Emevi İslamı'nda Hz. Ali düşmanlığı (2)

Emevi İslamı'nda Hz. Ali düşmanlığı (2)
Muğîre b. Şu’be, Ali b. Ebî Tâlib’e sövdü. Bunun üzerine Zeyd b. Erkam ayağa kalkarak şöyle dedi: Ey Muğîre, Resûlullah’ın (s.a.a.) ölülere sövmeyi yasakladığını bilmiyor musun? Ali ölüp gittiği halde neden O’na sövüyorsun? Bu hadis Müslim’in şartına göre sahihtir.

 

 

Sunucu: Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla. Hamd âlemlerin Rabbi Allah'adır. Salât ve selâm Allah'ın güvenilir elçisi Hz. Muhammed'e (s.a.a.), pak ve mutahhar Âl'ine, seçkin sahâbîlerinin üzerine olsun. Değerli izleyicilerimiz sizleri de en içten duygularımızla selâmlıyoruz. Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.  “Mutarahatun fi'l-Akide” adlı programımızın yeni bir bölümüyle karşınızdayız. İnşallah sizinle birlikte olmaya çalışacak ve oldukça önemli konularla Emevî Devleti'nin inşa ettiği İslam'ın en önemli öğretilerinin üzerindeki örtüleri kaldırmaya çalışacağız. Değerli konuğumuz Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e sizin adınıza merhaba demek bana sevinç ve sürur veriyor. Saygıdeğer Seyyid hoş geldiniz.  

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hoş bulduk. 

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyid önceki programın bir özetini sunmamız mümkün mü?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahman Rahim olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salât ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Öncelikle değerli izleyicilere hoş geldiniz diyoruz. Önceki programlarda bu konunun tarihimizi doğru bir şekilde anlayabilmenin anahtarlarından birisi olduğunu belirtmiştik. Gerçi birçokları bu konularda hakikatleri gizleme çabası içine girmektedir.

 

“Emevî İslamı'nın Öğretileri” adını verdiğimiz bu yeni programda ise Emevîlerin İslam'a ilk girdikleri andan itibaren İslam'a ve Müslümanlara tuzak kurmaya çalıştıklarını açıklamaya çalışıyoruz. Bunlar Öz Muhammedî İslam'ı bitirmek, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'inin adını ve sanını ortadan kaldırmak arzusunda idiler. Hatta İmam Ali'yi (a.s.) ve Ehl-i Beyt'i seven ve onlara saygı ve tazimde bulunan sahâbîlerin de köklerini kazımak istiyorlardı. Bu sahâbîler kesinlikle Emevîler ile barışık değildiler. Değerli izleyicilerin şu kitaba müracaat etmeleri yeterlidir. Çünkü doğrudan ve dolaylı olarak bizimle bağlantıya geçen dostlardan birçoğu, bizden Emevî İslamı'nı tanıyabilmelerini ve mütalaa etmelerini sağlayacak güzel bir kitap önermemizi istediler.

 

Şimdi işaret edeceğimiz bu kitap bu alandaki temel ve önemli eserlerdendir: Abdullah el-Alâyilî'nin İmam Hüseyin adlı eseri. Hiç kuşkusuz Abdullah el-Alâyilî Ehl-i Sünnet'in –ne Emevî din anlayışına bağlıdır ne de Ehl-i Beyt Okuluna- âlimlerindendir.

 

O, bu eserinde şöyle der:

 

Emevîler Peygamber'e (s.a.v.) ve davetine tuzak kurdular. Bizler Emevîlerin lideri olan Ebû Süfyân'ın nasıl Müslüman olduğunu ve İslam muhitinde Emevîler için itibarlı hiçbir makamın kalmadığını gördük. Bundan dolayı dinin gölgesinde kendileri için yer hazırlama ve kendilerine sulta tahsis etme çabası içine girdiler. Bunu da Yezîd b. Ebî Süfyân'ın -Muâviye'nin kardeşi olup ondan önce Şam valisi idi; Seyyid Haydarî- valiliği ve ondan sonra da kardeşi Muâviye'nin Şam valiliği dönemlerinde ele geçirdiler. Bu önemli arzularını yerine getirebilmek için uygun bir fırsat buldular.[i]

 

Eserin ilerleyen bölümlerinde ise şöyle der:

 

HALİFELERİN HÜKÜMETİNE KARŞI EMEVÎ İSYANI VE İNKILABI (Başlık)

 

Birçokları bütün bu ilkelerin, alt üst eden bu değişim ve yozlaşmanın Emevî ailesine nispetini uzak görebilir ve bu iddianın garazkâr olduğunu düşünebilir. Ancak elimizde aksi düşünülemeyecek ve aksine yorum yapılamayacak naslar ve kesin kanıtlar bulunmaktadır. Tarihin bu dönemiyle meşgul olmak isteyen herkese Takiyüddîn el-Makrizî'nin ‘‘en-Nizau ve't-Tahâsumu fîmâ beyne Benî Ümeyyete ve Benî Haşim'' adlı eserini incelemelerini tavsiye ederim… Bu büyük yapının ana amacı yönetimin bütün dizginlerinin Emevîlerin eline geçmesidir. İşte bu istek de Muâviye döneminde gerçekleşti ve o bütün işlerin dizginlerini eline aldı… Sultanın en yüksek noktası Emevîlerin eline geçti. Bunun Hz. Resûlullah'ın (s.a.v.) vefatından itibaren başlayan birtakım sebepleri vardır.[ii]

 

Öz Muhammedî ve Hakiki İslam'ın bütün ilke ve prensipleri alt üst oldu. Sahâbenin büyüklerinin Medine'den sürgüne gönderilmesi gibi olaylar yaşandı.

 

Muâviye kendi döneminde ‘‘eminü'l-vahy'', ‘‘Resûlullah'ın halifesi'', ‘‘mücahid melik'' gibi nitelikler ve lakaplar aldı. Sonra da Benî Ümeyye'nin faziletleri ve Muâviye'nin faziletleri, İmam Ali'nin yerilmesi hakkında uydurulan rivayetler ile Emevî İslamı'nın öğretileri yavaş yavaş oluşmaya başladı. Kendi zamanının imamına karşı çıksa hatta Resûlullah (s.a.a.) tarafından bağî olarak isimlendirilse ve sahabîyi öldürse dahi Muâviye müçtehid sayıldı ve yaptığı işten dolayı ecir alacağı söylendi. 

 

Konuyu uzatmak istemiyorum. Ancak müellifin değindiği kitap hakkında bir şeyler söylemek istiyorum. Değerli izleyiciler lütfen Takiyüddîn el-Makrizî'nin (h. 845) en-Nizâu ve't-Tahâsumu fîmâ beyne Benî Ümeyyete ve Benî Hâşim adlı eserini incelesinler. Bu eser bu alandaki önemli çalışmalardandır. Eser 150 sayfayı aşmamaktadır. Eseri yayına hazırlayan ve notlandıran Salih el-Verdânî'dir. Eser, Matbaatü'l-Hedef tarafından basılmıştır. Ayrıca müellif -okununca da görüleceği gibi- Emevî din anlayışına değil, Ehl-i Sünnet'e bağlıdır.  Ben asıl olarak şunu vurgulamak istiyorum. Emevî din akımı ve anlayışı tümüyle Sahâbe Okulunun önünü kesmektedir. Değerli izleyiciler lütfen buna dikkat etsinler. Bunların kendi kendilerini Ehl-i Sünnet âlimleri olarak tanıtmalarına, laf cambazlığı yapmalarına ve hilelerine aldanmasınlar. Bunlar her ne kadar kendi kendilerini Ehli Sünnet âlimi olarak tanıtsalar da Emevî din anlayışına mensupturlar.

 

Sunucu: İşaret ettiğiniz bu ayrışmanın önemi nerede gizlidir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Öncelikle Ehl-i Beyt ve Sahâbe Okulunun genel bazı ilkelerine işaret etmek istiyorum. Böylece Emevî İslamı'nın öğretileri vuzuha kavuşacaktır.

 

Ehl-i Beyt Mezhebi ile ilgili olarak şöyle diyebiliriz. Bu çizgi İmam Ali'nin ve Ehl-i Beyt'in masumiyetine inanmaktadır. Bizler Ehl-i Beyt dediğimiz zaman bu kavram ile Ehl-i Beyt lafzının sözlük veya genel anlamını kastediyor değiliz. Bizler dar anlamdaki Ehl-i Beyt'i kastediyoruz. Şöyle ki mütevatir naslar Ehl-i Beyt'ten maksadın ilk dönemde başını Hz. Resûlullah'ın çektiği Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hasan ve Hüseyin'in (a.s.) olduğuna delalet etmektedir. Sonraki dönemlerde bu listeye dokuz kişi daha eklenmiştir. Bunlar da Ehl-i Beyt'tir. Öyleyse ben Hz. Ali ve Ehl-i Beyt kavramını kullandığım zaman muradım Ehl-i Beyt kavramının dar anlamıdır ki bunlar Aba'nın altında olan ve onlara mülhak olan (ki bunlar da dokuz kişidir) kimselerdir. Kimsenin aklına Ehl-i Beyt kavramını lugavi (dilsel) anlamda kullandığımız düşüncesi gelmesin. Ehl-i Beyt'in dar anlamda kullanıldığına dair delilimizi ise kendi özel yerinde ele alacağız. 

 

Bu okulun en önemli ilkesi şudur: Bu okul ilk olarak Hz. Ali, Hz. Fâtıma ve onların zürriyetinden gelen İmamların masum olduklarına inanır. Bu işin imanî ve akidevî boyutudur. Dolayısıyla bunlar masum olduklarına göre bu masumiyet Hz. Resûlullah'a dayanmaktadır. İkinci önemli ilke ise bu okul hilafetin, siyasî ve şer´î velayetin Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra ancak Ali ve evlatlarına ait olduğuna inanmaktadır. Bunlar Ehl-i Beyt Okulunun akidevî ve siyasî düzlemde olmazsa olmazlarıdır.

 

Sahâbe Okuluna geçtiğimizde ise onlar bu iki ilkeye inanmazlar. Yani ne Hz. Ali'nin, Fâtıma'nın ve Ehl-i Beyt'in (a.s.) masumiyetine inanmaktadırlar ne de ilk üç halifenin halifeliğinin meşru olmadığına. Yani birinci, ikinci ve üçüncü halifenin hilafetinin meşrulığunu kabul etmektedirler. Defalarca belirttiğimiz gibi ben ilk üç halife dediğim zaman bununla sadece sözcüğün lugavi anlamını kastetmekteyim; birinci, ikinci ve üçüncü halife dediğimde kelimenin şer´î anlamını kastetmiyorum. Ben onların Resûlullah'tan sonra -ister hak olsun ister olmasın- hilafet makamına geçen kimseler olduklarına inanmaktayım. Bizler onların hak etmeden hilafet makamına geçtiklerine inanmaktayız. Çünkü hilafet Müminlerin Emiri Ali'ye (a.s.) aittir. Bu okul ile diğer okulu birbirinden ayırt eden husus şudur: Ehl-i Sünnet Okulu İmam Ali ve Ehl-i Beyt'in özel ve yüce bir makama sahip olduklarına, fazilet ve makamlarına, onları sevmenin iman ve buğzetmenin nifak olduğuna inanmaktadırlar. En azından Hz. Ali ve Fâtıma (a.s.) hakkında buna inanmaktadırlar. Şimdi Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (a.s.) meselesine girmek istemiyorum. Sadece İmam Ali (a.s.) olayını ele almak istiyorum. O'nu ancak mümin sever ve O'na ancak münafık buğzeder. Çünkü Sahâbe Okulu, İmam Ali'nin (a.s.) cennetle müjdelenen on sahabîden birisi olduğuna inanmaktadırlar. Bu hususta da her ne kadar Sahîhayn'da geçmese de onlar nezdinde sahih ve makbul olan hadislere dayanmaktadırlar. Sahâbe Okulu en azından İmam Ali'nin adil dördüncü halife olduğuna, O'na karşı çıkanın ve huruç edenin bağî, fasık ve tövbe etmediği müddetçe de cehennem ateşini hak ettiğine inanmaktadır. İmam Ali'nin (a.s.) Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra hidayete eriştirilmiş râşid halifelerden biri olduğuna inanmaktadırlar. İşte bunlar Sahâbe Okulunun inançlarından bazılarıdır.

 

Ancak Emevîlere gelince onların İmam Ali'nin bütün fazilet ve makamlarını yok saymak için ellerinden geleni yaptıklarını görmekteyiz. Bunun delili de şudur: Onlar Hz. Ali'ye sövmeyi, O'na buğzetmeyi, minberlerde O'ndan beri olduklarını ilan etmeyi bir sünnet ve genel bir uygulama haline getirmişlerdir. Bunu önceki programlarda okuduk. Emevî din anlayışının büyüklerinden birisi olan İbn Teymiyye de bunu teyit etmektedir. O şöyle diyordu:

 

“Muâviye'nin reayası Osman'ın reayası idiler. Osman'ın reayası ise Ali'ye buğzediyor ve O'na düşmanlık ediyorlardı.”

 

Öyleyse bu mesele oldukça açıktır. Sözü uzatmadan bu bağlamda Feyzü'l-Kadîr alı eserden bir pasaj aktarmak istiyorum.

 

Kuşkusuz benden sonra aranızda iki halife bıraktım. Semadan yere uzatılmış olan Allah'ın Kitabı ve Itret'im olan Ehl-i Beyt'im. Bunlar Havuzun başında bana gelinceye kadar asla birbirlerinden ayrılmayacaklardır.[iii]

 

Yazar bu hadisin dipnotunda şöyle diyor:

 

وعترتي أهل بيتي / Itret'im olan Ehl-i Beyt'im”; tafsilun ba´de'l-icmal. (İlk önce özetini sunup sonra detaylandırmaktır; çev.)

 

Bunlar Allah'ın kendilerinden kiri giderdiği ve tertemiz kıldığı Kisa Ashâbı'dır. Bunlar zekâtın kendilerine haram olduğu kimselerdir, denmiştir. Kurtubî bu görüşü benimsemiştir… Allâme Kurtubî şöyle der:

 

Bu vasiyet ve bu kuvvetli ve büyük vurgu Peygamber'in ehline iyilik yapılmasının, saygı gösterilmesinin, onlara sevgi beklenmesinin müekked farz kılınmış bir sorumluluk olmasını gerektirmektedir. Bu sorumluluğu yerine getirme noktasında hiç kimse mazur değildir. Hz. Peygamber (s.a.v.) ile özel bağlarının bulunmasından ve Hz. Peygamber'in bir cüzü olmalarından da bu elde edilebilir. Hz. Peygamber onların kendisinden neşet ettiği asılları (kök-gövde) ve onlar Hz. Peygamber'den neşet eden ferlerdir (dal). Nitekim Hz. Peygamber (s.a.a.) Hz. Fâtıma (a.s.) hakkında ‘‘Fâtıma benim bir parçamdır'' buyurmuştur.[iv]

 

Bazı cahillerin sandığı gibi Ehl-i Beyt kavramı Peygamber'in (s.a.a.) hanımlarını kapsamamaktadır.

 

Allâme Münâvî'nin açıklamalarının buraya kadarki bölümünü şurada burada görürsünüz. Buraya kadar olan bölümü aktarırlar. İster Sahâbe Okulundan ister diğer okuldan olsunlar. Ancak pasajın bundan sonraki bölümünü gizleme çabası içine girerler ve insanlara okumazlar. Buradan itibaren asıl önemli mesele başlıyor. Asıl önemli problem Emevîlerin uygulamalarıdır. Yoksa Emevîlerin kelime-i şehadeti söyleyip söylememeleri veya fetihte bulunup bulunmamaları değildir. Önemli olan onların Resûlullah'ın (s.a.a.) Sekaleyn Hadisi'ndeki vasiyetine uyup uymadıklarıdır.

 

Pasajın devamında şöyle der:

 

Buna rağmen Benî Ümeyye bu büyük haklara muhalefet etmiş ve isyan etmiştir. Onlar Ehl-i Beyt'in kanlarını akıtmış, hanımlarını sürgüne göndermiş, küçük çocuklarını esir almış, diyarlarını viran etmiş, şeref ve faziletlerini inkâr etmiş, onlara sövmeyi ve lanet etmeyi mubah saymışlardır. Böylece Hz. Mustafa'nın (s.a.v.) bu vasiyetine muhalefet etmiş, O'nun maksat ve arzusunu nakzetmeye çalışmışlardır. Rablerinin huzurunda duracakları gün, bu ne büyük bir utanç ve ne büyük rezillik olacaktır![v]

 

Benî Ümeyye'nin asıl problemi işte budur. İşte Şeyhü'l-İslam olarak ifade ettikleri İbn Teymiyye'nin değinmeden geçtiği noktalar buralardır. O meseleyi basite indirgeyerek şöyle der:

 

Benî Ümeyye, Hz. Ali hakkında ileri geri konuşmuştur.

 

İbn Teymiyye onların İmam Ali'ye (a.s.) lanet etmelerinden, sövmelerinden, Ehl-i Beyt'i öldürüp sürgüne göndermelerinden bahsetmez. Onlar Ali hakkında ileri geri konuştular, der. Meseleyi basitleştirir ve önemsizleştirir. Allah'ın emrettiği Ehl-i Beyt sevgisini İslam ümmetinin gözünde önemsiz ve basit göstermeye çalışır. Ben Ehl-i Beyt'e itaat sözcüğünü kullanmıyorum ki hiç kimse “Biz zaten sizinle Ehl-i Beyt'e itaatin vacipliği hususunda ittifak halinde değiliz ki” diyerek karşı çıkmasın. Ancak Ehl-i Beyt sevgisinin ve onlara saygı göstermenin, salat getirmenin vacip olduğu hususunda âlimlerin açıklamaları ittifak arz etmektedir. Buna ancak İslam dininin dışına çıkan kimseler muhalefet eder. Defalarca belirttiğimiz ve şimdi de vurgulayacağımız gibi hiç kimse Ehl-i Beyt sevgisini başa kakmaya kalkışmasın. Zaten Ehl-i Beyt'i sevmekle yükümlüsün. Hz. Ali'yi (a.s.), Hz. Fâtıma'yı, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i sevmek ve onların düşmanlarından beri olduğunu ilan etmek zorundasın. Çünkü Sahîhü Müslim'de de okuduğumuz üzere Ali'yi (a.s.) sevmek imandır. Sizler de çok iyi biliyorsunuz ki O'nu sevmek iman, O'na buğzetmek ise nifaktır. Hatta önceki programlarda da okuduğumuz ve Allâme Alûsî'nin de belirttiği üzere nifakın en açık misdaklarındandır.

 

Asıl önemli mesele şudur. Şimdi genel bir çağrıda bulunmak istiyorum. Lütfen kalem sahipleri, minber ehli ve televizyon kanallarında program yapanlar Emevî din anlayışı ile Sahâbe Okulunu birbirine karıştırmasınlar. Bunlar kesinlikle aynı daire içinde yer almazlar. Sahâbe Okulu her ne kadar masumiyet ve siyasî hilafet meselesinde Ehl-i Beyt Okulu ile görüş ayrılığı içinde olsa da şu hususta bizimle ittifak halindedirler: Ehl-i Beyt yani Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin (a.s.). İmam Hasan ve Hüseyin (a.s.) cennet ehli gençlerinin efendileridir. Bunlar Resûlullah'ın dünyadaki iki reyhanıdır. Bu bakış açısı nerede, diğeri nerede? Sizin Müminlerin Emiri olarak kabul ettiğiniz Yezîd'in emriyle İbn Ziyad'ın İmam Hüseyin'in dişlerine asa ile vurması nerede, ‘‘Ben, Resûlullah'ın onları öptüğünü gördüm'' denmesi nerede! Bundan dolayı bu konuları ele alıp açıklamalarda bulunmak isteyen herkese bir çağrıda bulunmak istiyorum. Emevîlerin tesis ve inşa ettiği Emevî İslamı'nın öğretilerinin neler olduğunu bilmelisiniz. Onların Müslümanları aldatmaya çalıştıklarının farkında olunuz. Maalesef bu aldatma eski ve tarihte kalmış bir olay da değildir. Biz bunun en güzel örneklerini Minhâcü's-Sünne'de görebiliyoruz. Değerli izleyiciler ve Müslümanlar bilsinler ve anlasınlar ki Minhâcü's-Sünne, Sahâbe Ekolünün inanç ve kabullerine göre yazılmış değildir. Sahâbenin -ister tevhid ve nübüvvet ister Peygamber'in hanımları ve sahâbîleri konuları düzeyinde olsun- tesis ettiği temellere göre kaleme alınmış değildir. O, bu eseri Emevîlerin esas ve temelleri üzere kaleme almıştır. Bu hakikati ortaya koyan onlarca belki yüzlerce şahit vardır. İnşallah ilerleyen bölümlerde bu konunun üzerinde duracağız.

 

Bir de lütfen değerli izleyiciler şunun da farkında olsunlar. Şeyh İbn Teymiyye kendi metoduna, yaklaşımlarına ve açıklamalarına Sahâbe Okulu giysisini giydirerek insanları aldatmaya çalışmıştır. Bu noktada da yapacağını yapmıştır. Maalesef bu tuzağa ve kapana çok kimse kapılmıştır. Hatta çoğu kimse Şeyh İbn Teymiyye'yi eleştirdiğinde Sahâbe Okulunu eleştirdiği zehabına kapılmıştır. Bizler Şeyh İbn Teymiyye'yi, onun metodunu, yaklaşım ve düşüncelerini eleştirdiğimizde sanki sahâbeyi itham altında bırakmışız gibi bir algı oluşuyor. Hayır, durum bu şekilde değildir. Doğru ve ilmî olan yaklaşım ve tutum şudur: Sahâbe ile Emevî Ekolünü birbirinden ayırt etmeliyiz. Ben öyle düşünüyorum ki Emevî İslamı'nın öğretilerini açıkladığımda değerli izleyiciler bunların kimi savunduklarını anlayacaklardır. Acaba bunlar hakikaten sahâbeyi mi savunmaktadırlar yoksa Emevîleri mi? Bu hususa ilişkin deliller çoktur. İnşallah ilk öğretiyi ve bundan sonraki öğretileri ele almaya başladığımızda konu vuzuha kavuşacaktır. İlk öğreti ve prensip Hz. Ali'ye sövmek, buğzetmek ve minberlerde O'ndan beri olduğunu ilan etmek idi. Bunların minberlerinde bizim için neler söylediğini anlayacağız. Bunlar Aşura Günü hakkında kitap yazıyor ve dağıtıyorlar. En önemli merkezlerinde eserler kaleme alıyorlar. Bunlar en önemli minberlerinde “Biz Aşura günü sevinç belirtisi olarak oruç tutarız. Hüseyin o gün öldürülmüş olsa dahi bunu yaparız” diyorlar!

 

Bakınız, ne diyorlar? İşin aslı biz de İslam ümmetine bunu açıklamak istiyoruz. İşaret ettiğimiz bütün kaynaklara müracaat edebilirler.

 

Sözün özü şudur: Her seviyeden tüm izleyicilere bir çağrım var. Lütfen, şu hakikate dikkat ediniz. Sayı itibariyle oldukça az olan Emevîci din anlayışına sahip olanlar… Bunlar ‘‘tevhidî davet'' adıyla ortaya çıkmaktadırlar. Hâlbuki tevhid bunlardan uzaktır. Çünkü hakiki tevhid Muhammedî İslam'dadır. Hatta bunlar Sahâbe Okuluyla muvafakat etmemektedirler. İlerleyen bölümlerde Şeyh İbn Teymiyye'nin Sahâbe Okulunu ve Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'i temsil etmediğini açıkça dile getiren, bu okulun büyük âlimlerinin açıklamalarını okuyacağım.

 

Sunucu: Siz Emevî akımının ilk öğreti ve prensibi olan İmam Ali'ye sövmek ve buğzetmek olgusuna değindiniz. Acaba hadis kaynaklarında buna delalet eden açık ve net kanıtlar var mıdır?  

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hakikatte hadis mecmualarında bu mesele çerçevesinde birçok bilgi bulunmaktadır. Özellikle de terâcim (biyografi) kitaplarında. Değerli izleyiciler hatırlayacaklardır bizler, önceki programda Taberî'nin Tarih'inden bir rivayet aktardık.

 

Şimdi de Taberî'nin Tarih'inden bir olay aktaracağız:

 

Hicretin 41. yılı olayları ve bu yılda gerçekleşen olaylar. Hicrî 51. yılı olayları…

 

H. 41. yılında Muâviye, Muğîre b. Şube'yi Kufe valiliğine tayin ettiğinde yanına çağırıp Allah'a hamdüsenada bulunduktan sonra ona şunları söylemişti:

 

(...) Hikmet sahibi bir kişinin aslında sana bir şey öğretmeye kalkışmaması gerekir. Ben sana bazı şeyleri tavsiye etmek istedim, ancak beni hoşnut edecek, saltanatımı sevindirecek ve reayamı ıslah edecek hususlarda ileri görüşlülüğüne güvenerek bunları sana bıraktım. Bununla birlikte bazı şeyleri tavsiye etmekten de kendimi alamıyorum. Ali'ye sürekli olarak küfretmeyi ve O'nu kötülemeyi ihmal etmeyeceksin. Osman'a da rahmet okuyup sürekli mağfiret dileyeceksin. Ali'nin ve adamlarının ayıplarını her fırsatta ortaya koyacak, onları kötüleyip duracaksın.[vi]

 

Muâviye ‘‘her ne kadar ben senin basiretine güvenerek sana birçok şeyi tavsiye etmedimse de bir şeyi vurgulamaktan kendimi alamıyorum'' diyor. Yani her şeyi senin basiretine güvenerek sana bırakıyorum ancak bir konu hariç. Hz. Ali'ye sövme hususunda hiçbir şekilde gevşeklik göstermem! Yani Emevîlerin saltanatları Hz. Ali'ye sövmek ve O'nu küçük düşürmekten geçmektedir. Çünkü Muhammedî İslam Hz. Ali sevgisine dayanmaktadır. Hatta Hz. Ali'nin masumiyetine inanmasalar bile O'na saygı gösterenlerin de yerilmeleri gerekir. İnşallah Emevî İslamı'nın ikinci ilkesiyle ilgili rivayetleri ileride ortaya koyacağız. Onlar Emevîler, özellikle de Muâviye ve Yezîd hakkında hadis uydurdular.

 

İnşallah ileride Minhâcü's-Sünneti'n-Nebeviyye'de de göreceğimiz gibi Ali'nin ismi nerede geçerse geçsin O'nun fazileti bir yergiye ve eleştiriye dönüştürülmekte, sonra Osman veya Muâviye'de bu fazilet yoksa bütün övgüler onlar hakkında sayıp dökülmektedir. İbn Teymiyye onlar hakkında “Allah onlarla İslam'ı aziz eylemiştir. Onlar Tevrat'ta müjdelenen büyük şahsiyetlerdir.” demiştir.

 

Peki, Muğîre, Muâviye'nin bu tavsiye mektubuna ne cevap vermiştir? Onu da okuyalım:

 

Sen beni denedin ve bu şekilde ben de denenmiş oldum. Sen de aynı şekilde deneneceksin ve sonunda ya iyilikle anılacak veya sürekli kötülenip duracaksın.

 

Muâviye de bunun üzerine şöyle demiştir:

 

İnşallah ikimiz de sürekli olarak iyilikle anılıp duracağız…

 

Ebû Mihnef der ki; İbn Züheyr dedi ki ben Şa´bî'nin şöyle dediğini işittim: Muğîre bizim valimiz oldu… Yedi yıl birkaç ay Muâviye'nin Kufe valiliğini yaptı. Kufe valiliğini çok güzel yönetti. Afiyeti çok severdi. Ancak şu var ki Ali'yi yermeyi ve O'nun hakkında ileri geri konuşmayı asla terk etmedi. Osman'ın katillerini sürekli kınar, onlara lanet eder, Osman'ı rahmet ve istiğfar ile anar, ashabını da güzel niteliklerle zikrederdi.[vii]

 

Görüldüğü gibi Hz. Ali'ye sövme olayı bir iki günlük bir olay değil, yedi yıl sürmüş!

 

Taberî bu pasajdan sonra Hucr'un şehit edilmesi olayına geçiş yapar.

 

Öyleyse Tarihü't-Taberî'nde bu olay açık ve net bir şekilde geçmektedir. Taberî Tarihi eldeki en kadim tarihî kaynaklardandır. Bu eser Muâviye'nin bu konudaki vasiyetini açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu ilk kaynaktır.

 

Değerli izleyiciler hatırlayacaklardır, bizler önceki programda Sahîhü Müslim'den Muâviye'nin Sa'd'a “Niçin Ali'ye sövmüyorsun?” dediğini okumuştuk. Bir kimse ‘‘siz hadis kitabından aktarmadınız ki Taberî'den aktardınız'' diye itirazda bulunabilir. Şimdi hadis kaynaklarından aktaralım.

 

Bu kitabın üzerinde biraz duracağım.  Hâkim en-Nîsâbûrî'nin el-Müstedrek adlı eseri. Eserin dipnotunda ise İmam Zehebî'nin Talhis'i bulunmaktadır. O da büyük âlimlerdendir. Bazıları ‘‘el-Müstedrek'in rivayetleri güvenilir değildir'' diyerek itirazda bulunabilirler. El-Müstedrek'in bu rivayetinin güvenilir olup olmadığı birazdan açığa çıkacaktır.

 

Rivayet şöyledir:

 

Biz Ebû Bekir Muhammed b. Dâvûd b. Süleymân rivayet etti ve dedi ki, bize Abdullah b. Muhammed Naciye rivayet etti ve dedi ki, bize Recâ b. Muhammed rivayet etti ve dedi ki, bize Ömer b. Muhammed b. Ebû Rezîn rivayet etti ve dedi ki, bize Şu'be Mis'ar'dan, o da Ziyâd b. Alaka'dan, o da amcasından rivayetine göre o şöyle der:

 

Muğîre b. Şu'be Ali b. Ebî Tâlib'e sövdü. Bunun üzerine Zeyd b. Erkam ayağa kalkarak şöyle dedi: Ey Muğîre, Resûlullah'ın (s.a.a.) ölülere sövmeyi yasakladığını bilmiyor musun? Ali ölüp gittiği halde neden O'na sövüyorsun?

 

Bu hadis Müslim'in şartına göre sahihtir.[viii]

 

Taberî'nin de dediği gibi Muğîre b. Şube yedi yıl boyunca her Cuma Ali b. Ebî Tâlib'e sövdü. Bu mecliste ister Hucr bulunsun ister Zeyd bulunsun, fark etmiyor. Her ikisi de Resûlullah'ın (s.a.a.) sahâbesindendiler.

 

Lütfen Ali b. Ebî Tâlib'in (a.s.) mazlumiyetine dikkat ediniz! Kimse kalkıp da ‘‘Neden Aşere-i Mübeşşere'den olan bir şahsa sövüyorsun?'' demeye cüret edemiyor. ‘‘Neden sen hidayete eriştirilmiş olan dört halifeden birisine hakaret ediyorsun, Allah ve Resûlünün kendisini sevdiği ve sevilmesi iman ve buğzu, küfür ve nifak olan birine niçin sövüyorsun?'' demeye cüret edemiyor. Emevîler döneminde toplumdaki terör ve korkuyu görebiliyor musunuz?

 

Hadiste geçen şu ifadeyi görüyor musunuz: “Ey Muğîre, Resûlullah'ın (s.a.a.) ölülere sövmeyi yasakladığını bilmiyor musun? Hz. Ali ölüp gittiği halde neden O'na sövüyorsun?” Zeyd, İmam Ali'nin (a.s) menkıbe ve faziletlerini anmaya ve söylemeye cesaret edemiyor! ‘‘İmam Ali dördüncü halifeydi, Müslümanların halifesi, adil bir imam ve Resûlullah'ın (s.a.a.) damadıydı'' bile diyemiyordu.

 

Gerçi incelenmesi gereken bir konu var. Şöyle ki Allâme Nîsâbûrî'nin el-Müstedrek'te ‘‘sahihtir'' hükmünü verdiği bütün hadisler sahih midir, değil midir? Ancak şimdilik bu konuya girmek istemiyorum. Vakit el verirse bu konuya geniş bir zamanda giriş yaparız. Peki, neden acaba Hâkim en-Nîsâbûrî'nin el-Müstedrek ale's-Sahîhayn adlı eserinde kuşku oluşturmaya çalışıyorlar. Bu konuya giriş yapmak istemiyorum.  Ancak bu hadis özelinde kuşku oluşturamıyorlar. Hiç kimse de Hâfız Zehebî'nin değerlendirmelerinde kuşku oluşturamaz.

 

Hâfız Zehebî bu hadisin zeylinde şöyle der:

 

Bu hadis Müslim'in şartına göre sahihtir.[ix]

 

Yani bu hadis Müslim'in şartına göre sahihtir. Hâfız Zehebî de hadis hususunda şiddetlidir ve Benî Ümeyye'yi savunanlardandır, Muâviye ve benzerlerine karşı özel bir ilgisi vardır.  “O'nu sevmek iman, O'na buğzetmek nifaktır” hadisi hakkında kuşku oluşturmaya çalışır. Çünkü o biliyor ki eğer Hz. Ali'ye buğzetmek ve sövmek nifak ise bu durumda Muâviye münafık olacaktır. Bundan dolayı söz konusu hadisi bertaraf etmeye çalışır ve ‘‘hadis en sahih hadislerdendir'' dese de hayretini gizleyemez.

 

Bir kimse ‘‘biz Hâfız Zehebî'yi de kabul etmiyoruz'' diyebilir. Onu da kabul etmiyor olabilirsiniz. Başka bir eserden kanıt getireceğim. Albânî'nin Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha adlı eserinden. Allâme Albânî çağdaş büyük âlimlerdendir. O, kendi kendilerini Medresetü's-Selefiyye olarak isimlendiren grubun ifadesiyle hadiste imamdır. Gerçi ben “Selefî” kavramının kullanılması hususunda onlarla aynı görüşte değilim. Çünkü bunlar olaylara yaklaşımları itibariyle Emevîci din akımına sahiptirler. Selefî değildirler. Selef, sahâbedir. Bunlar ise sahâbeyi temsil etmiyorlar. Bunlar ancak Emevîleri temsil etmektedirler.

 

ÖLÜLERE SÖVMENİN NEHYİ BÂBI

 

Bu hadisi Hâkim (c. 1, s. 385) tahric etmiştir. Muğîre ‘‘Bu hadis Müslim'in şartına göre sahihtir'' der. Zehebî de onun bu değerlendirmesine muvafakat etmiştir. Ben (Allâme Albânî) ‘‘bu hadis o ikisinin dediği gibidir'' derim.[x]

 

Öyleyse üç âlim bu hadisin sıhhatine hükmetmektedir. Her ne kadar mensup oldukları dinî yaklaşımları farklı da olsa… Çünkü Hâkim en-Nîsâbûrî, Allâme Albânî ve Zehebî'den farklı olup Sahâbe Okulunun büyük âlimlerindendir. Diğer iki âlim ise Sahâbe Ekolünden değil de Emevîci din anlayışını benimseyen âlimlerdendir. Allâme Albânî ile Zehebî bu hadisi yani Muğîre b. Şube'nin Hz. Ali'ye sövmesini içeren hadisin sahih olduğunu belirtir. Bu durumda Taberî Tarihi'nin anlattığı olayın yani Muâviye'nin Hz. Ali'ye sövülmesini tavsiye ve emretmesinin de sahih olduğu anlaşılıyor.

 

Hâfız Zehebî Emevîci din anlayışına yakındır. Sahâbe Okulunun âlimlerinden değildir.

 

O şöyle diyor:

 

Hâkim en-Nîsâbûrî… Tayr (kızartılmış kuş) hadisinin geliş kanallarını bir ciltte topladım. ‘‘Ben kimin mevlâsı isem'' hadisinin geliş kanallarını da bir ciltte topladım. Bu hadis bir öncekinden daha sahihtir. Müslim'in Hz. Ali'den naklettiği ‘‘Beni müminden başkasının sevmemesi ve münafıktan başkasının bana buğzetmemesi ümmî olan Peygamber'in (s.a.a.) bana katî bir ahd-u peymanıdır'' hadisini de bir ciltte topladım. Bu hadis diğer ikisinden daha sahihtir.

 

Gerçi bu hadis üç hadisin en problemli olanıdır.[xi]

 

Zehebî diyor ki Tayr Hadisi'nin tarîklerini bir cüzde tahric ettim. Bazıları bu hadisin aslının olmadığını söylese de Hâfız Zehebî bunu kabul etmemektedir.

 

Evet, Hz. Ali'yi sevmek ile ilgili hadis bu üç hadis içindeki en çetin olan hadistir. Çünkü Tayr Hadisi İmam Ali'nin sahâbe kuşağının en faziletlisi olduğuna delalet etmektedir. Ancak bu son hadisin tevil edilecek hiçbir tarafı bulunmamaktadır. Bütün bunlara rağmen bakınız ne diyor:

 

Faziletten hiçbir payı olmayan bir topluluk O'nu sevmiş, Nâsıbîlerden bir grup ise cehaletlerinden dolayı O'na buğzetmişlerdir.[xii]

 

İfadeyi görüyor musunuz? Kullandığı ibare ile Muâviye ve Benî Ümeyye'yi bu hadisin kapsamının dışında tutmaya çalışıyor. Bu hadisin senedi hakkında konuşabilecek bir durumda değil. Çünkü bu hadisin isnadı onlar nezdinde en sahih hadis mecmuaları sayılan Buhârî ve Müslim'in şartına göre sahihtir. Şu var ki Müslim bu hadisi tahric etmiş, Buhârî ise tahric etmemiştir.

 

Mesele İmam Ali (a.s.) olunca problem oluşturmaya ve bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor. Ama eserin bir başka yerindeki değerlendirmelere bakalım. Hak ve hakikati arayan aziz izleyicilerimiz, dikkat edin! Hâfız Zehebî, konu İmam Ali (a.s.) olunca nasıl da ‘‘Bu, hadislerin en problemlisidir'' diyor! Benî Ümeyye'nin nifak dairesinin içinde kalmaması için hadisi tevil etmeye çalışıyor. Ama konu Ebû Bekir'e gelince ise bakınız ne diyor?

 

146: HUNDUR: Muhaddis, zahid, sufi Ebü't-Tayyib… el-Bağdadî Hundur; Mısır'da yaşamıştır. Bize Kuteybe rivayet etti ve dedi ki; bize Mualla b. Hilal, Ameş'ten, o Ebû Süfyân'dan, o da Câbir'den merfuan şöyle rivayet etmiştir:

 

Ebû Bekir ve Ömer'i ancak mümin sever, o ikisine ancak münafık buğzeder.[xiii]

 

Yukarıdaki hadisle aynı içeriktedir. İnşallah bu hadisi ileride ele alacağız. Sadece isimler değiştirilmiştir. İşte bu Emevîlerin en önemli araçlarındandır. Şöyle ki isimlerin ve yerlerin adlarını değiştirmektedirler. Yani İmam Ali (a.s.) ile ilgili her ne menkıbe ve fazilet varsa o fazileti başka birisine vermek ve böylece söz konusu menkıbe ve fazileti ortadan kaldırmak. Bir başka ifadeyle söz konusu faziletin İmam Ali'ye (a.s.) özgü olmadığını söylemek ve bu hususta O'nunla ortak başka sahabîlerin bulunduğunu iddia etmek. 

 

Bakınız, Allâme Arnavut hadisin zeylinde ne diyor:

 

Bu hadisin uydurma olduğu hususunda cerh ve tadil âlimleri ittifak etmişlerdir. Bkz. Târîhu Bağdâd, Tarîhü'l-İslam, el-Bidâye ve'n-Nihâye ve Şezerâtü'z-Zeheb.[xiv]

 

Arnavut bu hadisin uydurma olduğuna dair dört kaynak verir.

 

Ancak lütfen izleyicilerimiz Hâfız Zehebî'nin ne dediğine bir baksınlar:

 

Hadisin metni haktır. Ancak merfu olarak sahih değildir.[xv]

 

Zehebî, Sahîhü Müslim'de geçen hadisin metni hakkında ne söylediğini unutmuş görünüyor. Sahîhü Müslim'de geçen İmam Ali (a.s.) ile ilgili hadis hakkında “Eşkel / en problemlisidir. Faziletten hiçbir payı olmayan bir topluluk O'nu sevmiş, Nâsıbîlerden bir grup ise cehaletlerinden dolayı O'na buğzetmişlerdir” ifadesini kullanmıştı. Ancak mesele birinci ve ikinci halife olunca “Hadisin metni haktır. Ancak merfu olarak sahih değildir.” der. Yani hadis sened olarak sahih değildir. Hadisin metnine vurgu yapıyor. Ancak mesele ve konu İmam Ali (a.s.) olduğunda hadis hakkında problem oluşturmaya çalışıyor. İşte Zehebî budur. Hâfız Zehebî'nin Muğîre'nin İmam Ali'ye sövmesi ile ilgili hadisi sahih saymasına gelince ise hadis güneş gibi ortada olduğundan elinden bir şey gelmiyor.  

         

Sunucu: Sözünüz anlaşıldı ve gayet net. Yani ölçütlerde insaftan ayrılmamak gerekiyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Şimdi Hâkim en-Nîsâbûrî'nin el-Müstedrek adlı eseri ile ilgili konumuza geri dönelim. Emevîci din anlayışının olaylara yaklaşımı belli bir teorik çerçevede gereçekleşir. Onlar bu esas ve aslî ilkeye göre hareket ederler. Şöyle ki Ali'nin diğer herhangi bir sahabîden üstünlüğünü gerektiren bir menkıbe ve fazileti zikreden herkesi hemen Şiî veya “pis Râfizî” olarak nitelendirirler. Hatta Hâkim en-Nîsâbûrî, İbn Ebi'l-Hadîd, Şafiî el-Gencî, Kundûzî el-Hanefi, Zemahşerî, İbn Abdurabbih, Emir es-Sanânî gibileri dahi bundan paylarını almışlardır. Onlar bu kimseler hakkında “müteşeyyi”dir derler. Bu kabul edilecek bir durum değildir.

 

Bir hususu vurgulamak istiyorum. Dikkat ediniz lütfen, bunlar bir kişiyi Şiîlikle suçluyorlarsa biliniz ki bu âlim Sahâbe Okulundandır. İşte Hâkim en-Nîsâbûrî'nin el-Müstedrek'i de böyledir. Eğer kitabın önsözünü ve fihristini inceleyecek olursanız onun Sahâbe Okuluna göre hareket ettiğini görürsünüz. O Ehl-i Beyt İmamlarının masumiyetine inanmamakta, ilk üç halifeyi övmektedir.  Nitekim el-Müstedrek'in üçüncü cildini mütalaa eden rahatlıkla bunu görür.

 

Değerli izleyicilerin dikkatlerini bir hususa çekmek istiyorum. Bakınız, Hâkim en-Nîsâbûrî el-Müstedrek'in üçüncü cildinin sonundaki fihristte “Ehâdîsü Fadâilü'ş-Şeyhayn / Şeyhayn'ın (r.a.) Faziletleri ile İlgili Hadisler” başlığını atar. Sonra “Hz. Peygamber'in insanlara namaz kıldırmasını Ebû Bekir'e emretmesi bâbı”, “Allah'ın kullarına genel olarak tecelli etmesi Ebû Bekir'e özel olarak tecelli etmesi bâbı”, “Sahâbenin Ebû Bekir'e ‘Ey Resûlullah'ın Halifesi' diye hitap etmesi bâbı”, “Müminlerin Emiri Ömer b. Hattâb'ın menkıbeleri bâbı”, “Ömer'in Müminlerin Emiri olarak isimlendirilmesinin sebebi bâbı”, “Benden sonra bir peygamber olacak olsaydı kuşkusuz bu Ömer olurdu bâbı”, “Allah hakkı Ömer'in dilinde ve kalbinde kılmıştır bâbı” diye devam eder.

 

Hâkim en-Nîsâbûrî daha sonra Osman'ın Faziletlerine geçer. Sonra da Ali b. Ebî Tâlib'in Faziletlerine geçiş yapar.

 

Allah aşkına şimdi böyle bir insanın tasnifini Ehl-i Beyt Okuluna göre yapması ve Şiî olması mümkün müdür? Ancak Zehebî'ye bakınız lütfen! Zehebî, Hâkim en-Nîsâbûrî'yi bakın nasıl tanımlıyor:

 

“O eserler tasnif etmiş, hadis tahric etmiş, cerh ve tadilde bulunmuş, hadisin illetlerini belirtmiştir. O, ilmin deryalarından idi. Biraz da Şiîliği vardır.”

 

İşte bundan sonra Hâkim en-Nîsâbûrî'nin ve onun gibilerinin neden Şiîlikle itham edildiklerini açıklayacağım. Eserin bir başka yerinde ise şöyle der:

 

Ebû İsmâîl Abdullah b. Muhammed el-Herevi'ye Ebû Abdullah el-Hâkim sorulunca şöyle dedi: Hadiste sikadır. Ancak pis bir Râfızî'dir.

 

Ben derim ki: O asla Râfızî değildir. Teşeyyülüğü (Şiiliği) vardır. Muâviye'den ve onun ehl-i beytinden yüz çevirmekteydi. Bunu tezahür eder, Muâviye'yi mazur görmezdi.[xvi]

 

Hâfız Zehebî, Hâkim'e lütufta bulunuyor ve Râfızîliğini kabul etmiyor ama Şiî olduğunu söylüyor. Teşeyyü kavramını daha öncesinde gördük. Râfızîlik ile müteşşeyyilik arasında fark vardır. Hz. Resûlullah'tan Hz. Ali hakkında sahih hadisleri aktarmaktadır. Çünkü Hâkim en-Nîsâbûrî Ali b. Ebî Tâlib hakkında Tayr Hadisini aktarır. Hz. Resûlullah (s.a.a.) “Allah'ım benim yanıma insanlar arasında sana en sevimli gelenini gönder.” buyurmuştur. Hâkim en-Nîsâbûrî bu hadisi aktardığına göre o Şiî, pis bir Râfızî veya müteşeyyidir. 

 

Asıl problem ise Muâviye'den yüz çevirmesidir!

 

Görüyor musunuz ‘‘Muâviye'nin ehl-i beyti'' ifadesini kullanıyor. “Muâviye'den beri olduğunu açıkça ilan ederdi” diyor!

 

Devamında ise şöyle der:

 

Ebû Abdurrrahman es-Sülemî'nin şöyle dediğini işittim: Ben Hâkim'in yanına gittim. Evinde idi. Zaten evinden dışarı çıkıp da mescide gitme olanağına da sahip değildi.[xvii]

 

Sahâbe Okulundan olsa da İmam Ali (a.s.) hakkında hadisler aktarması ve Muâviye'den yüz çevirmesi onun sıkıntılara düşmesine neden olmuştur. Düşünsel terörizm o dönemde vardı ve hâlâ da devam etmektedir.

 

İnsanlar Mescid-i Haram gibi mescitlerde konuşanları dinleyip incelerse aynı mantığın devam ettiğini görecektir. Ya Emevî din akımına mensup olmalısın yahut da sen bidat ehlisin ve bir müşriksin!

 

Milyonlarca insan hacca ve Medine'ye peygamberini ziyarete gelmektedir. Ey kardeşim! Sen Hz. Peygamber'in ziyaretine inanmak istemiyorsan inanma, niçin insanların başlarına vuruyor ve insanları şirkle itham ediyorsun?

 

Sunucu: Sayın Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e teşekkür ediyoruz. Bizi izleyen sayın seyircilerimize de teşekkür etmeyi bir borç biliyoruz. Önümüzdeki programda görüşmek üzere. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 

 



[i] Abdullah el-Alâyilî, İmam Hüseyin, s. 31, Dârü Mektebeti't-Terbiye, Beyrut.

[ii] A.g.e., s. 54-55.

[iii] el-Münâvî, Muhammed Abdurraûf, Feyzü'l-Kadîr Şerhü ‘l-Câmii's-Sağîr min Ehâdîsi'l-Beşîr en-Nezîr, c. 3, s. 19, Hadis No: 2631, Tahkik ve Zabt: Ahmed Abdüsselam, Menşuratu Muhammed Ali Beydun, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut-1422.

[iv] A.g.e., a.g.y.

[v] A.g.e., a.g.y.

[vi] Taberî, Muhammed b. Cerir, Târîhu'l-Ümem ve'l-Mülûk, c. 5, s. 253, Tahkik: Muhammed Ebü'l-Fadl İbrahim.

[vii] A.g.e., a.g.y.

[viii] En-Nîsâbûrî, Hâkim, el-Müstedrek Ale's-Sahîhayn, Kitabü'l-Cenâiz, c. 1, s. 385, Dârü'l-Fikr.

[ix] A.g.e., a.g.y.

[x] Albânî, Muhammed Nasırüddîn, Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha ve Şeyun Min Fıkhıha ve Fevaidiha, c. 5, s. 520, Hadis No: 2397.

[xi] Zehebî, (h. 748) Muhammed bin Ahmed bin Osmân bin Kaymaz Şemsüddin ez-Zehebî, Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, c.17, s.169, Tahric, tahkik ve talik: Allâme Şuayb el-Arnavut ve Muhammed Nuaym el-Arkasûsî, Müessesetü'r-Risâle, 1410.

[xii] A.g.e., a.g.y.

[xiii] A.g.e., c. 16, s. 216.

[xiv] A.g.e., a.g.y.

[xv] A.g.e., a.g.y.

[xvi] Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, c. 17, s. 174.

[xvii] A.g.e., a.g.y.