güzellik yoluyla gitmek de mümkündür. Eğer âlemde güzellikler görüyorsak – ki var; âlemde bir güzellik görmeyenin ya gözlerinde ya da düşünce ve idrakinde bir problem var demektir – bu yolla O’nu da görebiliriz demektir bu.

Bu âlem güzelliklerle doludur. Bu dünyada “en güzel” sayılan şeyler nelerdir? Bir çiçeğin güzelliği, bir bülbülün nağmesi ve nehirlerin şırıltısıdır vd. Güzellik sözde, şiirde ve hitabette de mevcuttur. Bazen bir çehrede, bazen de bir renktedir. Bunlar birkaç taneyle sınırlı değildir. Özellikle de güzelliği esas alarak evrene bakıyorsanız, bu saydıklarımızı görmemeniz mümkün değildir. Feyz’in burada âlemde gördüğümüz tüm bu güzelliklerin kalıcı olmadıkları gerçeğine vurgu yapmaktadır. Bir çiçek ne kadar güzel olursa olsun, bir gün solar. Güzel bir yüz bir süre sonra kırışmaya ve yaşlanmaya başlar. Bu âlemde, bir gün yok olmayacak bir güzellik gösterebilir misiniz? Güzellikler, tüm bu güzelliklerine rağmen yine de zevâle mahkûmdurlar. Feyz burada hiçbir zaman ortadan kalkmayacak bir güzelliğin peşinden gitmemiz gerektiğini söylüyor. Acaba böyle bir güzellik var mı? Elbette ki var. Eğer mukayyed, geçici ve sınırlı bir güzellik var ise daimî, sabit, ebedî ve mutlak bir güzellik de vardır. Mukayyed güzelliğin var olduğu, ancak mutlak güzelliğin olmadığı nasıl düşünülebilir? Hass olur da âmm olmaz mı? Tikel olup da, tümelin olmaması mümkün olabilir mi? Eğer ebedî bir güzellik varsa, tüm geçici güzellikler o ebedî güzelliğin tezahürleridir demektir. Sa‘dî de buna değinmişti: “Gül birkaç günlüktür, ancak gülistan ebedîdir. Gülistan, Hakk Teâlâ’nın yalnızca kitabı ve lafızları değil, aynı zamanda anlamlarıdır. O bu sebeple ebedîdir. Anlamların anlamı (ma‘na’l-me‘ânî) ve tüm anlamların döndüğü yer, Hakk Tebârek ve Teâlâ’dır. Feyz, bunları çok güzel bir şekilde ifade etmiş. Buradan onun gerçek anlamda sanat ehli bir şahsiyet olduğunu çıkarsamamız mümkün. Güzeli ve güzelliği çok iyi tanıyor çünkü. Aynı zamanda okuduğunuz pasajda o, güzelliğin bazı mısdaklarını da saymış. Zevk ve estetik sahibi kimselere güzel bir şeyi gösterdiğinizde, onlar o şeyin güzelliğinin hakkını teslim ederler.

Eğer güzellik hakkında bir tanım yapacak olursak, bunun çok zor olduğunu göreceğiz. Güzelliğin mahüvî (özsel) tanımı nedir? Bu tanım aynı zamanda câmi‘u’l-efrâd ve mâni‘u’l-ağyâr olmalı elbette… Ne yazık ki böyle bir tanım yoktur. Güzellik hakkında yüzlerce tanım yapılmış… Öncelikle şunu belirtmek gerekir: Güzellik, insanın şûûnundandır. Güzellikleri bilip tanıyan, insandır. Belki hayvanlar da güzelliğe cezboluyorlardır, bunu tam olarak bilemeyiz; ancak güzelliğin kesin olarak insanla anlaşılabilen (anlamını bulan) bir şey olduğunu söyleyebiliriz. İnsan hem güzelliği keşfeder hem de onun birtakım farklılıklarını teşhis eder. Aynı zamanda o, güzelliğe de çekilmektedir (meczubu olmaktadır). Burada konuyla ilgili apayrı bir katman çıkıyor karşımıza: Acaba insanın yalnızca tek bir şa’nı mı güzelliktir, yoksa tüm şuûnu mu güzellikten ibarettir? Nasıl ki Allah’ın birçok şuûnu var ise – O her gün bir iştedir[1] - insanın da birçok şuûnu vardır. Allah, salt birliktir (Ahadiyyet-i mahz); ancak sonsuz şuûnu vardır. İnsan da tek bir mahiyetten (nefs-i nâtıka) ibarettir; ancak bununla birlikte onun da şuûnu vardır.

Lârîcânî: Onun da etvârı var.

Dînânî: Evet, tavır içinde tavrı var. İnsanın şuûnunun esaslarının ne olduğuna bakmalı… İnsanın şuûnunun ayrıntıları sonsuzdur. Ancak bunları birkaç şa’n ile özetleyebiliriz. Burada elimden geldiğince, en bilineni, en anlaşılırı, en geneli ve en kabul göreni paylaşmaya çalışacağım. İnsanın şuûnunu üç şeyde özetlemişlerdir: Hakikat sevgisi, güzellik sevgisi, iyilik (erdem) sevgisi. Acaba bunlar birbirleriyle eş anlamlı mıdır, yoksa aralarında birtakım farklar var mıdır? Üç sözcük: Hakikat, güzellik, iyilik… Doğal olarak üç tane de anlam… Âlemde her üçünün de mısdağı olabilen bir şeyi bulmak elbette ki mümkün. İnsan hakikati bilmek istediğinde, onu neyle tanır? İlim ve idrakle… Hakikati keşfetmek için ne yapmak gerekir? İlme, felsefeye ve genel olarak idrake yönelmek gerekir. Bu yönelim doğru bir idrakle olmalı elbette… Peki, güzelliğe nasıl ulaşırız? Güzellik de idrak olmaksızın ulaşılabilecek bir şey değildir. İnsanlarda güzelliği anlayıp teşhis edebilecek bir idrak mevcuttur.

Lârîcânî: İnsan gördüğü için mi güzel (diye bir şey) vardır, yoksa dış dünyada nesnel olarak bir güzellik mevcut mudur?

Dînânî: Güzelliği tanımlamanın zor olduğunu bu yüzden söylemiştim. Sorduğunuz bu soru, yeni bir soru değildir. İnsanoğlu bunun tartışmasını asırlardır yapıyor. Burada bazı âlimlerimiz ve hikmet ehli kimseler sübût ve isbât makamından söz ediyorlar. Sübût, siz bir şeye ulaşsanız da ulaşmasanız da mevcut olan şeydir. İsbât ise ulaştığınız şeydir. İnsanoğlunun bugüne dek erişemediği pek çok sübût olabilir. İsbât olmaksızın sübût var mıdır? Bazı düşünürlerimiz, henüz ulaşamadığımız sübût ya da sübutların var olduğunu söylemişlerdir. Bizler görmesek, işitmesek, anlamasak da onlar gerçekten ve nefsü’l-emrî olarak mevcutturlar. Bazı Batılı filozoflar, isbâtın ardında bir sübûtun olabileceğini kabul etmiyorlar. Veya bu konuda en azından söyleyebildikleri, sübût ile isbâtın aynı şeyler olduklarıdır. Kavramı olmayan şey, onlara göre üzerinde konuşulmayı dahi hak etmiyor. Ne “var” denebilir ne de “yok”… Şimdiye kadarki tüm düşünürlerimiz, sübût ile isbâtın iki farklı merhale olduğundan söz etmişlerdir. Günümüzde, insanın geçmişte ulaşamadığı birçok şeyin artık ulaşılabilir olduğundan söz ediliyor. Kendisine ulaşılamayacak hiçbir sübût yoktur. Buna bugün ulaşamamışsak bile, ileride mutlaka ulaşacağız diyorlar yani… Bu çok derin bir mesele. Dilerseniz şimdi buna girmeyelim.

Feyz’in pasajına dönecek olursak, güzelliği neyle tanıyabileceğimizde kalmıştık… Güzelliği tanımanın yolu, sanat ve estetiktir. Dünyadaki tüm sanatçıların hedefi, kendi dallarının konu edindiği güzelliğe erişmek ve bunu insanlığa göstermektir. Bu güzellik şiirde, resimde, heykelde, müzikte vd. olabilir. Mona Lisa tablosunu biliyorsunuz. Bazıları oradaki tebessümün çok zarif bir şekilde çizildiğini düşünüyor. Bazılarına göre bu tebessüm vardır –veya var gibidir– bazılarına göre ise yoktur. Leonardo Da Vinci’nin bu resimdeki odak noktası, bana kalırsa tebessüm idi. Bir çiçeğin, bülbülün vd. güzelliğini herkes kabul ediyor ve bu konuda ciddi bir ihtilafa rastlanmıyor. Ancak bir gülümsemedeki güzelliği pek az kimse fark eder. Tebessümde çok karmaşık bir zarafet gizlidir. Bunda birçok anlamın gizlenmiş olması mümkündür. Bir çiçeğe “güzel” der geçersiniz, ondan alacağınız fazla bir mesaj yoktur. Ancak bir tebessümdeki anlamı ciltlerce kitapla anlatmak gerekebilir bazen. Tebessümdeki gizem ve belirsizlik hiçbir şeyde yoktur. Buna neden tam olarak “gülmek” denmediği dahi ayrıca anlamlı…

İyiliğe ve hayra nasıl erişmeli? Buna birçokları “ahlâk” cevabını vermiştir. Ahlâk âlimleri ve ahlâk felsefecileri “iyi”nin ve “hayr”ın ne olduğu üzerinde durmuş, bunlara ulaşmanın yollarını aramışlardır. Ahlâk, güzelliği ya da hakikati hedeflemez. Onun ulaşmak istediği, iyilik ve hayırdır. Hakikat, felsefecilerin; güzellik sanatçıların; ahlâk ise ahlâk bilginleri ve felsefecilerin uğraşısıdır.

Lârîcânî: Resim yapan bir ressam ve şiir yazan bir şair Hakk Teâlâ’ya mahsus olan o kalıcı güzelliği mi ortaya koymaya çalışmakta? Bir diğer sorum ise, bir kimsenin sanatçı olup filozof olmaması mümkün müdür?

Dînânî: Feyz de tam olarak bunları söylemeye çalışıyor. Bu âlemdeki tüm güzellikler geçicidir. Geçici bir güzelliğin peşinden mi gitmeliyiz, yoksa hiçbir zaman zevâl bulmayacak olan güzelliği mi aramalıyız? Bir güzelliğe gönül bağlamakta bir sakınca yok elbette ki… Güzel, güzeldir. Güzelliği anlamamak bir zevksizlik, noksanlık ve bilgisizlik alâmetidir. Burada tüm mesele, bu geçici güzelliğe kapılıp gerçek güzellikten gafil olmamaktır. Eğer cemâl olması bakımından cemâle ve güzellik olması bakımından güzelliğe tutkunsanız, bari hiçbir zaman yok olmayacak olan güzelliğe kalbinizi bağlayınız. Hiçbir zaman yok olmayacak olan o güzellik, tüm güzelliklerin kendisinden neşet ettiği güzelliktir. Bu evrendeki ve diğer âlemdeki tüm güzellikler ve zihninizde “güzellik” olarak tasavvur ettiğiniz her şey, kaynağını O’ndan almaktadır. Bunların güzellikleri kendiliklerinden değildir. Burada bir hikmet de var: Tüm kesretler vahdete, tüm müteferrikler cem‘e döner. Tüm güzellikler tek bir yerden neşet ettiğinden, aynı zamanda birbirleriyle birer ailedirler de. Şiirdeki güzellik, çiçekte de vardır. Çiçekteki güzellik, insanın çehresinde de vardır. Evrendeki her güzellik, başka bir güzellikle ailedir. Bunların aile olması, onların aynı cins oldukları anlamına gelir. Aynı cins olmak, aynı kaynağa ve kökene sahip olmak demektir. Tüm güzelliklerin kaynağı, sonsuz İlâhî Zât’tır. Feyz bize, bu güzelliklerden yola çıkarak hiçbir zaman zevâl bulmayacak Mutlak Güzellik’e ulaşmamızı salık veriyor. O’nun aşkı hiçbir zaman yok olmaz ve son bulmaz. Bu, sonu olmayan bir hazdır.

Lârîcânî: Çok güzel bir noktaya işaret ettiniz: Tüm güzelliklerin, kendisine ulaşmamız gereken bir Hâlık’ı vardır. İster filozof, ister sanatçı, isterse de ahlâk âlimi olsun herkes O’na ulaşmalıdır. Toplumdaki herhangi biri dahi, güzelliklerin Yaratıcı’sına ulaşabilirse, kendisi için daima Güzel olana ulaşmış demektir.

Dînânî: O’ndan başkasını “ebedî güzel” olarak nitelendirmek mümkün değildir zaten.

Lârîcânî: O, güzelliğin hakikatidir.

Bu pasajın hemen altında bir şiire rastlıyoruz:

Kalbimde Sen’den önce parça parça dağılmış hevesler vardı

Sen kalbime geldikten sonra diğer aşklar zayi olmadı, aksine bir araya toplandı

Dînânî: Bu şiirin Feyz’e ait olma ihtimali de var; ancak daha çok İbn Fârız’ın üslûbuna uyuyor gibi.

Leylâ’nın yaşadığı köye gittim,

Ona olan sevgimden köyün duvarlarını ve kapılarını öptüm

Her ne kadar öptüğüm duvar idiyse de,

Ben gerçekte duvarın sahibini öpüyordum

Bu diyarın duvarları, kerpiçleri, tuğlaları değil benim kalbimi çalan

Onu çalan, bu köyün sâkiniydi

Bizler bu âlemde bir çiçeği, bir bülbülün sesini ve bir manzarayı alabildiğine övüyoruz. Oysa övdüğümüz bu güzellikleri onlara veren kim? Gül mü güzeldir, ona bu güzelliği veren mi? Gafil olduğumuz gerçeklik budur.

Bir önermeyi doğruladığımızda, doğruladığınız şey mahlûktur (yaratılmıştır). Tasdik ettiğiniz şeyi yaratan, sizin tasdikinizi de yaratandır.

Bu âlemdeki her zayıf şey, bir gün yok olur gider. Her kuvvetli şey de, kendisinden daha kuvvetli olan tarafından yok edilir. Böylece en kuvvetli olana ulaşırız. Bu en kuvvetli kim tarafından ortadan kaldırılır? Hiç kimse… Çünkü ondan daha kuvvetlisi yoktur. Kendisinden başka kuvvetli olmayan o en kuvvetli kimdir? Hakk Tebârek ve Teâlâ. O halde bizler zayıfa mı, kendisinden daha kuvvetliye nazaran, nispeten kuvvetli olana mı, yoksa en kuvvetli olana mı gönül bağlamalıyız? Eğer mutlak hakikate ve güzelliğe ulaşmak istiyorsanız, en kuvvetli olana yönelmelisiniz. Programımızın ilk yarısında sözünü ettiğim üç kavram (hakikat, güzellik, iyilik) arasında bir birlik kurmak, yani bunların aslında bir ve aynı şey olduklarını söylemek istiyorum. Bunlar gerçekte tektirler; sadece, üç şa’nları ve tezahürleri vardır. Hakikat olan, güzeldir; güzel olan da hakikattir… Hakikat ve güzel, iyidir (hayırdır). Bu üç kavram tek bir merkezde toplanmış ve üç farklı şa’n şeklinde zuhur etmiştir. Dolayısıyla hem bir ahlâk âlimi ve filozof hem de bir filozof ve sanatçı olmak mümkündür. Bunlar gerçekte aynı yolu izlerler. Eğer insanda bunların her üçü de bir araya gelebilirse, o insan, insân-ı kâmil olacaktır.

Lârîcânî: Bunların hepsini birden görecek gözler gerek…

Dînânî: O gören göz hem güzelliği hem hakikati hem de iyiliği görmektedir. Bunların her üçünü gören göz de, gerçekte akıldır. Akıl da bir görüştür. Bizler sadece baş gözümüzün gördüğünü sanıyoruz. Burhanlar, aklın gözleridirler. Burhanın kendisi dahi birer gözdür. Burhan mı daha kuvvetli görür, yoksa baş gözü mü? Gözlerimizin menzili (görüş alanı) ve ufku ne kadardır ki? Göz yalnızca çok uzağı değil, çok yakını da göremiyor. Akıl gözünün görüş alanı nereye kadardır? Birkaç programdır “bâtın gözü” dediğimiz şey de bundan başkası değil zaten. Aklî ve mantıkî burhan, aklın gözüdür. Akıl, hakikatleri burhanın gözüyle görür. Bunları kim görür? Nefs-i nâtıkamız. Mevlânâ’nın terennüm ettiği, “Ey nazar, bensiz görme, ey dil bensiz söyleme” beytinde geçen “ben” kimdir? Nefs-i nâtıkadır. O da Hakk Teâlâ’nın bir cilvesidir. Kalp gözüyle gören şey, “aklî ben”dir.

Dilin iki şa’nı ve boyutu söz konusu: Bunlardan birincisi, dilimizden dökülen sözcüklerdir. İkincisi ise, bâtının dilidir. Bazen insan zâhirde konuşmayabilir; ancak bâtınında kelimeler derya olur. Örneğin bir şeylere karar vereceğiniz zaman, kendi içinizde kendi kendinizle konuşursunuz, öyle değil mi? Bu, dilin bâtınî bir boyutunun olmasından ileri gelir. Anlamak da bir dildir. Siz bir şeyi düşündüğünüzde ya da anladığınızda da bâtınınızla (bâtınınızda) konuşursunuz. Dil hem okur hem de söyler. Buradan, dilin merhalelerinin ne kadar fazla olduğunu anlayabilirsiniz. Bunlar, insanın vicdanının derinliklerinden ve sırr-ı süveydasından başlayarak, zâhirî telaffuzumuza kadar uzanırlar. Yani lafız mertebesine inerler.

Lârîcânî: Mevlânâ aynı şiirin devamında insanın bir deri ve birkaç kemikten ibaret olduğunu, onu değerli kılan tek şeyin Dost’u gören bakışı olduğundan söz ediyor.

Dînânî: Evet, Dost’u görmek hem hakikati hem güzelliği hem de iyiliği görmektir. Her şey nihayetinde O’na ulaşıyor. Burada akıl ile aşk bir olurlar. Allah gani gani rahmet eylesin, Feyz gerçekten de söyleyeceklerini çok güzel bir şekilde söylemiş.

Lârîcânî: Feyz’in vurguladığı bir diğer şey de şu: Eğer insan, güzellikleri Hâlık’ının gözünden görürse, güzelliğin daha küçük bir tablosunu oluşturan mahlûkları da güzel görür. Bu gerçekten de çok güzel bir bakış açısı…

Dînânî: Öyle şeylerden söz ediyorsunuz ki, bunlar bizim cür’etle konuşamayacağımız şeyler… Söylediğinize ilaveten ben de Bâyezîd-i Bistâmî’den bir söz aktarmak istiyorum ve sonrasında bu konuyu geçelim: “Kendime Hakk’ın gözüyle baktım, helâk oldum.Kendime Sen’in nazarınla baktığımda ben artık ben değildim. Hakk’ın nazarıyla bakmak, fenâ makamıdır. İnsana da gereken bu gözlerdir lakin… Kendimize yine kendimizin gözünden bakarsak, Firavunlaşırız. Firavun ile Mûsâ’nın (a.s.) farkı buradaydı. Eğer varlığa Hakk’ın gözüyle bakarsak, o vakit her şeyin sulh içinde olduğunu görürüz. Tüm bu anlaşmazlıkların ve savaşların sebebi, bizim tefrikacı ve kesretçi bakışımızdır. Vahdetçi ve Hakkânî bir bakışı benimseseydik bunlar olmazdı. Hakk’ın gözüyle âleme bakarsanız, ondaki her şeyin Hakk’ın bir tezahürü olduğunu görürsünüz. Hakk’ın tezahürlerinde de herhangi bir çekişmeye ve sürtüşmeye rastlayamazsınız. Burada muhabbet, merhamet, safâ, iyilik, güzellik ve ebediyet vardır. O halde bizlerin bu bakış açısını benimsemesi gerekir. Buna ulaşmanın yolu tefekkür, tedebbür ve aklî seyr ü sülûktur. Seyr ü sülûkumuz akılcı olmalı… Bu yolda akıl dışında başka bir şeyi öncelemek, tehlikelerden başka bir şey doğurmaz. Ağızlarında sürekli bir “seyr ü sülûk” muhabbeti olup, bir yandan da akılcılığın anlamından habersiz olan pek çok cenah var; hatta onun esamesini dahi okumuyorlar. Bu insanların gerçekte “seyr ü sülûk” adı altında sadece kuruntularından ve vehimlerinden söz ettiklerine daha önceki birçok programımızda değinmiştim. Bu yol kıldan ince, kılıçtan keskindir. Sırât-ı müstakîm de budur. Akılcılık bir kenara itilip, bunun yerini vehimlere devrettiğinizde neler olabileceğini bir düşünün…

Lârîcânî: O halde akıl hakikati, güzelliği ve iyiliği tek bir yerde görebiliyor. Akıldan söz ettiğinizde bazıları akl-ı me‘âştan, araçsal akıldan söz ettiğinizi sanıyor.

Dînânî: Rasyonalizme matuf bir akılcılıktan söz etmiyorum. Benim sözünü ettiğim, kudsî akıldır. Bendeniz kudsî ve ilâhî akıldan başka hiçbir şeye inanmıyorum.

Lârîcânî: Evet, tüm mesele budur. Tam da bu bakış açısıyla çözülebilecek bir diğer sorunumuz da şefaat konusudur. Mesela İmam Rızâ’nın (a.s.) haremine gittiğimizde, onun kabrinin etrafını öpüyoruz. Eğer bakışımız irfânî ve hikemî olmazsa bu şüphe çözüme kavuşturulamayacaktır. Bu bakış açısıyla baksak, aslında öptüğümüz, onun kabrinin etrafındaki şeyler değildir.

Dînânî: Eğer bu insanların bir şeyleri anlamaktan nasibi olsaydı, şu okuduğumuz birkaç şiirle dahi doğru yolu bulabilirlerdi:

Her ne kadar öptüğüm duvar idiyse de,

Ben gerçekte duvarın sahibini öpüyordum

Bu diyarın duvarları, kerpiçleri, tuğlaları değil benim kalbimi çalan

Onu çalan, bu köyün sâkiniydi

Bunlar birer köprüdür. Hakikat değil, mecazdır. Bizim bunları esas alabileceğimiz nasıl düşünülebilir? Hakk’ın nurunun o zattaki (İmam Rızâ) yansımasıdır, bize o duvarları öptüren… Mesele bir taşı, çaputu, duvarı öpmek değildir ki! Âşık, duvar diye bir şey görmez ki… Diğerleri duvar olduklarından, gördükleri de ancak duvardan ibarettir.

Lârîcânî: Ne kadar şeffaf ifadeler… Dikkat etmeyi bilenler için, şefaat ve tevessül konuları bu titiz bakış açısıyla hallolmaktadır aslında.

Dînânî: Bazıları şefaatin anlamını gerektiği gibi kavrayabilmiş değil. Bu sözcük, vetr’in zıddı olan şef’ sözcüğünden türetilmiştir. Şef’ bir şeyle birleşmek, onunla iltisaklı olmak anlamlarına gelir. Yani siz, şefî‘ sayesinde Hakk’a vâsıl olursunuz.

Lârîcânî: Işığın güneşle ittisali gibi…

Dînânî: Ay’a ve Güneş’e muttasıl olmak gibi… Ay da Güneş’in ışığıyla aydınlanır ve aydınlatır. Güneş olmasaydı, Ay’ın da ışığı olmazdı. Bu kadar basit konular, nasıl anlaşılmıyor, anlayamıyorum doğrusu.

Lârîcânî: Çok güzel açıkladınız meseleyi üstad. Ziyadesiyle istifade ettik yine. Bu güzel açıklamalarla bendenizi de vecde getirdiniz.

Bir sonraki programda tekrar görüşmek dileğiyle, aziz üstadımızla birlikte hepinize Allah’a ısmarladık diyoruz. Hoşça kalın.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

https://www.youtube.com/watch?v=qr0Omr-qLMs&list=PLnkv67jnIKP1oDyt__FI2rF7grvHUMnIw&index=17

 



[1] Rahman Sûresi, 29. âyet