İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (9): İnsân-ı Kâmil ve Mutlak Kemâl

İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (9): İnsân-ı Kâmil ve Mutlak Kemâl
En büyük istidat insana ait iken, diğer taraftan sonsuz (ya da en büyük) fiiliyet de, Hakk Tebârek ve Teâlâ’ya aittir. Dolayısıyla Mutlak Kemâl olan Hakk’ın kâmil ifâzesi (feyz verişi) nereye nazil olur? Mutlak istidada, yani insân-ı kâmile… Mutlak istidat kime aitti? Nasıl ki Hakk Teâlâ mutlak fiiliyet ise, insan da mutlak istidattır. İnsân-ı kâmil kimdir? Hz. Hatmî Mertebet (s.a.a.)

 

 

Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Kıymetli izleyicilerimizi, dostlarımızı ve Marifet programını daima samimi bir şekilde takip eden sevgili seyircilerimizi saygıyla selâmlıyoruz.

Bugün El-Kelimâtu’l-Meknûne’den, nübüvvet ve velâyete işaret eden bir pasaj seçtik. Yine bu pasajda da üstadımızın, sırları çözecek açıklamalarından faydalanmayı ümit ediyoruz.

Feyz-i Kâşânî, şöyle söylüyor:

İnsân-ı kâmil ya nebi ya da velidir. Hem nübüvvetin hem de velâyetin iki itibarı söz konusudur: 1) Itlak itibarı (yani her kayıttan bağımsız olmak), 2) Mukayyed itibarı. Bu iki itibarı âmm (genel) ve hâss (özel) olarak nitelendirmek de mümkündür. Bununla birlikte nebi, beşer türündendir: “Ben de sizin gibi bir beşerim.”[1] Bu itibarla mutlak nübüvvet, ezelden hâsıl olan ve ebediyete kadar süren hakiki nübüvvet olup, bu yol üzerinden tüm insanlarla irtibat kurmak olasıdır.”

Burası çok önemliydi. Sanırım, “Ben de sizin gibi bir beşerim” âyetinin anlamını açıklamaya çalışıyor.

Nebi, tüm varlıkların zât ve mahiyetlerindeki istidatları bilir. Mutlak nübüvvet makamı zatî bir bildiri, hakiki ve ezelî bir talim ya da rubûbiyyet-i uzmâ (yüce rubûbiyyet) ve saltanat-ı kübrâ (büyük saltanat) makamıdır. Aynı şekilde mutlak nebi, varlıkların istidat diliyle talep ettiği tüm hakları onlara tam olarak bahşeden kimsedir: Onlara iyice açıklasınlar diye, her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik.[2]

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Feyz-i Kâşânî’nin buradaki tüm açıklamaları “Onlara iyice açıklasınlar diye, her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik” âyetinin bir tefsiri aslında. Okuduğunuz bu pasajda, açıklanması gereken pek çok konu var. Bunlardan biri “resûl”ün anlamı, diğeri söz, dil ve sonuncusu ise “insân-ı kâmil”dir. “İnsân-ı kâmil” ve “kemâl” ifadelerini birilerinden hep işitiyoruz. Ancak bu kimselere “kemâl”in ne demek olduğunu sorsanız, büyük bir kısmının doğru bir cevap verebileceğini sanmıyorum. Zahir itibariyle “kemâl”, kendisinde noksanlık bulunmayan şeydir. Nitekim noksan olan şey, kemâlden yoksun demektir. Bu âlemde, bir noksanlığının olmadığı bir varlığa rastlamak mümkün mü? Hayır. Kendisinde hiçbir noksanlığın bulunmadığı varlık, Kemâl-i Mutlak’tır. Kemâl-i nisbîyi herkes idrak edebiliyor. Örneğin, filan şeyin bir başka şeye nispetle daha kâmil olduğu söylendiğinde, burada nisbî kemâlden söz edilmiş olur. Örneğin bitkiler, cansız varlıklara (cemâdât) nispetle daha kâmildir. Peki, mutlak kemâli nasıl anlayacağız? Eğer Mutlak Kemâl olmasaydı, nisbî kemâlden söz edilebilir miydi? Yani, Mutlak Kemâl olmadıkça, “daha kâmil” olmanın bir anlamı olabilir miydi? Hayır. Esasında şunu sormamız gerekirdi: Eğer bu âlemde “insan” denen varlık olmasaydı, “kemâl” bir anlam ifade eder miydi? “Kemâl” insan ile ilgili bir kavramdır. “İnsân-ı kâmil” ne zaman kâmil olur? Tüm hadler ve kayıtlar ortadan kaldırıldığı zaman… Süregelen asırlar boyunca, ilk çağlardan şimdiye dek, her insanın bu âlem hakkında bir tasavvuru mevcuttu. Ancak gerçek şu ki, evren ve evrendeki şeyleri tanıyabilmek hiçbir dönemde şimdiki kadar mümkün olmamıştır. Günümüz insanının evren hakkındaki algıları ve bilgileri, bundan birkaç yüz yıl önce yaşayan insanlarınkiyle aynı değildir. Örneğin günümüzde teleskop diye bir alet var ve kişi bu sayede kendisinden milyarlarca yıl uzaklıktaki gök cisimlerini görebiliyor. Bunun tersi olarak, mikroskop ile de maddenin en küçük parçacıklarını görebilme imkânına erişiyor. Ellerindeki tüm imkânlara rağmen bu kimselere, evreni kâmil bir şekilde görüp görmedikleri sorulsa, cevapları ne olurdu sizce? Şu ana kadar evrende gördükleri, gelişmiş cihazlarla müşahede ettikleri, matematiksel hesaplamalarla ulaştıkları birtakım şeyler, göremedikleri ve görmelerinin de mümkün olmadığı şeylere nispetle oldukça azdır. Örneğin şimdiki teleskopların kapasitesinden bir milyon kat daha gelişmiş bir teleskopun icat edildiğini varsayalım, bu durumda ne olurdu? Yine de her şeye tam olarak erişilemezdi. Bakınız, evren hâlâ bir meçhul olarak kalmaya devam ediyor. Evren niçin hâlâ bir sır küpü? Çünkü insanın kendisinin de, henüz o nispette kendisini tanıyamadığı için… Günümüzde evrenin sürekli olarak mekanik terimlerle tanımlandığını görüyoruz. Örneğin evreni, tüm varlıklarıyla birlikte büyük bir makine olarak tasavvur ediyorlar. Burada şunu sormak isterim: Acaba evren, büyük bir makine midir, yoksa düşünce midir? Düşüncedir. Evreni hâlâ tek hücreli bir canlıya, moleküle, zerreye ya da Big Bang’in bir sonucu olarak vücûda gelen bir yapıya benzetmeye devam ediyorlar. Onlara göre dünya ve diğer gezegenler, “tesadüfen”(!) vuku bulan o büyük patlamanın ardından, uzayın sürekli olarak genişlemesinin sonucunda vücûda gelmiştir. Bildiğiniz üzere bu evrenin dili sükûttur. Uzayda canlı bir varlık da bulunmamaktadır. Canlı varlık sadece bu dünyada mevcuttur. Evren, insanlarla konuşmaz. Onun bu sükûtu bizleri hayrete sürüklemektedir. Bazıları, “şuur” dediğimiz şeyin, bu evrende yaşayan tek şuurlu varlık olarak insana özgü olmasına şaşırıyorlar. Acaba tüm bu galaksiler vd. şuuru var etmek için mi oluşmuşlardır, yoksa şuur hepsinden önce vardı da, bunlar mı sonradan meydana gelmişlerdir? Bunların hepsinden önce şuur (bilinç) vardı. Bizler bu konuda onlardan farklı düşünüyoruz. Onlar bugün bilinci, bu sonsuz âlemin bir ürünü olarak görüyorlar. Oysa gerçek şu ki, bu evren bilincin eseridir. Onların bu iddiaları Big Bang teorisine dayanıyor ve üstelik buna bir de “tesadüf” sözcüğünü ekliyorlar. İşte onlarla ihtilaf ettiğimiz konu da bu sözcük: “Tesadüf.” Bu âlemdeki hiçbir şey tesadüf eseri meydana gelmiş değildir. Eğer evren bir şuur üzereyse, artık tesadüf diye bir şeyden söz edilemez. Evrendeki her şey ölçülü ve düzenlidir.

İnsanın ufku ne kadar genişlerse genişlesin, yine de sınırlıdır. İster teleskop kullansın, ister daha gelişmiş cihazlar, fark etmez. “Ufuk”, görülebilen en uzak noktayı ifade eder. Peki, burası gerçekten de en son nokta mıdır, yoksa böyle değil de, tam tersine sizin görebildiğiniz en son yer midir?

Lârîcânî: Benim görebildiğim son noktadır.

Dînânî: Sizin bakış açınız ne kadar genişlerse, ufuk da bir o kadar genişler. O halde evren, bizim anlayışımız kadardır. Dünyamız, “anlayabildiğimiz” dünyadan ibarettir. Bu nedenle kişilerin “dünya”ları birbirinden farklılık arz edebilir. Evet, belki ortak noktalara rastlanabilir. Ancak ne kadar benzerlik olursa olsun, iç dünyamız farklıdır her şeyden önce. Evren bizimle, bizim onunla uyumlu olduğumuz kadar uyumludur. Bugün pek çok kişiden isyan ve şikâyet ve bâbında, “Dünya yüzümüze gülmüyor”, “Güzel şeyler bir türlü bizi bulmuyor” gibi sözler işitiriz. Eğer siz evrene cefa ederseniz, o da size cefakâr olacaktır. Siz ona güler ve onunla uyumlu olursanız, o da size güler. Evrenin sizi kucaklayabilmesi, sizin onu geniş bir şekilde anlayabilmenizle alâkalıdır.

Lârîcânî: Üstad, sanırım burada şöyle bir soru sorulabilir: İki felsefî incelik söz konusu bu anlattıklarınızda. Bunlardan birincisi, insanın dünyası kendi ufku kadardır. Nasıl ki, bir elmanın içindeki kurdun tüm dünyası, yeri ve göğü o elmanın içi kadarsa, bizim durumumuz da tıpkı o elma kurdu gibidir aslında. İkincisi ise, “cihan” (evren, kâinat) sözcüğü Farsça “cehîden” (sıçramak, atlamak) kökünden türemiş. Bizim buradan nereye sıçramamız gerekir? Bu dünyanın bizden talep ettiği şey nedir? Burada bulunuşumuzu, istidatlarımızın kemâline doğru bir yolculuk olarak telakki edebilir miyiz?

Dînânî: Tabii ki telakki edebiliriz. Burada sözlük bilgisine dayanarak “evren” hakkında böyle güzel bir çıkarıma varmanız da çok değerliydi. Bizler daha önce bu programda, Farsçada “ruh” anlamına gelen “revân” sözcüğü hakkında da benzer bir çıkarıma varmıştık. “Revân”, giden, gidici gibi anlamlara geliyor. “Cihan” niçin bir sıçrayıştır? Ruhumuz, giden/gidici olduğu için… “Cihan” bir sıçrayış olduğu için mi ruhumuz yol almakta, yoksa ruhumuz yol aldığı (gittiği) için mi cihan bir sıçrayıştır?

Lârîcânî: Ruhumuz yol aldığı için…

Dînânî: Yani ortada, yerinde saymak diye bir şey yoktur. Evren sürekli bir akış ve hareket halindedir. Evren nereye akıyor ve bizlerin nereye gitmesi gerekiyor? Çok güzel bir soru sordunuz gerçekten. Bu âlemde bir maksadı, varacağı yeri olmayan bir hareket gösterebilir misiniz? Nehirde akan bir su dahi, maksatsız mı ilerliyor, yoksa bir yere varmak için mi? Bir yere varmak için… Her gidenin bir yönü ve varacağı bir menzil vardır. Bu maksat neresidir? Sonsuz hareket halindeki bu varlıklar amaçsızca mı ilerliyorlar, yoksa bir yere varmayı mı hedefliyorlar? Bu sonsuz hareket ve ilerleyişler bir yere varmazsa, bunların hiçbir anlamı olmayacaktır. Vahdet, her şeyin kendisinden başladığı şeydir. Her şey vahdetle başlamakla kalmaz, aynı zamanda yine ona varmayı amaçlar. Eğer hareket ve kesret vahdetten başlıyorsa, bunlar yine kesrete mi varıyorlar, yoksa vahdete mi? Vahdete varıyorlar. Her şeyin başlangıcı ve aynı zamanda sonu olan o vahdet, Feyz-i Kâşânî’nin bu pasajlarda açıklamaya çalıştığı Mutlak Kemâl’in kendisidir. Vahdetten ayrılan kesret, iç içe geçmiş türlü hicapları ve kayıtları aştıktan sonra yeniden o mutlak vahdete varıyor. Bu sırada, sonsuz sayıda kaydı ve hicabı geride bırakıyor. Mutlak, her zaman bir kayıtla zahir olur. Siz hiçbir zaman mutlağı olduğu gibi göremezsiniz. Neyi görürseniz görün, o kaydın kalıbında tezahür etmiştir. Mutlak size kendisini her zaman mukayyedin kalıbında gösterir. O size kendisini hem gösterir hem de göstermekten kaçınır. Sonunda nereye varıyor her şey? Mutlak olana… Kemâl-i Mutlak olan, O’dur. Pasajda geçen “talim” de bu aşamada ortaya çıkar: Âdem’e isimlerin tamamını öğretti.[3]

Lârîcânî: Bir başka soru da şu: Acaba bu kemâli benim istidadım mı talep ediyor, yoksa O Kemâl-i Mutlak mı bende bu istidadı meydana getiriyor?

Dînânî: Siz hem Kemâl-i Mutlak’tan geldiniz hem de yine O’na doğru gidiyorsunuz. Hem fâiliyet boyutunuz var hem de kabiliyet… Tabii ki, sizi O’na çeken şey, istidadınızdır. Peki, bu istidat nereden geliyor? Fâiliyet ve kabiliyetten daha önce de söz etmiştik. Bu âlem bir fiil (etki) ve infial (edilgi) âlemidir. Aynı zamanda o (âlem), fâil ve kâbil olmasının bir sonucu olarak, bir irtibat âlemidir. Eğer bir kâbil (kabul eden) olmazsa, fâil fâil olabilir mi? Fiil de infial olmadan fiil olabilir mi? Nerede fiil varsa bir infial ve nerede fâil varsa bir kâbil vardır. Her kâbil bir fâil ister. Dolayısıyla bu kavram çiftleri birbirleriyle irtibatlı olup, biri olmaksızın diğerinin de bir anlamı yoktur. İçinde yaşadığımız, üzerinde bir etkimizin olduğu ve aynı zamanda bir parçası olduğumuz bu âlem, bir irtibat âlemidir. Bir âlemdeki tüm irtibatlar koparsa, o âlemden geriye artık ne kalabilir ki? Biz bu âlemi, şeylerin bir toplamı zannediyoruz. Oysa âlem, gerçekliklerin ve olayların bir toplamıdır. Şeyler niçin “şey” olurlar? O gerçekliklerin bağrında ortaya çıktıkları için… Eğer bu gerçeklikler ve hadiseler olmasa, âlemde kayda değer ne olabilirdi ki? Dolayısıyla “şeyler”i, “gerçekliklere ve olgulara” döndürebiliriz.

Lârîcânî: Bundan dolayı “âlemin hudûsu” ifadesini kullanıyoruz.

Dînânî: Eğer hudûs [sonradan olmak] olmasaydı, “hâdis” [sonradan olan] de olmazdı. Bunlardan zamansal olarak daha önce geleni, hâdis değil, hudûstur. Âlemdeki şeyler ve özler (zât), gerçekliklerin ve olguların gölgesindedirler. “Gerçeklikler” var oldukları için “şeyler” ortaya çıkmıştır. Peki, gerçekler birbiriyle irtibatsız bir şekilde mi oluşurlar? Hayır, her gerçeklik bir irtibattır. Evrende gördüğünüz her şeyi (ağaç, taş, deniz vd.) birbiriyle ilişkili olarak mı görürsünüz, yoksa birbirinden kopuk olarak mı? Bir binayı meydana getiren malzemeler çimento, tuğla gibi şeylerdir. Bunlar ayrı ayrı bir binayı meydana getirebilirler miydi? Milyarlarca hücreden meydana gelen insanı, bu hücreler tek başlarına var edebilirler miydi? Dolayısıyla âlem, bir “gerçeklikler âlemi”dir. Ve aynı zamanda bir irtibat âlemi… Burada fâil ve kâbil, birbirinden ayrı ve kopuk değildir. Keza istidat da öyle… Her varlığın bir istidat dili vardır. Bu, her varlığın kendi kapasitesi kadardır. Âlemdeki en yüksek istidat insana aittir. Çünkü Allah, fiiliyet-i mahzdır, bu nedenle O’nun istidadı yoktur. İstidat ve kuvvenin olmadığı tek varlık Allah’tır.

Lârîcânî: İsterseniz, konumuzun dışına çıkmadan “irtibat” ile ilgili bir neticeye varalım: Feyz-i Kâşânî’nin bu latif pasajından ortaya çıkan sonuç, nübüvvetin, insan ile Hakk Teâlâ arasında bir irtibat olduğudur. Yani irtibat, bir açıdan bizim istidadımızla türdeş iken [sınhiyyeti varken], başka bir açıdan da Kemâl-i Mutlak ile türdeştir.

Dînânî: Bu nedenledir ki Feyz-i Kâşânî burada iki noktaya işaret ediyor: Bunlardan biri nübüvvet, diğeri ise velâyettir. O, velâyeti açıklamadı; çünkü velâyet, Hakk Teâlâ’ya mahsustur. Allah’ın ismi Veli midir, yoksa nebi mi?

Lârîcânî: “Allah iman edenlerin velisidir.[4]

Dînânî: Evet, Allah velidir; ancak nebi değildir. Nübüvvetin insanî (insanla ilgili) bir boyutu vardır. Nitekim Peygamberimiz de (s.a.a.) Kur’ân’da, “Ben de sizin gibi bir beşerim” buyurmuştur. Yani nübüvvetin bu boyutunda o da tıpkı bizler gibi… Sadece bizden farklı olarak ona “vahyolunuyor.” Velâyet bundan çok daha üstün bir mertebe… O, Hakk Teâlâ’ya aittir. Allah’ın bir benzeri, ortağı, eşi vd. yoktur. Kuvve ve istidada sahip değildir. Yine, meleklerin de istidadı yoktur; onların her şeyi fiilden ibarettir. Bulundukları halden “daha kâmil” olmazlar. Her ne iseler, sonsuza dek öyle kalırlar. İstidat, madde âlemine özgü bir şeydir. Kaldı ki, madde âlemindeki varlıkların da kendilerine özgü istidatları vardır. İstidadı sonsuz olan tek varlık, insandır. Her varlığın istidadının bir haddi (sınır) vardır. Örneğin hayvanların istidatları sınırlıdır ve onlar belli bir aşamadan sonra ilerleyemezler. Her testi, kapasitesi kadardır. İstidatları son bulmayan – hiç son bulmaz demiyorum, sadece bunu tayin edemeyeceğimi söylüyorum – tek varlık insandır. Söz konusu insan olunca, onun istidatlarının nereye kadar ilerleyebileceğini kestirmek güç doğrusu. En büyük istidat insana ait iken, diğer taraftan sonsuz (ya da en büyük) fiiliyet de, Hakk Tebârek ve Teâlâ’ya aittir. Dolayısıyla Mutlak Kemâl olan Hakk’ın kâmil ifâzesi (feyz verişi) nereye nazil olur? Mutlak istidada, yani insân-ı kâmile… Mutlak istidat kime aitti? Nasıl ki Hakk Teâlâ mutlak fiiliyet ise, insan da mutlak istidattır. İnsân-ı kâmil kimdir? Hz. Hatmî Mertebet (s.a.a.)… Feyz-i Kâşânî’nin tüm söylemek istediği budur.

Lârîcânî: Nübüvvetin sağladığı irtibatın yerini hiçbir şey tutamaz. Burada irtibat kuran ile kurulan arasında bir tür türdeşlik [sınhiyyet] söz konusu…

Dînânî: Türdeşlik, irtibatın özü ve temelidir. Türdeşlik olmadan irtibat kurabilmek mümkün değildir. Peygamberlerin bir zevki (tadışı) vardır; yani onlar, nübüvveti tadarlar. Bu tattan nasibi olanlar, nübüvvetin bu tatlı tadını hemen tanır ve duyumsarlar. Bu zevkten (tadış) nasibi olmayanlar ise onu alamazlar. 63 yıl yaşayan Peygamber’e (s.a.a) ve Ebû Cehîl’e bin yıl ömür verilseydi, o, Peygamber’in (s.a.a) davetine icabet eder miydi? Asla! Bu ilâhî zevke varan Peygamber (s.a.a.), talimleri aldığı gibi insanlara bildirmeye koyuldu. Bu talimler ile türdeş olanlar onları kabul ettiler, türdeş olmayanlar ise inkâr ettiler. Tıpkı iyi bir müzik kulağına sahip olmayanların, hoş bir nağmeyi zevkince tadamadıkları gibi… Bu kulaklarda ne var ki, bazı sesleri güzel ve estetik bulurken, bazılarını ise duymak dahi istemez? Mesela bir karganın sesini… Her halükârda zevk; bir münasebet, türdeşlik ve irtibattır. İrtibat, birliktir; birlik ise muhabbettir. Muhabbet aşkın kendisidir. Varlık âlemi baştan sona aşk ve muhabbetin cezbesidir.

Lârîcânî: Türdeşlik gerçekten de çok önemli, değil mi üstad?

Dînânî: Kesinlikle… Bizler bu konuya yeterince dikkat etmiyoruz. Her sözün bir makamı vardır. Siz güzel ve hikmetli bir sözü onu dinlemeyecek olana söylediğinizde bunun bir faydası olabilir mi? Ancak kendinizi yorarsınız… Hikmet de budur aslında. Söz, hikmete dayanmalıdır. Sözün hikmeti nedir? İlk olarak o sözü dinleyecek bir kulak bulmak, ikincisi ise ölçülü konuşmaktır. Yani özetle hem dinleyicinizi bulmalısınız hem de uygun sözcükleri ve anlamları… Üçüncü olarak, sözü söyleme biçiminiz… Bakınız, bu basit gibi görünüyor ama içinde ne kadar zarafet ve incelik bulunmakta… Düzgün bir şekilde icra edildiği takdirde –ki belâgat âlimleri, bunun fasih ve beliğ olması gerektiğini söylemişlerdir– etkili olmayacak bir söz yoktur. Bu söz, tıpkı hedefini 12’den vurmuş bir ok gibidir. Eğer bir sözün etkili olmadığı kanaatindeyseniz, biliniz ki onda söz söylemenin şartlarına ve kurallarına riayet edilmemiştir. Bu ok, hedefe ulaşamamışsa, belki de onu atan yeterince maharetli biri değildir. Dolayısıyla hedefini bulmayan bir söz ya liyakatsiz bir kulağın (dinleyicinin) ya da ehliyetsiz bir atıcının eseridir. Bu ikisi gerekli şartları haiz olmadıkça, değil söz, feryat dahi yerini bulamaz.

Lârîcânî: Feyz-i Kâşânî’den okuduğum pasajın bir diğer önemli vurgusu, iblağın (yani bildirmenin) Peygamber’in (s.a.a.) ezelî mirası olduğu hususudur. Yani gerçekte, Peygamber’in (s.a.a.) diliyle konuşan, Allah’tır.

Dînânî: Evet, öyle. Bundan asla şüpheniz olmasın. Zaten vahiy de budur. O, doğrudan Allah’ın sözüdür. Burada da yine bir türdeşlik söz konusu… Bu haberler (bildirilecek şeyler) ezeldendir. Eğer bu haberler (vahiy, talim) olmasaydı, Allah ile âlem arasındaki irtibat kopardı. Hâlbuki bu irtibatın kopabilmesi mümkün değildir. Allah’ın âlem ile irtibatı ezelden ebediyete kadardır. Bu irtibat bazen tekvinî bazen ise teşriîdir. Tekvinî olanı, Hakk Teâlâ’nın iradesi ve inayetidir. İbn Sînâ bu inayete sıkça vurgu yapar. Teşriî olanı ise, peygamberlerin dilidir (ulaştırdıklarıdır).

Lârîcânî: Sonrasında o şöyle devam etmiş:

Bu makamın sahibi olan kimse, halîfe-i a‘zam, kutbu’l-aktâb, insân-ı kebîr ya da Âdem-i hakikî olarak adlandırılır. Ona aynı zamanda kalem-i a‘lâ, akl-ı evvel veya ruh-i a‘zam da denir. Resûl-i Ekrem de (s.a.a.) aynı konuya işaret etmiştir: ‘Allah’ın ilk yarattığı şey, akıl ve benim nurum idi.’

Dînânî: İzin verirseniz bu hadis üzerinde biraz duralım: Bizler “akıl” dediğimiz zaman, bazıları akl-ı me‘âş ya da ticaret aklından söz ettiğimizi sanıyor. Hadiste ise akl-ı evvelden söz edilmiş. Kalem-i a‘lâya gelince… Örneğin sizin de şu an elinizde bir kalem var. Bunlar küçük ve mecazî kalemlerdir. Kalem-i a‘lâ, yaratılışın tüm hatlarını çizen kalemdir. Gerçekte tüm âlemi bir kitaba benzetebiliriz. Varlık âleminin kitabında sonsuz şeyler yazılı… Peki, bunlar hangi kalemle yazıldı? Kalem-i a‘lâ ile… Kalem-i a‘lânın kendisi nedir? Buna hiç çekinmeden “insân-ı kâmil” cevabını verebilirsiniz. Bu, bir itibarla akl-ı evvel, bir itibarla da kalem-i a‘lâdır. Kalemin de sonuçta şuur ile yazması gerekir, öyle değil mi? Yazan ise, akıldır. Yaratılış âleminin tüm hatları, o kalemle yazılmıştır. Sizin parmaklarınızdaki izler bile o kalemin eseridir. Vücudunuzdaki hücreler vd. her şey ama her şey o kalemle çizilmiştir. Kur’ân hem bir (Kur’ân’ın ifadesiyle) tenzil hem de bir furkân ve Kur’ân’dır. Kur’ân ile furkân arasındaki fark nedir? Sonuçta Allah, Kur’ân’ı “furkân” olarak adlandırmış, öyle değil mi? Kur’ân’ın satırları birleşik midir, yoksa birbirinden ayrı mıdır? Kur’ân (“toplanan” demektir) nerede? Bunların bir araya geldiği yerde. Nasıl ki tüm varlık âlemi bir kitap mesabesindeyse, aynı zamanda bir Kur’ân’dır da. O, tüm varlık âlemine denktir. Âlem, Allah’ın kitâb-ı kebîridir. Kur’ân ise varlık âleminin tedvinî ve teşriî kitabıdır. Bu kitap, âleme mutabıktır. Tedvin ve teşri kitabı, tekvin kitabına muvafıktır.

Lârîcânî: Pasajın devamında şu ifadeler var:

Ben, Âdem su ile balçık arasındayken nebi idim.O hazretten bunun gibi daha nice hadis zikredilmiştir… Tüm ameller, mutlak nübüvvet makamının kitabetine dayanmaktadır. Şahısların, nebilerin ve vasilerin tüm makamları, bu makama ulaşmaktadır.

Dînânî: Evet, iki türlü nübüvvet var. Nübüvvet-i mutlaka ve nübüvvet-i mukayyede… Nübüvvet-i mukayyede, diğer peygamberlerin nübüvvetidir. Mutlak nübüvvet ise Hz. Hatmî Mertebet (s.a.a) ile sona ermiştir. Nitekim Peygamberimiz de (s.a.a.) kendisinden sonra bir peygamberin gelmeyeceğini bizzat birinci ağızdan bildirmiştir. Eğer onun nübüvveti mukayyed nübüvvet olsaydı, ondan sonra yine peygamberler gelmeye devam ederdi. Örneğin Hz. İsa (a.s.), Hz. Musa’dan (a.s.) sonra gelmişti. Niçin? Bu ikisinin nübüvveti mukayyed nübüvvet olduğu için…

Lârîcânî: Nübüvvet-i mutlakanın saltanatı sonsuza dek sürer.

Dînânî: Çünkü bu mutlak ilâhî haberdir, kalem-i a‘lâdır ya da akl-ı evvel… Yani levh-i mahfûz… Eğer bu şeyleri Kur’ân’da göremiyorsak, bu bizim eksikliğimiz. Dolayısıyla onu hakkıyla okumamız gerekir.

Lârîcânî: Allah bizleri Kur’ân-ı Kerîm’inde bildirdiği bu gaybî haberleri bihakkın anlayanlardan, hayatımızın bireysel, toplumsal ve siyasal vd. boyutlarında bu bereketlerin tamamından nasiplenenlerden kılsın. Yine ziyadesiyle istifade ettik üstad.

Bir sonraki programımızda tekrar görüşmek dileğiyle, aziz üstadımızla birlikte hepinize veda ediyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuh.

 

 

Çeviri: Aliye Söğüt

 

Medya Şafak

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=fGLaUxym3TY&list=PLnkv67jnIKP1oDyt__FI2rF7grvHUMnIw&index=9&t=4s



[1] Fussilet Sûresi, 6. âyet

[2] İbrahim Sûresi, 4. âyet

[3] Bakara Sûresi, 31. âyet

[4] Bakara Sûresi, 257. âyet