"Ey Ali! Seni ancak mümin sever, sana ancak münafık buğzeder" hadisinin incelenmesi (1)

"Ey Ali! Seni ancak mümin sever, sana ancak münafık buğzeder" hadisinin incelenmesi (1)
Ahmed b. Hanbel ‘‘Hz. Ali’nin fazileti hakkında rivayet olunan hadisler kadar hiçbir kimsenin hakkında rivayet edilmedi’’ demiştir. İsmail el-Kâdî, Nesâî ve Ebû Ali el-Nîsâbûrî de ‘‘İmam Ali hakkında hasen isnadlar ile rivayet olunan hadisler gibisi hiçbir sahâbe hakkında rivayet edilmemiştir’’ demişlerdir.

 

 

Sunucu: Rahmân ve Rahîm Allah'ın adıyla… Hamd âlemlerin Rabbi Allah'adır. Salât ve selâm Allah'ın güvenilir elçisi Hz. Muhammed'e (s.a.a.), pak ve mutahhar Âl'ine ve seçkin ashabına olsun. Değerli izleyicilerimizi de can-ı gönülden selâmlıyoruz. Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun. Mutârahâtün fi'l-Akide adlı programımıza hoş geldiniz. Programımızın ana konusu İbn Teymiyye'nin Ali b. Ebî Tâlib (a.s.) karşısındaki konumu. Bu geceki konumuza gelince ise İbn Teymiyye'nin لا يحبك إلا مؤمن ولا يبغضك إلا منافق /Ey Ali! Seni ancak mümin sever, sana ancak münafık buğzeder” hadisine yaklaşımı. Değerli konuğumuz Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'i de selâmlıyoruz. Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz saygıdeğer Seyyid. 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hoş bulduk.

 

Sunucu: Bazı kardeşlerimiz “Bu programlarda İmam Ali'nin fazilet ve menkıbelerine neden bu derece çok önem veriyor ve neden sürekli bu tür konuları ele alıyor ve anlatıyorsunuz” diye soruyorlar?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahmân Rahîm olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salât ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun. Müminlerin Emiri Ali b. Ebî Tâlib'in fazilet ve menkıbelerinin bu derece ehemmiyet arz etmesinin menşei, bizzat Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) kendisidir. Çünkü Hz. Ali'nin (a.s.) faziletleri hakkında Resûlullah'dan (s.a.a.) aktarılan hadisler hiçbir sahâbî hakkında aktarılmış değildir. Bu yargı ve tespit bana ait değildir. Âlimlerin bir bölümünün tespitidir. Bu âlimler Müminlerin Emiri Ali'nin (a.s.) faziletleri hakkında Resûlullah'tan (s.a.a.) ceyyid (sahih) ve hasen isnad zincirlerine sahip rivayetlerin aktarıldığını belirtirler. Bunlar öyle fazilet ve menkıbelerdir ki Hz. Resûlullah'ın sahâbesinden hiç kimse hakkında bu seviyede veya buna yakın bir fazilet ve menkıbe aktarılmış değildir. Öyleyse biz bu konuya Resûlullah'ın (s.a.a.) sünnetine tâbi olmak amacıyla önem veriyoruz. Âlimlere ve ait eldeki kaynaklara müracaat ettiğimizde bu hakikati açık ve net bir şekilde görebiliyoruz.

 

İmam Suyûtî'nin Tarîhü'l-Hulefâ adlı eseri bunlardan biridir. O bu eserinde “Fasıl: Ali'nin (a.s.) Faziletleri Hakkında Aktarılan Hadisler” bir başlık açar ve bu başlıkta şöyle der:

 

İmam Ahmed b. Hanbel şöyle dedi: Ali (r.a.) hakkında nakledilen faziletler Hz. Resûlullah'ın sahâbesinden hiç kimse hakkında aktarılmış değildir.[i]

 

Bu tespiti diğer âlimler de yapmışlardır. İbn Hacer el-Heytemî (h. 973) bunlardan birisidir. O, es-Savâiku'l-Muhrika adlı eserinin ikinci cildin girişinde Hz. Ali'nin Müslümanlığı, hicreti ve diğer faziletlerini anlattıktan sonra şöyle der:

 

Hazret-i Ali'nin (a.s.) faziletleri hakkındadır:

 

Faziletleri büyük ve meşhur olup pek çoktur. Öyle ki, Ahmed b. Hanbel ‘‘Hz. Ali'nin fazileti hakkında rivayet olunan hadisler kadar hiçbir kimsenin hakkında rivayet edilmedi'' demiştir. İsmail el-Kâdî, Nesâî ve Ebû Ali el-Nîsâbûrî de ‘‘İmam Ali hakkında hasen isnadlar ile rivayet olunan hadisler gibisi hiçbir sahâbe hakkında rivayet edilmemiştir'' demişlerdir.[ii]

 

İbn Hacer el-Heytemî daha sonra bunun sebebini açıklayarak şöyle der:

 

Daha sonra hilâfeti zamanında ihtilâf ve O'na karşı ayaklanmalar vuku bulunca, bizzat Hz. Ali'nin fazileti hakkındaki Peygamber'in (s.a.a.) hadislerini işiten sahâbe de Müslüman ümmetine nasihat edip bunları yaymışlardır. Sonra zamanında büyük fitneler gerçekleşince bir kısım Emevîler, Hz. Ali'ye cami minberlerinde söverek O'nun makamını küçültmeye çalıştılar. Haricîler de (Allah onlara lanet eylesin) onlara muvafakat ederek hattâ Hz. Ali'nin kâfir olduğunu söylediklerinden, Ehl-i Sünnet'ten Hz. Ali'nin fazileti hakkındaki hadisleri bilen hadis hâfızları, hakka yardım etmek ve Müslüman ümmetine bir nasihat olması için İmam Ali'nin faziletini yaymaya çalıştılar. Böylece faziletleri meşhur oldu.[iii]

 

Bu hakikat hakkında Ehl-i Sünnet ile ihtilaf halinde değiliz. İnşallah ilerleyen bölümlerde Sahâbe ve Ehl-i Sünnet Okulunun Emevîci din anlayışından tümüyle ayrı bir yapı olduğunu açıklayacağız. Nitekim İbn Hacer'in yukarıda geçen pasajında “O'nu küçültmeye çalışıp” ifadesinden açıkça şunu anlayabiliyoruz: Emevîci din anlayışından bir grup İmam Ali'nin konum ve makamını küçük düşürmekle meşgul idi ve bunu kendilerine meslek edinmişlerdi. Bunlar minberlerde İmam Ali'ye hakaret etmekte ve sövgülerde bulunmaktaydılar. Defalarca belirttiğimiz gibi İslam'ı anlamada üç temel hat vardır:

 

Kesinlikle Emevîci din anlayışı ile Ehl-i Sünnet ekolünü birbirine karıştırmamak gerekiyor. İbn Hacer'in ifadesiyle belirtecek olursak bir tarafta Hz. Ali'yi (a.s.) küçük düşürmek ve O'na sövmekle meşgul olan bir grup, diğer tarafta Hz. Ali'nin (a.s.) faziletlerini yaymak ve hakkı ortaya koymakla meşgul olan ve bütün çabalarını buna yoğunlaştıran Ehl-i Sünnet çizgisi…  Bu husus, hiçbir kuşkunun olmadığı bir hakikattir. Bu hakikati Hasâisü Emiri'l-Müminîn Ali b. Ebî Tâlib adlı eserde açık ve net bir şekilde görebilmekteyiz. Hiç kuşkusuz İmam Nesâî, Ehl-i Sünnet ve Sahâbe Okulunun büyük âlimlerinden birisidir. Bu zat Benî Ümeyye'ye ve Emevîci din anlayışına mensup değildir. Müminlerin Emiri Ali b. Ebî Tâlib'in menkıbeleri hakkında bir eser kaleme almıştır. Programın ilerleyen bölümlerinde Nesâî'nin kim olduğunu açıklayacağız.

 

Aynı şekilde İbn Hacer el-Askalânî de Fethü'l-Bârî adlı eserinde şöyle der:

 

İmam Ahmed, İsmail el-Kâdî, Nesâî ve Ebû Ali el-Nîsâbûrî şöyle derler: Hz. Ali'nin faziletleri hakkında ceyyid isnad ile rivayet olunan hadisler hiçbir sahâbe hakkında rivayet edilmedi.[iv]

 

Öyleyse İmam Ali'nin faziletlerine önem verilmesini biz icat etmiş değiliz. Bu önemin kaynak ve dayanağı Hz. Resûlullah'tır. O Resûlullah ki Allah azze ve celle hakkında şöyle buyurmaktadır: Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının.  (Haşr, 7), “O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) sadece vahiydir.” (Necm, 3-4). İmam Ali'nin faziletlerinin ehemmiyetli oluşu Resûlullah'ın (s.a.a.) bize bir sünnetidir. Resûlullah (s.a.a.), Ali b. Ebî Tâlib'in (a.s.) menkıbe ve faziletlerine özel bir önem atfetmiş ve bu konuyu merkeze almıştır.

 

Nesâî'ye geçelim. Gerçi önceki programlarda Nesâî'ye değinmiştik. Şimdi de o hususları tekrar bir hatırlayalım. Zira hatırlatmalar müminlere fayda verir. Hâfız Zehebî'nin Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ'sından Nesâî'nin tercüme-i hâline bir bakalım. Bu ve bundan sonraki programlarımızda Ali b. Ebî Tâlib'in faziletleri hakkında birtakım hadisler aktarmak istiyoruz.

 

Hâfız Zehebî şöyle diyor:

 

Nesâî: İmam, hâfız, sebt, Şeyhü'l-İslam, hadise nüfuz eden.

 

Tam adı: Ebû Abdurrahmân Ahmed b. Şuayb b. Ali b. Sinân b. Bahr el-Horâsânî en-Nesâî, meşhur sünen sahibi...[v]

 

Hakikaten Nesâî, Şeyhü'l-İslam'dır. İbn Teymiyye değildir. 

 

Hâfız Ebû Ali en-Nîsâbûrî şöyle der:

 

Hiç tartışmasız hadis sahasının imamı Ebû Abdurrahman en-Nesâî'dir.

 

Ebü'l-Hasan ed-Dârekutnî ise şöyle der:

 

Ebû Abdurrahmân bu ilim sahasında kendi döneminde yaşayan bütün herkesten üstündür.

 

Hâfız b. Tâhir ise şöyle der:

 

(…) Ey yavrucuğum Ebû Abdurrahmân en-Nesâî'nin ricâl kabulünde öyle şartları vardır ki bunlar Buhârî ve Müslim'in şartlarından daha şiddetlidir...[vi]

 

Pasajda da görüldüğü üzere hadislerin isnadları hususunda Nesâî; Buhârî ve Müslim'in kabul ettiği şartlardan daha şiddetli ve dakik özellikler ileri sürmektedir.

 

Bu bağlamda itiraz sadedinde şu soru akla takılabilir: Madem öyle âlimler, Buhârî ve Müslim'i neden asıl ve temel olarak kabul etmişler de Nesâî'yi temel olarak almamış ve böyle telakki etmemişlerdir?

 

Aslında bu pasaj bu soruya da cevap veriyor.  

 

Zehebî devamında şöyle diyor:

 

Ben derim ki; doğrudur. Buhârî ve Müslim'in sahih saydığı bazı kimseleri bir grup zayıf görmüştür… Hicretin üçüncü asrının başında Nesâî'den daha hâfız bir kimse yoktu. O, hadis sahasında insanların en zekisidir. Hadisin illetleri ve ricâli hakkında da Müslim'den de, Ebû Dâvûd ve Ebû Îsâ et-Tirmizî'den de daha iyidir. Aslında o, Buhârî ve Ebû Zura kategorisinde bir muhaddistir.[vii]

 

Yani Buhârî ve Müslim'in sahihleri arasında öyle kimseler vardır ki cerh ve tadil uleması tarafından zayıf sayılmaktadır ve itimat edilebilecek bir seviyede kabul edilmemektedir.

 

Biz önceki programlarda Müslim'in Buhârî'den daha dakik olduğuna dair birtakım pasajlar okuduk. Allâme Şuayb el-Arnavut da Müslim'in Buhârî'den daha dakik olduğunu söylüyordu.

 

Soru: Peki Nesâî, Buhârî ve Ebû Zura seviyesinde bir muhaddis ise neden Sünenü'n-Nesâî o seviyede bir eser sayılmamaktadır?

 

Tek bir cümle ile bu sorunun cevabını verelim. Bu şahsın hadis sahasıyla ilgili değil de başka bir konuyla ilgili bir problemi var. Şu pasaj bu soruya cevap veriyor:

 

Nesâî ömrünün son dönemlerinde Mısır'dan çıktı ve Dımaşk'a vardı. Orada kendisine Muâviye'nin faziletleri sorulunca ‘‘onun hakkında herhangi bir fazilet aktarılmış değildir'' diye cevap vermiş ve devamında şöyle demiştir: ‘‘Muâviye'nin Ali (a.s.) ile başa baş kalması yetmez mi? Bir de üstünlüğü mü olsun?'' Onlar da onu hayalarını tekmeleye tekmeleye mescitten çıkardılar. Taşınarak Mekke'ye götürüldü ve orada vefat etti.

 

Dârekutnî der ki: Haccetmek üzere çıktı, Dımaşk'ta belaya maruz kaldı ve şehadeti idrak etti.[viii]

 

Yani şehid olarak vefat etti. Onu öldürenler de Ümeyyeoğulları ve Emevîci din anlayışını benimseyenlerdir. İşte asıl problem budur.

 

Hâfız Zehebî devamında şöyle der:

 

Aslında o, Buhârî ve Ebû Zura kategorisinde bir muhaddistir. Ancak onda birazcık Şiîlik vardır. Muâviye ve Amr b. el-Âs gibi Ali'nin hasımlarından yüz çevirmiştir. Allah günahını affetsin.[ix]

 

İşte Nesâî'nin ayıbı ve kusuru budur. Bir şahıs Buhârî ve Müslim düzeyinde bir âlim de olsa İmam Ali düşmanlarına meyli yoksa sıkıntılıdır ve bu şahıs Şiîlik ile itham edilir ve zayıf sayılır!

 

Akıllı ve kavrayışlı birisi Buhârî ve Müslim'in sahihlerinin neden diğer kitaplardan üstün olduğunu buradan çıkarabilir!

 

Devamında şöyle der:

 

Nesâî'nin dostu Muhammed b. Mûsâ el-Memûn şöyle der:

 

Ebû Abdurrahmân en-Nesâî'nin Ebû Bekir ve Ömer'in faziletleri hakkında eser telif etmeyip de Ali'nin (r.a.) hususiyetleri hakkında Hasâisi Emiri'l-Müminin adlı eseri yazmasını bir grup âlim eleştirmiş ve onun bu tavrına karşı çıkmışlardır. Ben bu hususu ona aktarınca Nesâî şöyle karşılık verdi:

 

Ben Dımaşk'a vardığımda Dımaşk ahalisinin Ali hakkında dalalete düşmüş olduklarını gördüm… Ona ‘‘Muâviye'nin faziletleri hakkında da hadis tahric etseydin ya'' dediklerinde Onun ‘‘Hangi faziletini tahric edeyim. ‘Allah'ım onun karnını doyurma!' hadisinden başka bir faziletini bilmiyorum'' dediğini işittim. Bunun üzerine soruyu soran şahıs susmak zorunda kaldı.[x]

 

Gerçi konumuz olmasa da bir hususu hatırlatmak ve kardeşlerime bir bilgi sunmak istiyorum. Kimileri “Allah'ım onun (Muâviye) karnını doyurma” hadisini Muâviye'nin menkıbelerinden saymaktadır. Onlar derler ki bu hadis kesinlikle Muâviye'yi yeren hadislerden değil onun menkıbelerindendir! Şöyle ki Allah azze ve celle… “Kimin dünyada karnı doyarsa ahiret gününde… olacaktır. Resûlullah (s.a.a.), Kıyamet Gününde sorguya çekilmesin diye Muâviye'ye karnı doymaması için beddua etmiştir!

 

Gerçi konumuz bu değildir. Öyleyse Müminlerin Emiri Ali b. Ebî Tâlib'in fazilet ve menkıbelerinin önemli olmasının nedeni ne biziz ne başkası ne de bir muhaddis. Bu konuyu dayanağı, heva ve hevesinden konuşmayan, sözleri vahiy olan Hz. Muhammed'dir (s.a.a.).

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyidim, diğer soruya geçelim. Bu fazilet ve menkıbelerin semeresi nedir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Aslında bu konu temel konulardandır. Değerli izleyicilerin dikkatlerini vermelerini istiyorum. Bu mevzu ahlâki veya salt menkıbe boyutu olan bir mesele değildir. Fazilet ve menkıbeleri yarıştırma meselesi değildir ki bunun hakkında yüz menkıbe, diğerinin hakkında yetmiş veya seksen menkıbe vârid olmuştur, diyelim. Asla ve kat'a!

 

Bizler âlimlerin müktesebatına özellikle de Sahâbe Okulunun âlimlerinin telif ve eserlerine dakik bir şekilde baktığımızda onların Ebû Bekir, Ömer ve Osman'ın İmam Ali'den (a.s.) üstün olduğu hususunda ısrar ettiklerini görürüz. Bu konuda o derece ısrar ederler ki bundan vazgeçmeleri mümkün değildir. Hatta konuştuğunuz bazı kimselerin şöyle dediklerini görürsünüz: Gerçi Osman ve Ali'den (a.s.) hangisinin daha faziletli olduğu konusunda bir tartışma ve münakaşa vardır. Ancak Ebû Bekir ve Ömer'in Ali'den (a.s.) faziletli oluşu konusu tartışmaya mahal olmayan bir konudur ve bu bizim kırmızıçizgilerimizdendir.

 

Soru: Hilafet makamının Ebû Bekir ve Ömer'e ait olduğunu bu ikisinin İmam Ali'den (a.s.) daha üstün olduğuna dayanarak ispat ediyorlar. Yani bunlar şunu demeye çalışıyorlar: Ebû Bekir, Ömer ve Osman, İmam Ali'den (a.s.) daha üstün olduklarından dolayı hilafet makamını hak ettiler. Öyleyse Resûlullah'ın (s.a.a.) halifeliği makamı fazilet ve menkıbe esasına dayanmaktadır. Kim daha çok fazilete sahip ise hilafet makamını da en çok o hak etmektedir. Yani sonuçta vardıkları nokta şudur: Ebû Bekir, Ömer ve Osman Hz. Ali'den de Ali (a.s.) dışındaki diğer sahâbeden de daha faziletlidir. Öyleyse efdaliyet ile hilafet arasında bir lazım ve melzum ilişkisi vardır. Gerçi kimi âlimler daha faziletli bir kişi varken faziletli başka bir şahsın da halife olmasını mümkün görürler. Yani Hz. Ali sahâbenin en faziletlisi olduğu halde diğer faziletli kişiler de halife olabilir. Ancak âlimlerin genelinin görüşü bu değildir. Bu, Mutezile'den oldukça az bir grubun görüşüdür. Ehl-i Sünnet ve diğer fırkalar -ki bunu âlimlerin açıklamalarında görebiliyoruz- genellikle konuyu böyle temellendirmeye ve meseleyi bu asıl üzere bina etmeye çalışmışlardır. Yani en faziletli sahâbî hilafet makamını en çok hak eden sahâbîdir. Bunlar nas nazariyesine inanmadıklarından, Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) bu konuda herhangi bir hadis vârid olmadığını kabul ettiklerinden Ebû Bekir ve Ömer'e ait faziletler ortaya koymaya çalışmışlardır. ‘‘Resûlullah (s.a.a.) Ebû Bekir'e namaz kıldırması için şöyle şöyle dedi'' derler. Ebû Bekir, Resûlullah (s.a.a.) ile mağarada birlikte idi. Bu şekilde Ebû Bekir, Ömer ve Osman için onlarca fazilet saymaya kalkışırlar. İşte malıyla şöyle cihad etti, Ömer şöyle şöyle faziletlere sahip idi…

 

Sizler de biliyorsunuz ki bu alanda Şeyhayn'ın, Ebû Bekir'in, Ömer'in, Osman'ın faziletleri adında birçok eser kaleme alınmıştır. Bunların tümü deyim yerindeyse bir kaideyi içinde barındırmaktadır. Kimin faziletli oluşu sabit olursa hilafet makamını da en çok o hak eder.

 

Soru: Bizler âlimlerin, Ehl-i Sünnet ulemasının ve sahâbe ekolünün kitaplarından sahâbe kuşağının en faziletli ferdinin Ali (a.s.) olduğunu ispat edecek olursak kabul ettiğiniz kural gereği İmam Ali'nin (a.s.) hilafet makamını en çok hak eden ve bu makama en layık olan kişi olduğunu kabul etmeniz gerekir.

 

Değerli izleyiciler bu mesele bu açıdan oldukça önemlidir. Aziz dostlarım, şu anda hilafet hakkında nas var mı, yok mu şeklinde bir konu konuşmuyoruz. Konumuz başka. Zira nas hususunda anlaştığımız yerler var, ihtilafa düştüğümüz yerler var. Bizler Hz. Ali'nin hilafet makamına atandığına dair Resûlullah'tan açık ve sarih bir nassın olduğuna inanmaktayız. Bu konuda bizim gibi düşünmeyen kimseler olabilir, bu bizimle ilgili bir mesele. Ancak bir başka konu var. O da ‘‘onları kabul ettikleri temel ilkelere göre davranmakla yükümlü tutunuz'' ilkesi gereğince sahâbe kuşağı içinde en faziletli sahâbînin Resûlullah'ın halifeliği makamını en çok hak eden kişi olduğu meselesi.

 

Biz sizinle inşallah İmam Ali'nin sahâbe kuşağının en iyi hüküm vereni, bilgili olanı, Sünnet'i en iyi bileni, iman ve nifakın ölçütü olması, ‘‘O'na hakaret edenin Resûlullah'a (s.a.a.) hakaret eden'' oluşu gibi konu ve faziletleri ele alacağız. Bu hadisleri hem de sizin kaynaklarınızdan ve sizin sahih kitaplarınızdan ortaya koymaya çalışacağız. Bizler bir hususu ispat ederken takip edeceğimiz metodu açıklamış ve ortaya koymuştuk. Biz kendi eser ve kaynaklarımıza müracaat etmeyeceğimizi, konuyu Sahâbe Okulunun kaynaklarından ortaya koyacağımızı belirtmiştik. Dayanak olarak ele alınacak rivayetler şu şartları taşımalı.

 

- Sahih olmalı ve bütün herkes tarafından sahih olarak kabul edilmeli.

 

- Onlar tarafından kabul edilmeli. Yani Ehl-i Beyt Okulu nasıl kabul ediyorsa onlar da kabul etmelidirler. Değilse yani bir rivayet onlar tarafından sahih değilse ve onlar ‘‘biz bu rivayetle amel etmiyoruz'' derse o rivayet bizim katımızda delil olarak kabul edilmez ve bizler de o rivayetle amel etmeyiz. 

 

Değerli izleyiciler! Sizler ‘‘Buhârî'de geçen falanca rivayet hakkında ne düşünüyorsunuz ya da Müslim'de falanca için geçen rivayet hakkında ne düşünüyorsunuz'' diye eleştiri sadedinde birtakım sorular sormaktasınız. Biz deriz ki bu rivayetin bizim aleyhimize kanıt olan bir tarafı bulunmamaktadır. Bizim için ilmî bir metot gibi de durmamaktadır. Dayanak ve mesnet olarak alınacak rivayetin aşağıdaki üç şartı taşıması gerekiyor:

 

- Bütün âlimler tarafından nakledilmesi.

 

- Rivayet edenlerin kendileri nezdinde de sahih olması.

 

- Bütün herkes tarafından kabul görmesi.

 

Bu şartları haiz rivayetleri bizim kaynaklarımızda da görecek olursanız bu rivayeti bize karşı kanıt olarak kullanabilirsiniz.

 

Yeri gelmişken bir nükteye işaret etmek istiyorum: Müminlerin Emiri Ali (a.s.) Nehcü'l-Belâga'da geçen birçok hutbesinde belirttiğimiz metoda istinad etmiştir. Bundan dolayı hutbelerinde O'nun “Ehakku / en çok hak eden” ve “Evla / en layık olan” kelimelerini kullandığını görürüz. Yani İmam Ali (a.s.) şunu demek istiyor: Sizler nas ve vasiyet ile ilgili hadisleri göz ardı ediyorsanız ve hilafeti konusunda faziletler ve menkıbeleri delil olarak kabul ediyorsanız işte ben hepinizden daha faziletliyim. Bundan dolayı Nehcü'l-Belâga'nın onlarca hutbesinde İmam Ali b. Ebî Tâlib'in nas metodunu değil de bu metodu kullandığını görmekteyiz. Çünkü muhataplarının benimseyip kabul ettikleri metot budur. Bir başka ifadeyle birinci, ikinci ve üçüncü halifenin benimsedikleri ve uyguladıkları metot Resûlullah'ın halifeliği makamına en faziletli kişinin geçmesidir.

 

İşaret etmek istediğimiz ikinci semere; deliller aracılığı ile İmam Ali'nin Ebû Bekir ve Ömer'e varıncaya kadar diğer bütün sahâbeden üstün olduğudur. Eğer bu husus ispatlanacak olursa artık bizim gulat olarak nitelendirilmemiz ve ehl-i bidat olarak tavsif edilmemiz için de herhangi bir gerekçe kalmaz.

 

Sunucu: Ümmetin icmasına muhalefet ettiğimiz…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu konuda herhangi bir icma bulunmadığını inşallah ilerleyen bölümlerde ortaya koyacağız. Hatta Ebû Bekir ve Ömer'in Ali b. Ebî Tâlib'den veya diğerlerinden daha üstün olduğu hususunda bir icmanın söz konusu olmadığını kendileri açıkça dile getirmişlerdir. Bu konu da inşallah ilerleyen bölümlerde ele alınacaktır.

 

Ancak bunlar öyle bir asıl ortaya koymuşlar ki bu aslı da nereden ortaya koyduklarını bilemiyorum. Bir Müslüman, İmam Ali'yi diğer sahâbeden üstün sayacak olursa “küçük bidat sahibi” olarak nitelendirilir. Ama İmam Ali'yi (a.s.) Ebû Bekir ve Ömer'den üstün olarak görürse “büyük bidat sahibi” olarak nitelendirilir.

 

Gerçekten böyle bir söz söylenmiş midir, diye sorulacak ‘‘evet'' derim. Hâfız Zehebî Mîzânü'l-İtidâl adlı eserinde şöyle der:

 

Ebân b. Tağleb el-Kûfî, katı bir Şiî olmasına rağmen saduktur.[xi]

 

‘‘Katı bir Şiî olmasına rağmen saduktur'' sözü ‘‘Şiîlikte asıl olan kişinin yalancı olmasıdır'' anlamına gelmektedir. Ancak ‘‘Ebân gibilerine nadiren rastlanılır'' anlamındadır. Zehebî bu görüşünü sayfanın sonunda açıkça söyler:

 

Bu bağlamda doğru ve güvenilir bir örnek akla gelmez. Aksine yalancılık onların şiarı, takiyye ve nifak ise onların örtüsü olmuştur. Böyle bir yapıya sahip olan bir kimsenin hadisi nasıl kabul edilebilir? Böyle bir kimse kabul edilemez. Doğruluğu bizim, bidati de kendisinin olsun.[xii]

 

Sebep belli, bu şahsın suçu ve günahı ‘‘Ali'yi (a.s.) sevmesi''dir! Eğer Ali'yi (a.s.) Ebû Bekir, Ömer ve Osmân'dan üstün tutuyorsa bu durumda yalancı, münafık vb. olur! İşte bunların kabul ettiği kriterlerin sonucu!

 

Bilemiyorum artık, Teşeyyü, yani ‘‘Ali sevgisi'' nasıl bir bidattir! İnşallah ilerleyen bölümlerde İmam Ali sevgisini ilk temellendirenin ve bu bidati ilk ortaya koyanın Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) kendisi olduğunu göreceğiz! Bidat sözcüğünü sizi ilzam kabilinden kullanıyorum. Yoksa haşa, Resûlullah (s.a.a.) bidatten fersah fersah uzaktır! Resûlullah “Seni ancak mümin sever, sana ancak münafık buğzeder” buyurmaktadır.  

 

Sunucu: “De ki: Sizden, tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim, ancak yakınlarıma sevgidir.” (Şûrâ, 23)

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu ayetin genel olduğunu söyleyerek bu ayet hakkında kuşku oluşturuyorlar. Her neyse, bidati ‘‘Ali taraftarı'' ve ‘‘Ali'yi sevmek'' olarak anlamlandırıyorlar. Yoksa Şia sözcüğüne ‘‘İmamların masumiyetine inanan kimse'' anlamını yüklemiyorlar.

 

Bir kimse ‘‘seyyidim bunu neye dayanarak söylüyorsunuz'' diyebilir.

 

İbn Hacer'in Hedyü's-Sârî adlı eserine bir bakalım. İbn Hacer bu eserinde şöyle diyor:

 

Fasıl: Tan Sebepleri Hakkında.

 

Teşeyyü; Ali (a.s.) sevgisi ve O'nu sahâbeye takdim etmektir. Kim O'nu Ebû Bekir ve Ömer'den üstün tutacak olursa o ‘‘Gulat-ı Şia'dandır'' ve ona Râfızî denilir.[xiii]

 

Yoksa ‘‘Teşeyyü'' kavramına ‘‘İmam Ali'nin masumiyetine inanan'' anlamı yüklemiyorlar. Kişi Ali'yi (a.s.) sevmekle Şiî ve bidat ehli oluyor! İşte onların mantığı böyle. Emevîci din anlayışının mantığı böyle işliyor!

 

Bu pasaja göre sen Hz. Ali'yi (a.s.) sahâbeden herhangi birisine takdim edecek olursan Şiî'sin ve bidat ehlisin! Yani sen İmam Ali'yi diğer sahâbenin seviyesinde görmeli ve O'nu Muâviye ve Amr b. el-As kategorisinde bir sahâbî olarak değerlendirmelisin! İmam Ali (a.s.) insanların sonuncusu da olabilir! Ama Ali'yi hiç kimseye önceleme ve O'nu herhangi bir kimseden üstün tutma hakkına sahip değilsin!

 

İmam Ali, Ebû Bekir ve Ömer'den üstün olamaz. Çünkü Ebû Bekir ve Ömer'in üstünlükleri hakkında ayetler nazil olmuştur! Yazar bunu kitapta zımnen söyler. Biz İmam Ali'nin daha üstün olduğunu söylediğimizde ‘‘Kur'ân'dan delil nedir'' diye soruyorlar. Ancak yazarın kendisi ‘‘Ebû Bekir ve Ömer'in üstünlüğü sanki Kur'ân tarafından sabit ve kesin bir hakikatmiş'' gibi bir sunum içine giriyor.

 

Mîzânü'l-İtidâl'dan yaptığımız alıntıyı tamamlayalım. Zehebî şöyle diyor:

 

Onu (Ebân'ı) Ahmed b. Hanbel, İbn Maîn, Ebû Hatem sika olarak kabul etmiştir. İbn Adiy ise onu eleştirerek ‘‘Şiîliğinde aşırıya kaçmış idi'' der. Sa'di ise açıkça ‘‘yoldan çıkmış ve sapmış idi'' der. Eğer bir kimse ‘‘Nasıl olur da bir bidatçi güvenilir sayılıp adâlet ve itkân sahibi bir sikanın seviyesinde kabul edilebilir? Bidat sahibi olan birisi nasıl âdil olabilir?'' derse, bunun cevabı şudur:

 

Bidat ikiye ayrılır: Birincisi, aşırı Şiîlik eğilimine sahip bulunmak, diğeri aşırılık olmaksızın ve (sahâbeden) yüz çevirmeksizin Şiî eğilimli olmak gibi küçük bidattir.[xiv]

 

Yani Teşeyyü kişinin adaletini düşürmektedir. İşte hakkında konuştuğumuz ve ele aldığımız Emevîci din anlayışının metodu budur. Bu metot Sahâbe ve Ehl-i Sünnet Okuluna ait bir metot değildir.

 

Yazarın bizzat kendisi Ebân b. Tağleb'in Ebû Bekir ve Ömer'i eleştirmediğini, belki onlardan üstün kabul ettiğini söylüyor. Bu durumda dahi kişi bidat ehli olmaktan kurtulamaz.

 

Bunlar dinî anlayışlarını bunun üzerine kurmuşlar. Bunların televizyon kanallarına baktığınızda ‘‘Şia'' ismini bidat sözcüğü ile kullanırlar. ‘‘Bidat ehli Râfızî Şiîler'' derler. ‘‘Bidat Ehline Reddiye'' diye eser kaleme aldıklarında ise sanki yegâne bidat Şia imiş gibi bir algı oluştururlar. Bunlara göre İmam Ali'ye tâbi olmak ve O'na tâbi olanlar problemdir. Sanki başka bir problem yokmuş gibi!

 

Dahası var. Seyyidim bu sözünüze dair bir kanıtınız var mı, diye soracak olursanız ‘‘evet, var'' derim. Herkes bilir ki Şerhü Nehcü'l-Belâga'nın müellifi İbn Ebi'l-Hadîd Şiî olarak itham edilir. Peki bu zavallı neden Şiî olarak itham edilmektedir? Eserinde geçen “İster mütekaddimûn ve müteahhirûn olsun ister Basra Mutezilesinden ve Bağdât Mutezilesinden olsun mezhebimizin büyük âlimlerinin geneli, Ebû Bekir es-Sıddîk'a yapılan biatın sahih ve şerî bir biat olduğu… Ancak âlimlerimiz, hangi sahâbenin daha üstün olduğu konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir… Bizler ise bu konuda Bağdât Mutezilesinin ileri gelenlerinin benimsediği görüşü yani İmam Ali'nin daha üstün olduğu görüşünü savunmaktayız.[xv] ifadelerinden dolayı. İmam Ali'nin (a.s.) diğer sahâbeden daha üstün olduğu görüşünü benimsediğinden artık Şiî'dir ve söz ve değerlendirmeleri geçerli değildir.

 

İşte dile getirmek istediğim ikinci semere bu idi. Dünyanın dört bir tarafındaki ey Müslümanlar! Bizler Hz. Resûlullah'ın, Ali'yi (a.s.) geriye kalan sahâbeden üstün saydığını, O'nu merkeze aldığını, O'nun bir takım menkıbe ve faziletlerini beyan ettiğini, bu fazilet ve menkıbeleri başka hiçbir sahâbîye vermediğini gördüğümüzden dolayı İmam Ali'yi sahâbe kuşağının en üstün kişisi olarak kabul etmekteyiz. Başka bir şey söylemiyoruz! ‘‘Takva'' kelimesinin anlamını biliyorsanız ‘‘Allah'tan korkun'' diyoruz. Kural ve kaideler ölçüsünce ve delil muvacehesince konuşmak gerekir. Eğer delilim Hz. Ali'nin en faziletli şahıs olduğuna delâlet ediyorsa ben buna iman ediyorum ve bu konuda seninle aynı görüşe sahip değiliz. Eğer senin delilin Ebû Bekir ve Ömer'in sahâbe kuşağının en faziletli şahısları olduğuna delâlet ediyorsa o da senin görüşündür. Sen kendi görüşünü benimseyebilirsin. Ben ise kendi görüşümü benimserim.

 

Peki öyleyse, neden sen ‘‘Ebû Bekir ve Ömer'in en faziletli oluşu şerî bir hüccet ve apaçık haktır'' diyorsun da sıra bana geldiğinde -ben ‘‘Ali b. Ebî Tâlib'in sahâbe kuşağının en faziletli kişisi'' olduğunu söylediğimde- ‘‘bu bidattır, bir aşırılıktır, fısktır ve günahtır'' diyorsun? Böyle çarpık bir mantık olur mu? Bu mantığın ilmî hiçbir dayanağı da yoktur.

 

Sözümü özetleyeyim; bu meselenin semereleri:

 

İlzam kaidesi gereği, hilafet konusunda onların temel olarak kabul ettiği kritere göre İmam Ali'nin hilafeti daha çok hak ettiğini ortaya koymak.

 

İkinci semereyi söylemeden önce bir hususa açıklık getireyim. Şimdi değerli izleyicilerin akıllarına şöyle bir soru takılabilir: Belirtmiş olduğunuz bu konunun İbn Teymiyye ile ne alakası var?

 

Bu konuyu ilerleyen bölümlerde ele alacağız. İbn Teymiyye'nin bu meseleye yaklaşımının ne olduğunu ortaya koyacağız. İbn Teymiyye'nin Hz. Ali'nin faziletlerine iman edenlerle birlikte mi yer aldığı yoksa Ali'nin (a.s.) faziletlerini yok saymaya çalışanların safında mı durduğunu ortaya koyacağız. O ‘‘bu rivayetlerin sabit olduğunun ispatlanması durumunda da hadisin metnini istenilen manaya gelmeyecek bir tarzda yorumlamakta ve Ali'nin faziletine delâlet etmediğini'' söylemektedir.

 

Sunucu: Bu bağlamda ele almaya başladığınız bu konudaki ilk fazilet nedir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Ele almaya başladığımız ilk fazilet Hz. Resûlullah'ın “Ey Ali! Seni ancak mümin sever, sana ancak münafık buğzeder” hadisidir. Hadisin tam metninin böyle olmadığını baştan belirtelim ki değerli izleyiciler veya bazı internet siteleri bize itiraz etmesinler.

 

Peki, bu hadis nerede geçmektedir? Bu hadis çeşitli kaynaklarda geçmektedir. Özetle ve hızlı bir şekilde bazılarına işaret edeceğim.

 

İlk kaynak: Sahîhü Müslim. Rivayet şöyle:

 

Adiy b. Sâbit'ten, o da Zirr b. Hubeyş'ten, o da Ali'den rivayet ettiğine göre O şöyle demiştir:

 

Daneyi yaran ve insanı yaratan Allah'a yemin ederim ki, beni müminden başkasının sevmemesi ve münafıktan başkasının bana buğzetmemesi ümmî olan Peygamber'in (s.a.a.) bana kati bir ahd-u peymanıdır.[xvi]

 

Bu ilk kaynak.

 

İkinci kaynak: Sahîhü İbn Hibbân. Rivayet şöyledir:

 

Adiy b. Sâbit'ten, o da Zirr b. Hubeyş'ten, o da Ali'den rivayet ettiğine göre O şöyle demiştir:

 

Daneyi yaran ve insanı yaratan Allah'a yemin ederim ki, beni müminden başkasının sevmemesi ve münafıktan başkasının bana buğzetmemesi ümmî olan Peygamber'in (s.a.a.) bana kat-i bir ahd-u peymanıdır.[xvii]

 

Üçüncü kaynak; Müsnedü Ebû Ya'lâ el-Mavsılî.[xviii]

 

Tabii bütün bunların hepsi hadisin isnadının sahih olduğunu belirtirler. Hem İbn Hibbân'ın Sahîh'i hem de Ebû Ya'lâ'nın Müsned'i rivayet ettikleri bu hadise ‘‘sahih'' notunu düşerler.

 

Hatta Sahîhü İbn Hibbân'da geçen rivayetle ilgili değerlendirmeyi aktaralım:

 

Bu hadisin isnadı sahihtir. Ricâli de sika kişilerden oluşmaktadır ve ricâli Muhammed b. es-Sabbah el-Cerhaî dışında Şeyhayn'ın ricâlidir. Ebû Dâvûd ve İbn Mâce'nin ondan rivayeti vardır. Muhammed b. Sabbâh da saduktur.

 

Dördüncü kaynak: İmam Ahmed b. Hanbel'in Müsned'idir. Rivayet şöyledir:

 

Ali dedi ki: Vallahi Resûlullah (s.a.a.) bana kesin bir şekilde ahid verdi ki bana ancak münafık buğzeder, beni ancak mümin sever.[xix]

 

Bu hadisin dipnotunda şu ifadeler geçmektedir:

 

Bu hadis Şeyhayn'ın şartlarına göre sahihtir… Bu hadisi İbn Ebî Şeybe, Müslim, İbn Mâce, Tirmizî, İbn Ebî Âsım, Abdullah b. Ahmed (Zevâidü'l-Fazâil'de), Bezzâr, Nesâî (Hasâisu Ali), Ebû Ya'lâ, İbn Hibbân, İbn Mende (el-İman'da), Ebû Nuaym (el-Hilye'de), Hatîb (Tarîhü Bağdâd'da), el-Beğâvî (Şerhü Sünnet'te) çeşitli kanallarla Ameş'ten tahric etmişlerdir. Yine bu hadisi Ebû Nuaym Hassân b. Hassân kanalıyla tahric etmiştir.[xx]

 

Onlarca kaynak zikreder. Sonuncusu ise Hâfız en-Nesâî'nin Hasâisü Emiri'l-Müminin Ali b. Ebî Tâlib adlı eseri.

 

Bab: Mümin ile Münafık arasındaki fark: …[xxi]

 

Bilemiyorum artık bütün bablar İmam Ali sevgisi ve Ali'yi dost edinmek hakkında. “Ali benden sonra sizin velinizdir”, “Hz. Peygamber'in Ali'ye söven bana sövmüş olur sözü” vb. Ancak bu baba gelince “Mümin ile münafık arasındaki fark babı” diye bir başlık atar. Başlığı değiştirir. Hâlbuki atılan başlıklara bakılınca bu baba da “Resûlullah'ın O'nu sevmek iman, O'na buğzetmek nifaktır sözü” demesi gerekirdi. Ancak hadis ile baba atmış olduğu başlık arasında bir münasebet görülemiyor. Bu bab başlığı altında üç tane rivayet aktarır. 100, 101 ve 102. hadisler.

 

Rivayetler şöyle:

 

Ali (a.s.) şöyle buyurmaktadır: Beni ancak mümin sever, bana ancak münafık buğzeder.

 

Hadisin isnadı sahihtir.

 

İkinci rivayet:

 

Beni ancak müminin sevmesi ve bana ancak münafığın buğzetmesi…

 

Hadisin isnadı sahihtir.

 

Üçüncü rivayet:

 

Resûlullah (s.a.a.) şöyle buyurmaktadır: Ey Ali seni ancak mümin sever, sana ancak münafık buğzeder. Bu hadisin isnadı sahihtir.[xxii]

 

Öyleyse İmam Nesâî, el-Hasâis'te tümü sahih isnad zincirine sahip ve hakkında hiçbir söz söylenemeyecek üç rivayet aktarır.

 

Bu hadislerle şu durum açığa çıkıyor. Bu hadis iki farklı lafızla aktarılmıştır:

 

Hz. Peygamber'ın ‘‘beni ancak mümin sever ve bana ancak münafık buğzeder'' şeklindeki ahdi.

 

“Ey Ali! Seni ancak mümin sever ve sana ancak münafık buğzeder.”

 

Bu hadis Hz. Peygamberin mümini münafıktan ayırt etmemiz için bir ölçüt verdiğini ortaya koyuyor. İşte iman ile nifak arasındaki ölçüt!

 

Bazen bize sizler ‘‘neden İmam Ali'nin ‘Ben amellerin ölçütüyüm' sözünü naklediyorsunuz'' şeklinde itirazlar geliyor. İşte cevabı! Resûlullah'ın (s.a.a.) kendisi ‘‘Ali (a.s.) iman ile nifakın ölçütüdür'' diye buyuruyor. İnsanlar Kıyamet Gününde hangi ölçüte göre hesaba çekileceklerdir? İşte Kıyamet Gününde inanç, düşünce ve amellerin mizan ve mikyası Ali'dir. İşte Resûlullah'ın (s.a.a.) hadisi! Bu mana Sahâbe Okulunun naslarında aktarılmamıştır. Önemli değil. Önemli olan, Hz. Peygamber'in dillerinden kesin bir şekilde çıktığına kanaat getirdiğimiz bu hadistir.  

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyid, belirttiğiniz gibi bu rivayet hakkında herhangi bir tartışma ve münakaşa söz konusu değildir.

 

Bakınız, bizler şunu belirttik: Elinizde Ebû Bekir ve Ömer'in sahâbe kuşağının en üstün fertleri olduğunu ispat eden ve âlimlerin üzerinde ittifak ettiği rivayetlerden delilleriniz varsa buyurunuz, ortaya koyunuz. Yahut bunları kendi kanallarınızda ve internet adreslerinizde sergileyiniz. Sahîhü'l-Buhârî ve Sahîh-ü Müslim veya başka bir kaynaktan delil getirirseniz bu sizin açınızdan bir kanıt olur. Bütün Müslümanları bağlayan bir kanıt olmaz.  

 

Sunucu: Seyyid Kemâl Haydarî Bey'e teşekkürlermizi sunuyoruz. Değerli izleyicilere de teşekkür ediyoruz. Görüşmek üzere. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 

 



[i] Suyûtî, Celâlüddîn Abdurrahmân b. Ebî Bekir, Tarîhü'l-Hulefâ, s. 191 Tahkik: Muhammed Muhyiddîn Abdülhamîd, Mektebetü'l-Asriyye, Sayda-Beyrut.

[ii] Heytemî, İbn Hacer, es-Savâiku'l-Muhrika Ala Ehli'r-rafdi ve'd-Dalâli ve'z-Zandaka, c. 2, s. 353, Müessesetü'r-Risâle.

[iii] A.g.e., a.g.y.

[iv] Askalânî, İbn Hacer, Fethü'l-Bârî Şerhü Sahîhi'l-Buhârî, c. 7, s. 91.

[v] Şemsüddîn ez-Zehebî, Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, c. 14, s. 125, 67 no'lu Tercüme-i Hal, Müessesetü'r-Risâle. 

[vi]  A.g.e., c. 14, s. 131.

[vii] A.g.e., a.g.y.

[viii] A.g.e., s. 132.

[ix] A.g.e., a.g.y.

[x] A.g.e., a.g.y.

[xi] Zehebî, Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed, Mîzânü'l-İtidâl fî Nakdi'r-Ricâl, c 1,  s. 49-50, Tahkik: Muhammed Rıdvan Arkasûsî, Müessesetü'r-Risâle.

[xii] A.g.e., a.g.y.

[xiii] Askalânî, Hedyü's-Sârî Mukaddimetü Fethi'l-Bârî, c. 1, s. 646.

[xiv] Mîzânü'l-İtidâl, c. 1, s. 49.

[xv] İbn Ebi'l-Hadîd, Şerhü Nehci'l-Belaga, c. 1, s. 7-8, Tahkik: Muhammed Ebü'l-Fadl İbrahim, Dârü İhyâi'l-Kütübi'l-İlmiyye, 1378.

[xvi] Sahîhü Müslim, Kitâbü'l-İman, Babu Beyani Naksi'l-İman, Bab No: 33, s. 60, Hadis No: 78.

[xvii] Sahîhü İbn Hibbân, c. 15, s. 367, Hadis No: 6294.

[xviii] Müsnedü Ebû Ya'lâ el-Mavsılî, c. 1, s. 251, Hadis No: 291.

[xix] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 2, s. 71.

[xx] A.g.e., a.g.y.

[xxi] Nesâî, Hasâisü Emiri'l-Müminin Ali b. Ebî Tâlib, Tahkik: ed-Dânî b. Minber Âl Zehvî, el-Mektebetü'l-Asriyye, Sayda-Beyrut

[xxii] Hasâis, s. 86, Hadis No: 100, 101, 102.