Emevi İslamı'nda Hz. Ali düşmanlığı (4) (SON)

Emevi İslamı'nda Hz. Ali düşmanlığı (4) (SON)
Mizzî’nin (h. 742) Tehzîbü’l-Kemâl adlı eserine bakalım. Mizzî burada Ömer b. Sa’d’ın tercüme-i hâlinde şöyle der: "Ahmed b. Abdullah el-İcli şöyle derdi: Ömer b. Sa’d babasından hadisler rivayet ederdi. İnsanlar da ondan rivayette bulunurdu. Ömer b. Sa’d, Hüseyin’i öldürdü. Tabiî ve sikadır."

 

 

Sunucu: Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla… Hamd âlemlerin Rabbi Allah'adır. Salât ve selâm Allah'ın güvenilir elçisi Hz. Muhammed'e (s.a.a.), pak ve mutahhar Âl'ine, seçkin sahâbîlerinin üzerine olsun. Değerli izleyicilerimiz sizleri de en içten duygularımızla selâmlıyoruz. Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.  “Mutârahâtün fi'l-Akide” adlı programımızın yeni bir bölümüyle karşınızdayız. Değerli izleyicilerimiz sizin adınıza değerli konuğumuz Sayın Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e hoş geldiniz, sefalar getirdiniz, diyoruz.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hoş bulduk Doktor.

 

Sunucu: Sizler önceki programda İmam Ali'nin menkıbe ve faziletleri çerçevesinde üç ana yaklaşımın olduğunu belirttiniz. Acaba bu dediğinizi teyit eden kanıtlar mevcut mudur?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahman Rahim olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salât ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Bizler hakikatte şunu açıklamaya çalışmaktayız: Emevîlerin ümmete anlatmak ve açıklamak istedikleri İslam, ‘‘Sahâbe İslamı''ndan öz olarak farklıdır. Ben bu hakikati ispat eden birçok kanıt olduğuna inanmaktayım. İslam'ın ilk dönemi, özellikle de Sadr-ı İslam'ın ilk elli yılında vuku bulan inançsal ve düşünsel temellerle ilgili meseleleri ele alıp değerlendirmek istediğimizde şu üç akımı birbirine karıştırmamak gerekiyor.

 

İlk akım: Ehl-i Beyt Okulu namıyla meşhur olan akım. Ben Ehl-i Beyt sözcüğünü kullandığımda kastım şudur: Lideri Hz. Resûlullah (s.a.a.) olup Kisa Ashabı (Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin) ile bunlara mülhak olan ve On İkinci İmam'da son bulan diğer Ehl-i Beyt İmamlarıdır. Bu mezhep öncelikle Ehl-i Beyt İmamlarının masumiyetine ikinci olarak da hilafetin Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra onlara ait olduğuna, bunun nasla belirlendiğine ve bu atamanın Allah tarafından yapıldığına inanmaktadır. Bu durum açık olup bu mevzunun incelenmeye gerek olmadığına kanaat getirmekteyim.

 

Bu yönelişin karşısında ise kanaatimce iki akım vardır: Biri Muhacirler ve Ensar'ın genel yaklaşımıdır. Yani Muhacirlerin ve Ensar'ın genelinin sahip olduğu yaklaşım. Bunlar Hz. Ali, Hz. Fâtıma ve -işaret ettiğimiz anlamda- Ehl-i Beyt'in masumiyetine ve hilafetin de nasla belirlendiğine inanmamaktadır. Bunlar ayrıca ilk üç halifenin meşruiyetini kabul ederler. İmam Ali ve Ehl-i Beyt'in masumiyetine inanmamakla birlikte onların faziletlere ve menkıbelere sahip olduklarını da inkâr etmezler. Onlara lanet etmez, sövmez, buğzetmez ve onlarla savaşmazlar! Asla! Onlar İmam Ali'ye buğzeden, söven ve İmam Hüseyin'i öldürenlerden de razı değildirler!  Hatta bunlardan beri olduklarını da ilan ederler. Mesela Allâme Alûsî'nin açıklamalarında da okuduğumuz üzere, onlardan beri olduğunu ilan etmektedir.

 

İşte bu ikinci yaklaşıma ‘‘Sahâbe Okulu'' diyoruz. Bu yaklaşım İmam Ali b. Ebî Tâlib'in (a.s.) faziletlerini, makamlarını, hicretini, ilim, iman ve derecelerini kabul etmektedir. En azından O'nun Müslümanların dördüncü halifesi ve hidayete eriştirilmiş halifelerden birisi olduğunu ve Aşere-i Mübeşşere arasında yer aldığını kabul etmektedirler. En azından ‘‘Beni müminden başkasının sevmemesi ve münafıktan başkasının bana buğzetmemesi ümmî olan Peygamber'in (s.a.a.) bana kat-i bir ahd-u peymanıdır'' hadisini kabul ediyorlar. Bu meseleye onlar böyle bakarlar.

 

Üçüncü yöneliş ve akıma gelince, işte önceki programlarda ele aldığımız ve bugün de üzerinde duracağımız akım budur. Bu akımı Emevîler inşa etmiştir. Bunlar var gücüyle Hz. Ali'nin ve Ehl-i Beyt'in kökünü kazımaya çalışmışlar, onları ilmî ve siyasî açıdan yok etmek için uğraşmışlardır. Hatta bedenlerini dahi ortadan kaldırmak istemişlerdir. Nitekim biz bunu Kerbelâ'da görebilmekteyiz.  Öyleyse bu meselede üç akım vardır. Yani İslam tarihini, onun düşünsel ve inançsal köklerini, cerh ve tadil ilminin ilke ve dayanaklarını okumak istiyorsak burada üç akımın olduğuna dikkat etmeliyiz. Burada sadece iki akım yoktur. Bu oldukça önemli bir husus olup kalem erbabı, hadis sahasında söz söyleme yetkisi olanlar ve minber ehli buna dikkat etmelidir. İmam Ali'ye hürmet eden, saygı gösteren, Ehl-i Beyt'in faziletlerini ikrar edenler ile İmam Ali'nin faziletlerini inkâr etmeye kalkışan, hatta O'na minberlerde onlarca yıl lanet edenleri birbirine karıştırmamak gerekiyor. Hatta ilerleyen bölümlerde de anlaşılacağı gibi bu sonuncu gruba mensup olanlar İmam Ali'yi seven, İmam Ali'nin düşmanlarına düşmanlık besleyen ve O'nun düşmanı hakkında (yani Muâviye hakkında) ‘‘Allah razı olsun'' ifadesini kullanmayan her ne kadar âlim varsa hepsini cerh ederler. Lütfen bu noktaya dikkat ediniz.

 

Bu değerlendirmemize ilişkin kanıtlara gelince ise bunun kanıtları oldukça çoktur. Biz sadece bazılarını sunacağız.

 

İlk kanıt: Abdülkadir et-Telîdî'nin el-Envârü'l-Bâhire adlı eseri. Yazar girişinde eseri kaleme alış sebebini şöyle zikreder:

 

Üçüncü olarak: Gulat'ın, Ehl-i Sünnet'in genelini Nâsıbîlikle suçlamasını reddetmektir. Onlar Ehl-i Sünnet'i Nâsıbîlikle suçlar ve mutlak olarak Ehl-i Beyt düşmanı addederler. Bu buhtan bir söz olup Ehl-i Sünnet'e zulümdür. Çünkü Şiî olmayan Müslümanlar da Ehl-i Beyt'i sevdikleri gibi sevmeye de devam edeceklerdir, onlara hürmet ve saygı göstereceklerdir. Onları layık olduğu makamda da tutarlar ve Şiilerden daha güzel bir hal üzeredirler (Tabii bu yazarın kanaatidir; Seyyid Haydarî). Çünkü Ehl-i Sünnet, Ehl-i Beyt'i Athâr'ı sever, onlara hürmet gösterir, Resûlullah'ın sahâbesi hakkında nasıl ‘‘Allah razı olsun'' ifadesini kullanırlarsa onlar hakkında da bu ibareyi kullanırlar.[i]

 

Değerli izleyiciler önceki programda nasbın tanımını yaptığımızı ve Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ adlı eserde de okuduğumuz üzere nasbın Ali'ye buğzetmek ve Muâviye'yi dost edinmek olduğunu belirttiğimizi hatırlayacaklardır.

 

Yazar ‘‘Gulat-ı Şia bütün Ehl-i Sünnet'i Nâsıbîlikle suçlar'' diyor. Hâlbuki gerçekte durum bu şekilde değildir, Ehl-i Sünnet'in hepsi Nâsıbî değildir. İşte Ehl-i Sünnet'in nazariyesi.

 

Ancak Emevîci din anlayışı Ali'nin düşmanına saygı göstermek ve tebcil etmek için Ehl-i Beyt'e buğzeder. Bu konu inşallah ileride vuzuha kavuşacaktır. 

 

Devamında ise şu cümleyi kullanır:

 

“Ehl-i Sünnet'in tümünü Nâsıbîlikle suçlamaları onların herzelerindendir.”[ii]

 

Evet, hiç kimsenin bütün Ehl-i Sünnet'i Hz. Ali ve Ehl-i Beyt (a.s.) düşmanlığı ile suçlamaya hakkı yoktur. Biz de zaten bunu açıkça söylüyoruz. Biz de ‘‘Ehl-i Sünnet, Ehl-i Beyt'e düşmanlık etmez'' diyoruz. Hatta Ehl-i Sünnet'in çok büyük bir çoğunluğu ve kahir ekseriyeti Ehl-i Beyt'i severler. Gerçi onların imamet ve masumiyetlerine, nas ile atandıklarına inanmazlar, ancak onlara buğzedip sövmezler de. Onlara saygı gösterir ve makamlarını da anarlar. İşte Ehl-i Sünnet'in bu konudaki hususiyetleri. Bunlar ile İmam Ali'ye buğzeden, Muâviye'den razı olanları birbirine karıştırmamak gerekiyor. İmam Ali'nin faziletlerine inanan ancak O'nun masumiyetine inanmayan bir mümin ile minberlerde O'na lanet edilmesi gerektiğini düşünen arasında elbette çok büyük fark vardır. Zaten Ehl-i Beyt çizgisinin problemi ve sorunu, Emevîci din anlayışı iledir. Yoksa genel olarak Sahâbe Okulu ve Ehl-i Sünnet ile bir problemimiz yoktur. Lütfen bu ayrıma, bu ayrımın neticelerine dikkat ediniz.

 

Buradan bütün kalem erbabına ve televizyon kanallarında sohbetlerde bulunanlara bir çağrıda bulunmak istiyorum. Lütfen bu akım ve ekolleri birbirinden iyice ayırt ediniz. Bu akımları birbirine karıştırmayınız. Bu televizyon kanallarını takip eden izleyiciler sahâbe hakkında güzel sözler eden, sahâbeyi kabul eden ve İmam Ali'nin faziletlerini belirten ancak beri tarafta Muâviye hakkında güzel ifadeler kullanmayan kimseler ile karşılaşacaktır. Çünkü Sahîhü Müslim'de geçen “Seni ancak mümin sever, sana ancak münafık buğz eder” hadisinin açık ifadesine uygun davranmaya çalışırlar. Açıktır ki sövme ve lanet etme buğzun en açık misdaklarındandır. Muâviye'nin de İmam Ali'ye buğzettiği tarihin mütevatir haberlerinden olup bu konuda herhangi bir kuşku bulunmamaktadır. Resûlullah'ın nassı gereği Muâviye münafıktır da. Buna göre kim Muâviye'den hoşnut olursa biz onun Emevîci din anlayışını kabul ettiğini anlarız. Bilemiyorum artık. Bir insan nasıl bir taraftan ‘‘biz de Ali'yi seviyoruz'' der, beri taraftan da Ali'ye buğzeden, O'na lanet edip söven, sahâbeyi öldüren birini sever! İleride de vuzuha kavuşacağı gibi Muâviye, Allah Resûlünün sahâbesinden onlarcasını öldürmüştür. Bu hakikati ileride ortaya koyacağız.

 

İkinci kaynağa geçelim.

 

Şeyh İbn Teymiyye belirttiğimiz bu noktaya, yani belirttiğimiz üçlü taksime işaret etmez. Ancak o başka bir hakikati açıklar ki bu son derece önemlidir. İbn Teymiyye'nin eserlerinde özellikle de Minhâcü's-Sünne'deki açıklamalarında bu üçlü taksimi rahatlıkla görebiliyoruz. Yani o da Ali b. Ebî Tâlib konusunda insanların üç kısma ayrıldıklarına inanır. Bir grup İmam Ali (a.s.) karşısında savaşanlar, diğer grup İmam Ali (a.s.) ile düşmanlarına karşı vuruşanlar, üçüncü bir grup ise iki gruba da katılmayıp evlerinde oturmayı tercih edenlerdir. Bu açıktır. Bu açıklama şu anlama gelmektedir. İmam Ali'ye (a.s.) gelince insanları ikiye ayırmamız mümkün değildir, üç kısma ayırmamız gerekmektedir.

 

Bakınız o ne diyor:

 

Ali hilafete geçince sahâbe ve diğer Müslümanlar üç kısma ayrıldılar. Bir bölümü onunla birlikte olup düşmanlarına karşı savaştılar. Bir bölümü onun karşısında savaştı. Bir grup ise ne bu tarafa ne de diğer tarafa katılıp yerlerinde oturmayı tercih ettiler. Öncü tabakada olanların birçoğu yardım etmeyip oturan gruptan idi. Öncü tabakadan bazı kimselerin de Ali ile birlikte savaştığı söylenmiştir.[iii]

 

Muâviye'nin taraftarlarının -ki bunlar Osman'ın taraftarları idi- Ali'ye buğzedip düşmanlık ettiklerini okuduğumuzu hatırlayacaksınız.

 

İşte bizim de demek istediğimiz bu idi. İmam Ali (a.s.) ile savaşan, O'nun işini bitirmeye çalışan, O'na söven, buğzeden ve lanet edenler ile İmam Ali'nin yanında yer almayıp oturanları birbirinden ayırt etmemiz gerekiyor. Arada çok büyük bir fark var.

 

Görüldüğü gibi terazinin ağır kefesi, Sahâbe Okulunun olduğu taraftır, İmam Ali ile savaşan Emevîlerden taraf değildir. 

 

İmam Ali (a.s.) ile birlikte savaşan bazı öncü kişilerin varlığını İbn Teymiyye “kîle / denmiştir” ifadesiyle sunmaktadır. Değerli izleyicilerin belleklerinde iyice yer etmeleri için yukarıda okuduğumuz Envârü'l-Bâhire adlı eserden bir pasaj okumak istiyorum:

 

Sahâbeden olanlar azdır: Çünkü Muâviye'nin yanında yer alanlar Amr b. el-As, Muğîre b. Şu'be, Numân b. Beşîr, Muâviye b. Hudeyc ve Müslim b. Muhalled idi. Bunlar diğerlerine nazaran oldukça azdır. İmam Ali ile birlikte olanlar arasında ise Bedir Gazasına katılan 70, Rıdvân Biatinde bulunan 700, Muhacir ve Ensar'dan da 400 diğer sahabî vardı.[iv]

 

Ebü'l-Fûtuh et-Telîdî'nin söyledikleri İbn Teymiyye'nin sözleriyle çelişmektedir. Dolayısıyla İbn Teymiyye aslında aldatma ve gizleme çabasının içine giriyor. Şeyh İbn Teymiyye Muhacirlerin ve Ensar'ın çoğunluğunun oturanlardan olduğunu söylüyordu. Hayır, hayır! Aksine Muhacir ve Ensar'ın çoğunluğu İmam Ali (a.s.) ile birlikte Muâviye'ye karşı savaşıyordu. İmam Ali'nin ordusunda Bedir Savaşına katılan 70 sahabî ve Rıdvan Biatinde bulunan 700 sahabî vardı. Şeyh İbn Teymiyye, Rıdvan Biatine katılanların cennetlik olduğunu ikrar etmektedir. O bu konuda “onların cennet ehli olduklarında herhangi bir kuşku bulunmamaktadır” der. Gerçi biz bu nazariyeyi kabul etmiyoruz. Ancak “onların kabul ettikleri ilkelerle onları ilzam ediniz” kuralı gereğince konuşuyoruz. 

 

İşte İmam Ali'nin Şiileri bunlar. Nâsıbîler bunlardan üstünmüş! Bunlar Ali'yi sevmekte ve Muâviye'ye düşmanlık etmekteler. Böylece Cennet ve Rıdvan Biati gitmiş oldu! Oldukça garip bir şey! İnsan hiç bunu onaylayabilir mi?

 

O Minhâcü's-Sünne'de şöyle der:

 

“Sahîhü Müslim'de ve diğer kaynaklarda Câbir'den rivayet edildiğine göre ağacın altında biat edenlerden hiç kimse cehennem ateşine girmeyecektir. Hatta Hatıb b. Beltıa da cennete girecektir.”[v]

 

İbn Teymiyye'nin ifadesine göre casusluk yapan Hatıb dahi cennetliktir! Peki, Rıdvan Biatinde bulunan yedi yüz kişi İmam Ali (a.s.) ile birlikte idi. Şimdi bir soru sormak istiyorum. Acaba Muâviye bunlardan kaçını öldürdü? İlginç! Bir tarafta ‘‘Rıdvan Biatinde bulunanlar cennetliktir'' diyeceksin, beri taraftan da onları kasten öldüren kimsenin de cennetlik olduğunu söyleyeceksin! Bu nasıl bir mantıktır? Aklı başında hangi insan bunu kabul edebilir?

 

Ebü'l-Fûtuh Abdullah et-Telîdî devamında şöyle der:

 

Nevevî, Şerhü Sahîhi Müslim'de (c. 18, s. 40) şöyle der: Âlimler derler ki bu hadis Ali'nin haklı, diğer grubun ise bağî olduğu hususunda açık bir hüccettir. Ancak onlar müçtehid olduklarından günahları yoktur.[vi]

 

Telîdî'nin bahsettiği hadis “Yazık Ammâr'a! Onu bağî bir grup şehid edecektir. Onlar onu cehenneme, o da onları cennete davet edecektir” rivayetidir. Bu rivayet Müslim'de geçmektedir. Gerçekten oldukça garip bir durum! Ammâr onları cennete davet ettiği halde ve onlar da kabul etmemelerine rağmen yine de cennet ehlinden olacaklar!

 

Telîdî'nin kendisi ise bu olaya şu yorumu getirir:

 

Durum söylendiği gibidir. Ancak iman ehlinin ve hak taliplerinin kalplerini oldukça meşgul eden ve çözülmesi gereken bir problem vardır ki Ehl-i Sünnet nezdinde bu soruna bir çözüm bulamadım. Şöyle ki bir grup bağî bir topluluk olduğu halde nasıl olur da onlar için ictihad ecri bulunacak ve bu yaptıklarından dolayı günahları olmayacak? Hem de tüm bunlar Ali'nin haklılığının, onların da Ammâr'ı öldürmeleri nedeniyle hata ve bağîliklerinin açığa çıkmış olmasına rağmen gerçekleşecek![vii]

 

Aslında bizim sözümüz ve hitabımız bu metodadır. Derdimiz ne Nevevî ne Zehebî ne de Askalânî'dir. Ben “Ammâr onları cennete davet eder, Muâviye ve ordusu da onu cehennem ateşine davet etmektedir” hadisine inandığı halde ‘‘onları cehenneme davet eden kişiyi de cennetlik gören kimse'' ile konuşuyorum. Değerlendirmeyi değerli izleyicilere bırakıyorum. Bu hadisler mütevatirdir. Mütevatir hadislerle Resûlullah'ın (s.a.a.) bağî olarak isimlendirdiği bir kişiye nasıl müctehid diyeceğiz? Böyle bir şey aklen hiç mümkün müdür? Yani Resûlullah'ın (s.a.a.) bağî olarak isimlendirdiği birsi için acaba hatalı müctehid ifadesi kullanılabilir mi? Bu iki unvanı bir arada bulundurmak mümkün müdür? ‘‘Bağîlik'' ile ‘‘ictihad edip sevabı hak etme'' başlıkları bir arada bulunamaz. Bir kimse ictihad edip hata etmişse bağî değildir, hatalıdır. Hata etmek isyan etmek değildir.

 

Emevîlerin ve bu akımın tesis etmeye çalıştıkları metot ve anlayış işte tam da budur. İmam Ali'ye buğzeden, Resûlullah'ın (s.a.a.) nassıyla münafık olan bir şahıs hakkında “Müminlerin Emiri ifadesini kullanacağız” diyorlar. Bunun birçok kanıtı var. Şeyh İbn Teymiyye'nin ve diğerlerinin kitapları bu tür sözlerle doludur.  

 

Sunucu: Sizin açıklamalarınızdan akla şöyle bir soru takılıyor. Resûlullah (s.a.a.) ‘‘benim ashabım arasında Havuz'un başına gelip buradan engellenecek ve sonra da cehennem ateşine atılacak kimseler vardır'' diyor. Bunlar Ehl-i Beyt'i öldürmekten ve onlara lanet etmekten daha öte ne yapmış olabilirler? Sahâbenin tümü ictihad etti, diyorlar. Bazıları de ‘‘hata etti'' diyorlar. Kevser Havuzundan engellenenler ne yaptılar peki?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Şimdi konumuz sahâbe değildir. Konuları birbirine karıştırmamamız gerekiyor. Ben şu anda Emevîci din akımı hakkında konuşmak istiyorum.

 

Sunucu: Sizler daha öncesinde Emevî akımının cerh ve tadil sahasındaki bazı sonuç ve tesirlerinden söz ettiniz. Acaba bunları anlatmanız mümkün müdür? 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Cerh ve tadil sahası âlimlerinden bazılarının temelini attığı ve şekillendirdiği bir ilke vardır. Bu esasa göre Ali'yi (a.s.) seven, O'nun menkıbe ve faziletlerini anlatan, O'nun hasımlarını eleştiren ve yeren, Ali'yi herhangi bir sahâbîye takdim eden herkes Şiî'dir. Bu şahıs ilk üç halifenin halifeliğinin meşru olduğuna inansa da Şiî olmaktan kurtulamaz. Bu esas üzerine düşüncelerini oturturlar. Değerli izleyiciler lütfen Emevî akımının Şiî ve Râfızî tanımlarına dikkat etsinler. Bir kimse bize ‘‘Şiîliğin anlamı nedir?'' diye soracak olursa biz ‘‘Şiî, Ali ve Ehl-i Beyt'in masumiyetine ve Resûlullah'tan sonraki hilafet makamına nasla atandığına inanan kimsedir'' deriz. Ancak Emevîci din anlayışı Şiîliği bu şekilde tanımlamaz. Râfizîliği de bu şekilde tanımlamaz.

 

İbn Hacer el-Askalânî'nin Hedyü's-Sârî adlı eserinden bir pasaj okuyacağım.

 

O şöyle diyor:

 

Mezkûr Kimselere ilişkin Ta'n'ın Sebeplerini Ayırt Etme Hakkında Bir Fasıl / Hüccet Olarak Kullanılmaya Elverişli Olanlar ve Hüccet Olarak Kullanılmaya Elverişli Olmayanlar (Başlık)

 

Bunlar da iki kısma ayrılır:

 

İlki inanç nedeniyle zayıf sayılanlar…

 

Teşeyyü (Şiîlik); Hz. Ali muhabbeti ve O'nu sahâbeye takdim etmek.[viii]

 

Yani inancı sebebiyle rivayetini ve hadisini kabul edemeyeceğimiz kimseler.

 

Lütfen, Şiîliğin tanımına bakar mısınız ey Müslümanlar! Teşeyyü (Şiîlik) Ali sevgisidir. Bu tanıma göre bütün Müslümanlar Şiî'dirler. Bakınız, ‘‘İmam Ali'nin masum olduğuna ve Resûlullah'ın (s.a.a.) ilahi nas ile halifesi olduğuna inanan kimsedir'' şeklinde bir tanımlama yapmıyor. Hz. Ali'yi sahâbeye önceleyen diye bir tanımlamaya gidiyor. Yani örneğin İmam Ali'yi Osman'a önceleyenler. Hatta bazıları ‘‘Ali'yi (a.s.) herhangi bir sahâbîye önceleyen kimse de Şiî'dir'' demiştir. Hz. Ali'nin ilminin, hicretinin, faziletlerinin ve makamlarının mevcudiyetinin bir kıymeti yoktur. Resûlullah'ın (s.a.a.) “Sana ancak münafık buğzeder”, “Senin bana konumun Harun'un Musa'ya (a.s.) konumu gibidir” hadisleri, Mübahale ve Tathir âyetlerinin hiçbir kıymeti yoktur! Öyleyse biri Hz. Ali'yi sevmek istiyorsa şu iki şartla sevmelidir.

 

- Ali'yi (a.s.) hiçbir sahâbîden büyük saymamalı.

 

- Ali'nin düşmanlarına düşmanlık yapmamalı, özellikle de Muâviye'ye. Bu ifade geneldir. Yoksa bununla kastedilen Muâviye'dir.

 

Devamında şöyle diyor:

 

O'nu Ebû Bekir ve Ömer'den önde tutan biri ise Şiilikte aşırılığa kaçmıştır (Gulattandır). Ona Râfızî denilir, buna inanmıyorsa Şiî'dir.[ix]

 

Hz. Ali'nin imamet ve masumiyetine inanmasa ve O'nun nasla atandığını kabul etmese dahi Ebû Bekir ve Ömer'den üstün tutuyorsa artık o kişi gulattandır! Yani bir kişi sadece ‘‘Ali (a.s.), Ebû Bekir ve Ömer'den üstündür” diyecek olsa o artık Râfızî Şii'dir. 

 

İzleyiciler hatırlayacaklardır Şeyh İbn Teymiyye es-Sârimü'l-Meslûl adlı eserinde “Onları nerede görürseniz orada öldürünüz” diyordu. Öyleyse kim Ali'yi sever ve ilk üç halifeden (Ebû Bekir, Ömer ve Osman'a) önde tutarsa öldürülmesi gereken bir müşriktir! İmam Ali'nin masum olduğuna inanmasa da bir şey fark etmez. 

 

İşte bizim sorunumuz ve problemimiz bunlarladır. Bu yaklaşım ve akım şöyle diyor: Ali'yi seven bir kimse ictihad eder ve Ali'nin masum olmadığına inanır ancak O'nun halifelerden üstün olduğunu kabul ederse bu şahıs artık Ehl-i Sünnet'ten değildir. Bir kişinin Ehl-i Sünnet'ten olabilmesi için Ali'yi üç halifeye öncelememesi gerekiyor. Bu esasa ve kurala göre bunların cerh ve tadil sahasında nasıl davrandıklarına lütfen bir baksınlar. Bir kişi Şiî ve Râfızî ise hadisi kabul edilmez. Bu bir illet, eksiklik ve inançta zayıflık olup artık rivayetinin kabul edilmesi mümkün değildir. İlk üç halifenin meşruiyetini kabul etse, İmam Ali'nin masumiyetini ve nasla atanmışlığını kabul etmese dahi bu şahıs bu duruma göre ya Şiî ya da Râfızî'dir. Bunların hiçbirinin kendisine yararı olmaz. Değerli izleyiciler önceki programlarda Hâkim en-Nîsâbûrî hakkında Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ'nın neler söylediğini hatırlayacaklardır. Zehebî, Hâkim hakkında eserinde “Hâkim Şiî Râfızî'dir'' veya “pis bir Râfızî'dir” sözlerini bazı kimselerden aktarmıştı. İmam Zehebî ise Hâkim hakkında bu iddiaların sonunda “Hâkim Şiî'dir ancak Râfızî değildir” demişti. Sebebi de belli idi. Çünkü Hâkim en-Nîsâbûrî Ali'nin (a.s.) faziletlerini belirtmekte, Ali'yi sevmekte ve Ali'nin düşmanlarını şiddetli bir şekilde eleştirmekte, Muâviye'yi yermekte idi.

 

Bu alandaki en önemli hakikatlerden biri Zehebî'nin (h. 748) Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ'sında geçen şu ifadelerdir. Zehebî bu ibarelerde Kütübü Sitte'den biri olan Sünen'in sahibi Nesâî'yi ele alır.

 

67-NESÂÎ: Nesâî: İmam, hâfız, sebt, Şeyhü'l-İslam, hadise nüfuz eden. Tam adı: Ebû Abdurrahmân Ahmed b. Şuayb b. Ali b. Sinan b. Bahr el-Horâsânî en-Nesâî, sünen sahibi.[x]

 

Eserin ilerleyen bölümlerinde ise şöyle der:

 

Hâfız Ebû Ali en-Nîsâbûrî şöyle dedi: Bize hadiste tartışmasız imam olan Ebû Abdurrrahman en-Nesâî haber verdi… Ebü'l-Hasan ed-Dârekutnî ise şöyle der:

 

Ebû Abdurrahmân bu ilim sahasında kendi döneminde yaşayan bütün herkesten üstündür.

 

Hâfız İbn Tâhir der ki; Sa'd b. Ali ez-Zencânî'ye bir şahsı sordum.  O da sika olduğunu söyledi. Ben ona “Nesâî onu zayıf saymaktadır” deyince ‘‘Ey yavrucuğum, Ebû Abdurrahmân en-Nesâî'nin ricâl kabulünde öyle şartları vardır ki bunlar Buhârî ve Müslim'in şartlarından daha şiddetlidir'' dedi.[xi]

 

Evet, Nesâî ricâli kabul ederken çok titiz davranıyordu.

 

Zehebî ilerleyen sayfalarda şöyle der:

 

(…) Ebû Abdullah b. Mendeh bana şöyle dedi: Sahih hadisleri tahric edenler, sabit olanları malul olanlardan ayırt edenler, doğru olanlar arasındaki hatalıları çıkartanlar şu dört kişidir: Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd ve Ebû Abdurrahmân en-Nesâî'dir.[xii]

 

Eserin bir başka yerinde ise şöyle der:

 

“Ben derim ki; bu doğrudur. Çünkü İbn Yûnus, hâfız ve âgâh bir kimsedir. Nesâî'den rivayet almıştır. Hicretin üçüncü asrının başında Nesâî'den daha hâfız bir kimse yoktu. O hadis sahasında insanların en zekisidir. Hadisin illetleri ve ricâli hakkında da Müslim'den de, Ebû Dâvûd'dan da, Ebû Îsâ et-Tirmizî'den de daha mahirdir. Aslında o, Buhârî ve Ebû Zura kategorisinde bir muhaddistir.”[xiii]

 

Buraya kadar yapılan açıklamalardan Nesâî'nin Buhârî ayarında bir muhaddis olduğu anlaşılıyor. Peki, Nesâî'nin sorunu nedir? Bütün bu makamlarına ve Kütübü Sitte'den birinin müellifi olmasına rağmen Nesâî'nin sorunu Muâviye'den yüz çevirmesidir. Böyle bir günahı olan şahıs artık bağışlanamaz!

 

Ey Müslümanlar! Bu kişi Buhârî seviyesinde, hatta ondan daha ihtiyatlı bir şekilde hareket eden ve yaşadığı dönemin en bilgili kişisi da olsa Şiilikle itham edilmesi onu bitirmek için yeter!

 

“Ancak onda azıcık Şiilik vardır. O, Ali'nin Muâviye ve Amr gibi düşmanlarından yüz çevirmiştir. Allah onu affetsin.” [xiv]

 

Bilemiyorum artık, bu Şiiliğin ölçüsü, kilosu veya gramı ne kadardır? Problem onun Hasâisu Ali b. Ebî Tâlib adında bir eser yazmasıdır! 

 

Muâviye'den ve Amr'dan yüz çevirmek bağışlanacak bir günah değildir! Zehebî, Allah'tan onu bağışlamasını istiyor! Bütün problemi bu! Bütün bunlar Nesâî'nin sahâbeye sövmesinden ve hakaret etmesinden veya onlara lanet etmesinden ötürü müdür? Hayır! Nesâî bunlardan hiçbirini yapmış değildir.

 

Eserin bir başka yerinde şöyle der:

 

“Ebû Abdullah b. Mende, Hamza el-Ukbî el-Mısri'den ve başkalarından şöyle rivayet etmektedir: “Nesâî ömrünün son dönemlerinde Mısır'dan çıktı ve Dımaşk'a vardı. Orada kendisine Muâviye'nin faziletleri hakkında soru yöneltilince ‘Onun hakkında herhangi bir fazilet aktarılmış değildir' diye cevap vermiş ve devamında şöyle demiştir: ‘Muâviye'nin Ali (a.s.) ile başa baş kalması yetmez mi? Bir de üstünlüğü mü olsun?' Onlar da bunun üzerine böğürlerini tekmeleyerek onu mescitten çıkardılar. Taşınarak Mekke'ye götürüldü ve orada vefat etti.”

 

Dârekutnî der ki: Haccetmek üzere çıktı, Dımaşk'ta belaya maruz kaldı ve şehadeti idrak etti.[xv]

 

Nesâî ‘‘Muâviye'nin Ali (a.s.) ile başa baş olması yeterli gelmiyor da bir de Ali'den üstün olması mı gerekiyor? Bu hiç mümkün müdür?'' diyor.

 

Şezerâtü'z-Zeheb'de ise ‘‘hayâlarını tekmelediler'' diye geçmektedir. Nesâî'nin hayâlarını tekmelediler ve o da bu yüzden hastalanıp vefat etti.

 

Muâviye'ye karşı nasıl böyle cüretli davranabilirsin? Sanki Resûlullah (s.a.a.) Muâviye hakkında “Seni ancak mümin sever, sana ancak kâfir buğzeder” demiş gibi. Yani Resûlullah'ın (s.a.a.) İmam Ali (a.s.) hakkında buyurduğu hadisi inkâr ediyorlar, aynı içeriği İmam Ali'nin (a.s.) düşmanları hakkında ispat etmeye ve kabul etmeye çalışıyorlar. İşte Emevî din anlayışı budur! Bizimle onları birbirine yaklaştıracak hiçbir mesele yok ki! Çünkü bunlar, İmam Ali (a.s.) hakkında aktarılan hiçbir şeyi kabul etmiyor ve buna yanaşmıyorlar.

 

Hiç kuşku yok ki İmam Nesâî, Sahâbe Okulunun büyük âlimlerindendir. Ancak Hâfız Zehebî onu suçlamakta ve hakkında “Ancak onda azıcık Şiilik vardır. O Ali'nin Muâviye ve Amr gibi düşmanlarından yüz çevirmiştir. Allah onu affetsin!” ifadelerini kullanmaktadır. Yani Nesâî'de aslında İmam Ali'nin bütün düşmanlarından değil Muâviye ve Amr gibi şahsiyetlerden yüz çevirdiği için problem bulunmaktadır.

 

Değerli izleyiciler Emevîci din anlayışını benimsemiş birisinin cerh ve tadil sahasında bir âlime nasıl davrandığını görmüşlerdir. Bir insanın Ehl-i Sünnet'ten olabilmesi için Hz. Ali'nin hasımları ve düşmanlarından razı ve hoşnut olması gerekiyor. Bir başka ifadeyle Hz. Ali'nin düşmanlarını da sevmesi gerekiyor. Değerli izleyicilere Emevî din anlayışının cerh ve tadil sahasında ricâl ilmini nasıl tesis ettiklerini göstermek istedim.

 

İkinci örneğe geçmek istiyorum. Zehebî'nin Ubeydullah b. Musa ile ilgili değerlendirmelerini aktarmak istiyorum. O şöyle diyor:

 

Ubeydullah b. Musa b. Ebi'l-Muhtâr: İmam, hâfız, âbid Ebû Muhammed el-Absî el-Kûfî. İbn Maîn ve bir grup âlim onu sika kabul etmiştir. Hadisleri Kütübü's-Sitte'de geçmektedir.

 

Ebû Hâtim der ki: Sikadır, saduktur ve hasenü'l-hadistir… Ahmed b. Abdullah el-İclî şöyle der: O, sikadır, Kur'ân'da liderdir ve Kur'an'ı bilir. Onun başını kaldırdığını görmedim ve güldüğüne de asla rastlamadım. Ubeydullah b. Musa, Avn b. Ebû Cuhayfe'den, o da babasından şöyle rivayet etmektedir: Ali (r.a.) şöyle buyurdular: Resûlullah'tan sonra bizim en hayırlımız Ebû Bekir ve Ömer'dir.

 

Ubeydullah'ın bu hadisi rivayet etmesi Şeyhayn'ı takdim ettiğine delildir. Ancak o, Ali'nin düşmanlarına ağır sözler söylerdi.[xvi]

 

Pasajda da görüldüğü üzere Ubeydullah b. Musa, Ebû Bekir ve Ömer'i İmam Ali'ye öncelemektedir. Ancak bu bile kendisini kurtarmaya yetmeyecektir!

 

İnsan hayretler içinde kalmaktadır. Bu tür meseleler nasıl çözülecektir?

 

Zehebî devamında şöyle diyor:

 

Ben derim ki: O, ibadet ve gece ehli birisiydi. Hamza'nın arkadaşıydı ve onun ahlakıyla ahlaklanmıştı. Ancak uğursuz Şiilîk kendisinde de bulunmaktaydı. O bu Şiîliği yaşadığı şehrin bidat ehli olan ahalisinden almış idi.[xvii]

 

Bakınız, Ubeydullah imamet, masumiyet ve nasla hilafete kail değildir. Sadece İmam Ali'nin (a.s.) muhalifleri hakkında eleştirilerde bulunmaktadır. İmam Ali'nin düşmanlarından kasıt ise sadece Muâviye'dir. Hâlbuki Resûlullah (s.a.a.) “Kim Ali'ye söverse bana sövmüş olur.” buyurmaktadır. Bundan dolayı Ümmü Seleme de Muâviye'ye bir elçi göndererek ona “Sizler Resûlullah'a (s.a.a.) ve Allah'a mı sövüyorsunuz?” demişti. Çünkü onların nezdinde de sahih ve makbul olan şu hadis mevcuttur: “Kim Ali'ye söverse bana sövmüş olur, kim O'nu veli edinirse Allah'ı veli edinmiş olur. Kim de O'na düşmanlık beslerse Allah'a düşmanlık beslemiş olur.” Bunlar mütevatir rivayetler olup önceki programlarda bunları okumuş idik. Ancak mesele Muâviye olunca altını kırmızıçizgilerle çiziyorlar ve buna aşılmaması gereken bir sınır muamelesi yapıyorlar.

 

Devamında şöyle demektedir:

 

İbn Mendeh şöyle der: Ahmed b. Hanbel… Ubeydullah Râfızîlikle tanınmaktaydı. Ubeydullah, ismi Muâviye olan hiç kimsenin kendi evine girmesine müsaade etmezdi. Denildiğine göre bir gün onun huzuruna Muâviye b. Salih el-Eşarî girdi. Ubeydullah ona ‘‘Adın nedir?'' diye sorunca o ‘‘Muâviye'' dedi. Ubeydullah ‘‘Vallahi sana da senin içinde bulunduğun topluluğa da hadis rivayet edecek değilim!'' dedi.[xviii]

 

İşte bu şahıs Emevîci din anlayışına göre Râfızî'dir. Bakınız, Sahâbe Okulu onu Râfızî olarak görmez. Yoksa bu şahıs Ebû Bekir ve Ömer'i İmam Ali'den (a.s.) üstün görmektedir. Hâfızdır, Kur'an konusunda imamdır, sikadır, gece ehlidir. Ancak bütün bunlar Emevîci din anlayışına sahip olanlar nezdinde ona hiçbir yarar sağlamamaktadır. Kendisi açık bir şekilde Ebû Bekir ve Ömer'i İmam Ali'ye önceleyen hadisi aktarmaktadır. Ancak asıl problem Muâviye'den yüz çevirmesi ve Hz. Ali'nin düşmanlarından nefret etmesidir.

 

Üçüncü örnek: Bu da temel örneklerdendir. Cerh ve tadil sahasında onlarca örnek bulunmaktadır. Verdiğimiz ve vereceğimiz örneklerle konunun vuzuha kavuştuğunu düşünüyorum. Ancak onlar buna mukabil Hz. Ali sevgisi ve Muâviye'ye düşmanlık yüzünden şahısları zayıf sayıyorlar. Bu temel noktadır. Bunu bir imtiyaz haline getirmişlerdir. Onlar bir kişiyi İmam Ali'ye düşman olması, İmam Ali ve Ehl-i Beyt ile savaşması nedeniyle sika (güvenilir) kabul etmektedirler.

 

Mizzî'nin (h. 742) Tehzîbü'l-Kemâl adlı eserine bakalım. Mizzî burada Ömer b. Sa'd'ın tercüme-i hâlinde şöyle der:

 

Ahmed b. Abdullah el-İcli şöyle derdi: Ömer b. Sa'd babasından hadisler rivayet ederdi. İnsanlar da ondan rivayette bulunurdu. Ömer b. Sa'd, Hüseyin'i öldürdü. Tabiî ve sikadır.[xix]

 

Bu durum Tehzîbü't-Tehzîb'de, Tarîhü Dımaşk'da vb. eserlerde de böyledir.

 

Evet, Ömer b. Sa'd, Resûlullah'ın (s.a.a.) reyhanesi, Cennet Ehli Gençlerin Efendisi'ni, Resûlullah'ın torununu, Kisa Ehlinden birini, Mübahale âyetinde söz konusu edilen kişilerden, Tathir âyetinde kastedilen gruptan birisini şehid etti! Ancak bütün bunlara rağmen bu işlediği katliam, onun adaletine bir halel getirmedi! Birisi gelip de ‘‘Neden Emevîlere muhalefet ediyorsunuz? Neden Muâviye'yi sahâbeden ayırıyorsunuz'' derse ‘‘Hayır ey kardeşim! Bizler bir şahsa muhalefet etmiyoruz. Bizim muhalefetimiz düşünce tarzına ve metodunadır!'' deriz. Hz. Hüseyin'in katili Ömer b. Sa'd hakkında Ahmed b. Abdullah el-İclî “O tâbiîndendir ve sikadır” diyor! İşte bizim muhalefetimiz buna, buna rıza gösterenlere ve bugüne dek bunlar hakkında “Onlar içtihad ettiler ve hata ettiler” diyenleredir. Bizim problemimiz ve sorunumuz bunlarladır! Biz bundan önce İbn Kesîr'den şu sözü aktarmıştık:

 

Bunlar zamanının imamına karşı çıkan ve Müslümanların birlikteliğini bozanların öldürüleceğini söylerler.

 

Sunucu: Sayın izleyicilerimiz sizlere teşekkürlerimizi sunuyoruz. Sayın Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey sizlere de teşekkürlerimizi sunuyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 

 

 

 

 



[i] et-Telîdî, Ebü'l-Fûtuh Abdullah b. Abdülkadir, el-Envârü'l-Bâhire bi Fadâili Ehli Beyti'n-Nebevî ve'z-Zürriyeti't-Tahire, s. 6, Dârü İbn Hazm, 1. Baskı, 1417.

[ii] A.g.e, a.g.y.

[iii] Minhâcü's-Sünneti'n-Nebeviyye, c. 7, s. 55 Tahkik: Muhammed Reşad Salim.

[iv] Envârü'l-Bâhire, s. 69.

[v] Minhâcü's-Sünnet, c. 7, s. 56.

[vi] Envârü'l-Bâhire, s. 71.

[vii] A.g.e, a.g.y.

[viii] Askalânî, Ahmed b. Ali b. Hacer, Hedyü's-Sârî Mukaddimetü Fethi'l-Bârî, Menşuratu Muhammed Ali Beydun, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Üçüncü Baskı, 1421

[ix] A.g.e, a.g.y.

[x] Zehebî, Şemsüddin Muhammed b. Ahmed b. Osmân, Siyerü Alâmi'n-Nübelâ, c. 14, s. 125, 67. no.lu tercüme-i hâl, Müessesetü'r-Risale.

[xi] A.g.e., s. 131.

[xii] A.g.e., s. 135.

[xiii] A.g.e., s. 133.

[xiv] A.g.e, a.g.y.

[xv] A.g.e., s. 132.

[xvi] Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, c. 9, s. 553-555, 215. tercüme-i hâl.

[xvii] A.g.e, a.g.y.

[xviii] A.g.e, a.g.y.

[xix] el-Mizzî, Hafız Cemalüddin Ebü'l-Haccac Yusuf, Tehzibü'l-Kemal fi Esmai'r-Ricâl, c. 21, Tahkik: Beşşar Avvad Maruf, Müessesetü'r-Risale, 4239 no.lu tercüme-i hâl.