Kurân-ı Kerim'in tevili ve İmam Ali'nin tevil için savaşması (4)

Kurân-ı Kerim'in tevili ve İmam Ali'nin tevil için savaşması (4)
"Şiîler diyorlar ki eğer yönetim Hz. Ali ve zürriyetinin elinde olsaydı kuşkusuz insanlar başlarının üstlerinden ve ayaklarının altlarından süt, bal, kudret helvası ve bıldırcın eti yerlerdi."

 

 

Sunucu: Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla ve O'nun yardımıyla... Salat ve selâm Efendimiz Hz. Muhammed'in (s.a.a.) ve O'nun pak Ehl-i Beyt'inin üzerine olsun. Değerli izleyiciler Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun. Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e hoş geldiniz, sefalar getirdiniz, diyorum.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahmân Rahîm olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salat ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Müslümanların kültürü Sadr-ı İslam'da meydana gelen olaylar üzerine kuruludur. Sadr-ı İslam'da meydana gelen olayların hakikatini anlayamaz, doğru bir şekilde değerlendirip yerli yerine oturtamazsak ve tahkik ve marifet ehli nazarında makbul olacak bir şekilde ilmî, sahih ve eleştirel bir gözle okumalarda bulunmazsak mirasımızla günümüzü inşa etmeye ve bugünümüzden hareketle de yarınımızı inşa etmeye kadir olamayız. İşte bu konular buradan kaynaklanmaktadır. Bu olaylar aracılığıyla da bu konuları ele almamızın gerekçelerini de açıklamaya çalışacağım.

 

Lütfen ele alıp sunacağımız meselelere dikkat ediniz. Her ne kadar asıl mevzumuzu ele almamızın gecikmesine neden olsa da bu, üzerinde durulması gereken bir konudur. Birçokları İmam Ali'nin Cemel, Sıffin ve Nehrevân Savaşlarından hareketle hilafeti hakkında kuşku oluşturmaya çalışmakta ve bu amaçla da garazkâr bir çaba içine girmektedirler. Yani bunlar şunu demeye çalışıyorlar: Bu savaşlar Müslümanların İmam Ali'ye (a.s.) biat etmediklerinin ve böyle bir biatin gerçekleşmediğinin en hayırlı kanıtıdır. Eğer İmam Ali'ye bir biat söz konusu olsaydı niçin Cemel, Sıffîn ve Nehrevân gibi savaşlar meydana gelsindi ve neden Ali ile savaşsınlardı? Bu savaşlar aracılığıyla Ali b. Ebî Tâlib'in hilafetinin meşru olmadığını söylemeye çalışıyorlar. O'nun dördüncü halife oluşunu bile sorgulamaya çalışıyorlar. O'nun Allah tarafından atanan ve Hz. Resûlullah (s.a.a.) tarafından bu atamanın açıklandığı ve dolayısıyla ilk halife olduğu gerçeğini göz ardı etsek dahi... Bunlar Hz. Ali'nin halifeliğinin meşru olmadığını söylemeye çalışmakta, dolayısıyla da Muâviye'yi dördüncü halife kabul etmektedirler. Zira Muâviye'nin halifeliği üzerinde icma gerçekleşmiştir. Bunlar, üzerine ümmetin icmasının gerçekleştiği halifeleri sayarken şöyle derler:

 

Birinci halife Ebû Bekir, ikinci halife Ömer, üçüncü halife Osman ve dördüncü halife Muâviye b. Ebî Süfyân'dır. Ali b. Ebî Tâlib'e gelince onun halifeliği hakkında görüş ayrılığı oluşmuştur. Hatta halifelik dönemi fitne savaşlarının olduğu dönemdir. Bu, büyük bir yönelişti. Hatta öyle ki hicretin üçüncü asrına veya ikinci asrının sonuna kadar bu yaklaşım ağır basmaktaydı. Nihayetinde bazıları kalkıp “Benden sonra hilafet otuz yıl olacaktır. Sonrasında da ısırıcı meliklik başlayacaktır” hadisine dayanarak Ali b. Ebî Tâlib'in hilafetini ispatlamaya çalıştılar. 

  

Sunucu: Saygıdeğer Seyyid müsaadenizle bir hususa değinmek istiyorum. Bu düşünce yirminci asırda dahi mevcuttur. Örneği de Taha Hüseyin'dir. 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Müsaadenizle bu konuyu açıklayayım. Bu tür makalelere vâkıf olduğumdan dolayı buna benzer konular üzerinde duruyorum. Taha Hüseyin'in el-Fitnetü'l-Kübrâ adlı eserinde söylediklerinden daha fazlasını okuyacağız. Hayır, ben Taha Hüseyin'in söylediklerine girmek istemiyorum. Çünkü o dahi binlerce şeyle itham edilmiştir. Ancak onların kitaplarında geçen sözlere değinmek istiyorum.

 

Öyleyse bu mesele oldukça önemlidir. Neticede Ali b. Ebî Tâlib dördüncü halife de olsa meşru bir halifedir. İşte bunlar meşru olmadığını söylemeye çalışıyorlar.

 

Aziz dostlarım, elime son dönemlerde bir eser geçti. Bu tür kitapları bana ulaştıranlara teşekkür ediyorum. Bu kitap bu alanla ilgili ve bu tür konuları araştıranlar için temel kitaplardandır. Bu konuları araştırmak isteyenler bu kitaba müracaat edebilirler.

 

Bedir b. Nasır'ın en-Nasb ve'n-Nevasıb adlı eseri. Eser yakın zamanda basılmış. Yazar şöyle diyor:

 

“FAS'TA NASIBÎLİK: Endülüs Emevîleri ve hatiplerinin birçoğundan hikâye olunmuştur ki onlar Ali b. Ebî Tâlib'in halifeliğini kabul etmez ve Muâviye'yi dördüncü halife sayarlardı.” [i]

 

Öyleyse Ümeyyeoğulları bu akımı sağlam bir ekol haline getirmeye çalışmışlardır. İşte biz Ehl-i Sünnet ile Emevîci din akımını birbirinden ayırt etmemizin, Şeyh İbn Teymiyye'yi Emevîci din anlayışından kabul etmemizin ve Ehl-i Sünnet âlimleri arasında saymamamızın nedeni budur. Bu sözümüz gelişigüzel söylenmiş bir söz değildir. İlmî temellere dayanan bir sözdür.

 

Devamında şöyle diyor:

 

Her halükârda Ali'nin halifeliğinin inkâr edilmesi Nasıbîliğin en meşhur görüşlerindendir.[ii]

 

Yani esasında Ali (a.s.) halife değildir, derler. Çünkü onlar İmam Ali'yi (a.s.) meşru halife olarak kabul eder, O'nun meşruiyetini, atamasının meşruluğunu ve O'na yapılan biatin sahih olduğunu kabul edecek olurlarsa O'na nasıl karşı çıkacaklar. 

  

Sunucu: Hükmü nedir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel. Bu kabulün nasıl neticelerinin olduğunu bilmektedirler. Öyleyse karşı çıkanların saygınlığını korumaktan başka çıkar yolları da yoktur.

 

Sunucu: Aslında Hz. Ali'nin (a.s.) halifeliği hakkında şüphe oluşturmaya çalışmaktadırlar.

 

Seyyid Kemal Haydarî: İmam Ali b. Ebî Tâlib'in halifeliğinin aslı hakkında. Peki, nasıl kuşku oluşturuyorlar? Bu savaşlar aracılığıyla. Yani Cemel ve Sıffin savaşları aracılığıyla.

 

Sunucu: Yani savaşın illetine bakmamaktadırlar. Sonuca bakıp bunu İmam Ali'nin imamet ve halifeliğinin bâtıl oluşuna delil kabul etmektedirler.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Sebep belli. Talha, Zübeyr, Müminlerin Annesi Aişe, Muâviye ve Amr b. el-Âs'ın saygınlığını korumak için.

 

Sunucu: Tabii birinci derecede Muâviye'nin saygınlığı…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Önemli olan kastımız bu tabakadır. Bunları önlerine koymakta, İmam Ali'nin Hâricîlerle savaşlarına bir meşruiyet vermektedirler. Ancak Ali b. Ebî Tâlib'in (a.s.) Cemel ve Sıffin Savaşlarının meşru olmadığını söylemeye çalışıyorlar. Bu konu ileride açığa çıkacaktır.

 

Devamında şöyle diyor:

 

Ancak İbn Teymiyye, Endülüs ehlinin, Ali'nin dördüncü halife olarak kabul etmelerini terk etmelerini İmam Ali'nin halifeliği için bir taan vesilesi olarak görmemektedir. [iii]

 

Çünkü İbn Teymiyye bunun sonuçlarının ne olduğunun farkındadır. Bu ilk merhaleydi.

 

Sunucu: İbn Teymiyye aslında onları mazur görmeye çalışmaktadır.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Adım adım ilerleyelim. İlk merhale bu meseleyi tarihî zeminde konuşmaktır. İlk merhale şudur: Ümeyyeoğulları, İmam Ali'ye karşı çıkmak basit ve önemsiz bir olgu olarak görülsün diye Ali'nin (a.s.) halifeliğine taan etmişlerdir.

 

Sunucu: Meşru olarak görülsün.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel. İmam Ali'nin halifeliğine taan edilemeyecekse O'na karşı çıkmak için nasıl bir meşru gerekçe bulunabilecek ki!?

 

İkinci merhale: Müteahhirun dönem veya çağdaş âlimlerden kimileri bu meseleye geldikleri zaman Ali b. Ebî Tâlib'in hilafetini inkâr etmenin zorluğunu görüyorlar. Bu amaçla da bu savaşları eleştirmeye, değerlerini düşürmeye ve bu kavganın ümmet arasında ayrılıklara, kan ve gözyaşlarının akmasına ve ümmetin yıkımına neden olduğuna dikkat çekmeye çalışıyorlar. 

 

Lütfen müsaade ediniz, açıklayayım. İmam Ali'nin halifeliğinin meşru olmadığını söylemeseler de bu savaşların yanlış olduğunu iddia ediyorlar. Bu savaşların ne dinî ne de dünyevi açıdan ümmetin maslahatına olduğunu söylüyorlar.

 

Peki bu iddialar nerede geçmektedir?

 

Aziz dostlara bir tavsiyede bulunmak istiyorum. Televizyon kanallarında ve internet sitelerinde bu alanda gördüğünüz ve dinlediğiniz açıklamaların indeksinin çoğunun bu eserde geçtiğini söyleyebilirim. Bu kitabı okuyunca bu bilgilerin televizyon kanallarında kullanıldığını göreceksiniz.

 

İbrahim Süleymân ec-Cebhan'ın Tebdîdü'z-Zelâm ve Tenbîhü'n-Niyâm adlı eserine bakalım. Eserin bazı pasajlarını okuyacağım:

 

Şiîler diyorlar ki eğer yönetim Ali ve zürriyetinin elinde olsaydı kuşkusuz insanlar başlarının üstlerinden ve ayaklarının altlarından süt, bal, kudret helvası ve bıldırcın eti yerlerdi. İşte Ali hilafet makamına geçti. Hilafette de beş yıldan fazla bir süre kaldı.

 

İnsanlar O'nun döneminde iyilerin kanlarını ve zayıfların onurlarını, dulların, yetimlerin ve darda kalmışların gözyaşlarını içmekten başka bir şey yapmadılar. Ah keşke bu gözyaşları, kanlar ve bunca terler İslami fetihler yolunda, küfür ve kâfirlerin ateşleri altında inleyen ülkelerin özgürleştirilmesi için aksaydı. Bu durumda tarihin seyri kuşkusuz değişirdi. Bizler kendilerine imrenilen bir halde yaşar ve Ali'nin hilafetini ve O'nun dönemindeki bütün ayrılıkları bir tarafa bırakırdık. Geliniz, bundan sonra ne olmuş bir bakalım. [iv]

 

Tabii bu iddia Şia'nın iddiası. Yani hilafet İmam Ali ve çocuklarına verilecek olsaydı kuşkusuz insanlar hayır, barış ve güven içinde yaşarlardı. Bu bizim iddiamızdır. Peki Şia'nın bu iddiası sahih mi?

 

Kimileri benim Ehl-i Sünnet'in geneli hakkında konuştuğumu sanmaktadırlar. Hayır, şu ana kadar basılan, sağa/sola dağıtılan bu kitabın mantığı hakkında konuşmaktayım.

 

İşte dördüncü halife hakkındaki sözleri!

 

İmam Ali (a.s.) ile ilgili değerlendirmeler burada sona erdi. Şimdi ise İmam Ali'nin zürriyetini ele almaya başlıyor. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (a.s.) Cennet Ehli Gençlerin İki Efendisi ve Hz. Resûlullah'ın iki reyhanıdır.

 

Devamında şöyle diyor:

 

Hz. Hasan (r.a.) hilafete geçti. Ardından, ümmet-i Muhammed'in kesinlikle kan, gözyaşı ve ter dışında bir şey takdim etmeyeceğini görünce isteyerek ve kendi iradesiyle hilafeti terk etti… Hüseyin de umutsuz bir çaba içine girdi. Geride İslam ümmetinin kalbinde onanmayacak bir yara bıraktı. [v]

 

Esasında İmam Ali'nin (a.s.) buyurduğu gibi Hz. Hasan (a.s.) da babasının sırrı üzereydi.

 

Bakınız, İmam Ali'nin hilafetinin meşruiyet sorgulamasını nereden başlatıyor? İmam Ali'nin (a.s.) siyaset ve idaresini sorgulamıyor. Bu konuda hareket noktası İmam Ali'nin savaşlarıdır. Bu savaşlar aracılığıyla Müminlerin Emiri'nin hilafetinin meşruiyetini sorgulamaya ve meşru olmadığını söylemeye çalışıyor. 

 

Sunucu: İşte belirtmek istediğim şey tam da burası! Sayın Seyyid, İmam Ali (a.s.) döneminde kanların ve gözyaşlarının aktığı, evlerden feryat ve figanların yükseldiği doğru. Ancak burada sorulması gereken soru şu. Bu gözyaşı ve kanların sebebi kim? Yazar ve bu düşüncede olanlar asla bunu sorgulamıyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu ayrı bir konu. İnşallah bu konuyu da ileride açıklayacağız. Hz. Resûlullah (s.a.a.) Ali'ye (a.s.) “Kalk ve bu vazifeyi yerine getir” diyor. Detaylara dalacak olursak ipin ucunu kaçırırız.

 

İşte kabul etmediğimiz ve savaştığımız mantık, bu mantık. Daha sonra İmam Ali'nin zürriyetine geçiş yapar. Birer birer onları ele almaya başlar. Nihayetinde Cafer b. Muhammed es-Sâdık'a (a.s.) gelir. O şöyle der:

 

Bir sırrı yaymıyorum. Cafer b. Muhammed parlayan bir yıldız idi. Masonik grupların gözü O'nun üzerindeydi.[vi]

 

Sunucu: Masonik gruplar mı!

 

Seyyid Kemal Haydarî: Müsaade ediniz. Keşke bu kadarıyla yetinseydi. Sadece Ehl-i Beyt Şiîlerinden değil bütün Müslümanlardan özür diliyorum. Bu tür sözleri ve açıklamaları dinlemelidirler ki bu program hakikaten bu azınlık gruptan ve tekfirci yapıdan ayrıdır. Ümmetin arasına bir çıban koydu ki bu çıbandan dolayı savaşmaktadır. Sizler de bu tarz konuşmaları bazı televizyon kanallarında görüyorsunuz. O, devamında şöyle der:

 

Şu husus sabittir ki O, Mason şeytanlarının hilafete erişmek ve hazırlık yapmak için kendilerini saydıkları körlerden birisiydi. Şiî kaynaklar ve tarihî kaynaklar açık bir şekilde söz konusu şahsın (Cafer b. Muhammed'in; Seyyid Haydarî) Yahudi asıllı Allah'ın düşmanı Abdullah b. Sebe'den sonra Şiî akidesinin ikinci tesis edicisi olduğunu söylemektedirler. O Şiî yapıyı bu düşünceden dinî bir inanca dönüştürmüştür. Bunu da bu şeytanların yardımları ve direktifleriyle yerine getirmiştir. Bu korkunç cürmün dayanaklarını sağlamlaştırmış ve geriye zehirleri hiçbir zaman tükenmeyecek bir kaynak bırakmıştır. [vii]

 

Pasaja göre Şia'nın ilk kurucusu Abdullah b. Sebe, ikinci tesis edicisi İmam Sâdık'tır! Yazar İmam Sâdık'ı bu tür şeylerle itham etmektedir.

 

Yazar ‘‘İşte Şia düşüncesi budur'' demeye çalışıyor. Bu tavırdan dolayıdır ki günümüzde bazı tekfirci yapılar Allah'a yaklaşmak gayesiyle Ehl-i Beyt Şiîlerinden yüzlercesini öldürmektedirler. Çünkü onlara hâkim olan mantık -her ne kadar izhar etmeseler de- işte bu mantıktır.

 

Sunucu: Şiîliğe hücum etmek istedikleri zaman Abdullah b. Sebe'ye saldırmaktadırlar. İmam Sâdık'ın ismini genelde ağızlarına almazlar. Çünkü Müslümanlardan korkmaktadırlar.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Devamında da şöyle diyor:

 

Görevlendirdiği misyonerlerine, gözlemcilerine ve gizli mesajlarını taşıyanlara takiyye ve renkten renge girme ilkelerine sımsıkı bir şekilde riayet etmelerini söylemiştir. Bu da Teşeyyü ile Masonik yapılar arasında ilginç bir uyum ve anlaşmanın olduğunda herhangi bir kuşku bırakmamaktadır.[viii]

 

Yazar İsmâîliyye mezhebi ile Ehl-i Beyt Şiası'nı birbirine karıştırmıştır.

 

Günümüzde televizyon kanallarına birtakım stratejistlerin çıktıklarını ve Şia'nın Siyonistler ve Masonlarla bağlantı içinde olduklarını dile getirdiklerini görürsünüz.

 

Sunucu: Emevî hâkimlerinin ajandası.

 

Seyyid Kemal Haydarî: İşte bunlar bu metodu takip etmektedirler. Bu eser aslında hicrî 1399 yılında basılmıştır. Benim yanımda ise bu eserin ikinci baskısı bulunmaktadır. Eserin ikinci baskısı, Kahire Dârü's-Sakife baskısıdır. Kitabın 161. sayfasında “Bir sırrı yayıyor değilim. Şia'nın bazı imamları dediğimde…” diyerek İmam Cafer Sâdık'ın (a.s.) ismini zikretmemektedir. Hâlbuki Cidde'deki baskıda İmam Sâdık diyordu.

 

Bu da ikinci merhale. İkinci merhalede İmam Ali halife olarak kabul edilmekte fakat bu tür hususlar zikredilerek İmam Ali'ye taan edilmektedir.

 

Bir kimse “Seyyidim bunun kaynağı nedir?” diye sorabilir. Emin olunuz ki bu düşüncenin bütün teorik alt yapısı ve arka planı İbn Teymiyye'de mevcuttur. Ancak gerçekte Kur'ân'ın deyimi ile bu “melun şecere”yi diken ve temellerini atan Emevîlerdir.

 

Geliniz bir de İbn Teymiyye, eserlerinde İmam Ali (a.s.) hakkında, O'nun dönemi ve savaşlarına ilişkin neler söylemiş bir bakalım. Bu esere bakacak olursak bu nazariyenin öğretileri açığa çıkar. Ancak o bunu açık ve net bir şekilde söylemez. Aslında bu sahada oldukça da zekidir. Mesajlarını hep satır aralarında saklar.

 

Geliniz Minhâcü's-Sünne adlı eserine bir bakalım. Siz de takdir edersiniz ki Minhâcü's-Sünne onun en temel eserlerindendir. O, bu eserinde bu konu ile ilgili olarak mütevatir, meşhur ve sahih rivayetleri nakleder ve şöyle der:

 

Sahîhayn'da Câbir b. Semüre'den şöyle rivayet edilmektedir: Bu iş (yani bu din) tümü Kureyş'ten olan on iki halifede olduğu müddetçe aziz olarak devam edecektir. Buhârî'nin rivayetinde ise “on iki emir” olarak gelmektedir. Bir başka rivayette ise ‘‘on iki kişi olduğu müddetçe insanların işi devam edecektir'' olarak geçmektedir. Hadisin bir başka varyantında ise ‘‘tümü Kureyş'ten olan on iki halife olduğu müddetçe İslam aziz olarak varlığını sürdürecektir'' olarak geçmektedir. [ix]

 

Öyleyse İslam bu on iki kişiyle aziz olacaktır. İster bu on iki emir halife olsun isterse de büyük şahsiyetler olsunlar... 

 

Burada sorulması gereken soru: Bunlar kimlerdir? Yani İslam'ın kendileriyle izzet bulacağı bu kimseler kimlerdir? Bir süredir televizyonlarda, internet kanallarında bize yönelik şöyle bir söz dolanıyor: Seyyid Kemal Haydarî, İbn Teymiyye'nin, Yezîd'in Hüseyin'den üstün olduğunu söylediğini iddia ediyor. Şimdi biz de kendisine meydan okuyoruz. Bize Seyyid Kemal'in gücü yetiyorsa İbn Teymiyye'nin böyle bir söz söylediğini ispatlasın ve bize kaynak versin, biz İbn Teymiyye'nin bütün kitaplarını yakacağız.

 

İşte bu akşam bu soruya ve bu meydan okumaya da cevap vereceğiz.

 

O bu soruya şöyle cevap veriyor:

 

Bu on iki halife Tevrât'ta müjdelenmiştir. Hz. İsmâîl (a.s.) bu müjde hakkında şöyle demektedir: İleride on iki büyük (azim) şahsiyet dünyaya gelecektir. [x]

 

Pasaja göre Tevrât, onların azametlerini zikretmiştir.

 

Çok güzel! Ey İbn Teymiyye bu on iki kişi hakkında senin görüşün ve nazariyen nedir?

 

İşte bu soruya da şöyle cevap veriyor:

 

Durum böyle olduğuna göre bunlar halifelerdir: Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali. Daha sonra insanların üzerinde görüş birliği ettiği, hilafet makamına geçip izzet ve güç sahibi olan Muâviye, oğlu Yezîd. [xi]  

 

Sunucu: İzzet ve güç sahibi yani Muâviye!

 

Seyyid Kemal Haydarî: Öyleyse Allah İslam'ı kiminle aziz eylemiş? Muâviye ve oğluyla! Yani İslam'ın izzeti Yezîd ile tahakkuk etmiş. Kerbelâ'da ve Medine'de korkunç cinayetler gerçekleştiren Yezîd ile! 

   

Sunucu: Mekke'de de…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Tabii ki. İşte İslam'ın izzeti! Nasıl bir mantık ama! Bu mantık tam da Benî Ümeyye'nin mantığı!

 

Devamında şöyle diyor:

 

Sonra Abdülmelik b. Mervan, ardından da onun dört oğlu. Ömer b. Abdülaziz de bunlar arasındadır. [xii] Abdülmelik yedincileridir. Velîd, Süleymân…

 

Bunlar o derece fâsık ve günahkâr kişilerdir ki işlemedikleri melanet kalmamıştı! 

 

Sunucu: Hatta içlerinde Kur'ân'ı paramparça edenler de vardır.

 

Seyyid Kemal Haydarî: İşte bu dördü ile İslam izzet kazanmıştır! Hz. İsmâîl (a.s.) bunları müjdelemiş ve bunları “azim” (büyük şahsiyetler) olarak adlandırmıştır. Bunları toplamı on bir kişi oldu. Ömer b. Abdülazîz ile de sayı tamamlanıp on iki oluyor. Şimdi soru şu: Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (a.s.) bu şahsiyetlerden midir? Başka da sorum yok!

 

Sunucu: Yani geneli Benî Ümeyye'den.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Elbette Ümeyyeoğullarından. Devamında şöyle diyor:

 

Bunların Râfızîlerin imametlerine inandığı on iki kişi olduğunu zanneden kimse ise cehaletin zirvesindedir. Çünkü Ali b. Ebî Tâlib hariç bunlar arasında kılıç sahibi olan bulunmamaktadır.[xiii]

 

Yani İmam Seccâd, Bâkır, Sâdık, Kâzım, Rızâ, Hasan, Hüseyin ve hatta İmam Mehdî dahi bu şahsiyetlerden değildir!

 

Yani İbn Teymiyye'ye göre ölçüt kılıçtır. Hak ya da bâtıl üzere olsun kılıç ve güç sahibi ise Hz. İsmâîl tarafından müjdelenmiş oluyor!

 

Sunucu: Katil ve cani de olsalar…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Tabii ki. İşte Abdülmelik b. Mervân'ın Haccâc'ı! İşte uğursuz bazı uğursuz yönetimlerin sahip olduğu mantığın aynısı. 

 

Çok güzel, cani olabilir ama hilafeti eline geçirmişse dilediğini yapabilir de!

 

Ali b. Ebî Tâlib'i bu on iki kişi arasına katıyor. Diğerlerini devre dışı bırakıyor. İmam Ali (a.s.) hakkında da bin bir türlü problem sayıyor ve hakkında şöyle diyor:

 

Gerçi bununla birlikte Ali b. Ebî Tâlib (r.a.) döneminde kâfirlerle savaş yapılmamıştır. Ne bir şehir fethedilmiş ne de kâfirlerle bir savaş olmuştur. Aksine Müslümanlar birbirlerini öldürmekle meşgul olmuşlardır. Öyle ki nihayetinde doğuda ve batıdaki müşrikler ve Ehl-i Kitap İslam ülkelerine karşı tamah eder hale geldiler. Hatta kâfirlerin bazı Müslüman beldeleri aldıkları dahi söylenmiştir. Bunda İslam için ne gibi bir izzet söz konusu olabilirr? Kılıç sadece Müslümanlar için kullanılmış. [xiv]

 

İşte Cebhân'dan okuduğum cümlenin aynısı. O, orada açıkça ve kıvırmadan söylemektedir. Ancak kökleri ise burada geçmektedir. Yani bu düşünceyi ilk ortaya atan İbn Teymiyye'dir.

 

Pasaja göre İmam Ali'nin (a.s.) bile bu On İki İmamdan olup olmadığı kuşkuludur! Ama Yezîd on iki halife ve imamdan birisidir!

 

Sunucu: Nezaket gösteriyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Böyle söylemek zorunda, başka da çıkar yolu yok. Yoksa açık bir şekilde Nasıbîlikle itham edilecek. İşte tam da işaret etmek istediğimiz mantık. 

 

Sunucu: Yani Müslümanları zelil etmiş.

 

Seyyid Kemal Haydarî: İşte söylemek istediği tam da bu! Bakınız neler söylüyor:

 

Diğer İmamlara gelince onlardan hiçbiri kılıç ve güç sahibi değildir. Özellikle de Mehdî el-Muntazar… O'nun imametine inananlara göre dahi o korkusu yüzünden kaçıp gizlenen bir şahsiyettir. Dahası ne bir kimseyi hidayete erdirebilmiş, ne emr-i  bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker görevlerini yapmış[xv]

 

Daha sonra sırasıyla diğer İmamları ele alarak on iki büyük şahsiyetten biri olamayacaklarını söyler.

 

Eserin ilerleyen sayfalarında bir konuya parmak basar. Lütfen değerli izleyiciler iyice dinlesinler. Bir kimse on iki imam ve halife arasına ve İslam'ın kendileriyle izzet kazanacağı büyük şahsiyetler arasına girsin de Allah katında en üstün, daha faziletli ve Hz. Peygamber'e (s.a.a.) daha yakın kimselerden olmasın, bu hiç mümkün mü? Bu şahsiyet Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in bu on iki kişi arasında olmadığını ancak Yezîd'in bu şahsiyetler arasında olduğunu söylüyor! Buna göre Yezîd, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'den daha üstün oluyor!

 

Sunucu: Tabii ki. Tevrât'ta da değiniliyor. 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Evet, Tevrât onu zikrediyor ancak Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'e değinmiyor. Düşünce ve inancında ne varsa söyle! Sırrını ortaya dök bakayım.

 

Âyet “sırların ortaya döküleceği gün” diyor. Şimdi o da sırrını ortaya döküyor ve şöyle diyor:

 

Burada şu kastediliyor: Bu hadiste kastedilen on iki halife -ister Ali'nin bu on iki halifenin içinde olduğu takdir edilsin ister edilmesin-…[xvi]

 

Sunucu: Kuşku oluşturmaya çalışıyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: On iki halife arasında olmadığına göre dört râşid halife kapsamına da girmez. İşte bazı Nâsıbîlerin ortaya attığı nazariye de tam olarak budur. Onlar İmam Ali (a.s.) yerine dördüncü olarak Muâviye'yi koymaktadırlar. 

 

Sunucu: İbn Teymiyye bunu kinaye ve işaretle söylüyor. Diğerleri ise açık seçik bir şekilde dile getiriyorlar.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu tür öncülleri ortaya koyanlar sonucu açık bir şekilde söylemezler. Sonucu kendilerinden sonra geleceklere bırakırlar. Gerçi konu uzadı ancak mukaddime olarak bu açıklamaları yapmak zorundaydık. Çünkü bu konuları ele almamızın gerekçelerini bilmemiz gerekiyor.

 

İbn Teymiyye daha sonra İmam Ali b. Ebî Tâlib'in savaşlarına geçiş yapıyor. İbn Teymiyye açık bir şekilde İmam Ali'nin (a.s.) savaşlarında İslam'a hizmete yönelik hiçbir şeyin olmadığını, bu savaşların kâfirlere hizmet ettiğini, bu savaşlarda izzet yerine zilletin olduğunu söylüyor.

 

Şimdi onun bir başka eserine bakalım. Câmiü'l-Mesâili'l-Mecmûati's-Sâdise adlı eserinde şöyle der:

 

Bağî topluluğa gelince ise; onlar savaşa başlamadan önce imamın savaşa başlaması vacip midir yoksa onlar başlamadan savaşmamalı mıdır? Bu ulema arasında görüş ayrılığının yer aldığı konulardandır. Âlimlerin çoğunluğu ikinci görüşü benimsemiştir. Bundan dolayıdır ki sahâbe, tâbiûn ve ulemanın büyükleri Hz. Ali'nin savaşı terk etmesinin daha kâmil, üstün ve din ve dünya siyaseti açısından daha iyi olacağı görüşündedirler. [xvii]

 

Sıffin Savaşı hakkında konuşuyor. Yani savaşa başlayabilmek için sabretmeliyiz. Onlar başlamalı ki biz de ona cevap verelim. Ancak biz doğrudan savaşa başlayacak olursak isyancılara haksızlık etmiş ve zulmetmiş oluruz, diyor.

 

Yani savaşın başlaması için sabretmeliyiz.

 

Sunucu: Hz. Ali (a.s.) hakkında kuşku oluşturmaya çalışıyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bizler İmam Ali'nin savaşlarını iş olsun diye ele alıyor değiliz. Çünkü karşımızda bir kültür mevcut. İşte bu kültür ve miras şu an televizyonlarda, internet sitelerinde ve kitaplarda yayılmaya başladı.

 

İkinci kaynağa, Minhâcü's-Sünne'ye geçelim. İbn Teymiyye bu eserde ise şöyle diyor:

 

Sahâbe ve tâbiunun büyükleri Ali'nin Cemel ve Sıffin Savaşlarını yapmakla memur olmadığı görüşündedir. Ali'nin bu savaşları yapmaması bu savaşları yapmasından daha ehven idi. Hatta âlimlerin çoğunluğu bunları fitne savaşları olarak kabul etmekteydiler. Ehl-i Hadisin, fukahanın çoğunluğu bu görüş üzeredir. Kudurî'nin Ebû Hanife'den aktardığına göre o şöyle demiştir: Bağîlerle savaş ancak onların savaşa başlamaları halinde caizdir. Hâlbuki Sıffin ehli, savaşı başlatan taraf değildi. [xviii]

 

Sunucu: Yani Hz. Resûlullah (s.a.a.) O'nun savaşları hakkında “Tevil üzere savaşacaksın” dememiş gibi.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel, meşru olmadığını söylemeye çalışıyor. Bu savaşlar fitne savaşları olduğuna göre kişi, iki yaşındaki bir deve gibi olmalıdır.

 

Yani Sıffin ehli, Muâviye mazlumdu, demeye getiriyor. Öyleyse ona zulmeden ve haddi aşan Ali b. Ebî Tâlib bağîydi!

 

Devamında şöyle diyor:

 

Medine, Şam ve Basra'nın ileri gelen âlimlerinin görüşü de böyledir. Mâlik, Eyyûb, Evzâî, Ahmed vd. gibi hadis ehli fukahası da bu görüşte olup onlar da şöyle derler: Ali bu savaşla görevli değildi. Bu savaşı terk etmesi yapmasından daha hayırlıydı. Bu aynı zamanda Ehl-i Sünnet imamlarının cumhurunun görüşüdür. Nitekim bu konu hakkındaki sahih ve sarih hadisler de buna açık bir şekilde delalet etmektedir. Hâricîler ile yapılan Haruriye (Nehrevân) Savaşı ise bu şekilde değildir. Çünkü bunlarla savaşmak, konu hakkında yığınlarca hadisin, sahâbenin ve Sünnet ulemasının ittifakıyla vacipti. [xix]

 

Yani Nehrevân Savaşı meşrudur. Geriye kalan savaşlar ise böyle değildir. Onun bu ifadelerden daha açık ve net bir sözü daha var.

 

O, en-Nübüvvât adlı eserinde şöyle diyor:

 

Hz. Ali'nin Hâricîlerle savaşı sahih ve sarih sünnet ile sabittir. Hâlbuki Cemel ve Sıffin Savaşları böyle değildir. Çünkü öncü tabakanın büyük çoğunluğu hem bu savaşı hem de diğerini nahoş görüyorlardı. [xx]

 

Bunlar nahoş gördüklerine göre bu savaşlar meşru değildir.

 

O başka bir yerde ise daha da ileri giderek şöyle demektedir:

 

Ali'nin ordusunda savaşa katılan sahâbîler de az idiler. O'nun yanında savaşa katılan sahâbîler ise ne Kitap'tan ne de Sünnet'ten savaşı vacip kılacak herhangi bir delil ortaya koyamadılar. Aksine bu savaşlarının kendi görüşleri olduklarını ikrar ettiler. Nitekim Ali de bunun ictihâdı olduğunu haber vermiştir. İki karargâhta da Hz. Ali'den üstün bir kimse bulunmamaktadır… Ali bazen bu savaşa giriştiği için pişmanlık ve hoşnutsuzluğunu izhar ederdi. [xxi]

 

Herhangi bir kanıt ortaya koyamadıklarına göre bu savaşlar meşru değildir.

 

Sunucu: Tabii bu son sözleri İslam tarihi aktarımlarına aykırıdır.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Ben şu an sadece nazariyeyi arz etmek istiyorum. İnşallah bu nazariyenin eleştirisini yapınca her şey gün yüzüne çıkacaktır.

 

Yazara göre İmam Ali'nin (a.s.) sahâbesi delil ortaya koyamadıklarına göre bu O'nun kendi ictihâdıdır. Nasıl ki İmam Ali'nin (a.s.) ictihâd hakkı varsa Muâviye, Talha, Zübeyr ve Aişe'nin de ictihâd hakları vardı demeye getiriyor.

 

Sunucu: Müctehid isabet de edebilir, yanılabilir de.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Üstelik müctehid olduklarına göre ecir de alırlar. İbn Teymiyye'ye göre İmam Ali de bu savaşa yönelik herhangi bir kanıtının olmadığını belirtmiştir.

 

Pişmanlığa gelince ise güya İmam Ali delilsiz bir şekilde Müslümanları öldürdüğü için pişmanlık duymuştur! Devamında şöyle diyor:

 

Hâricîlerle savaşının aksine sevinmesini ve hoşnut olmasını gerektirecek herhangi şer'î bir delilinin olmadığı anlaşılıyor. [xxii]

 

Sunucu: Öyleyse O'nun bu savaşları meşru değildir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Sadece gayr-ı meşrulukla sınırlı da değildir. Kendi heva ve hevesine göre savaşmıştır. Çünkü bir re'y ve ictihâd olduğunu ortaya koymak istiyorsa bir delile dayanması gerekiyor. Herhangi bir delile dayanmadığına göre bu durumda O'nun bu savaşı dünya talebi ve riyasete ulaşma arzusundan kaynaklı nefse uymaktan başka bir şey değildir.

 

Buraya kadar yaptığımız açıklamalarla meselenin değerli izleyicilerce anlaşıldığı kanaatindeyim. Bu meselenin ne derece önemli olduğu anlaşılıyor. Ali b. Ebî Tâlib'in ilk halife olup olmadığını şu an devre dışı bırakıyoruz. Şimdilerde İmam Ali'nin yaptığı bütün iş ve eylemlerinin meşruluğu hakkında kuşku oluşturmaya başladılar. Değerli izleyiciler sizler de çok iyi biliyorsunuz. Acaba Müslümanların %99'u bu sözlere ve açıklamalara katılıyorlar mı? Ehl-i Sünnet Müslümanları İmam Ali'nin ilk halife olduğunu kabul etmezler. Ancak O'nun dördüncü halife olduğu ve hilafetinin meşru olduğunda görüş birliği içindedirler. İşte İbn Teymiyye'den, Emevîci din anlayışından ve Mağrib Nâsıbîlerinden okuduğumuz pasajların mantığı… Tabii şu anda Allah'a hamd olsun Mağrib (Fas) diyarı sakinleri tümüyle Ehl-i Beyt muhibbidir. Bu meseleler günümüzle değil de o dönemdeki Fas halkı ile bağlantılıdır. Bizler Şam ehli ile ilgili bir söz söylediğimizde o dönemdeki Şam halkını ele alıp konuşmaktayız. Yoksa günümüzdeki Şam ahalisini değil.

 

İşte bu mesele üzerinde durmamızı gerektiren husus da şudur: Bu savaşların Allah Resûlünün emriyle mi gerçekleştiğini bilmeliyiz. Eğer O'nun emriyle gerçekleşmiş ise hangi delile göre savaşmıştır? Eğer yok böyle değil de ortada Resûlullah'ın bir emri bulunmuyorsa Müslümanlar arasında o dönemde gerçekleşen bu tür savaşları nasıl değerlendireceğiz?

 

Sunucu: Sayın Seyyid bu konunun önemi üzerinde durduk. Akla şu soru geliyor: Acaba Hz. İmam Ali'nin (a.s.) bu savaşlarının din üzere olduğuna dair Hz. Peygamber'den nakledilen açık ve sahih bir beyan mevcut mudur?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Aslında önceki programda bu sorunun üzerinde durur gibi olduk. Ancak yayının kopması dolayısıyla önceki programda sunulan bilgilerin bir özetini sunma ihtiyacı duymaktayım. Şunu belirtmiştik: Hz. Peygamber (s.a.a.) hadis-i şerifte açık ve net bir şekilde Hz. Ali'nin (a.s.) Kureyş'in boynunu vuracağını belirtmiştir.

 

Sunucu: İşte asıl ele aldığımız konu budur.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Ve bu O'ndan sonra gerçekleşecektir. Kimse bize ‘‘bu rivayet, tenzil dönemiyle bağlantılıdır'' diye itirazda bulunmasın. Aksine bu olay tevil dönemiyle bağlantılıdır. Yani şimdi okuduğum gibi O'nun dâr-ı bekâya irtihal etmesinden sonrası içindir. Bu hadis sened yönünden de sahihtir, delaleti ise içerik ve fıkhu'l-hadis yönünden açıktır.

 

Sunucu: Yani takdim edeceğiniz bu hadis ele alıp incelediğimiz ve münakaşa ettiğimiz bu hususu desteklemektedir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bahsini ettiğimiz hadis Tahâvî'nin Şerhü Müşkili'l-Âsâr'ında geçiyor. Bu hadisi geçen hafta okumuştuk:

 

Ali'den (r.a.) rivayet edildiğine göre O, şöyle demektedir:

 

Resûlullah'ın şöyle buyurduğunu işittim: Mekke fethedildiğinde Kureyş'ten bazı kimseler O'na gelerek ‘‘Ey Muhammed! Bizler senin anlaşmalıların ve kavminiz. Bizim bazı çocuklarımız ve kölelerimiz sana katılmışlardır. Bunların İslam'a rağbetleri de bulunmamaktadır. Bunlar ancak çalışmaktan kaçmışlar. Onları bize geri ver'' dediler. Bunun üzerine Hz. Resûlullah (s.a.a.) bu gelenlerin durumları hakkında Ebû Bekir ile istişare etti. Ebû Bekir ‘‘Bunlar doğru söylüyorlar ey Allah'ın Resûlü!'' dedi. Bu sözler karşısında Hz. Resûlullah'ın yüzünün rengi değişti. Ömer'e ‘‘Ey Ömer sen ne düşünüyorsun?'' diye sorunca o da Ebû Bekir'in açıklamalarına benzer sözler söyledi. Bunun üzerine Hz. Resûlullah şöyle buyurdular: ‘‘Ey Kureyş topluluğu! Allah, içinizden kalbini imanla sınadığı bir kişiyi gönderecek ve o bu din üzere sizin boyunlarınızı vuracaktır.'' Ebû Bekir ‘‘O ben miyim ey Allah'ın Resûlü!'' diye sorunca Hz. Resûlullah ‘‘Hayır'' dedi. Ömer ‘‘O ben miyim ey Allah'ın Resûlü!'' diye sorunca Resûlullah ‘‘Hayır, o ancak mescitte ayakkabıyı onarandır'' buyurdu.

 

Râvi ‘‘Hz. Peygamber (s.a.a.) onarması için ayakkabısını Ali'ye vermişti'' der.  Ali ‘‘Ben Resûlullah'ın (s.a.a.) şöyle buyurduğunu işittim: Benim adıma yalan söylemeyin. Kuşkusuz benim adıma yalan söyleyen cehenneme girecektir'' dedi. [xxiii]

 

Hadis açıktır.

 

Geçen hafta şu hususlara değindik. Bu hadis sened açısından muteber kaynaklarda ve büyük âlimlerin eserlerinde geçmektedir. İmam Tahâvî (h. 321) bunlardandır. Yine bu hadis İmam Nesâî'nin Hasâisü Emîri'l-Müminîn adlı eserinde geçmektedir. İmam Nesâî, Hasâis adlı eserinde bu hadisi “Hz. Peygamber'in (s.a.v.) Allah'ın kalbini imanla sınadığı kimse buyruğu” başlığı altında rivayet etmektedir. Zaten Hâfız Zehebî'nin İmam Nesâî hakkında şu sözlerine de değinmiştik:

 

“Hicretin üçüncü asrının başlarında Nesâî'den daha hâfız bir kimse yoktu. O, hadis sahasında insanların en zekisidir. Hadisin illetleri ve ricâli hakkında da Müslim'den, Ebû Dâvûd'dan ve Ebû Îsâ et-Tirmizî'den de daha iyidir. Aslında o, Buhârî ve Ebû Zura kategorisinde bir muhaddistir. Ancak onda birazcık Şiîlik vardır. Muâviye ve Amr b. el-Âs gibi Ali'nin hasımlarından yüz çevirmiştir. Allah günahını affetsin.”

 

Demek ki Nesâî muhaddislerin en ileri gelenlerindendir.

 

Sunucu: Nesâî'nin probleminin Muâviye'ye yaklaşım tarzı olduğunu belirtmiştik.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Yani Muâviye'ye taan etmesi. Bu hadisin sahih olduğunu söyleyenlerden birinin el-Müstedrek sahibi Hâkim en-Nîsâbûrî olduğunu da belirtmiştik. Yine onun bu değerlendirmesine Zehebî'nin de muvafakat ettiğini belirtmiştik. İmam Zehebî de Sünen'inde bu hadisin sahih olduğunu doğrulamaktadır. Bir başka isim ise el-Ehadisü'l-Muhtare adlı eserin müellifi Diyâüddîn el-Makdisî'dir. Yine çağdaş âlimlerden Ahmed Muhammed Şakir el-Müsned'de (c. 2, s. 151) bu hadisin sahih olduğunu belirtir. Hatta Allâme Albânî'nin de ibarelerini okuduk. Öyleyse rivayet sened açısından sahihtir.

 

Hadisin içeriğine geçelim. Konuyu hızlı bir şekilde ele alıp başka bir konuya geçmeye çalışacağım. Hadisin mazmununa geçelim.

 

İlk olarak kelam يا معشر قريش / Ey Kureyş topluluğu” denmek suretiyle Kureyşlilere yöneliktir. Yani tenzil üzere kendisiyle çarpışılan bu kimselerle tevil üzere de savaşılacaktır. كما قوتلتم على التنزيل, يقاتلكم على التأويل / Yani sizinle tenzil üzere savaşıldığı gibi o şahıs sizinle tevil üzere savaşacaktır.”

 

İkinci olarak; savaşacak kişi kimin tarafından görevlendirilmiştir? ليبعثن الله عليكم رجلا / Allah üzerinize öyle bir kişiyi gönderecek ki…”

 

Sunucu: Allah tarafından bununla görevlendirilmiştir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Elbette Allah tarafından bu vazifeyle görevlendirilmiştir.

 

Üçüncü olarak; ilmî olarak meydan okuyorum. Resûlullah (s.a.a.) hiçbir sahâbîsine bu nitelik ve böyle bir makam ile hitap etmemiştir. Yani hiçbir kimse hakkında امتحن الله قلبه للإيمان / Allah'ın kalbini imanla sınadığı” ifadesini kullanmamıştır. Gerçi başka yerlerde ‘‘Tepeden tırnağa iman ile dolu'' ifadesini kullanmıştır. Ancak böyle bir ifadeyi kullanmamıştır.

 

Kaynaklarınızda okuduğumuz hadis gereğince birinci ve ikinci halifenin savaşları bu kurala uygun düşmemektedir. 

 

Geriye ele alınması gereken tek bir konu kaldı: Dinden murat nedir? İnşallah bu konu üzerinde genişçe ve bütün boyutlarıyla duracağız.

 

Ben öyle düşünüyorum ki Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) sadır olan bu kelam ve buyruk ilk başta İbn Teymiyye, Emevîci din anlayışının bağlıları ve onları takip edenlerin söyledikleri sözlerin tümünün yanlış olduğunu ortaya koyuyor. Çünkü bunlar İmam Ali'nin (a.s.) savaşları için “meşru değildir” diyorlardı. ‘‘Ali'nin (a.s.) savaşlarına dair şer'î bir delil bulunmamaktadır, Ali bu savaşları yapmasaydı daha iyi olurdu, Ali bu savaşlarından dolayı pişmanlık duymuştur'' diyorlardı.

 

Aziz dostlarım, defalarca vurguladığımız üzere Emevîci din anlayışı ile Müslüman âlimlerin din anlayışlarını birbirinden ayırt etmemiz gerekiyor. Seyyidim küçük de olsa bir örnek verebilir misin, diyebilirsiniz. İşte buna küçük bir örnek verelim. Hâfız İsfahani'nin Hilyetü'l-Evliyâ'sından bir pasaj aktaralım.

 

Ali b. Ebî Tâlib: Kavmin efendisi,  Meşhûd'un  (peygamberliğine şâhid olunan)  muhibbi ve Allah'ın mahbûbu, ilim ve ilimler şehrinin kapısı,  Resûlüllah'ın sohbetlerine muhatap olanların önde geleni, işâretlerden mânâlar çıkaran, hidâyete erenlerin öncüsü, Allah'a itaat edenlerin en nurlusu, müttakîlerin velîsi, âdillerin imamı, Hz. Peygamber'in davetine icabet eden ve iman edenlerin ilki, hüküm çıkarmada en isabetli ve yakînde en ileri,  hilimde onların en büyüğü,  ilmi en çok olan müttakîlerin örnek aldığı kimse, ârifler içinde marifet zineti en güzel olanı, tevhid hakîkatlerini haber veren, tefrîd ilminin inceliklerine işâret eden, çok akleden bir kalbe sahip olup, ilmi elde etmek için çokça soran, duyduğunu unutmayan... Hz. Ali'nin diğer özellikleri ise ahde vefâ gösteren, fitnelerin kaynağını kurutmaya çalışan,  sıkıntılı dönemlerde fitneye düşmeyerek kendini koruyan,  ahitlerini bozanları kovan,  zâlimlerin burnunu yere sürten ve mürtedleri zillete düşüren, Allah'ın dini hususunda sert durup taviz vermeyen,  Allah'ın zâtı hususunda (kötülük yapmak isteyenlere karşı)  pervasız davranan bir şahsiyet olmasıdır. [xxiv]

 

Bizim için önemli olan pasajdaki şu ifadelerdir: فقّاء عيون الفتن من فدفع الناكثين ووضع القاسطين ودمغ المارقين / sıkıntılı dönemlerde fitneye düşmeyerek kendini koruyan, ahitlerini bozanları kovan, zâlimlerin burnunu yere sürten ve mürtetleri zillete düşüren.”

 

‘‘İmam Ali savaşlarında kuşku içindeydi, sonrasında pişman oldu ve hiçbir delili yoktu'' gibi sözlere bir bakın, bir de bunlara! İşte Müslüman âlimlerin İmam Ali (a.s.) hakkındaki sözü! 

 

Sunucu: Bizler Ali (a.s.) hakkında kuşku oluşturmaya çalışanlar hakkında konuşuyoruz. Yezîd hakkında ise herhangi bir kuşku oluşturmamaya çalışıyorlar.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Abdülmelik b. Mervân, Velîd b. Süleymân hakkında kuşku oluşturmamakta, ancak Ali b. Ebî Tâlib (a.s.) hakkında kuşku oluşturmaktadırlar. Buna rağmen bunlar şöyle diyorlar: Bu adamı neden gizli Nasıbîlikle suçluyorsunuz? Defalarca belirttiğimiz gibi İbn Teymiyye Nasıbîliğini açıktan yapmamaktadır. Gizli Nasıbîlik yapmakta ve Nasıbîliği içinde barındırmaktadırlar. Bir başka ifadeyle münafıklığını içinde gizlemektedir. Çünkü Hz. Peygamber “Sana ancak münafık buğzeder” buyuruyor. Yoksa Minhâcü's-Sünne ve en-Nübüvvât adlı eserlerindeki okuduğum pasajlar nasıl yorumlanacaktır?

 

Değerli izleyicilere bir söz verelim. İnşallah İmam Ali'nin bazı savaşlarını ilerleyen bölümlerde ele alacağız. İmam Ali'nin savaşları hakikaten İbn Teymiyye'nin dediği gibi midir yoksa Hz. Resûlullah'ın hususiyetlerini belirttiği gibi midir? Özellikle de Sıffın Savaşı.

 

Sunucu: Cemel Savaşı da

 

Seyyid Kemal Haydarî: Emin olunuz ki bunlar Talha ve Zübeyr'i savunma kaygısında değildirler. Bunlar derdi Emevîlerin lideri Muâviye b. Ebî Süfyân'ı savunmaktır.

 

Sunucu: Hakikaten insan Cemel ve Sıffin Savaşlarını inceleyince mesele gün yüzüne çıkıyor. Bu şahıs ‘‘sahâbeden çok az kişi Ali (a.s.) ile idi'' diyor. Ona karşı çıkan beş on sahâbîydi. Bunlar sahâbenin çoğunluğu olarak kabul edilebilir mi? Sahâbe on binin üzerindedir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Üstad Ali bir pasaj okumak istiyorum. Abdülkâdir et-Telîdî'nin el-Envârü'l-Bâhire adlı eserine bakalım. O şöyle der:

 

Muâviye'nin yanında yer alan sahâbe ancak şunlardır: Amr b. el-As, Muğîre b. Şu'be, Numân b. Beşîr, Muâviye b. Hudeyc ve Müslim b. Muhalled. Bunlar diğerlerine nazaran oldukça azdır. Sıffin ordusunda durum böyle iken İmam Ali ile birlikte olanlar arasında yetmişi Bedir Gazası'na katılmış, yedi yüzü Rıdvân Biati'nde bulunmuş, dört yüzü Muhacir ve Ensar'dan sahabî vardı.[xxv]

 

Ancak o ‘‘sahâbe fitneden kaçındı'' diyor. Evet, bu savaştan uzak kaçan Abdullah b. Ömer'dir. O da daha sonraları Emevîlere biat etti. İmam Ali'ye biat etmedi ancak Emevîlere biat etti! İşte ölçüt Benî Ümeyye'ye biat etmekmiş! Bunlar ise Benî Ümeyye'ye biat etmediler. 

 

Devamında şöyle diyor:

 

Gerisi Ali'nin haklı olduğuna inanan Irak ehli ve diğer Arap kabilelerindendi. [xxvi]

 

Sunucu: Bunların birçoğu da sahâbedir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Ele almak istediğimiz konuların sırasını bozmak istemiyorum. Hakikatin anlaşılabilmesi için bu nazariyenin eleştirisini ileride ele alacağız.

 

Sunucu: Zamanı değerlendirmek istiyorum. Geçen programda kardeşlerden biri Fetih Sûresi'nin 29. âyetinde geçen من / min” edatının vasfiye ve beyaniyye olduğunu, Seyyid Kemal'in dediği gibi tebiziye olmadığını belirtti. Buna ilişkin delil nedir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Aziz dostlarım, bu âyet sahâbe ile ilgili âyetlerin anlaşılması noktasında temel ve önemli konulardandır. Vakit elverirse bu konuyu açıklamaya çalışacağız.

 

Bu mesele yerli yerince anlaşılmazsa kapalı ve belirsiz olarak kalacak ve kendi konusunun dışındaki başka bir şey için delil olarak kullanılmaya devam edecektir.

 

Fetih Sûresi'nin 29. âyetine bakalım. Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

 

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِۜ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُٓ اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَٓاءُ بَيْنَهُمْ تَرٰيهُمْ رُكَّعاً سُجَّداً يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَاناًۘ س۪يمَاهُمْ ف۪ي وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِۜ ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرٰيةِۚۛ وَمَثَلُهُمْ فِي الْاِنْج۪يلِ۠ۛ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْـَٔهُ فَاٰزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوٰى عَلٰى سُوقِه۪ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغ۪يظَ بِهِمُ الْكُفَّارَۜ وَعَدَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ مَغْفِرَةً وَاَجْراً عَظ۪يماً/ O, Allah'ın elçisi Muhammed'dir. O'nunla beraber olanlar da kâfirlere karşı sert, kendi aralarında merhametlidirler. Onları, Allah'ın lütuf ve rızasına talip olarak hep rükûda ve secdede görürsün. Yüzlerindeki secde izinden tanınırlar; Tevrât'ta onlar için yapılan benzetme budur. İncil'deki misalleri ise bir ekindir: Çiftçileri sevindirmek üzere filiz verir, onu güçlendirir, kalınlaşır ve kendi sapları üzerinde durur. Onlar (müminler) yüzünden kâfirler öfkeden kahrolsunlar diye (böyle olmuştur). Onlar arasından iman edip dünya ve âhirete yararlı işler yapanlara Allah bir bağışlama ve büyük bir ödül vaat etmektedir.”[xxvii]

 

Âyet “O, Allah'ın elçisi Muhammed'dir. O'nunla beraber olanlar…” dedikten sonra onların niteliklerini anlatmaya başlıyor. Peki, Hz. Resûlullah (s.a.a.) ile birlikte olanların mükâfatı nedir? Bu hususta da Allah-u Teâlâ şöyle buyurdular:

 

“Onlar arasından iman edip dünya ve âhirete yararlı işler yapanlara Allah bir bağışlama ve büyük bir ödül vaat etmektedir.”

 

Sizler de biliyorsunuz ki Allah-u Teâlâ resûllerine söz verdi mi sözüne aykırı davranmaz.  Açıktır ki Allah bir şeye söz verdi mi onu yerine getirir. İşte Allah bunlara bağışlanma ve büyük bir ödülü vadetmektedir. Öyleyse Hz. Resûlullah (s.a.a.) ile birlikte olanların tümü cennettedirler. İşte bazılarının delil olarak kullanmaya çalıştıkları da burasıdır. Yani Hz. Resûlullah (s.a.a.) ile birlikte olanların tamamı cennettedirler.

 

وعد الله الذين آمنوا وعملوا الصالحات منهم / Onlar arasından iman edip dünya ve âhirete yararlı işler yapanlara Allah… vadetmektedir.” âyetinde geçen منهم / onlardan” kelimesinin anlamı nedir? Yani ‘‘onlardan'' kasıt; bu iman edip salih amel işleyenler, Hz. Resûlullah (s.a.a.) ile birlikte olup kâfirlere karşı şiddetli olanlar demektir. Yoksa âyet mutlak değildir. Yani bu niteliklere sahip olanlara bağışlanma ve büyük ödül vaat edilmektedir.

 

Sunucu: Yani bunlar cennete gireceklerdir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Tabii ki mutlak değildir. Yani ben Hz. Resûlullah (s.a.a.) ile birlikte olanların kâfirlere karşı şiddetli olma, kendi aralarında merhamet sahibi olma, rükû ve secde etme gibi eylemlerini olumsuzlamak istemiyorum. Bu hususta herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Tabii bunların bir bölümü münafık olabilir. Bir bölümünün kalplerine henüz iman dâhil olmamış, bir bölümünün de kalplerinde hastalık olabilir. Konumuz şimdilik bu değildir. Şu an ele aldığımız konu iman olgusudur ve ana mihver de burasıdır.

 

Sorulması gereken soru şu: Acaba Allah tarafından vadedilen bu mağfiret ve büyük ödül, o esnada insanın mümin olması için yeterli midir, imanı elde ettikten sonra bu âlemden göçünceye kadar imanı koruma altında mıdır?

 

Sunucu: Yani bu iman devam mı etmelidir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: İşte bir şeyin hudusen (bir an) olması ayrı bir olgu, beka (devamlılık ve süreklilik) ayrı bir olgudur. Bizler diyoruz ki bu âyetin vadettiği sadece o an imanı olanlara vadedilmiş değildir. Aksine iman edip imanının gereğini yerine getirenlere ve ölünceye kadar bu hâl üzere devam edenlere vadetmiştir.

 

Seyyidim, buna dair delil nedir diye sorabilirsiniz?

 

Ben diyorum ki; ben şu an zaman açısından bütün âyetleri sunacak imkana sahip değilim. Ancak sadece tek bir örnek sunmak istiyorum.

 

Fetih Sûresinin 18. âyetine bir bakalım.

 

لَقَدْ رَضِيَ اللّٰهُ عَنِ الْمُؤْمِن۪ينَ اِذْ يُبَايِعُونَكَ تَحْتَ الشَّجَرَةِ فَعَلِمَ مَا ف۪ي قُلُوبِهِمْ فَاَنْزَلَ السَّك۪ينَةَ عَلَيْهِمْ وَاَثَابَهُمْ فَتْحاً قَر۪يباًۙ / O ağacın altında sana yeminle bağlılık söz verirlerken bu müminlerden Allah razı olmuştur; onların gönüllerinde olanı bilmiş, onlara huzur ve güven vermiş, pek yakın bir fetihle ve elde edecekleri birçok ganimetle de kendilerini ödüllendirmiştir. Allah izzet ve hikmet sahibidir.”[xxviii]

 

Sunucu: Rıdvan Biati.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Allah-u Teâlâ فَأَنْزَلَ السَّكِينَةَ عَلَيْهِمْ / onlara huzur ve güven vermiş” bu cümle doğrudur ve bunda da bir kuşku bulunmamaktadır. Ancak âyetin ortasında bir cümle vardır ki değerli izleyicilerin buna dikkat etmelerini istiyorum.

 

فَعَلِمَ مَا فِي قُلُوبِهِمْ فَأَنْزَلَ السَّكِينَةَ عَلَيْهِمْ / onların gönüllerinde olanı bilmiş, onlara huzur ve güven vermiş,” Yani Allah huzuru bütün hepsinin gönlüne mi vermiş yoksa kalplerinde olanı bildiği kimselerin gönlüne mi vermiştir? Peki, bunların kalplerinde ne vardır?

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyid birçok hadis de buna değinmiştir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Müsaade ediniz, hadisler bağlamında konuyu ele almak istemiyorum. Sadece Kur'ânî olarak meseleye yaklaşmak istiyorum. Bu âyet hakkında İbn Abbâs'tan şöyle rivayet edilmektedir:

 

İbn Ebi Hatem, İbn Abbâs'tan ‘‘onların gönüllerinde olanı bilmiş, onlara huzur ve güven vermiş'' âyeti hakkında şöyle rivayet etmektedir: Allah sekineyi vefalı davranacaklarını bildiği kimselerin kalbine indirmiştir.[xxix]

 

Öyleyse bu sekine, bütün iman edenlere yönelik değildir ve sonradan biatlerini bozacak olanları da kapsamamaktadır.

 

Yani bir kişi sonradan biatini bozacak olursa yine Allah'ın kendilerine yakın zamanda bir fetih vereceği kimselerden midir? El-cevap: Hayır.

 

Bir kimse şöyle diyebilir: Seyyidim bu bir rivayettir. Bu rivayetin senedi de malum değildir. Geliniz, Kur'ân-ı Kerim'e bakalım ve fazla uzaklara da gitmeyelim. Biat âyetinde herhangi bir kayıt var mı?

 

Fetih Sûresinin 10. âyetine bakalım:

 

اِنَّ الَّذ۪ينَ يُبَايِعُونَكَ اِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللّٰهَۜ يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْد۪يهِمْۚ فَمَنْ نَكَثَ فَاِنَّمَا يَنْكُثُ عَلٰى نَفْسِه۪ۚ وَمَنْ اَوْفٰى بِمَا عَاهَدَ عَلَيْهُ اللّٰهَ فَسَيُؤْت۪يهِ اَجْراً عَظ۪يماً۟ / Sana yeminle bağlılık sözü verenler gerçekte bu sözü Allah'a vermiş oluyorlar, Allah'ın eli onların elleri üzerindedir. Bu sebeple kim Allah'a verdiği ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur, Allah'a verdiği sözün gereğini yerine getirene ise Allah yakında büyük ödül verecektir.”[xxx]

 

Allah, ağacın altında sana biat edenlerin hepsine mi büyük bir ecir mi vadetmektedir yoksa bir istisna söz konusu mudur? Âyet “Bu sebeple kim Allah'a verdiği ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur” buyurmaktadır.

 

Sunucu: Öyleyse bunlar arasında biatlerini bozanlar bulunmaktadır. Yoksa ayetteki bu kaydın bir anlamı olmamış olur.

 

Seyyid Kemal Haydarî: “Allah'a verdiği sözün gereğini yerine getirene ise Allah yakında büyük ödül verecektir.” Öyleyse bu âyet biat eden herkes için mutlak mıdır yoksa biate bağlılığının gereğini yerine getirmekle mi kayıtlandırmıştır? Görüldüğü gibi âyet mukayyettir. İşte İbn Abbâs'ın belirttiği de budur. Yani ‘‘biati üzere sağlam duran'' demektedir.

 

Sunucu: Zaten genellikle yasalar ve kanunlar da ilk önce bir madde ortaya koyar. Daha sonra da bu kanun için birtakım kayıtlar belirtilir. 

 

Seyyid Kemal Haydarî: İşte mutlak ve mukayyed, amm ve has da böyledir. İlim ehli ve insaf sahibi bazı kimseler televizyon kanallarında ve internet sitelerinde bu âyeti okuyup delil olarak kullanmak istemektedirler. Aziz kardeşim, Rıdvan Biati hakkındaki bu âyet ne diyor? Azizim, Kur'ân'ı parçalayamazsın, O'na bir bütün olarak yaklaşman lazım. Kur'ân'a parçacı bir şekilde yaklaşacak olursan anlayamazsın. Kur'ân âyetleri birbirini tefsir ederler.  Allah'ın kelamına bir bütün olarak bakman lazım.

 

Ayrıca elimizde bunu nakzeden bazı deliller de vardır. En azından iki tane nakzedici âyete değineceğim.

 

Allah-u Teâlâ Hucurât Sûresi'nde şöyle buyurmaktadır:

 

Ey iman edenler! Bilmeden birilerine zarar verip de sonra yaptığınıza pişman olmamanız için, yoldan çıkmışın biri size bir haber getirdiğinde doğruluğunu araştırın. [xxxi]

 

Bu âyet bir fasıktan bahsetmektedir. Peki, kim bu fasık? Velîd b. Ukbe ve bir sahâbî. Öyleyse bir kimsenin sahâbî yahut da Muhacir ve Ensar olması cennet ehli olmasını zorunlu kılmamaktadır.

 

Dahası var. Bir kimse ilk muhacirlerden olabilir. Kur'ân-ı Kerim şöyle buyurmaktadır: وَالسَّابِقُونَ الْاَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِر۪ينَ وَالْاَنْصَارِ وَالَّذ۪ينَ اتَّبَعُوهُمْ بِاِحْسَانٍۙ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ وَاَعَدَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي تَحْتَهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَٓا اَبَداًۜ ذٰلِكَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ / Muhâcirlerin ve Ensarın ilkleri ile onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut olmuştur, onlar da O'ndan razıdırlar. Onlara, sonsuza dek hep içinde kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Büyük bahtiyarlık işte budur.”[xxxii]

 

Bunlar diyorlar ki bu âyette geçen ‘‘min'' edatı tebiziye değil de “beyaniyye”dir. Geliniz, İbnü'l-Esîr'in Üsdü'l-Gâbe'sine bir bakalım.

 

ABDULLAH B. CAHŞ. Abdullah b. Cahş b. Rebâb b. Yamer b… Resûlullah'ın Dârü'l-Erkam'a geçmesinden önce Müslüman oldu. Habeşistan'a iki hicrette de bulundu. O ve iki kardeşi Ebû Ahmed ve Ubeydullah b. Cahş Habeşistan'a hicret etmiştir. Kız kardeşleri Hz. Peygamber'in eşi Zeyneb b. Cahş, Ümmü Habîbe ve Hamne b. Cahş da onlarla hicret etti. Ubeydullâh'a gelince o Habeşistan'da Hıristiyanlığı benimsedi ve bir Hıristiyan olarak öldü.[xxxiii]

 

Yani Abdullah b. Cahş ilk ve öncü muhacirlerdendir. Zeyneb, Hz. Resûlullah'ın kız kardeşidir. Ubeydullah da mürted olarak öldü. Demek ki sadece muhacir olmakla cennet ehlinden olunmuyormuş!

 

Sunucu: Bu âyet ona uyarlanabilir mi?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu âyet ona uyarlanabilir mi yoksa takyid mi edilmelidir? Nasıl ki bir kişi ile takyid edilebiliyorsa on kişiyle de, yüz kişiyle de takyid edilebilir. Âyet için takyid kabul etmezseniz bu durumda mürted de fâsık da cennetlik olur.

 

Âyetin dilsel tahliline girmek istemiyorum. Dilsel tahlili de oldukça derindir ve ilmî bir konudur. Sadece şu kadarını söyleyelim: “Min-i tebiziye muttasıl zamir ile kullanılabilir mi, kullanılamaz mı?”

 

El-cevap: Nahiv ilminin büyük âlimleri şöyle derler: ‘‘Min'' edatı zamir ile kullanılırsa beyaniyye olamaz. Eğer zamir ile kullanılıyorsa o tebiziyyedir. Bu da başka bir cevaptır.  

 

Sunucu: Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e teşekkür ediyoruz. Sizlere de teşekkür ediyoruz değerli izleyiciler. Bir sonraki programda görüşmek üzere. Sizleri Allah'a emanet ediyorum. Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 

 



[i] Bedir b. Nasır b. Muhammed el-Avvâd, en-Nasb ve'n-Nevâsıb, s. 182-183, Mektebetü Dârü'l-Minhâc, 1. Baskı, 1433, Riyad.

[ii] A.g.e., s. 183.

[iii] A.g.e., a.g.y.

[iv] İbrahim Süleymân ec-Cebhân, Tebdîdü'z-Zelâm ve Tenbihü'n-Niyâm İla Havâtiri't-Teşeyyü Ala'l-Müslimîn ve'l-İslam, s. 136, Dârü'l-Mecmei'l-İlmi, 1399.

[v] A.g.e., a.g.y.

[vi] A.g.e., s. 161.

[vii] A.g.e., a.g.y.

[viii] A.g.e., A.g.y.

[ix] İbn Teymiyye, Minhâcü's-Sünneti'n-Nebeviyye, c. 4, s. 519, thk. Muhammed Reşad Salim.

[x] A.g.e., c. 4, s. 520.

[xi] A.g.e., a.g.y.

[xii] A.g.e., a.g.y.

[xiii] A.g.e., a.g.y.

[xiv] A.g.e., a.g.y.

[xv] A.g.e., a.g.y.

[xvi] A.g.e., a.g.y.

[xvii] İbn Teymiyye, Câmiü'l-Mesâili'l-Mecmûati's-Sâdise, s. 264, thk. Muhammed Uzeyr Şems.

[xviii] Minhâcü's-Sünne, c. 4, s. 676-677.

[xix] A.g.e., a.g.y.

[xx] İbn Teymiyye, en-Nübüvvât, c. 1, s. 566, Vizaretü't-Talim, Tabatü Advâü's-Selef, Suudi Arabistan.

[xxi] Minhâcü's-Sünne, c. 4, s. 677.

[xxii] A.g.e., a.g.y.

[xxiii] Tahâvî, Şerhü Müşkili'l-Âsâr, c. 10, s. 231.

[xxiv] Hâfız el-İsfahânî (h. 330), Hilyetü'l-Evliyâ ve Tabakâtü'l-Asfiyâ, c. 1, s. 61- 62 Tercümetü'l-İmam Ali b. Ebî Tâlib, Dârü'l-Fikr.

[xxv] et-Telîdî, Ebü'l-Fûtuh Abdullah b. Abdülkadir, el-Envârü'l-Bâhire bi Fadâili Ehli Beyti'n-Nebevî ve'z-Zürriyeti't-Tâhire, s. 69, Dârü İbn Hazm, 1. Baskı, 1417.

[xxvi] A.g.e, a.g.y.

[xxvii] Fetih, 29.

[xxviii] Fetih, 18.

[xxix] Suyûtî, Celâlüddîn, ed-Dürrü'l-Mensûr, c. 7, Dârü'l-Fikr.

[xxx] Fetih, 10.

[xxxi] Hucurât, 6.

[xxxii] Tevbe, 100.

[xxxiii] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe, c. 3, 2856 No.lu tercüme-i hâl, Dârü'l-Fikr.