Ehl-i Sünnet kaynaklarına göre Hz. Fâtıma'nın makamı ve mazlumiyeti (9)

Ehl-i Sünnet kaynaklarına göre Hz. Fâtıma'nın makamı ve mazlumiyeti (9)
Hz. Peygamber’in bazı eşleri Resûlullah’a (s.a.a.) karşı birlik olup hizipleşiyorlarsa Hz. Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’e (a.s.) karşı neler yapacaklarını var sen düşün! Resûlullah’a (s.a.a.) böyle davranıyorlarsa Hz. Fâtıma, Hz. Ali, Hasan ve Hüseyin’e (a.s.) karşı nasıl davranırlar?

Sunucu: Rahmân ve Rahîm Allah'ın adıyla ve O'nun yardımıyla… Salat ve selâm Efendimiz Hz. Muhammed'e (s.a.a.) ve pâk Ehl-i Beyt'ine olsun. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû. Seyyidim, size zahmet, önceki programın bir özetini sunalım mı?

Seyyid Kemâl Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahmân Rahîm olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salât ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

Aşağıdaki noktalara işaret edeceğiz.

İlk nokta: Sahih, açık ve üzerinde icmanın gerçekleştiği rivayetlerden de anlaşıldığı üzere Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) ciğerparesi Hz. Zehrâ âlemlerin kadınlarının hanımefendisidir. Aralarında Hz. Meryem'in de bulunduğu cennet ehli kadınların seyyidesidir. Ben bunun bir hakikat olduğunu ve üzerinde çokça tartışmaya değer bir tarafın olmadığını düşünmekteyim. Gerçi kimileri bu hakikati tartışmaya açmak istemişlerse de ortaya ilmî herhangi bir temel koyamamışlardır. Allah-u Teâlâ'ya hamdolsun ki biz bunu önceki programlarda ispat etmiştik.

 

İkinci nokta: Aziz dostların dikkat etmeleri gereken hakikatlerden biri de şudur ki mefdul (faziletli) birisinin sahip olduğu bir menkıbe, makam ve kemâle en faziletli olan kimse daha üst ve faziletli bir şekilde sahip olur. Yoksa kemâlin herhangi bir anlamı olmaz. Peygamberler arasındaki kemâller ve makamlar veya veliler arasındaki kemâlat, ictimaî veya itibarî şeyler değildir. Bu kemâl ve makamların tümü, hakikî varlıksal şeylerdir ve esaslar üzerine kuruludur.

 

Kur'ân'ı Kerim “Doğrusu biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık” (İsrâ, 55) buyurmaktadır. Bu âyette söz konusu edilen üstünlük, tâbilerinin çokluğu veya birisinin boyunun diğerinden daha uzun olması yahut da birinin malının diğerinden daha fazla olması anlamında değildir. Bu peygamber kraldır, diğeri de kral değildir, dolayısıyla kral olan peygamber diğerinden daha üstündür anlamına da gelmemektedir. Eğer üstünlük meliklik ve krallıkta olsaydı peygamberlerin en faziletlisinin Hz. Süleymân (a.s.) olması gerekirdi.  Hâlbuki durum böyle değildir. ‘‘Peki, üstünlük ne iledir'' sorusunun cevabı kısaca şöyledir:

 

Üstünlük; ilim, akide ve tevhid maarifine vâkıf olmak iledir. 

 

“O resûllerin kimini kiminden üstün kıldık” (Bakara, 253)

 

Velilerin makamı hususunda da aynı durum söz konusudur. ‘‘Hz. Meryem'in Allah-u Teâlâ tarafından seçilip arındırıldığını ve Hz. Zehrâ'nın da O'ndan daha faziletli ve kâmil olduğunu'' söylediğimizde kimsenin aklına bu kemâl ve faziletin ömrün uzunluğu veya kısalığı ile yahut da bağlılarının çokluğu ve azlığı ile bağlantılı olduğu düşüncesi gelmesin. Bu üstünlük, ilim ve maarife vukufiyet iledir.

 

Hz. Zehrâ'nın ezelden ebede kadar bütün kadınların hanımefendisi olduğunu açık ve net bir şekilde ortaya koyduk. Allâme Alûsî gibi âlimler de bunu açık bir şekilde belirtmişlerdir. Öyleyse Kur'ân'da Hz. Meryem (a.s.) için sabit olan makam ve kemâllerin tümü Hz. Fâtımetü'z-Zehrâ (a.s.) için sabit olmalıdır. ‘‘Mümkündür'' demiyoruz. İmkân başka bir insanın da mevcut olabileceği anlamına gelmektedir. Hâlbuki biz vukuunu (bulunduğunu) söylüyoruz. Âlimlerin de dediği gibi: ‘‘İmkân, vukudan daha geneldir.'' İmkânın ne kıymeti vardır? Evet, Hz. Zehrâ'nın daha faziletli olması mümkündür, diyecek olursak bu durumda Ebû Süfyân'ın zevci Hind daha faziletli olabilir. Mümkünlüğün herhangi bir kıymeti yoktur. Konumuz da ‘‘mümkünlük'' konusu değil, ‘‘vuku'' yani ‘‘gerçekleşmiş olma''dır. Hz. Meryem'in makamları böyle ise ondan daha faziletli olan bir kimsenin makamları daha üstün olmalıdır.

 

Üçüncü nokta: Bizler önceki programda Hz. Meryem'in meleklerle konuşma olgusundan bahsettik. Bu makamın Kur'ânî bir makam olduğunu belirttik. Öyleyse bu makamın Hz. Fâtıma (a.s.) için de sabit olması gerekir. Yoksa Hz. Fâtıma, Hz. Meryem'den daha faziletli olmazdı. Bir başka ifadeyle aralarında ‘‘umum min vech'' ilişkisi olurdu. Bir açıdan Hz. Meryem bir başka açıdan ise Hz. Fâtıma (a.s.) daha üstün olurdu. Hâlbuki rivayetler, Hz. Fâtıma'nın âlemlerin kadınlarının en üstünü olduğunu ifade etmektedir.

 

Geriye cevaplandırılması gereken bir soru kaldı. Nitekim bazıları bu soruyu sormaktadırlar. İnşallah konuları bitirdiğimizde bu soruyu da cevaplandıracağız. Soru şu: Esasında mefdul olan birisinde ondan daha faziletli olanın erişemediği bir makam ve fazilet olabilir mi? 

       

Sunucu: Kur'ân nassı itibariyle söyleyecek olursak acaba Hz. Meryem için sabit olan ve Hz. Fâtıma için sabit olacak başka bir kemâl bulunmakta mıdır?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Sorunuz yerinde. Azizlerim, değerli izleyiciler ve dinleyicilerden özür diliyorum. Bu geceki programımız tümüyle bu bağlamda olacaktır, yani bu ikinci nokta üzerinde duracağız.

 

Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Meryem (a.s.) için sabit olan bu makam Kur'ân-ı Kerim'de Allah'ın veli kulları için zikredilen makamların en önemlisidir. En azından bu makam, Kur'ân-ı Kerim'de Allah'ın velileri için zikredilen makamların, faziletlerin ve kemâllerin zirvesi kabul edilmektedir. Bir başka ifadeyle bu makam, tahdis, meleklerle konuşma makamından kat be kat daha üstündür. Çünkü Kur'ân-ı Kerim birçok kişinin meleklerle konuştuğundan bahsetmektedir. Ancak birazdan anlatacağımız Hz. Meryem'in sahip olduğu bu makam birçok kimse için zikredilmemektedir. Öyleyse kanaatime göre Hz. Meryem (a.s.) için zikredilen bu makam veli bir erkek veya kadın için zikredilebilecek makamların en üstünü ve kâmilidir. Bu makam Mâide Sûresi'nin 75. âyetinde geçmektedir.

 

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

 

“Meryem oğlu Mesîh sadece bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Onun annesi dürüst ve inançlı bir kadındır. İkisi de yiyip içen birer insandı. Bak, âyetleri onlara nasıl açıklıyoruz, sonra bak nasıl saptırılıyorlar!” (Mâide, 75)

 

Âyetin ilk bölümü ‘‘İsa, Allah'ın oğludur'' nazariyesini iptal etmektedir. ‘‘Mesih, Allah değildir ama O'nun dengidir'' diyen yığınlarca insan gördüm. Vallahi, emin olunuz ki onlar bu inançlarında ısrar etmektedirler.

 

Bunlar ‘‘Allah ayrı, İsa ayrıdır, ancak İsa (a.s.) Allah'ın muadilidir'' demektedirler.

 

Bu âyete göre Kur'ân-ı Kerim Hz. Meryem'in (a.s.) sıddıkıyet makamına sahip olduğunu belirtmektedir.

 

Gelen sorular çerçevesinde söyleyecek olursak bazıları “ikisi de yiyip içen birer insandı” bölümüyle birtakım itirazlarda bulunmaya çalışıyorlar. Yiyip içseler, def-i hacet giderseler ve evlenip çoğalsalar da bu sıddıklık makamıyla çelişmemektedir ki!

 

Kur'ân-ı Kerim'in açıkça Hz. Meryem'in sıddık olduğunu belirtmektedir.

 

Bu programda üç soru soracak ve cevaplandırmaya çalışacağız.

 

İlk soru: Bu sorulara özet olarak cevap vermeye çalışacağız. Yoksa her biri bağımsız birer programın konusudur. Kur'ân-ı Kerim'de sıddıkiyet makamı nedir? Bu ne tür bir makamdır?

 

İkinci soru: Kur'ân-ı Kerim'in nebiler, veliler ve salihler için zikrettiği makamlar çerçevesinde ele alacak olursak sıddıkiyet makamı bu mertebelerin neresinde yer almaktadır?

 

Üçüncü soru: Bu makam Hz. Fâtıma (a.s.) için de sabit midir? 

 

Sunucu: Ben ise dördüncü bir soru sormak istiyorum. Bir şahsın sıddıkiyet makamına sahip olmasının sonuçları nelerdir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Yani sonuçları ve neticeleri nelerdir? Bir kişi nasıl sıddık olur? Sıddıkiyetin sonuçları nelerdir? İlk olarak sıddıkiyet makamı nedir?

 

Bu meselenin, üzerinde ittifak edilen konulardan olduğunun ispatı için biri Ehl-i Sünnet'ten diğeri de Ehl-i Beyt Okulunundan olmak üzere iki büyük âlimin açıklamalarına işaret edeceğim.

 

Ehl-i Sünnet'in büyük âlimlerinden Allâme Alûsî'nin Rûhu'l-Meânî'de geçen açıklamalarını sunacağım. O şöyle diyor:

 

Rusum (zâhir) âlimleri şöyle derler: Sıddık sözcüğü sikkîr sözcüğü gibi mübalağa sığasıdır. Sözcük tasdik hususunda öne çıkan, söz ve eylemlerindeki doğruluğu ve ihlası konusunda ileri boyutlarda olan kimsedir. [i]

 

İbareleri uzun uzadıya şerh etmek istemiyorum. Allâme Alûsî'nin resim sözcüğünü kullanmasının nedeni ilmin, resmî ve ledünnî olmak üzere ikiye ayrılmasından dolayıdır.

 

Resmî ilim; husulî ve fikrî ilimdir.

 

Ledünnî ilim ise zevke dayanan ilimdir. Allâme resmî ilim dediğinde maksadı husûli ilimdir.

 

Ariflerin sıddık konusunda ne dediği ise ayrı bir konudur. Dolayısıyla İbn Arabî, Abdülkadir el-Geylânî ve zevk ehli Sufilerin ne dediği ayrıca incelenmelidir.   

 

Sunucu: Akla gelen fakihler ve mütekellimlerdir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel. Yani ‘‘sıddık'' sözcüğü sikkîr sözcüğü gibi mübalağa sığalarındandır. Çok sarhoş olan kimse için bazen ‘‘sıkkîr'' bazen de ‘‘sükran'' sözcüğü kullanılır.

 

Sıddık sözcüğü söz, fiil, inanç ve ahlâkında sadık olan kimseyi ifade eder. Şahsiyetin hangi boyutuna değinecek olursan ol, sıddık olan kişiyi bütün bu boyutlarda sadık görürsün. Bir diğer ifadeyle böyle bir şahsiyet, masumiyetin en ileri derecelerinde yer almaktadır. Çünkü böyle bir şahıs inanç, tutum, söz, ahlâk ve düşünce gibi konuların tümünde sadıktır. Böyle bir şahsiyetin bu özelliğinden sonra hayatının hangi alanında bir hata, kayma, sapıklık ve sürçme görülebilir ki! Asla görülemez. Dolayısıyla bu şahıs, ismet derecelerinin en ileri düzeylerindedir. Ehl-i Sünnet'in büyük âlimlerinden birisinin açıklamalarını sunduktan sonra şimdi de Şia'nın büyük âlimlerinden Allâme Tabâtabâî'nin el-Mizân'ındaki açıklamalarını sunalım.

 

O şöyle der:

 

Sıddıklare gelince, ‘‘sıdk=doğruluk'' kökünden mübalağa için kullanılır ve kelime anlamına göre, ‘‘çok doğru kimseler'' demektir. Doğruluğun sözle ilgili bölümü olduğu gibi eylem ve hareketlerle ilgili bölümü de vardır. Hareketlerde doğruluk demek, hareketlerin sözle uyuşması demektir… O hâlde sıddık, asla yalanı olmayan kimsedir. Bu kimse nefsinin arzusuna uymaksızın sadece hak gördüğü hareketi yapar, sadece hak gördüğü sözü söyler ve sadece hak olanı hak görür. Çünkü her şeyde hakkı görür, hakkı söyler ve hakkı yapar.[ii]

 

Pasaja göre sıddık, söz ve eylemlerinde sadık olan kişidir.

 

İşte ‘‘sıddık'' budur ve bu hususta ittifak oluşmuştur. Sıdk, masumiyetten daha üst bir mertebedir. Çünkü masumun söz ve fiilleri hak olur, ancak niyetleri hak olmayabilir. Yani masiyet işlemeyi niyet eder, fakat onu yerine getirmez. Masum ne söz ne de eylemiyle yalan söyler. Ancak bazen günah işlemeyi kastedebilir, fakat bunu fiil sahasına dökmez. Böyle bir kişi henüz sıddıkiyet makamına ulaşmış değildir. Çünkü sıddıkiyet makamı bilinen masumiyetten daha yüce bir makamdır. Seyyid Tabâtabâî burada başka bir şey daha eklemektedir: “Çünkü her şeyde hakkı görür.” Yani Allah-u Teâlâ'nın “Aynı şekilde biz İbrâhim'e göklerin ve yerin melekûtunu görüp kavrama imkânı veriyorduk ki kesin inananlardan olsun.” (En'âm, 75) âyetine işaret etmektedir. Eşyanın hakikatlerini ve melekûtunu görmektedir, yoksa yeri ve gökleri değil. “Her şeyin egemenliği kendi elinde olan Allah bütün eksikliklerden uzaktır ve hepiniz sonunda O'na döndürüleceksiniz.” (Yâsîn, 83) Bu açıklamalar ilk sorunun özet cevabıdır.

 

İkinci sorunun cevabına geçelim. Nebiler, imamlar, salihler ve velilerin dereceleri arasında sıddıkların derecesi nerede yer almaktadır? İlk derecede olmadığı kesindir. Çünkü nübüvvet, sıddıklık derecesinden daha üstündür. İkinci, üçüncü, dördüncü, beşinci vb. derecelerden hangisinde yer almaktadır ki makamını bilelim! Geliniz, Kur'ân-ı Kerim'e bir bakalım. Kur'ân-ı Kerim şöyle buyurmuştur:

 

“Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdirler; bunlar ne güzel arkadaşlardır!” (Nisâ, 69)

 

Bu âyet beş makama işaret etmektedir.

 

İlk makam: Peygamberlerin makamı,

 

İkinci makam: Sıddıklerin makamı,

 

Üçüncü makam: Şehidlerin makamı,

 

Dördüncü makam: Sâlihler,

 

Beşinci makam: Onlarla birlikte olanların makamı. Refekât makamı. Onların makamında değil ancak onlarla birlikte olanların makamı.

 

Buna göre Kur'ân-ı Kerim'de sıddıklık makamı nübüvvet makamından sonra gelmektedir. Ancak aziz dostlarım şu hususu unutmayınız. Ulu'l-azm olan bir nebiyi takip eden bir sıddık ulu'l-azm olmayan bir nebiyi takip eden sıddıktan daha üstündür. Örneğin Hz. Süleymân'ı takip eden bir sıddık, Hz. Musa'yı takip eden bir sıddıktan derece olarak daha düşüktür.  Nasıl ki nebiler kendi aralarında farklı derecelere sahip iseler onu takip eden sıddıklar da kendi aralarında farklı derecelere sahiptirler. Bu esasa göre nasıl ki nebiler ulu'l-azm nebiler ve ulu'l-azm olmayan nebiler diye bir ayrıma tâbi tutulmaktaysa sıddıklar da kendi aralarında -deyim yerindeyse ulu'l-azm olan ve ulu'l-azm olmayan sıddıklar- diye bir ayrıma tabi tutulur. Tabii bu son isimlendirme bana aittir.  Bundan dolayı bir şahıs bu ümmetin sıddıkı olabilir, bir başka şahıs da diğer ümmetin sıddıkı olabilir, dolayısıyla bu ümmetin sıddıkı diğer ümmetlerin sıddıkından daha üstün olur.  

      

Sunucu: Bundan dolayı ‘‘sıddık-ı ekber'' ve -sıradan bir şekilde- ‘‘sıddık'' ifadeleri kullanılmaktadır.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Peki, bunu açıkça ifade etmişler mi? Evet, âlimler bunu açıkça ifade etmişlerdir.

 

İşte karşınızda Allâme Alûsî'nin Rûhu'l-Meânî adlı eseri. Değerli izleyicilerden özür diliyorum. Allâme Alûsî'nin bazı açıklamalarını okuyacağız ve Allâme'nin nebiler hakkında düşüncesinin ve nazariyesinin neler olduğunu göreceğiz. O, bu âyetin tefsirinde şöyle diyor:

 

Enbiya; bu âyette onlardan murat şeriat ehli olan resûllerdir. İster görevlendirilmiş olsunlar ister olmasınlar… Ehlullahın makamları ve ahvali arasında nübüvvet hiçbir şekilde araştırılamaz. Çünkü onların bu hususta hiçbir tatmışlıkları bulunmamaktadır. Tümü de bunu itiraf etmiştir. Ancak onlar şöyle derler:

 

Nübüvvet; amme ve hasse diye ikiye ayrılır. Nübüvvet konusunda herhangi bir tatma ve idrakin olmadığı kısım nübüvvetin hasse bölümüdür. Bununla teşriî nübüvveti kastetmekteyiz. Bu ise velâyet konusunun özel bir makamıdır.[iii]

 

Görevlendirilmiş olmalarından kasıt nebi olduğu halde risaletle görevlendirilmiş olmayan peygamberlerdir.

 

Yazar ‘‘nübüvvetin hakikatini bilemeyiz ve idrak edemeyiz'' diyor. Zira nübüvvetin hakikati bizim algı seviyemizin üstündedir ve bundan dolayı da idrak edemeyiz.

 

Yazar teşriî nübüvvetin nebi olan kimseler hariç hiçbir kimse tarafından idrak edilemeyeceğini söylüyor.

 

Soru: Nübüvvet-i amme sona ermiş midir yoksa devam etmekte midir? ‘‘Bir Müslümana nübüvvet sona ermiş midir'' diye sorulacak olsa ‘‘Hz. Peygamber'in gelişi ile nübüvvet sona ermiştir'' diye karşılık verecektir. Allâme Alûsî'nin açıklamalarını okumaya devam ediyoruz. Bu ifadeler kesinlikle ne bir Şiî'nin ve ne de bidat ehlinin açıklamalarıdır! Ehl-i Sünnet'in ve Hanefilerin büyük âlimlerinden Bağdat'ın allâmesi Alûsî'nin ifadeleridir.

 

O şöyle diyor:

 

Nübüvvet-i amme büyük şa'n sahibi erkekler arasında hem dünyada hem de ahirette kesilmeksizin sürmektedir ve devam etmektedir.[iv] 

 

Sunucu: Nasıl?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Değerli izleyicilere şöyle bir söz verelim. Bizler Allâme Alûsî'nin bu ibarelerini açıklayacağımız bağımsız bir program yapacağız. Allâme Alûsî ‘‘nübüvvet-i amme''nin dünyada ve ahirette de devam edeceğini söylemektedir. İsimlendirme kapısı kapanmıştır. Yani sen Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra artık bir kimseye nebi diyemezsin. Ancak bir şahısta nübüvvetin muhtevası mevcuttur. Öyleyse azizlerim, bizler ‘‘Hz. Fâtıma muhaddesedir veya Ali (a.s.) muhaddesdir'' dediğimizde yahut ‘‘İmamlarımız meleklerin kendileriyle konuştuğu muhaddes kimselerdir'' dediğimizde kimse bize bir şey demesin. 

 

Sunucu: Bütün bunlar daha basit kalmaktadır.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Nübüvvetin devam ettiği cümlesinden daha basit kalmaktadır.

 

Sunucu: Bazıları da bunu alıp başkalarına tatbik etmektedirler.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Ehl-i Beyt'ten başkasına tatbik etmektedirler. Ancak şimdi konumuz bu değildir.

 

Allâme devamında şöyle der:

 

İkinci sınıf sıddıklar… Nübüvvet ile sıddıkiyet makamı arasında başka bir makam bulunmamaktadır. Sıddıkıyet makamını aşan bir kimse derhal nübüvvet makamı ile karşı karşıya kalır ki bu makam da kapalıdır.[v]

 

Sunucu: Yani tümüyle birbirine bitişik iki makam…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Evet, hemen arkasından gelmektedir.

 

Yani sıddıklık mertebesini aşan bir kimse nebi olur. Bu açıklamalar Allâme Alûsî'ye ait.

 

Seyyid Tabâtabâî ise aynı âyetin tefsirinde şöyle der:

 

Buna göre, âyetteki zümreler bu sıraya göre dizilirler: İlk sırada peygamberler yer alır ki bunlar insanların efendileri ve önderleridirler. Sonra gerçeklerin ve amellerin şahitleri olan sıddıklar gelir. Bunun arkasından amellerin şahitleri olanlar gelir. Sonra da ilâhî keramete ve üstünlüğe hazırlıklı salihler gelir.[vi]

 

Kur'ân'a göre sıddıklık makamı nerede yer almaktadır?

 

El-cevap: Nübüvvet makamının hemen ardından gelmektedir. Ancak hangi nübüvvetten sonra geliyorsa o nübüvvetin sıddıkıyeti makamında bulunmaktadır. Hz. İsa'nın nübüvvetinden sonra geliyorsa Hz. Meryem (a.s.), Hz. İsa'dan sonra gelmektedir. Ancak biz kendi dönemimize geldiğimizde ise bu dönemde bulunan bir sıddık Hâtemü'l-Enbiya Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra gelir. Öyleyse bizim dönemimizin ve risaletimizin sıddıklık makamı Hz. Meryem'in sıddıklık makamından daha üstün, yüce, kâmil ve şereflidir.

 

Sunucu: Ben bu hususun onların eserlerinde bulunduğunu ve yer aldığını düşünüyorum.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Değerlendirmeyi değerli izleyicilerimize bırakıyoruz. Asıl önemli soruya geçelim.

 

Üçüncü sınıfa yani şehitlerin konumuna. Acaba bu makam Hz. Zehrâ (a.s.) için sabit midir, değil midir? Azizlerim, değerlendirmeyi ve kararı kesinlikle değerli izleyicilere bırakıyorum, özellikle de ilim, marifet ve tahkik erbabına… Ben bunların az olmadıklarını biliyorum. Zira programın e-posta adresine gelen mesajlar ve sorular o derece yoğun ki!

 

Azizlerim, üçüncüsü olmayan şu iki durumdan birisini seçmekte muhayyersiniz.

 

- Ya Hz. Meryem'in Hz. Fâtıma'dan (a.s.) daha üstün olduğunu benimsersiniz. Böyle bir düşünceyi benimseme hakkınız bulunmaktadır. ‘‘Sıddıklık makamı Hz. Meryem (a.s.) için sabittir'' dersiniz. Ancak Hz. Fâtıma için böyle bir makamın sabit olduğuna dair bir delil söz konusu değildir. Buna hakkınız bulunmaktadır. Hz. Meryem'in Hz. Fâtıma'dan üstün olduğu sonucuna göre şöyle dersiniz: Hz. Meryem için sıddıklık makamının sabit olması Hz. Fâtıma için bu makamın sabit olmasını gerektirmez.

 

- Yahut da Hz. Fâtıma'nın âlemlerin kadınlarının hanımefendisi ve aralarında Hz. Meryem'in de olduğu cennet ehli kadınların en üstünü olduğuna delâlet eden nasları kabul edersiniz. Bu durumda da zorunlu olarak Hz. Fâtıma'nın da sıddık olduğunu hatta Hz. Meryem'in sıddıklığından daha kusursuz ve kâmil olduğunu kabul edersiniz. Allah aşkına, Hz. Meryem'in sıddıklığının daha ileri düzeyde olduğunu kabul edecek olursanız bu durumda Hz. Fâtıma hangi özelliği ile cennet ehlinin kadınlarının hanımefendisi olacak ki! Bu iki olgu birbiriyle asla bir arada bulunmaz ve bu ikisini bir arada kabul edip barındırmak bir çelişkidir.

 

Öyleyse ya Hz. Fâtıma'nın Hz. Meryem'den daha üstün olduğu nazariyesini reddedersiniz ki bunda özgürsünüz… Ancak bizler önceki programlarda Hz. Fâtıma'nın (a.s.) Hz. Meryem'den daha üstün olduğunu ispatlamıştık. Allâme Alûsî'nin Âl-i İmrân Sûresi'nde geçen şu açıklamalarına işaret etmiştik.

 

O şöyle diyordu:

 

Bu Hz. Meryem'in nebi olduğunu kabul etsek dahi caizdir. Çünkü varlığın ruhunun ve bütün mevcudatın efendisinin bir parçası olma payesine karşılık gelecek hiçbir şey yoktur.[vii] 

 

Sunucu: Yani Hz. Meryem'in Peygamber olduğunu kabul etsek dahi Hz. Fâtımetü'z-Zehrâ (a.s.) daha üstündür.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Devamında şöyle diyor:

 

Eğer bir kimse Peygamber'in (s.a.a.) diğer kızlarının da Aişe'den üstün olduğunu söyleyecek olursa bunda herhangi bir sakınca görmem.[viii]

 

Bunu kabul eden bir kimsenin artık Hz. Zehrâ'nın sıddık olduğu nazariyesini tartışması dahi mümkün değildir. Hz. Fâtıma'nın sıddıklığının Hz. Meryem'in sıddıklığı ile aynı seviyede olduğunu dahi kabul etmek zordur. Dahası Hz. Fâtıma'nın sıddıklığı Hz. Meryem'in sıddıklığından birkaç mertebe üstündür. Çünkü biz her dönemin ve ümmetin sıddıklığının o döneme göre değer kazandığını belirtmiştik. Yani Hz. Meryem (a.s.) Hz. İsa'dan sonra gelmektedir. Hz. Fâtıma (a.s.) ise Resûllerin efendisi -Allâme Alûsî'nin ifadesiyle varlığın ruhu- Hz. Muhammed'den (s.a.a.) sonra gelmektedir. Öyleyse Hz. Resûlullah (s.a.a.) ile Hz. İsa (a.s.) arasında ne kadar fark varsa âlemlerin kadınlarının hanımefendisi Hz. Fâtıma ile Hz. Meryem (a.s.) arasında da o derece fark vardır. Her iki karşılaştırma arasındaki mesafe de aynıdır. Hz. İsa'yı Hz. Resûlullah (s.a.a.) ile ölçtüğümüzde nasıl ki Resûlullah (s.a.a.) Hz. İsa'dan daha üstün ise Hz. Fâtıma da Hz. Meryem'den daha üstündür. 

 

Soru: Şu soruyu sormaya hakkınız vardır. Seyyidim bu delillendirmeyi kabul edemiyorum ve buna güvenemiyorum. Hz. Zehrâ'nın (a.s.) sıddık olduğunu ispat eden sahih, açık ve üzerinde icma edilen bir rivayet var mı?

 

Vakit dar olduğundan iki kaynaktan -biri Ehl-i Sünnet'ten diğeri de Şia'dan- birer örnek sunacağım.

 

İbn Hacer el-Askalânî, Metâlibü'l-Aliye adlı eserinde şöyle der:

 

Aişe dedi ki: Babası Resûlullah (s.a.a.) dışında Hz. Fâtıma'dan daha doğru sözlü kimseyi görmedim.

 

Aişe ile Fâtıma arasında bir olay meydana geldi. Aişe ‘‘Ey Allah'ın Resûlü! Fâtıma'ya sor. Zira O yalan söylemez'' dedi.[ix]

 

Rivayet sizin ‘‘Sıddıka bint Sıddık'' olarak nitelendirdiğiniz Aişe'dendir. Fazilet odur ki düşman tarafından dahi itiraf edilsin ifadesini kullanmak istemiyorum. Fazilet, günlük olarak O'nunla hemhal olan, O'nun huzuruna girip çıkan kimsenin itiraf etmesidir.

 

Sunucu: Rivayet Ebû Bekir'i de kapsıyor. Yani Aişe'nin ‘‘gördüğüm en sadık kimse'' hadisi Ebû Bekir'i de kapsamı altına almaktadır.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Tabii ki. Ebû Bekir hakkındaki konu ileride gelecektir. Çünkü bir kimse ‘‘Aişe'nin bu sözü kadınlar hakkındadır'' diyebilir. Şimdilik bu konuya girmek istemiyorum. Üstad Ala'nın da belirttiği gibi ‘‘Babası Resûlullah (s.a.a.) dışında Hz. Fâtıma'dan daha doğru sözlü kimseyi görmedim'' cümlesinin anlamı açıktır.

 

Sunucu: Erkekler ve kadınlar.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Cümlenin istisna bölümü erkeklerin de dâhil olduğunun delilidir.

 

Rivayete göre Hz. Fâtıma (a.s.) ile Aişe arasında bir olay meydana geldi. Resûlullah (s.a.a.) meseleyi tahkik edip kimin haklı kimin haksız olduğunu öğrenmek isteyince Aişe ‘‘Fâtıma'ya sor. Zira onun söylediği sözlerin tümü sahihtir'' demiştir.

 

Yani Aişe ile Hz. Resûlullah (s.a.a.) arasında değil, Hz. Fâtıma ile Aişe arasında tahakkuk ediyor. Resûlullah (s.a.a.) konuyu tahkik etmek istediğinde Aişe ‘‘Fâtıma'ya (a.s.) sor, O ne söylerse haktır'' diyor.  İşte bu rivayet Ehl-i Sünnet kanallarından.

 

Bir de bizim kanalımızdan bir rivayet aktaralım.

 

Ebü'l-Hasan el-Kâzım şöyle rivayet edilmiştir: Hz. Fâtıma (a.s.), sıddıka ve şehitti.[x]

 

Şimdilik ‘‘şehadet'' sözcüğünün maktul mü, yoksa amellerin müşahede edilmesi anlamına mı geldiğini bir tarafa bırakalım. Bu ayrı bir konudur. İnşallah bu konuyu ele almaya muvaffak oluruz.

 

Sunucu: Yahut da varlığın şehadeti mi?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Şu an bizim konumuz bu değil. Konumuz Hz. Fâtıma'nın sıddıka olup olmaması.

 

Rivayet sahihtir.

 

Allâme Meclisî, Mirâtü'l-Ukûl adlı eserinde şöyle der:

 

Bu hadis sahihtir.[xi]

 

Öyleyse Kur'ânî delil bizi desteklemektedir ve Hz. Fâtıma'nın (a.s.) sıddıka olduğunu ortaya koymaktadır. İkinci olarak da babası dışında Hz. Fâtıma'dan daha sadık bir kimsenin olmadığı hususunda Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Şia'nın rivayetlerinde icma vardır.

 

Seyyidim, nereye ulaşmak istiyorsunuz, diye sorabilirsiniz. Öncelikle genelliği ifade edecek cümleler kullanmak istemiyorum. Bazı âlimler minberlerde, mescidlerde, televizyon kanallarında, internet sitelerinde veya kaleme aldıkları teliflerinde Ehl-i Beyt'in konumunu ve makamını görmezlikten gelmeye çalışıyorlar. Bizler de Ehl-i Beyt'i seviyoruz ve onlara düşmanlık beslemiyoruz, diye serzenişte bulunuyorlar. Bizler de bu serzenişleri dinlemek zorunda kalıyoruz. Azizlerim, Allah aşkına her sevginin bir etkisi ve mazharı vardır. Ehl-i Beyt sevginizin semeresi ve emaresi nedir?

 

Bir diğer konu: İşte karşınızda Hz. Zehrâ'nın sıddıka olduğunu hatta O'ndan daha doğru sözlü hiçbir kimsenin olmadığını ifade eden naslarınız. Allah aşkına, sizler bir gün dahi olsun Mescid-i Haram'da, Mescid-i Nebevî'nin minberlerinde, televizyon kanallarında Hz. Zehrâ'nın sıddıka olduğunu belirten bir ifade duydunuz mu? Ancak ‘‘Aişe-i Sıddıka'' ifadesini çokça ve her zaman duyuyoruz.

 

Ben şu an Aişe'nin doğru mu yalan mı söylediği sadedinde değilim. Aişe'nin sıddıka olmadığını ortaya koymak da istemiyorum. Hâlbuki onun sıddıka olduğuna dair bir asıl ve dayanak da yoktur. Varsayalım ki Aişe sıddıka olsun. ‘‘Sıddıka bint Sıddık'' sözünü her zaman kullanıyorsunuz. Allah aşkına rivayetleriniz ve Kur'ân önünüzde. Yüz defa ‘‘Aişe'yi sıddıka-ı bint Sıddık'' diyorsunuz. Bir defa olsun Allah'a yaklaşma gayesiyle ‘‘Fâtıma-ı Sıddıka'' dediniz mi ki sevginizden emin olalım! Bütün bunlara rağmen sizin ‘‘Biz de Ehl-i Beyt'i seviyoruz'' sözünüzü tasdik etmemizi istiyorsunuz.  Sizden bir istekte bulunuyoruz.  Ve Üstad Ala insaf sahibi kişilere bir teklifte bulunuyoruz. Sizler televizyon kanallarında, internet kanallarında, rivayetlerinizde, mescidlerinizde ve eserlerinizde Ali b. Ebî Tâlib'in dördüncü halife ve O'nun meşru bir halife olduğunu da kabul etmektesiniz. Allah aşkına bu halifenin ismini söyleyip geçiyorsunuz. Ondan bir rivayet dahi zikretmiyorsunuz. İnsanlara sürekli olarak Ebû Hureyre'nin rivayetlerini aktarıp duruyorsunuz!

 

Ayrım noktası şurası. Sizler Aişe'nin sıddıka olduğunu açıkça belirtiyorsunuz. Konuşmaya başlayınca baba ve kızı birlikte alarak ‘‘Sıddıka bint Sıddık'' diyorsunuz. Hele şu an babayı bir tarafa bırakalım. O ayrı bir konu. İnşallah onu da ileride ele alırız. Ebû Bekir sıddık mıdır, değil midir? Şimdilik sıddıka olan kızını ele alacağız. Onun sıddıka olduğuna dair delil nedir? Böyle bir soruyu sormaya hakkımız var mı, yok mu? Bunlar tarihin hakikatleridir. Bu soruyu sormak ne ondan tiksinmek ne kötülük ve saygısızlıktır ne de başka bir şeydir. Bunlar bizim dinimizin hakikatlerini bilip öğrenebilme çabasıdır. Sizler onun sıddıka olduğunu söylüyorsunuz. Onun sıddıka olduğuna dair delil nedir? Emin olunuz ki onun sıddıka olduğuna dair ‘‘tirit hadisinden'' başka hiçbir delil bulunmamaktadır.  

 

Sunucu: Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah. Sıddıkalığın gereklerini dinledik ve sizler de sıddıkalığın gereklerine işaret ettiniz. Onun nübüvvet makamından sonra geldiğini ve Hz. Hâtem'in sıddıkası olduğunu belirttiniz. Bütün bu hatalı tutumlar karşısında…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Konuları birer birer ele alalım. Muhammed b. Abdülvehhâb ekolünün bağlılarından İbn Useymin Şerhü'l-Akîdeti'l-Vasîtiye adlı eserinde şöyle diyor:

 

Peygamberin eşlerinin yüce bir konumları vardır. Sıddıka b. Sıddık'a gelince onun sıddıka oluşu kemâle ermesinden ve Hz. Resûlullah'ı (s.a.a.) tasdik etmesinden dolayıdır.[xii]

 

(Bu pasaj İbn Teymiyye'nin el-Akîdetü'l-Vâsıtıyye'nin metnidir. çev.)

 

Aişe'nin sıddıka olduğuna dair bir delil bulunmamaktadır. Meydan okuyorum, onun sıddıka olduğuna dair bir delil getirsinler ve ortaya koysunlar.

 

İbn Useymin ise şerhte şöyle diyor:

 

Ancak hadisin zahiri (yani tirit hadisi) genelliği ifade etmektedir. Erkeklerden kemâle erenler çoktur… Aişe'nin diğer kadınlara üstünlüğü ise tirit yemeğinin diğer yemeklere üstünlüğü gibidir… Ancak şu var ki Aişe sadece neseb yönünden Fâtıma'dan (a.s.) üstün değildir.[xiii]

 

Fâtıma'nın Aişe'den yegâne üstünlüğünün ‘‘kabilesi'' olduğunu söylüyor. Hâlbuki biz İmam Kurtubî'den tirit hadisinin hiçbir kemâle delâlet etmediğini okumuştuk.

 

Ehl-i Sünnet'in en önemli kaynaklarına müracaat edelim. Sahîhü'l-Buhârî, Sahîhü Müslim, Müsnedü Ahmed, Sünenü'n-Nesâî vd. kaynaklara bir bakalım. Bu kaynaklar acaba onun sıddıka olduğuna mı yoksa olmadığına mı işaret etmektedir? Vallahi bu rivayetleri aktaranlar Râfızîler değildirler. Ne Usûl-u Kâfî'den ne de Bihârü'l-Envâr'dan rivayet aktarıyorum. Sizlere Sahîhü'l-Buhârî, Sahîhü Müslim, Müsnedü Ahmed'den müstefiz rivayetler aktaracağım. İki rivayet okuyup değerlendirmeyi saygıdeğer izleyicilere bırakacağım. İnsan gerçekten hayretler içinde kalıyor.

 

İlk rivayet Sahîhü'l-Buhârî'den. Rivayet şöyle:

 

Aişe'den şöyle rivayet edilmektedir: Resûlullah (s.a.a.), Zeyneb bint Cahş'ın yanında bal şerbeti içerdi ve onun yanında çok kalırdı. Bunun üzerine ben ve Hafsa, Resûlullah ikimizden hangimizin yanına gelirse O'na ‘‘Sen meğâfir mi yedin? Ben senden meğâfir kokusu alıyorum'' desin diye söz birliği yaptık. (Resûlullah geldiğinde Hafsa bu sözü söyledi). Resûlullah (s.a.a.) ‘‘Hayır, ben meğâfir yemedim. Lâkin ben Zeyneb bint Cahş'ın yanında bal şerbeti içmiştim. Artık bir daha onu içmem. Ve işte yemîn de ettim. Sakın bunu başka bir kimseye haber verme!'' buyurdu. Bunun üzerine “Allah'ın sana helâl kıldığı şe­yi niçin haram edersin?... Eğer ikiniz de -Âişe ve Hafsa'ya hitab ediyor- tevbe ederseniz...'' buyruğuna kadar ayetler nazil oldu. “Hani Peygamber eşlerinden birine gizli bir söz söylemişti'' (Tahrîm, 3) buyruğu da O'nun; ‘‘hayır, ben bal içtim'' demesi ile ilgilidir.[xiv]

 

Rivayet bilfiil Aişe'nin kendisinden. Yani başka birisi Aişe adına yalan söylemiyor. Bir insanın kendisi hakkındaki tanıklığından daha doğru bir tanıklık olabileceğini düşünemiyorum.

 

İleride de ortaya konulacağı gibi Aişe ile Zeyneb arasında birtakım nahoş olaylar ve tartışmalar olmuştur. Sahih hadisler ve metinler ifk ayetlerinin Zeyneb hakkında nazil olduğuna delâlet etmektedir. Şimdilik bu konuya girmek istemiyorum.

 

Hadiste de görüldüğü üzere bunlar bir teşkilat ve plan kuruyorlar.

 

Yine rivayetten anlaşıldığına göre Resûlullah (s.a.a.) balı ve tatlıyı severdi. Bazı hassasiyetleri korumak adına başka tabirler kullanmak istemiyorum.

 

Meğafir kokusu nedir, diye sorma hakkınız vardır.

 

İbn Hacer'in Fethü'l-Bârî adlı eserinden bu hadisin şerhine bir bakalım. O şöyle der:

 

Meğâfîr: Muğfûrun çoğuludur. Muğfûr, geniş yapraklı ve dikenli bir bitkiden çıkan fena kokulu, yapışkan ve tatlı bir maddedir… Bu bitki aynı zamanda develerin de otlarken yedikleri bir bitkidir… Muğfûr, urfut denilen geniş yapraklı…[xv]

 

Aişe ve Hafsa ‘‘Resûlullah (s.a.a.) kimin yanına girecek olursa bu iğrenç koku da nedir'' diye sormak üzere aralarında anlaşıyorlar. Anlaşıyorlar, sözleşiyorlar ve müminlerin annesi Zeyneb'e karşı komplo kuruyorlar.

 

İşte bu rivayet Peygamber'in eşlerinden birisinin bu yalanı üzerine ayetin inip durumun ortaya çıkmasıyla alakalıdır. İşte sıddıkanın sıddıklık makamı! Bu ilk rivayet.

 

İkinci rivayete geçelim. Aişe bir yerde Hafsa ile bir komplo kuruyor, bir başka zaman diliminde ise aynı hizipten olmalarına rağmen Hafsa'ya karşı bir plan, proje kuruyor.   

 

Sunucu: Siyasi uyarlama veya günümüzün terminolojisi ile söyleyecek olursak…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çok güzel, tam isabet Üstad Ala.

 

İkinci rivayete geçelim:

 

Aişe'den şöyle rivayet edilmiştir: Resûlullah (s.a.a.) tatlıyı ve balı çok severdi. İkindi namazını kıldığında hanımlarını dolaşır, onlara yakın olurdu. Bir gün ikindi namazından sonra Hafsa'nın yanına girdi. Yanında daha önce kaldığından daha fazla bir süre kaldı. Ben bunun sebebini sorunca, bana ‘‘Ona (Hafsa'ya) yakınlarından bir kadın bir miktar bal hediye etti. O da o baldan Resûlullah'a (s.a.a.) bir miktar içirdi. Kendi kendime: Allah'a yemin ederim ki biz O'na -Peygambere- karşı bir tertipte bulunacağız dedim. Bunu Sevde'ye açtım ve şöyle dedi: Yanına geleceği vakit sana yaklaşacak, o vakit sen de ona: Ey Allah'ın Resûlü! Meğâfîr mi yedin, diye sor, O sana: Hayır diyecektir. Bu sefer O'na: Peki bu koku nedir, diye sor. -kendisinden kötü bir kokunun alınması Resûlullah'ın çok ağırına giderdi.- Bu sefer O sana: Hafsa bana bir miktar bal içirdi diyecektir. Sen de O'na: O halde o balı yapan arılar urfut denilen ağaçtan yemiş olmalıdır de. Ben de O'na bunları söyleyeceğim ey Safiye, sen de O'na aynı şeyleri söyle! Peygamber (s.a.a.) Sevde'nin yanına girince -(Âişe) dedi ki; Şevde şöyle dedi: Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a yemin ederim ki, senden korktuğum için daha o henüz kapıda iken bile bana söylediklerini ona söyleyiverecektim.- Resûlullah (s.a.a.) yaklaşınca, Sevde O'na: Ey Allah'ın Rasıılü meğâfîr mi yedin, diye sordu. O ‘‘hayır'' dedi. Şevde “peki bu koku ne oluyor'' dedi. Peygamber (s.a.a.) ‘‘Hafsa bana bir miktar bal içirdi'' dedi. Sevde ‘‘o balı yapan arı urfut ağacından yemiş'' dedi. Benim yanıma gelince, ben de O'na benzer şeyler söyledim. Sonra Safiye'nin yanına girdi, o da benzer şeyler söyledi. Hafsa'nın yanına girince, Hafsa ‘‘Ey Allah'ın Resûlü sana ondan bir daha vereyim mi'' diye sordu. Peygamber ‘‘hayır, ona ihtiyacım yok'' diye buyurdu. (Âişe) dedi ki; Sevde ‘‘Sübhanallah'' dedi. ‘‘Allah'a yemin ederiz biz O'nu (bal içmekten) mahrum ettik'' dedi. (Âişe devamla) dedi ki: Ben ona ‘‘sus'' dedim. [xvi]

 

Hz. Peygamber'in (s.a.a.) bazı eşleri maalesef evin bazı sırlarını dışa yansıtmaktadırlar.

 

İkinci bir husus acaba eşinin diğer eşlerine ve kendisine ne zaman yaklaştığını söylemesi mümin ve Müslüman bir kadının edeplerinden midir? Bu Peygamberin eşlerinin edeplerinden midir? Ancak siz anlayasınız ve hakikatleri göresiniz diye biz bu rivayeti Sahîhü'l-Buhârî'den okuyoruz. Bu eser Hz. Resûlullah'ın saygınlığını düşürmek ve gidermek amacıyla Emevîci din anlayışının yaklaşımıyla doludur.  ‘‘Seyyidim, bizi niçin itham ediyorsunuz'' diye sormayınız. Allah aşkına, bu rivayet genel kamuoyuna söylenecek ve anlatılacak bir rivayet midir?

 

Rivayete göre ‘‘Resûlullah (s.a.a.) bir defasında Hafsa'nın yanında kaldığı süreden daha fazla kalıyor''. Örneğin genelde bir iki saat kalıyorken bir kere dört saat kalıyor. 

 

Hadiste geçen “Allah'a yemin ederim ki biz O'na -Peygambere- karşı bir tertipte bulunacağız, dedim.” Bölüm, hadiste müminlerin emiri olarak ifade edilen Buhârî'nin aktarımına göre Aişe'nin sözüdür.

 

Sunucu: Değerli izleyiciler şu iki durumdan birisini kabul etmek zorundadırlar.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Allah mükâfatınızı versin. Bu sözü söyleyen ya Emevîci din anlayışına sahip birisidir ve Resûlullah'ın (s.a.a.) saygınlığını ve ihtiramını zedelemek istiyor. Aynı şekilde Aişe'nin de saygınlığını zedelemek istiyor. Yahut da Buhârî'nin doğru söylediğini kabul etmek zorundasınız ve Aişe bu fiili yapmıştır. Bu durumda da Aişe bu ümmetin sıddıkası olamaz.

 

Hadiste geçen إنه سيدنو منك / sana yaklaşacak” ifadesi bazen konuşmak için yaklaşmak anlamına gelir. Ancak bu hadiste bu ifade bu anlama delâlet etmemektedir.

 

Hadisin “Ey Allah'ın Resûlü! Meğâfîr mi yedin'' diye sor, O sana ‘‘Hayır'' diyecektir. Bu sefer O'na ‘‘Peki bu koku nedir?” bölümü Resûlullah'a (s.a.a.) yalan söylemeye teşviktir.

 

Hadisin “O balı yapan arı urfut ağacından yemiş” bölümü ise Hafsa'nın saygınlığını zedelemeye yönelik planın ve komplonun bir parçasıdır.

 

Hadis bir de Hz. Peygamber'in evinin içindeki gruplaşmayı da ortaya koymaktadır.

 

Hadisin “Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a yemin ederim ki, senden korktuğum için daha o henüz kapıda iken bile bana söylediklerini ona söyleyiverecektim” bölümü ise Aişe'nin iktidar ve gücünü ortaya koymaktadır. Yani Sevde gibi bir kadın Aişe'den korkusu yüzünden Hz. Peygamber'e (s.a.a.) yalan söylemeyi ve komploya alet olmayı düşünüyor.

 

Dipnotta şu ifade geçiyor:

 

Hadisin orijinalinde geçen “فرقت” sözcüğü ‘‘korktum'' anlamına gelmektedir.

 

Sunduğunuz denklem tam da yerine oturmaktadır, Üstad Ala. Ya Buhârî'yi tasdik edeceksiniz yahut da Aişe'yi. Buhârî'yi tasdik ediyorsanız bu durumda onun, Emevîci din anlayışına sahip, Kitaba ve Sünnete düşman birisi olduğu ortaya çıkar. Resûlullah'ın (s.a.a.) ve eşlerinin saygınlığını zedelemeye çalışıyor.

 

İki yöneliş arasındaki farkın ne kadar büyük olduğunu anlayabilesiniz diye Ezher'in âlimlerinden ve hocalarından bir pasaj aktaracağım. İbn Useymin ‘‘Sıddıka b. Sıddık'' diyor. O, bir tertip ve tuzak kurma ve Resûlullah'a (s.a.a.) karşı komplo hazırlamak ile sıddıkıyet makamını nasıl birleştiriyor, nasıl uyumlu hale getiriyor, bilemiyorum artık!

 

Birileri çıkıp da ‘‘sizler Hz. Peygamber'in eşlerini itham etmek istiyorsunuz'' diyecek olursa ‘‘hayır, ey azizlerim, bunlar tarihin, rivayetlerin ve kaynakların hakikatleridir'' deriz.

 

Şimdi sizlere Ezher'in büyük âlimlerinden birisinin yaklaşımı sunmak arzusundayım. Mûsâ Şâhîn Lâşîn'in Fethü'l-Münim adlı eseri.

 

Yazar yakın zamanda, bundan iki veya üç yıl önce vefat etmiştir. Yazar hakkında biraz bilgi vermek de istiyorum. Yazar, siret ve sünnet bölümünün başkanı, İslami araştırmalar komisyonu üyesi, Ezher'de tefsir ve hadis sahasında akademisyendi. Ezher'in ileri gelenlerinden ve büyük hocalarından birisi. Yazar bu eserinde şöyle diyor:

 

Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) evinde hiçbir problemin olmadığını düşünen bir kimse yanılgı içindedir. Her an saadet kanatları bu evin üzerinde çırpmaktadır. Farklı tabiatlara sahip, değişik ortamlarda yetişmiş ve değişik ailelerden gelmiş ve farklı yaşlarda olan dokuz kadının bir arada olduğu bir evde mutlu mesut bir ortamın olması nasıl düşünülebilir? Hem de bu kadınlar ilk câhiliye dönemini yaşayan kadınlardan iseler… [xvii]

 

Yani dokuz sıradan kadının olduğu bir ortamda mutlu bir hayat tablosu tasavvur etmek zordur.

 

Bu kadınların sıddıkalar olduğu nazariyesini nereden çıkardınız?

 

Devamında şöyle diyor:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.a.) eşleri iki hizbe ayrılmışlardı. Bir grubun liderliğini Aişe yapıyordu. Diğer grubun liderliğini ise Zeyneb b. Cahş yapıyordu. Resûlullah'ın (s.a.a.) Aişe'nin evinde olduğu bir esnada Zeyneb b. Cahş, Resûlullah'ın huzuruna varıyor, O'ndan Aişe'ye ve onun hizbine karşı kendi hizbi için adaleti gözetmesini istiyor. Bunun üzerine Aişe de ona hücum ediyor ve ona karşı huysuzluk yapıyor. O da aynı şekilde Aişe'ye karşı… Nihâyetinde Aişe onu susturuyor, o da Resûlullah'ın huzurundan öfkeli bir şekilde ayrılıyor. Resûlullah (s.a.a.) da olaya müdahil olmuyordu. [xviii]

 

Gördüğü gibi iki grup kadın arasında açık bir çatışma söz konusu.

 

Bal kıssasına geçelim. Yukarıda alıntıladığımız bal kıssası sadece Ehl-i Sünnet ile Şia'nın üzerinde ittifak ettiği rivayetlerden değildir. Aksine Ehl-i Sünnet'in de kendi arasında ittifak ettiği rivayetlerdendir. Şöyle ki bu rivayet, Buhârî, Müslim, Ahmed gibi kaynakların tümünde geçmektedir. Yakından veya uzaktan bu olayın sıhhati ve vukuunu tartışmaya açan hiç kimse yoktur.

 

Devamında şöyle diyor:

 

Bal kıssasına gelince ise bu kıssa Aişe'nin grubunun Hz. Resûlullah'a (s.a.a.) karşı kurduğu bir tuzaktır. Nihâyetinde eşlerinin hoşnutluğunu kazanmak gayesiyle Resûlullah (s.a.a.) bal yemeyi ve bal şerbetini içmeyi kendi nefsine haram kılmış ve bundan dolayı da Rabbini öfkelendirmiştir. Allah-u Teâlâ, Resûlullah'ın eşlerinin hoşnutluğunu elde etmeye aşırı düşkünlüğünden dolayı O'nu kınamıştır. Bütün bunlara rağmen bu gruplaşma ve sorun son bulmuş değildir. Nihâyet Yüce Allah ‘‘Ey Peygamber! Zevcelerinin hoşnutluğunu arayarak Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin haram edersin'' (Tahrîm, 1) âyetlerini indirmiş, eşlerini de davranışlarından dolayı kınayıp tehdit ederek şöyle buyurmuştur: ‘‘Eğer o sizi boşarsa, Rabbinin ona yerinize Allah'a teslim olan, iman eden, itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan dullar ve ba­kireler olmak üzere sizden daha hayırlı eşler vermesi umulur.'' (Tahrîm, 5)[xix]

 

Ben yazarın dediği anlamda Resûlullah'ın (s.a.a.) eşlerinin hoşnutluğunu elde etmeye çalıştığını düşünmüyorum. Resûlullah bütün bu problemlerden sonra ortamı sakinleştirmeye çalışmıştır. Eşleri arasındaki bu uğursuz ve sıkıcı problemi gidermeye çalışmıştır.

 

Tahrîm Sûresi'nin 5. âyeti onun kadınların en hayırlısı olmadığının en hayırlı şahididir!    

 

Sunucu: Kur'ân onları tartışmaya açmıştır.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kur'ân ve rivayetler açıkça bunu belirtiyor:

 

Peygamber (s.a.a.) sizleri boşayacak olursa kadınlar içinde ister dul olsun ister bekar sizlerden daha hayırlısı bulunmaktadır.

 

Devamında şöyle diyor:

 

Hz. Resûlullah (s.a.a.) ne kadar sabırlıydı! Ancak sabrın da bir sınırı vardır. Sabredilmesi zor bir durum olduğunda yeni bir tavır almak gerekiyordu. Bundan dolayı Resûlullah (s.a.a.) bir ay onların yanına girmeyeceğine dair yemin etti. Onlardan ve evlerinden birkaç ay ayrıldı. Resûlullah (s.a.a.) mescidin küçük bir odasında bir ay kadar yaşadı. Bu süre zarfında mescitte insanlara namaz kıldırır, sonra da hiçbir kimseyle konuşmadan hücresine çıkıp ayrılırdı. Bu bir aylık süre sonlanınca ve bu ceza ile yetinince Rabbi onlara karşı çok daha şiddetli bir tutum ortaya koydu. Bunun üzerine Tahyîr âyetini indirerek şöyle buyurdu: ‘‘Ey peygamber! Eşlerine şöyle de: Dünya hayatını ve güzelliklerini istiyorsanız gelin size bir şeyler vereyim sonra da güzellikle sizi serbest bırakayım.'' (Ahzâb, 28) Yani kim Resûlullah (s.a.a.) ile O'na karşı inat içine girmeksizin ve O'na eziyet etmeksizin yaşamak isterse…[xx]

 

Yani Resûlullah (s.a.a.) onların bu tavırlarından yorulunca… Onların Resûlullah'ın yüzüne karşı yaptıkları bu davranışlarını cezalandırmak için Resûlullah (s.a.a.) onlardan bir ay kadar bir süre ayrıldı.

 

Eziyet ise ayrı bir konudur. Zira kim Resûlullah'a (s.a.a.) eziyet ederse Allah'a eziyet etmiş olur.

 

Dikkat ediniz, bu ifadeler Usûlu Kâfî veya Bihârü'l-Envâr'dan aktarılan ifadeler değildir. Ezher âlimlerinden birisinin ifadesi.  İşte sıddıklar bunlar! Ve bunlar Resûlullah'a (s.a.a.) karşı bir inat içine giriyorlar.

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyid buna şaşırmamamız gerekiyor. Bu ekol günümüzde de Âl-i Beyt'ten dolayı Resûlullah'a (s.a.a.) eziyet etmektedirler.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu doğal, hatta doğaldan da öte. Bir iki cümle söyleyerek programı kapatacağım.

 

İşte Allâme Useymîn'in ibarelerini okuyalım.

 

Allâme Useymîn şöyle diyor:

 

Aişe'nin sıddık olmasına ve muamelelerinde sıdkının kemâline ve İfk meselesinde başına gelen eziyetlere sabretmesine…[xxi]

 

Oldukça ilginç.

 

Aişe Resûlullah'a (s.a.a.) karşı davranışlarında sadık mı yoksa O'na karşı komplo mu kuruyor? Sanki hiçbir şekilde Buhârî'yi okumamış gibi! Değerlendirmeyi size bırakıyorum.

 

Programa başlarken bunu belirtmiştik. İfk hadisesinin Aişe hakkında nazil olduğunu kim söylüyor? Vallahi, oldukça garip Üstad Ala! Biz “sadıkın” âyetinin Hz. Ali (a.s.) hakkında nazil olduğunu söyleyince diyorlar ki niçin isim zikrediyorsunuz? Falanca âyet Ehl-i Beyt hakkında nazil olmuştur, deyince diyorlar ki isim zikredilmiyor ki? Şimdi biz de onlara ‘‘ifk âyetinin Aişe hakkında nazil olduğunu nereden çıkardınız, isim nerede'' diye soruyoruz. 

 

Sunucu: Burada isme ihtiyaç yok.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Diyorlar ki bu tarihin kesin hakikatlerindendir. Hayır, ey azizim, tarihin kesin hakikatlerinden değildir. Sizler nasıl ki bizden isim istiyorsunuz, biz de aynı şekilde sizden isim istiyoruz. Konu ve olay tarihsel ve rivayetle alakalı ise geliniz bir tarihe bakalım. Bu âyet Aişe hakkında mı nazil olmuştur, yoksa başkası hakkında mı? Bu âyetlerde itham edilen Aişe mi, yoksa bir başkası mı?

 

Devamında şöyle diyor:

 

Ancak Aişe neseb itibariyle Fâtıma'dan daha üstün değildir. Aişe'nin öyle büyük faziletleri vardır ki kadınlardan hiç kimse bunları idrak edebilmiş değildir.[xxii]

 

Zira onlar böyle inanıyorlar. Onun Resûlullah'a karşı kurduğu düzen öyle büyük bir düzendir ki hiçbir Peygamber eşi kocasına böyle bir düzen kurmamış ve bu seviyeye ulaşamamıştır.

 

Seyyidim bunu neye dayanarak söylüyorsunuz, diye soracak olursanız işte naslarınız ve rivayetleriniz! İşte temel kabul ettiğiniz kaynaklarınız!

 

Peygamber'in eşleri Resûlullah'a (s.a.a.) karşı birlik olup hizipleşiyorlarsa Hz. Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin'e (a.s.) karşı neler yapacaklarını var sen düşün! Resûlullah'a (s.a.a.) böyle davranıyorlarsa Hz. Fâtıma, Hz. Ali, Hasan ve Hüseyin'e (a.s.) karşı nasıl davranırlar? 

 

Sunucu: Fâtıma (a.s.) onun kumalarından birisinin kızı…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bir cümle okuyarak programı kapatıyorum:

 

Ümmü Seleme Hz. Fâtıma'ya, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Hz. Ali'ye dostluk yönünden müminlerin annelerinin en eksiksizi idi. Ali (r.a.) da onun dostluğunun büyüklüğüne, aklına, reyine ve dinine güvenirdi. Ona karşı içten davranır ve onunla istişare ederdi.[xxiii]

 

Niçin sadece Ümmü Seleme anılmaktadır? Aişe nerede? Sıddıka b. Sıddık nerede? Neden Ümmü Seleme en eksiksizi oluyor ki? Çünkü Aişe'nin kendisi ‘‘Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra Fâtıma'dan (a.s.) daha doğru sözlüsü yoktur'' diye itirafta bulunmakta ve ikrar etmektedir. 

 

Sunucu: Kuveyt'ten Haşim kardeş hatta.

 

Ebû Hâşim: Es-selâmu aleykum. Sizler Hz. Fâtıma'nın doğruluğuna ilişkin Aişe'den bir hadis aktardınız, ancak bu hadisin ne senedini sundunuz ne de senedin sıhhatini.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Allah mükâfatınızı versin.  “Babasından sonra Fâtıma'dan daha doğru sözlü birisini görmedim.” hadisi. Bu hadisin geçtiği eserin muhakkiki oldukça titiz birisidir. Bakınız bu şahıs ne diyor:

 

Bu hadisin isnadı sahihtir. Heysemî der ki: Bu hadisin ricâli sahih hadisin ricâlidir. Bu hadisi Taberânî ve el-Hâkim tahric etmişlerdir. Hâkim ise şöyle der: Bu hadis Buhârî ve Müslim'in şartlarına göre sahih olduğu halde onlar tahric etmemişlerdir.

 

Azizim ben senedinden emin olmadığım rivayeti okumam! 

 

Sunucu: Teşekkür ediyorum saygıdeğer izleyiciler. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 

 

 



[i] Alûsî, Şihâbüddîn, Rûhu'l-Meânî, c. 6, s. 132.

[ii] Tabâtabâî, Muhammed Hüseyin, el-Mîzân fî Tefsîri'l-Kur'ân, c. 4, s. 4007-408.

[iii] Rûhu'l-Meânî, c. 6, s. 129- 130.

[iv] A.g.e., a.g.y.

[v] A.g.e., a.g.y.

[vi] El-Mîzân, c. 5, s. 408.

[vii] Rûhu'l-Meânî, c. 4, s. 183.

[viii] A.g.e., a.g.y.

[ix] İbn Hacer el-Askalani, el-Metalibü'l-Aliye bi-Zevaidi'l-Mesanidi's-Semaniyye, c. 16, s. 167, Hadis No: 3957, Tahkik: Muhammed b. Zafir b. Abdullah eş-Şehri, Darü'l-Asıme ve Darü'l-Ğays.

[x] el-Usûl mine'l-Kâfî, c. 2, s. 489, Hadis No: 1245, Hz. Zehrâ'nın doğumu babı.

[xi] Allâme Meclisî, Mirâtü'l-Ukûl fî Şerhi Ahbâri Âli'r-Rasûl.

[xii] Muhammed b. Sâlih el-Useymîn, Şerhü'l-Akîdeti'l-Vâsıtıyye, s. 613.

[xiii] A.g.e., a.g.y.

[xiv] Sahîhü'l-Buhârî, c. 4, s. 113-114, ‘‘Ey Peygamber! Zevcelerinin hoşnutluğunu arayarak Allah'ın sa­na helâl kıldığı şeyi niçin haram edersin?'' ayeti babı, Hadis No: 5267, Tahkik: Şuayb el-Arnavût.

[xv] Fethü'l-Bârî bi Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, c. 12, s. 46.

[xvi] Sahîhü'l-Buhârî, Hadis No: 5268.

[xvii] Doktor Mûsâ Şâhîn Lâşîn, Fethü'l-Münim Şerhü Sahîhi Müslim, c. 6, s. 86 Dârü'ş-Şurûk.

[xviii] A.g.e., c. 6, s. 86.

[xix] A.g.e., a.g.y.

[xx] A.g.e., a.g.y.

[xxi] Şerhü'l-Akîdeti'l-Vâsıtıyye, s. 613.

[xxii] A.g.e., a.g.y.

[xxiii] Allâme el-Yemânî, et-Tenkîl fî mâ Tenîbi'l-Kevser mine'l-Ebâtili, c. 1.