ÖZEL: Pepo Escobar: Şii İslam’ın ABD Tarafından Şeytanlaştırılmasının Kökleri

ÖZEL: Pepo Escobar: Şii İslam’ın ABD Tarafından Şeytanlaştırılmasının Kökleri
Şiiliğe yönelik mantık dışı Amerikan nefretinin temelinde, Şiiliğin özünde yer alan adaletsizliğe karşı direniş ruhu bulunuyor. Şiiliğin, Kerbela olayı ve İmam Hüseyin’in duruşunun izinde, ezileni korumayı ve savunmayı; ezenin karşısında durmayı esas alan tavrı, ABD ve Batılı egemen güçlerin tolere edebileceği bir şey değil.

 

 

Şii İslam'ın ABD Tarafından Şeytanlaştırılmasının Kökleri

 

 

Pepo Escobar

 

 

Global Research

 

 

ABD'nin insansız hava aracı saldırısı ile gerçekleştirdiği General Kasım Süleymani suikastı, çok önemli jeopolitik sonuçlarının yanı sıra, oldukça rahatsız edici bir gerçeği yeniden gözler önüne serdi: “Amerikan elitleri,” Şiiliği anlayabilmek için bir girişimde bulunmaya dahi yetecek kapasiteye sahip değil. Bu yüzden yalnızca Şiileri değil, Şiiler tarafından yönetilen hükümetleri de 7/24 şeytanlaştırıyorlar ve küçük düşürmeye çalışıyorlar. 

 

Washington, İran'a yönelik uzun vadeli savaş kavramının 11 Eylül'den hemen sonra Pentagon tarafından popülerleştirilmesinden çok daha önce, İran'a karşı uzun vadeli bir savaş başlatmıştı. Bu savaşın ilk adımı, demokratik olarak seçilen Musaddık hükümetinin 1953 yılında darbe ile devrilerek yerine Şah diktatörlüğünün getirilmesiydi. 40 yıl önce İslam Devrimi, Fars Körfezi'nde imtiyazlı bir Amerikan “jandarması” olarak hüküm süren Şah'ı devirene kadar bu süreç tüm yoğunluğuyla sürüyordu. 

 

Ancak bu konu jeopolitiğin çok daha ötesine uzanıyor. Şiiliğin kompleks yapısını ve popüler çekiciliğini kavrayabilmek, ciddi akademik araştırmalar ve Güneybatı Asya'daki çeşitli kutsal bölgelere (Necef, Kerbela, Meşhed, Kum, Seyyide Zeyneb'in Şam yakınlarındaki türbesi) gerçekleştirilecek ziyaretler olmaksızın mümkün değil. Ben kişisel olarak 90'ların sonundan bu yana bu bilgi yolunu yürüyorum ve hâlâ bu yolun mütevazı bir öğrencisiyim. 

 

Tamamen Batı hâkimiyetinde kalmış veya propaganda esiri olmuş bu çok önemli kültürel konu üzerine bilinçli bir tartışma başlatabilmek için, ilk yaklaşım ruhuyla, öncelikle üç önde gelen araştırmacının ilk izlenimlerini sordum. 

 

Bu araştırmacılar, Tahran Üniversitesi'nden Oryantalizm uzmanı Profesör Muhammed Marandi, Blake Archer Williams müstear ismiyle yazan Şia teolojisi uzmanı Araş Necefzade ve diğer niteliklerinin yanı sıra en iyi İtalyan İslambilimci, yazar, Arap topraklarındaki gezilerini ayrıntılarıyla anlattığı büyüleyici Harem kitabının sahibi, Sicilyalı olağanüstü prenses Vittoria Alliata.  (https://www.youtube.com/watch?v=mDUl0gqvh9M&t=910s

 

İki hafta önce, Sicilya'daki Villa Varguarnera'da Prenses Vittoria'nın misafiriydim. IŞİD ve El-Kaide/ El-Nusra terörüne karşı gerçek mücadelenin önde gelen iki Şii savaşçısı İranlı General Kasım Süleymani ve Iraklı Haşdi Şabi lideri Ebu Mehdi El-Mühendis'in Bağdat Havalimanı yakınlarında insansız hava aracı saldırısı ile öldürülmelerinden yalnızca birkaç saat önce, kendisiyle ana konularından biri de ABD-İran olan uzun ve kapsamlı bir jeopolitik tartışmaya dalmıştık.

 

 

Şehitlik mi Kültürel Rölativizm mi?

 

Profesör Marandi, bu konuda şu açıklamayı sunuyor: “Şiiliğe yönelik mantık dışı Amerikan nefretinin temelinde, Şiiliğin özünde yer alan adaletsizliğe karşı direniş ruhu bulunuyor. Şiiliğin, Kerbela olayı ve İmam Hüseyin'in duruşunun izinde, ezileni korumayı ve savunmayı; ezenin karşısında durmayı esas alan tavrı, ABD ve Batılı egemen güçlerin tolere edebileceği bir şey değil.”

 

Blake Archer Williams bana, şu anda yayınlanmış bulunan ve tamamını http://thesaker.is/a-reaction-from-tehran-to-the-martyrdom-of-general-qasem-soleymani/ buradan okuyabileceğiniz bir yanıt yolladı. Yanıtın, kutsalın gücüne de değinen şu bölümü, Şiilikteki şehitlik kavramını Batı'nın kültürel rölativizminden ayıran uçurumun altını açıkça çiziyor:

 

“Bir Müslüman için hiçbir şey, Allah yolunda savaşırken şehit olmaktan daha şanlı değildir. Kasım Süleymani, Irak halkının, ülkelerinin kaderinin kontrolünü kendi ellerine alabilme bilincine ulaşabilmeleri için yıllarca savaştı. Irak parlamentosunun kararı onun bu amaca ulaştığını gösterdi. Onun bedeni bizden alındı; ancak ruhu bin kat daha büyüdü ve şehitliği sayesinde nurunun parçaları tüm Müslüman erkek, kadın ve çocukların kalplerine ve zihinlerine yerleşerek onları şeytani Novus Ordo Seclorum'un kültürel rölativistlerinin zombi-kanserine karşı koruyacak.” 

 

[bir tartışma noktası: Novus Ordo Seclorum ya da Saeculorum “Yeni Dünya Düzeni” anlamına gelir, Ortaçağ'da Hristiyanlar tarafından Hz. İsa'nın gelişinin bir kehaneti olarak görülen ünlü bir Virgil şiirinden alınmış bir ifadedir. Bu noktada Williams şu yanıtı verdi: “İfadenin etimolojik temeli hâlâ geçerliliğini koruyor; ancak bu ifade Oğul Bush tarafından bugün hâlihazırda hâkim olan küreselci Yeni Dünya Düzeni kabilesinin temsili olarak kullanılmak üzere ele geçirildi.”]

 

 

Vahhabilik Tarafından Köleleştirilme

 

Prenses Vittoria, tartışmayı ABD'nin Vahhabilik'e yönelik hiç sorgulanmayan tavrı temelinde ele alıyor. 

 

İLERİ OKUMA: Trump, Toplumsal Hayal Gücü ve İslamofobi (https://www.globalresearch.ca/trump-public-imagination-and-islamophobia/5587056?utm_campaign=magnet&utm_source=article_page&utm_medium=related_articles)

 

“Bu durumun Şiilikten nefret etmek veya onu görmezden gelmekle bir ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Her şeyden önce, İslam dünyası için bir nevi Dalai Lama olan Ağa Han, ABD güvenliği dahilinde oldukça yerleşik bir figürdü. Tüm dünya Sünnileri için Şiilikten çok daha fazla sapkın olan Vahhabilik ve Suud Hanedanlığı, ABD yönetiminin İslam'la tek teması. Bu noktada, Vahhabilik ve Suud hanedanının şeytani tesirine inanıyorum. Suudiler, başta Müslüman Kardeşler olmak üzere, hepsi Vahhabilik zemininde inşa edilmiş daha pek çok Selefilik formunu finanse etti.”

 

Prenses Vittoria ayrıca şöyle dedi:

 

“Şiiliği açıklamak için çok fazla uğraşmayacağım; bunun yerine Vahhabiliği ve yıkıcı sonuçlarını açıklamaya çalışacağım. Vahhabilik, İslam dünyasında pek çok ekstremist yapının yanı sıra revizyonizm ve ateizmi de doğurdu. Ayrıca türbelere ve Sufi liderlere yapılan saldırıların da temelini oluşturuyor. Ve tabii ki Siyonizm'e oldukça yakın. Hatta Suud Hanedanlığının, Hazreti Muhammed tarafından aradaki barış anlaşmasına rağmen kendisini öldürmeye çalıştıkları için Medine'den sürülen Yahudi dönmesi bir kabilenin devamı olduğunu ortaya koyabilecek nitelikte belgelere ulaşan araştırmacılar dahi mevcut.”

 

Prenses Vittoria ayrıca şu gerçeği de vurguladı:

 

“İran ve Ortadoğu'daki Şii gruplar bugün ABD'ye başarıyla karşı koyabilen tek direniş güçleri ve bundan ötürü, diğerlerinden çok daha fazla nefret odağı oluyorlar; onların Sünni karşıtları ise eninde sonunda yok edilmiş, öldürülmüş veya ehlileştirilmiş durumda -Cezayir'i düşünün, fakat daha onlarca örnek var. Bu tabii ki benim kişisel yorumum değil, bugün çoğu İslamolog bu düşüncede. 

 

 

Kutsala Karşı Küfür

 

Williams'ın Şii teolojisi ile ilgili muazzam birikimini ve Batı felsefesi alanındaki uzmanlığını bilerek onu kelimenin tam anlamıyla “hassas yerlere dokunan, damardan” bir cevap vermesi için kışkırttım. Şöyle dedi:

 

“Amerikalı politikacıların Şii İslam'ı (ya da bu bağlamda genel olarak İslam'ı) neden anlayamadıkları sorusu, basit bir soru: kontrolsüz neoliberal kapitalizm oligarşiyi doğurur ve oligarklar, kendi çıkarlarını temsil edecek adayları, bu adayların cahil yığınlar tarafından seçilmesinden önce seçerler. Trump gibi popülist istisnalar zaman zaman ortaya çıkabiliyor (ya da Ross Perot örneğinde olduğu gibi baskıyla saf dışı ediliyorlar) ancak Trump dahi oligarklar tarafından itham ve görevden alma tehdidiyle kontrol altında tutuluyor. Yani görünüşe göre demokrasilerde politikacıların rolü bir şeyleri anlamaya çalışmak değil, ‘elit' sahipleri tarafından kendilerine verilen görevleri yerine getirmek.”

 

Williams'ın “damardan” yanıtı, uzun ve karmaşık bir metin. Bu nedenle, ancak tartışmamız derinleştiğinde metnin tamamını -olası çürütmelerle birlikte- yayınlayacağım. Özetlemek gerekirse, Williams yanıtında Batı felsefesindeki iki ana eğilimi; dogmatizim ve septisizmi genel hatlarıyla açıklayarak tartışıyor, “Antik Çağın kutsal teslisinin aslında, Yunan şehir devletlerini ve Yunan dünyasını genel olarak Sofistlerin dekadanlığından korumaya çalışan ikinci dalga dogmatizm” oluşunun ayrıntılarına değiniyor, ayrıca Rönesans ile başlayan ve 17. yüzyılda Montaigne ve Descartes ile zirveye ulaşan “üçüncü dalga septisizm”e giriyor ve bu konular  ile Şii İslam, Batı'nın Şii İslam'ı anlamaktaki başarısızlığı arasında bağlantılar kuruyor. 

 

Bu nokta onu “meselenin kalbine” götürüyor:

 

“Dogmatiklerin ve septiklerin üzerinde üçüncü bir seçenek, üçüncü bir entelektüel akım var, felsefi değil, gelenekselin geleneği: Şii âlimler. “

 

Ardından, bu akımı septiklerin son gayreti ile karşılaştırıyor:

 

“Descartes'ın kendisinin de itiraf ettiği gibi, rüyalarına gelen ‘cin' ‘Yöntem Üzerine Konuşma' (1637) ve ‘İlk Felsefe Üzerine Meditasyonlar'ı (1641) yazması sonucunu doğurmuştur. Batı, hâlâ darbe almış ve sarsılmış halde çırpınıyor, akıl ve duyu ile bağını koparmaya karar vermiş gibi görünüyor (Kant akıl ve duyuyu uzlaştırmak için boşuna çalıştı; işleri bin kat daha kötü, karmaşık, içinden çıkılmaz duruma getirdi.) ve post-modernizm olarak bilinen irrasyonalizmin kendini olumlayan formu (aslında ultra-modernizm veya hiper-modernizm denmesi daha doğru çünkü en az erken modernizm ve modernizmin aslı kadar Kartezyen ‘Subjektif Dönüşüm'den ve Kantçı ‘Kopernik Devrimi'nden temel almıştır) içinde debelenip duruyor.”

 

Oldukça karmaşık bir zinciri özetlemek gerekirse:

 

“Tüm bunların anlamı şu ki, iki medeniyet dünya düzeninin nasıl olması gerektiği konusunda tamamen farklı iki görüşe sahip. İran, dünya düzeninin her zaman ve gerçekte olduğu gibi -sevsek de sevmesek de hatta bir gerçeğin olduğunu kabul etsek de etmesek de (Batı'daki bazı insanların kabul etmeyeceği gibi) - olması gerektiğine inanıyor. Seküler Batı ise yeni dünyevi düzene (öteki dünya veya ilahi düzenin karşıtı) inanıyor. Bu nedenle, bu bir medeniyetler çatışmasından ziyade küfür ile kutsalın çatışması; her iki medeniyet dahilinde de kutsal unsurlar ve onların karşısına dizilmiş küfür unsurları bulunuyor. Bu savaş, insanın kendi türdeşi başka insanların elinde sömürüldüğü, Tanrı'nın adaletine kısa vadeli ya da dünyevi yararlar için isyan edilen küfür düzenine karşı kutsal düzenin savaşı.”

 

Dorian Gray'e atıf

 

Williams bu soyut kavramları daha iyi açıklayabilmek için somut bir örnek sunuyor:

 

“Sorun şu ki, 19. ve 20. yüzyıllarda Üçüncü Dünya'nın Batılı güçler tarafından sömürülmesinin adaletsiz ve ahlaksızca olduğu bugün herkes tarafından bilinirken aynı sömürü bugün de devam ediyor. Bu korkunç adaletsizliğin sürekliliği, İran ile ABD arasında var olan ihtilafın nihai dayanağıdır. ABD sömürgeci pratiklerine devam ettiği; hamiliğini üstlendiği, yönettikleri toplumlar tamamen kendilerine karşıt konumlanmasına rağmen, yalnızca ABD'nin zorba varlığı ve yardımı ile hayatta kalabilen hükümetlere, halkın değil ABD'nin çıkarları temelinde varlık göstermeye devam etmeleri için destek verdiği sürece bu ihtilaf kaçınılmaz biçimde hep olacaktır. Bu, Üçüncü Dünya'da adaletin ve özerkliğin tesis edilebilmesi için verilen ruhani bir savaştır. Batı, kendi gözünde kendini iyi görmeye devam edebilir çünkü [dünya söyleminin] gerçeklik stüdyosunu kendisi kontrol ediyor. Ancak Batı'nın gerçek görüntüsü herkesin görebileceği kadar açık, her ne kadar Batı kendini Oscar Wilde'ın tek romanı Dorian Gray'in Portresi'nin genç, yakışıklı ve kusurları, günahları yalnızca portresinde görülen başkarakteri Dorian Gray gibi görse de. Nitekim, Batılı Dorian Gray kendini BBC, CNN ve The New York Times'ta tasvir edildiği gibi görse bile, üçüncü dünyanın her gün gördüğü portre gerçekleri yansıtıyor.”

 

“Batı Asya'daki Batı emperyalizmi genellikle Napolyon Bonapart'ın Osmanlılara karşı Mısır ve Suriye'deki savaşı ile sembolize edilir (1798-1801). 19. yüzyılın başından bu yana Batı, Müslüman kanına susamış, doymak ve çekip gitmek bilmeyen gerçek bir vampir gibi Müslüman devlet yapılarının kanını şah damarından emiyor. Her zaman İslam dünyasının entelektüel lideri konumundaki İran, 1979'dan itibaren Tanrı'nın kanununu, iradesini ve her türlü iyiliği, nezaketi hedef alan bu zorbalığa bir son vermek için harekete geçti. Bu, sahte ve çarpıtılmış bir gerçeklik vizyonunu, gerçekliğin aslında olan ve olması gereken haline (adil bir düzen) getirme sürecidir. Bu süreç, hem gerçeklik stüdyosunu kontrol eden vampirler hem de Müslüman entelektüellerin beceriksizliği, Batılı düşünce tarihinin antik, ortaçağ ya da modern dönemdeki temel ilkelerini dahi anlayamamaları nedeniyle sekteye uğruyor.” 

 

Peki bu gerçeklik stüdyosunun yıkılma olanağı var mı? Mümkün:

 

“Dünya bilinci için bir paradigma değişimi yaşanması gerekiyor. Pompeo gibi bir manyak ile Trump gibi bir soytarının normali temsil ettiği bir paradigma, bu ikisinin ne kadar iğrenç ve ahlaksızca olursa olsun canları ne isterse onu yapan ve neredeyse tamamen cezasız kalan iki haydut olduğunun insanlar tarafından açıkça bilindiği bir paradigma ile değişmeli. Bu, yeni ve yüksek bir politik bilince ulaşma, bir uyanış sürecidir. Egemen paradigmanın söylemini reddederek, lideri Şehit General Kasım Süleymani olan Direniş Ekseni'ne katılmaktır. Bu bilinç, özellikle, gerçeğin göreliliği saçmalığının (ve zamanın ve mekânın göreceliğinin de, üzgünüm Einstein) reddini, ayrıca absürd ve nihilist Hümanizm felsefesinin terkini içerir. Aynı zamanda hâkim bir Yaratıcının var olduğu gerçekliğin idrakini kapsar. Ama tabii ki tüm bunlar oldukça aydınlanmış ve daha iyi bilen modern mentalite için çok fazla.”

 

İşte böyle. Bu yalnızca başlangıç. Katkı ve çürütmeler memnuniyetle karşılanacaktır. Konu ile ilgili bilgi sahibi herkese bir çağrıdır: Tartışma devam ediyor. 

 

 

 

Çeviri: Ragibe Yılmaz

 

 

Medya Şafak