İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (16): Gerçek mutluluk aklî hazlardadır / Aklın yolculuğu sonsuzdur

İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (16): Gerçek mutluluk aklî hazlardadır / Aklın yolculuğu sonsuzdur
İnsanımız artık şunu bir anlasın: Kalp, aklın özüdür. Âkil olmayan bir kalp, bizim hiçbir işimize yaramaz. Genel itibariyle de, akıl olmaksızın diğer şeyler ne gibi bir anlam ifade edebilir ki? Bu gibi yanlış kabuller asırlar boyunca toplumumuzda yer edindi. Bilgi ve bilinç olmaksızın, varlığın da bir anlamı yoktur. Feyz’in “O, dur durak bilmez” şeklindeki ifadesi, aklın hiçbir durağının olmadığı anlamına gelir.

 

 

İnsanın İçgüdüleri ve Haz

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Aziz dostlarımızı, kıymetli izleyicilerimizi ve Marifet programının değerli takipçilerini saygıyla selâmlıyoruz.

Bugünkü programımızda Feyz-i Kâşânî’nin El-Hakâik’inden, hazzın tanımı ve mertebeleri hakkında bir pasaj seçtik. Muhterem üstadımızın konuyla ilgili açıklamalarından istifade etmeyi ümit ediyoruz.

Feyz-i Kâşânî şöyle söylüyor:

“Hazların en yücesi ve en üstünü, Hakk Teâlâ’nın marifetidir (Hakk’ı bilmektir). Bu hazdan mahrum kalan dışında hiç kimse, onu diğer hazların altında konumlandırmaz. İnsan kuvve ve içgüdülerin bir toplamıdır. Bunlardan her birinin kendine özgü hazları vardır. Bu hazlardan her birinin hedefi, hilkat ve tabiat esasınca, kendisiyle karıştığı/yoğrulduğu şeye ulaşmaktır. İntikamla yoğrulmuş olan gazap kuvvesinin hedefi, intikam almak, yemek kuvvesinin hedefi, yaşamı sürdürmenin, kendisine bağlı olduğu yiyecekleri elde etmek ve bunlara ulaşmaktır. Diğer kuvvelerin durumu da, anlattıklarımıza kıyasla bu şekildedir.”

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Merhum Feyz’in ele aldığı bu konu, daima bir tartışma ve araştırma konusu olagelmiş; aynı zamanda insanlık tarihinin başat meselelerinden birini teşkil etmiştir. İnsan, doğası itibariyle hazzı arayan bir varlıktır.  O halde bunca aranan ve peşinden gidilen “haz” nedir? Buna bir bakmak gerekir. Hazzın hakikatinin ne olduğu, üzerinde konuşmaya fazlasıyla değer bir konudur. İnsanların hazların peşinden gitmeleri doğal bir durumdur elbette ki… Bunda yadırgayacak bir şey yok. İnsan sonuçta yaşadığı hayattan zevk almak ister. Burada hemen şunu da belirtelim: Hazzın türleri ve kısımları vardır. Keza insanda da –tıpkı hayvanlarda olduğu gibi– envai çeşit kuvve bulunmaktadır. Feyz’in de belirttiği gibi, bunlardan her birinin kendine özgü hazları vardır. Gözlerin hazzı, güzel manzaralar görmek, kulağın hazzı hoş şeyler işitmek, koklama duyusunun hazzı, güzel ve hoş kokuları almaktır. Diğer tüm hazlar için de durum bu minvaldedir. Tabii ki, konu bunlarla sınırlı değil… Örneğin şöyle bir soruyu da sormak mümkün: İnsan niçin, lezzetli yemekler yemekten hoşlanır? Kulak niçin güzel sesleri işitmeyi sever? Hatta haz duymanın kendisi ne demektir mesela? Bu da bu bağlamdaki önemli felsefî sorulardandır. Bu konular hakkında pek çok farklı görüşün olduğunu söylemeden geçmemek gerekir.

Bazı büyükler, hazzı, “acının ortadan kalkması” olarak tanımlamışlardır. Örneğin Nâsır Hüsrev’in ifadelerine baktığınızda, onun “acının ortadan kalkması” şeklindeki “haz” tanımında ısrarcı olduğunu göreceksiniz. Bu tanıma bakarak, insanın her zaman ilk olarak acıyı mı deneyimlediğini [ve hazzın bunun ardından geldiğini] sorgulayabilirsiniz. Veya bu olmaksızın, genel olarak hazzın acıdan sonra geldiğini de düşünebilirsiniz. Tanımda sanki aslolanın “acı” olduğu şeklinde bir çıkarıma ulaşılmakta… Eğer tanımı dikkatlice irdeleyecek olursak, ondan anlaşılabilecek bağlamlar bunlardır. Buna dayanarak şunları iddia edebiliriz pekâlâ: İnsanın bir yemeği lezzetli bulması, açlığından dolayıdır. Yani o, bundan sadece aç olduğu [açlığın verdiği acının etkisiyle] takdirde lezzet alır. Tok bir insan yemek yemekten haz duyar mı? Hayır. Hatta bundan midesinin bulanması ve rahatsızlık duyması dahi mümkündür. Yazın şiddetli sıcağında soğuk su içmekten zevk alınır mesela, öyle değil mi? Eğer susamamış olsaydık [susuzluğun verdiği acı ve yoksunluk hissi olmasaydı], ondan bu lezzeti alabilmemiz mümkün olur muydu? Bu örnekleri bu şekilde çoğaltabiliriz. Dolayısıyla bu lezzetlerin öncesinde kişi için mutlaka bir acı, yoksunluk ve zorluk söz konusu… Bunların giderilmesiyle birlikte haz devreye girmiş oluyor.

Başka bir grup ise, hazzın, zorunlu olarak acının ve meşakkatin giderilmesini gerektirmediği görüşündedir. Örneğin çok yorulmuş bir kimseyi dikkate alalım: Onun birkaç saatliğine de olsa dinlenmekten zevk aldığını görebilirsiniz. Eğer yorgun olmasaydı, bundan bir haz duyamazdı belki… Uykusuz kalmış bir kimse derin uykudan haz duyar vs. Burada da yine örnekleri çoğaltmak mümkün. Sözünü ettiğim ikinci grup düşünür, bu örneklere bakarak, hazzın selbî değil, isbâtî olduğunu savunmuştur. Konuyla ilgili malumatın yeterli olduğunu düşünerek, burada daha fazla detaya girmek istemiyorum. Çünkü bu konular kolay anlaşılırlığının yanında, aynı zamanda karmaşıktır da… Burada söylemek istediğim, başka bir şey… Feyz’in de söylemek istediği şu aslında: Buraya kadar söylediklerimiz duyusal hazlar idi. Hayvanlar da bu söylediğimiz şeylerden haz duyuyorlar… Bunlar sadece insana özgü şeyler değildi. Cinsel içgüdüler ve şehvetin tatmini, bunların hepsi bir tür haz olup, insanlarla hayvanların ortak noktalarındandır.

Asıl sorumuz ise şu: Acaba “haz” dediğimiz şey yalnızca, giderildiği ve tatmin edildiği takdirde doyuma ulaştıran duyusal (yemek, içmek, dinlenmek gibi) şeylerden mi ibarettir, yoksa duyusal hazların dışında başka hazlar da var mıdır? Bu soruyla birlikte Feyz’in söylemek istediğine gelmiş oluyoruz aslında. Acaba aklî hazlar da birer haz mıdır, yoksa sadece yemek, içmek gibi şeyler mi haz olarak nitelendirilir? Güzel kokuların, yemeklerin ve manzaraların birer haz kaynağı olduğundan şüphemiz yok. Ancak bunların yanında bir de aklî hazlar da mevcuttur. Aklın hazzı nedir ve nasıldır? O, cehaleti giderdiği için mi, yoksa başka bir şey sebebiyle mi hazdır? Akıl anlamaktan haz duyar mı, duymaz mı? Eğer duyuyorsa bu, cehli giderdiği için midir, yoksa anlamanın kendisi bir haz olduğu için mi? Feyz-i Kâşânî, bu konulara işaret etmiş, ancak bunların felsefî boyutlarını açıklamamıştır. Anlamak haz mıdır, değil midir? Tüm düğüm burada… Anlamanın da türleri ve kısımları vardır: Bir şeyi deneysel, duyusal vd. kapsamlarda anlamak da anlamanın bir türünü oluşturur. Hatta görmek ve işitmek de…

Lârîcânî: Neticede, anlamak bir meçhulün (bilinmeyenin) keşfidir.

Dînânî: Bir meçhulün aklî keşfi mi daha haz vericidir, yoksa duyusal keşfi mi? Şu önümüzdeki duvarın ardında nelerin olup bittiğini bilmiyoruz. Bunları bilmek de bir tür hazdır; hatta bir tür duyusal-deneysel idraktir. Örneğin bir bilim insanının, laboratuvarda bir şeyleri keşfetmekten zevk duyması gibi... Aklî haz – elbette akl-ı mahzın (mutlak akıl) hazzını kastediyorum – deneysel hazdan daha yüksek mertebededir. Deneyin olduğu her yerde aslında akıl da vardır. Akıl olmaksızın deney ve deneyim yoktur.

Lârîcânî: Esasında deney, aklın bir aracıdır.

Dînânî: Evet. Veya aklın en azından deneyle birlikte olduğunu söyleyebiliriz. İçsel ve dışsal olarak neyi duyumsarsanız duyumsayın, akıl mutlaka o duyumsadığınız şeyle birliktedir. Ancak öyle yerler de vardır ki, burası artık akl-ı mahzın (saf aklın) kendisidir ve burada duyusal bir deneyin söz konusu olması mümkün değildir. Dokunma ve görme vd. duyularının, teleskop ve mikroskopların hükmedemeyeceği bir alandan söz ediyoruz… Burası akıl ve istidlâl makamıdır, bir makûlden başka bir makule gitmektir. Burhanın öncüllerinden sonuca gitmektir. Buraya “deney, duyu vd.” diyebilmek mümkün değildir. Aklî haz diye bir şey kesin olarak vardır. Biraz önceki sorumuzu tekrarlayalım: Acaba aklî haz, cehli giderdiği için mi hazdır, yoksa tek başına (bağımsız) bir haz olduğu için mi? Tabii ki, her anlama edimi bir tür ref-i cehldir. Eğer anlamak, bilgisizliğin giderilmesi ise bu durumda anlamak sonlu mu olacaktır, yoksa sonsuz mu? Her ne kadar, insanın anlaması, bilfiil sonlu ise de, bilkuvve olarak sonsuz olabilir. Burada evliyâ ve enbiyanın anlayışını temel almıyorum; o apayrı bir konu. Burada onların dışındaki insanları kastediyorum. İnsan, bilkuvve olarak sonsuzca anlayabilir. Niçin, çünkü cehl de sonsuzdur. İnsanın bildikleri mi daha fazladır, bilmedikleri mi?

Lârîcânî: Bilmedikleri…

Dînânî: Eğer bilmediklerimiz daha fazla ise, buradan cehlin ne kadar sonsuz olduğunu pekâlâ kavrayabiliriz, diye düşünüyorum. Kur’ân-ı Kerîm’in şu âyetinin ne kadar muazzam olduğuna bir bakınız: Size ilimden pek az şey verilmiştir.[1] Sadece şu âyet üzerinde bile düşünsek, mesele o kadar net olacak ki… Burada tüm insanlara sesleniyor Hakk Tebârek ve Teâlâ… “Siz ne biliyorsunuz ki?!” diyor adeta. Burada bize “verilen” ilmin, sonradan “öğreneceklerimiz”den daha az olduğu vurgulanıyor. Bu ne anlama geliyor? Varlığın kendisinin ve sırlarının sonsuz olduğu anlamına...

Her halükârda anlamak, haz verir.

Lârîcânî: Evet üstad. Hazları duyusal ve aklî olmak üzere iki gruba ayırdınız. İçgüdülerimizden ve kuvvelerimizden her biri, ihtiyaç duyduğu şeye ulaştığında doyuma ulaşır ve bu aşamadan sonra artık o şeyden haz almamaya başlar. Bazıları, “terk etme”nin kendisi bir haz olarak telakki edildiği takdirde, asıl hazzın bu terk ediş olduğunu da söylemiştir.

Bir diğer sınıflandırma, Feyz’in de işaret ettiği üzere hazların kuvve ve içgüdülere göre taksim edildiği sınıflandırmadır. Akıl da nefsin kuvvelerinden biridir. Bana kalırsa akıl, bir şeye eriştiğinde, o şeye ulaşmazdan önceki hazzın aynısını duyamaz artık. Bu durum diğer kuvveler için de geçerli elbette. Burada aslında hazzın hakikatine ve gerçek hazza işaret etmek istedim naçizane.

Dînânî: Çok güzel bir konuya değindiniz. Burada sadece söylediğiniz şu cümleyi düzeltmek istiyorum: Lütfen aklı, nefsin kuvvelerinden biri saymayalım; tam tersine, nefs, aklın mertebelerindendir. Bu, tüm dünyanın içine düştüğü yanılgılardan birisi… Akıl, kuvve değildir. Akıl, dört kısımdır. Evet, akl-ı bi’l-kuvve de var. Diğer üç kısım ise akl-ı bi’l-meleke, akl-ı bi’l-fiil ve akl-ı bi’l-müstefâddır. Akl-ı bi’l-müstefâd, kuvve değildir. Nefsin kemâlinin zirvesi, akıldır. Kuvve mi daha üstündür, kuvveye sahip olan mı (zi’l-kuvve)?

Lârîcânî: Kuvveye sahip olan…

Dînânî: Eğer akıl, kuvve olursa, nefs de zi’l-kuvve olacaktır. Akıl mı daha üstün, yoksa nefs mi?

Lârîcânî: Akıl.

Dînânî: Bu durumda, akıl nasıl nefsin kuvvesi olabiliyor? Bir şeyin kuvvesi, o şeyin kendisinden üstün olabilir mi? Sizin kuvveleriniz sizden üstün mü?

Lârîcânî: Manevî rütbeleri üstün değil.

Dînânî: Şu an manevî bir rütbeden değil, akıldan söz ediyoruz. Siz, kuvvelerinizden daha üstünsünüz. Eğer akıl, nefsin kuvvesiyse, bu durumda nefsin ondan daha üstün olması gerekir. Oysa ki durum böyle değildir. Nefsin en yüce mertebesi akıldır.

Evet, burada güzel bir konuya değindiniz: Kemâline ulaşan her şey, bir süre sonra bıktırır. Örneğin insan heyecanlanmayı çok seven bir varlık. Bir futbol müsabakasında insanların ne kadar heyecanlandığına mutlaka şahit olmuşsunuzdur. Nitekim bu heyecan zirveye ulaştığında, bir müddet sonra usandırıcı olmaya başlar. Heyecan bile insanı bıktırabiliyor. Bu hazlarda sürekli zirveyi zorladıkça, artık bundan daha öte bir yerin olmadığını görür ve bıkmaya başlarsınız. Tüm duyusal kuvvelerin görüp görebileceği en son nokta budur. Tatma duyusu, siz karnınızı doyurana kadardır. Ondan sonrasında, çok sevdiğiniz bir şeyi yemekten bile usanırsınız.

Buradan şuna varmak istiyorum: Acaba aklî hazzın zirveye ulaşıp da kişiyi bıktırdığı bir yer var mıdır? Hayır. Burada aklın yorgunluğu ya da sıkılganlığı gibi bir şey söz konusu değildir. Bilginin, bilincin ve aklın zirvesi neresidir? Hakk Tebârek ve Teâlâ’dır. Burada sıkılmaktan söz edilebilir mi hiç? Zirvesi usandırıcı olmayan tek haz, aklî hazdır. Feyz de burada bunu söylemek istiyor.

Lârîcânî: Üstad burada bir soruyu, biraz daha farklı şekilde sormak istiyorum: Hazzın kaynağı nedir? Eğer bu kaynak duyusal ise, biraz önce örneklendirdiğimiz gibi, kuvvelerimiz arzu ettiklerine ulaştığı takdirde yeterli doyuma ulaşacaklardır. Hatta bu aşamadan sonra onlar haz bile sayılmayacaktır. O halde hazzın kaynağını, duyunun dışında başka bir şeyde aramak gerekir. Bazıları hazzın kaynağını ruhun derinliklerinde arıyor. Mesela eskiden çok psikoloji kitabı okurdum, yine Hıristiyanlığa dair pek çok teolojik kitap da okudum. Bu eserlerde söz konusu hazların kaynağı, insanın ruhuna nüfuz eden inançların bir yansımasında, yani onun vücûdî boyutunun dışında aranıyordu. Sonuç olarak herkesin hazlar konusunda kendine özgü bir itikadı var… Siz de aklın, daha alt mertebedeki duyusal hazlara kaynak teşkil edebileceğini belirttiniz.

Feyz-i Kâşânî’nin de bu konuya çok güzel bir işareti var:

Hazzı olan her bir kuvvenin, kalpte de bir kuvvesi bulunmaktadır. Bu, kendisinden bazen ‘imanın nuru’ veya ‘yakîn’ olarak da söz edilen ‘bâtınî bakış’tır. Eşyânın hakikati bu içgüdü vasıtasıyla idrak edilir. Bu içgüdü, mezkûr bilgiye [ulaşmaya] meyillidir. O dur durak bilmez. Bu alandaki bilgi ve bilinç arttıkça rubûbî sıfatlar, bunların kemâli ve zirvesi sülûk edilir ve bu seyir hiçbir zaman son bulmaz.

Dînânî: Evet, bunları birçok programda dile getirmiştim: Kalp aslında akıldır. Burada kültürümüze kuvvetli bir şekilde yerleşen ve üzerinde çok az düşünülen bir şey var. İnsanlar bunu ister kabul etsinler ister etmesinler, bendeniz belirtmeyi elzem buluyorum: Âkil olmayan bir kalp akimdir (kısırdır).

Lârîcânî: “Bâtın bakışı” dediğimiz şey de akıldır zaten.

Dînânî: İnsanımız artık şunu bir anlasın: Kalp, aklın özüdür. Âkil olmayan bir kalp, bizim hiçbir işimize yaramaz. Genel itibariyle de, akıl olmaksızın diğer şeyler ne gibi bir anlam ifade edebilir ki? Bu gibi yanlış kabuller asırlar boyunca toplumumuzda yer edindi ve insanlar da bunları hiç sorgulamadan kabul etti. Bilgi ve bilinç olmaksızın, varlığın da bir anlamı yoktur. Feyz’in, biraz önce okuduğunuz pasajda geçen, “O, dur durak bilmez” şeklindeki ifadesi, aklın hiçbir durağının olmadığı anlamına gelir. O hiçbir yerde saplanıp kalmaz, yerinde saymaz. Akıl, insana her zaman gidilecek menzilleri bildirir. Yani bu mertebelerin bir sonu yoktur. Yerinde saymak, acizlik belirtisidir. Âriflerin ifadesiyle, akıl, “sâlik”tir. Sülûk, yerinde saymak değil, hareket etmek demektir. Gerçek sâlik kimdir?

Lârîcânî: Akıldır.

Dînânî: Akıl, fıtratı icabı sâliktir. O durmayı bilmez. Kendi acizliğinin farkındadır ve bunu yine kendisi fark eder. Onun acizliğini ondan başka anlayacak yoktur. Akıl dışında hiçbir şey kendi acizliğinin farkında değildir. Akıl dışındaki tüm kuvvelerin duracağı belli bir nokta vardır. Bu dünyada bir gün son bulmayacak hiçbir şey yoktur. Akıl durmadan ilerler, düşse de –ve hatta bazen yanılsa da– yine de doğrulup yoluna devam eder. Buradaki tüm haz, aslında yolculuğun kendisindedir.

İnsan daima şu üç şeyi ister: Haz, mutluluk ve ideal… Bir arzusu ve ideali olmayan hiç kimse yoktur. Bu idealler insanların sayısı kadardır ve kişiden kişiye değişkenlik gösterir. İdealist olmak hayvanlara değil, insanlara özgü bir şeydir. Hayvanlarda bir ideale rastlayamazsınız; onların tüm amacı içgüdülerini tatmin etmektir. Bu içgüdülerinin tatmini onun için hayatı boyunca yeterlidir. Peki, insanın bu kadarıyla yetinebilmesi mümkün müdür? Kesinlikle hayır. Onun içgüdüleri tatmin olsa dahi, bu kez de ulaşmak istediği ideallerine yönelecektir. Dünyadaki tüm imkânları insanın önüne serseniz, bu sayede onu pek çok açıdan tatmin edebilirsiniz belki; ancak ulaşmak istediği ideallerinden vazgeçiremezsiniz.

Günümüzde birçok şeyin fabrikalarda üretildiğini biliyoruz. Bu üretimin bir sonu var mı yok mu?

Lârîcânî: Var.

Dînânî: Tüm bu üretimler, insanın ihtiyaçlarını sonsuza kadar karşılamayı temin edebilir mi? Hayır. Günümüzün onca imkânına rağmen, insanın heves ve arzuları doyuma erişebiliyor mu? Hayır.

Biraz önce saydığımız üç şeyin (haz, mutluluk ve ideal) bazen tek bir şey (aynı şey) olabilmesi – yani tek bir şeyde bir araya gelmesi – mümkündür. Elbette ki, bunun tersi olarak birbirlerinden ayrı da olabilirler. İnsanın peşinde koştuğu bu ideal, bazen kutsal ve manevîdir. Bazılarının ideali epiktir. Onlar, bir şeylerin kahramanı olmak isterler. Bazıları ise dünyada herhangi bir alanda (futbol, sinema, müzik, edebiyat vd.) sivrilmek ve bir numara olmak ister. Bazı ideallerde kahramanlığın, kutsallığın ve maneviyatın bir arada olması mümkündür. Örneğin, bunları bir araya getirenlerin başında Firdevsî gelmektedir. O, insanın epik ideallerini fütüvvet olarak adlandırmış, kutsallığı kahramanlıkla birleştirmiştir. “Fütüvvet” sözcüğü “fetâ”dan türetilmiş olup, “yiğitlik” anlamına gelmektedir. Bir yiğit hem kutsal hem de kahramandır. Kahramanlığın, kutsiyetin halesine sahip olması gerekir. Mutluluk ise bu ideallere ulaşmanın kendisidir. Aklî haz bunlara erişmektir. Programın başında da belirttiğim gibi, hazzın ne olduğu sorusu felsefenin en temel sorularından birini teşkil eder.

“Mutluluk” hakkında da pek çok tanım yapılmıştır. Bazılarına göre o, arzulara erişmek ve içgüdüleri tatmin etmektir. Bir diğer görüş de insanın mutluluğunun evrenin varlıksal kanunlarına uymaya bağlı olduğunu savunur. Peki, bu iki durumdan hangisi daha güzeldir? İçgüdülerin tatmini mi, yoksa varlığın kanunlarına uyarak yaşamak mı? Tabii ki ikinci görüş… Bizler yalnızca varlığın kanunlarına uygun yaşadığımızda mutlu oluruz. Bir başka görüş de insanın mutluluğunun, sadece Hakk’ın rızasına nail ve Kâdir-i Mutlak’ın iradesine tâbi olduğu yerde söz konusu olacağı görüşüdür. İşte gerçek haz budur. Feyz’in söylediği şey, amiyane anlamdaki hazzın çok ötesinde bir şeydir. Burası tüm isteklerimizin, aklın isteklerinde ve Hakk’ın rızasında özetlendiği yerdir. İsteklerimizin Hakk’ın rızasına uygun olması mı daha yüce bir şey, yoksa şehevî arzularımıza veya tabiat kanunlarına uygun olması mı?

Lârîcânî: “Onlar Allah’tan, Allah da onlardan razı olmuştur.[2]

Dînânî: Hakk’ın rızasına uyduğunuzda hem âlemle hem de kendinizle uyumlu olursunuz. Sadece bununla da kalmaz, uyumun ve ölçünün kendisi olursunuz.

Lârîcânî: “Hem razı olunan (râdiye) hem de razı olunan (merdiyye)…[3]

Dînânî: Bu âyet, kişinin isteğinin Rabbinin isteğiyle bir olduğunun bir özetidir.

Lârîcânî: Bazıları refah düzeyinin yükselmesini hazza erişmek addediyor. Gerçekte bu kimseler yanlış yoldan gittiklerinin farkında bile değiller.

Dînânî: Bizler dış dünyayla, beş duyu organımız vasıtasıyla temas kuruyoruz. Tüm dışsal isteklerimiz yerine geldiğinde, bununla her şeyin bittiğini mi sanıyoruz? Hayır, asla. Tam tersine bundan sonrası iç dünyayla yolculuğumuzun başladığı yerdir. Yediğinizde, içtiğinizde, cinsel ihtiyacınızı giderdiğinizde vd. bu sonlu ihtiyaçlardan sonsuz ihtiyaçlara gelecek sıra… Bunların hazları, sözünü ettiğimiz bu hazzın (=aklî haz) yanında hiçbir şeydir. Çünkü bu mertebede istekler artık aklî bir hüviyet kazanmıştır… Marifetin peşinden koşar, âlemle uyumlanırsınız. Bu aşamada iken, istekleriniz Hakk’ın rızasına ve isteklerine paralel olur ki, Feyz’in işaret ettiği husus da budur. İsteklerinizin Hakk’ın istekleriyle buluştuğu yerde, artık sizin ne eksiğiniz olabilir ki? Mutlak saadet ve rıza buradadır.

Lârîcânî: O halde şöyle bir netice çıkarıyoruz sanırım üstad: Gerçek hazlar insanın derûnundadır ve bunlara ulaşmak akıl veya kalp yoluyla mümkündür. Maksad, Hakk Tebârek ve Teâlâ’nın rızasıdır. Âşığın, artık sadece maşukunu istediği makam yani… Çünkü aşkta bir hareket ve sülûk vardır. Bu konulara daha önce işaret etmiştik.

Dînânî: Evet, hatırlıyorum. Muasır şairlerimizden Şehriyâr’ın şöyle güzel bir beyti var:

Ey gül! Ben, Sen’inle vuslattayken bile aşkından ateşteyim,

Âşık olmadıkça ne çektiğimi bilemezsin

Yani O’na kavuşacak olsa bile bu aşk ateşinin sönmeyeceğinden bahsediyor Şehriyâr.

Lârîcânî: İnsan bu yolda ne kadar zorluk, sıkıntı, belâ ve musibet görürse görsün, bu ona yine de haz verir. Bunlardan bile zevk alacak bir noktaya ulaşır.

Dînânî: Sonuç itibariyle tüm içgüdüler, hevesler ve insanî kuvveler zirvelerine ulaştıklarında –yani heyecan zirveye ulaştığında; “heyecan” konusuna burada bir kez daha vurgu yapmak istiyorum– bundan sonrası artık kişi için bıktırıcı olur. Hiçbir zaman bıkkınlık vermeyecek tek şey, aklî hazdır. Siz hiçbir zaman aklî bir hazzın ardından bir bıkkınlığın geldiğine şahit olmazsınız. Çünkü bu haz, Hakk Tebârek ve Teâlâ’ya ve sonsuza uzanır.

Lârîcânî: Zaten akıl da mutlak hakikatin peşindeydi.

Dînânî: Çünkü akıl, bir yoldur.

Lârîcânî: En yüce hazzın marifetullah olduğu boşuna söylenmemiş…

Üstad, Feyz-i Kâşânî ikinci bölümde hazzın güzellikle ilişkisine değiniyor. Burada hazzın son bulmama sebebinin, Maşuk’un güzelliğinde mahvolmak olduğundan söz edilmiş ki, bildiğimiz üzere güzellik de zaten sonsuzdur. Güzelliğin bir sınırı yoktur. Bunu bir sonraki programımızda işleriz inşallah.

Burada Feyz ayrıca şunlara değinmiş:

Elbette ki ilim tarım, terzilik ve bunun gibi yeteneğe bağlı işler de haz verir. Siyaset ve vatan sevgisi gibi konularda da bir yere kadar haz mevcuttur. Nahiv, şiir, edebiyat gibi ilimler de hazdır. Kıyamet, melekler, melekût vd. da hazdır. Evet, her ilmin hazzı, o ilmin şerifliğidir. Her ilmin şerifliği, onun konu edindiği şeyin şerifliği kadardır. En kâmil, en şerif, en üstün, en aziz konusu olan ve aynı zamanda hazzı hiçbir zaman son bulmayan tek ilim, Hakk Teâlâ’yı bilmektir.

Dînânî: İlimlerin farkını onların konularında gören kadim düşünürlerimiz, her ilmin değerini onların konularıyla biçmişlerdi. Günümüzde ise bu durumu, bilimlerin yöntemi belirlemektedir. Bir ilmin konusu ne kadar değerliyse, o konu etrafında şekillenen maarif de o kadar değerlidir. Ancak Hakk Teâlâ’nın konu olduğu bir ilmin değeri  -ki O, Mutlak Varlık’tır– sonsuzdur. Bir nahiv âlimi için kelimeler irab ve bina bakımından ne kadar haz vericidir, öyle değil mi? Bazıları, nahiv ilmine vâkıf olmanın, kişiye bir kendini beğenmişlik ve gurur hissi verdiğinden söz ederler. Mevlânâ’nın bununla ilgili bir kıssası da var hatta. Bir nahiv bilgini gemiye biniyor. Oradakilere ilmiyle övünürken, bir taraftan da sorular soruyordu. Hiçbirinin nahiv bilgisinin olmadığını görünce, onlara “Sizin tüm ömrünüz boşa geçmiş” diyordu. Bir süre sonra, denizde fırtına başlıyor ve dalgalar gitgide tehlikeli bir hal almaya başlıyor. Nahiv bilgini korkusundan geminin bir köşesinde kıvrılıyor. Ona yüzme bilip bilmediğini soruyorlar, o da cevaben bilmediğini söylüyor. O sırada ona tüm ömrünün boşuna gittiğini söylüyorlar.

Lârîcânî: Nahvi değil, mahvı bilmek gerekir.

Çok güzel bir konuydu her zamanki gibi, üstad. Programımızın sonuna yaklaştık. Bilgilerinizden yine ziyadesiyle istifade ettik. Sözünü ettiğim başlığı da bir sonraki programımızda işleriz inşallah.

Bir sonraki programda tekrar görüşmek dileğiyle, aziz üstadımızla birlikte hepinize Allah’a ısmarladık diyoruz.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=BQsMDJMXU3A&list=PLnkv67jnIKP1oDyt__FI2rF7grvHUMnIw&index=16&t=5s

 

 



[1] İsrâ Sûresi, 85. âyet

[2] Beyyine Sûresi, 8. âyet

[3] Fecr Sûresi, 28. âyet