İbrahimi Dinani: İlahi Sevgi (3)

İbrahimi Dinani: İlahi Sevgi (3)
Ben sevgiyi fiili değil, zati sıfat olarak görüyorum. Yani Allah nasıl zat olarak “âlim” ise aynı şekilde zat olarak “muhib”dir. Muhabbet, Hak Teâlâ’nın varlığından ayrı değildir. Hak Teâlâ’nın varlığı muhabbettir, rahmettir. O’nun rahmeti gazabını geçmiştir.

 

İsmail Mansuri Laricanî:

 

Çunân pur şod feza-yé sîne ez dûst 

Ké fékr-é khiş gom şod ez zamîrem

Qadeh pur kon ké men der dovlet-é eşq

Cevan-é bakht-é céhanem gerçi pîrem.

 

Gönül fezası dostla öylesine doldu ki

Kendi düşüncem benliğimde kayboldu,

Doldur kadehi ki ben aşk devletinde,

Talihli bir gencim, her ne kadar yaşlı olsam da.

 

Bismillahirrahmanirrahim. Merhaba sevgili izleyiciler, değerli dostlar ve Marifet programının daimî takipçileri. Takip ettiğiniz üzere son birkaç program boyunca aziz üstadımızla birlikte Hace Ahmed Gazzâlî'nin Sevânihu'l-Uşşâk adlı eserinden bahsediyoruz. Önce aşkın tarifinden söz edildi. Hace Ahmed Gazzâlî, aşkın ezeli bir hakikat olduğunu söylüyordu. “Yuhibbuhum ve yuhibbuneh” ayetine dayanarak insanın Allah'ı seven olmaktan önce Allah'ın sevgilisi olduğunu söylemişti. Seven ile sevgili aşkının farkından bahsettik. İnsanın ezeli oluşu meselesinden bahsettik. Şimdi ‘‘sevenin ve sevgili aşkının farkı nedir'' konusuna geldik.

 

Sevenin aşkında (muhhibbî aşk) âşık olan sâlik marifeti tahsil etmelidir. İlim ve bilinç olmadan sevgi mümkün değildir. Şimdi ise “güzellik (hüsn) krişmesi-cilvesi-cazibesi” ile “sevgili (maşuk) krişmesi” arasındaki farka geldik.

 

Üstat, Hz. Ahmed Gazzâlî, “güzellik krişmesi”nin o meşhur kudsî hadisin “kuntu kenzen mahfiyyen” (ben gizli bir hazineydim) şeklindeki cümlesinde, “sevgili krişmesi”nin de aynı hadisin ikinci cümlesinde yani “fe ahbebtu en uref” (bilinmeyi istedim) cümlesinde zahir olduğunu söylüyor. Burada da kendisi bu meseleyi açıklayabilmek için “Külhancı” adlı hikâyeye dayanıyor. Konuya değinirken siz bu hikâyenin irfani ve hikemi yönünü de açıklarsanız çok memnun oluruz.      

 

Üstat Dinanî: Bismillahirrahmanirrahim. Sizin de işaret ettiğiniz gibi o kudsî hadisteki iki cümle yani “kuntu kenzen mahfiyya” veya bazılarının okuduğu şekliyle “kuntu kenzen hafiyya” (Ben gizli bir hazineydim) ile “fe ahbebtu en u'rafe fe halektu'l halke li u'rafe bihi.” (Bilinmek istedim ve bilinmek için varlıkları yarattım) cümleleri kendi başlarına birer meseledir.

 

“Kuntu kenzen mahfiyya” ve “fe ahbebtu en u'ref” arifler açısından çok gündemde olan bir meseleydi ve tüm arifler bunun üzerinde çokça durmuşlardır. Bu ariflerden biri de Hace Ahmed Gazzâlî'dir. Bu iki cümledeki anlamın daha önce okuduğumuz “yuhibbuhum ve yuhibbune” ayetiyle teyit edildiği vurgulanmıştır.

 

Yani insan, Hak Teâlâ'yı seven (muhib) olmaktan önce Hak Teâlâ'nın sevgilisidir (mahbub). İnsanın sevgili olması, seven olmasından öncedir. Konuya girmeden önce ‘‘seven ve sevgili olmanın'' -yani her ikisinin de- insana ait özelliklerden olduğunu belirtmeliyim. Peki acaba muhib ve mahbub olmak insanın zati özelliği midir? Hangi şeyler insanın zati ve hangileri arızi özellikleridir? Bu da kendi başına bir bahistir.

 

Mesela biz konuşmayı (nutk) insanın zati özelliği olarak kabul ederiz. Eskiden beri insan “konuşan hayvan” diye tarif edilir, nitekim bana göre de bu, insana dair yapılmış binlerce tarif içindeki en iyi tariflerden biridir. Peki acaba aşk da insanın zati özelliklerinden midir? Bu da kendi başına bir meseledir.

 

Elbette bu, her insanın âşık olduğu anlamına gelmez. Hayatı boyunca aşkı hiç tecrübe etmemiş insanlar da olabilir. Ancak biz burada aşkın zati olduğunu söylerken bunu ‘‘bil-kuvve, bil-istidat'' (potansiyel olarak) anlamında söylüyoruz. Yani bu insanın fıtratında, zatında vardır. Bazıları kendi fıtratlarına aşina olmayabilir, yani kuvveden fiile geçmemiş olabilir, bu ayrı bir konudur.

 

Hükemâ (filozoflar, hekimler) konuşma ve idraki insanın zati özelliği olarak görmüşlerdir. Yani idraksiz insan aslında insan değildir. İnsana benzerdir, suret olarak insandır. İnsan birtakım sebeplerden dolayı arızi olarak idrakini kaybedebilir, bu ayrı bir şey ama insanın bil-kuvve ve fıtri olarak idrakinin olmaması mümkün değildir. Şimdi soru şu:

 

Acaba aşk da böyle midir yoksa değil midir?

 

Yani acaba insan bil-kuvve olarak sevgiye (muhabbet) sahip midir yoksa sevgi arızi bir şey midir? Sizin de işaret ettiğiniz gibi Hace Ahmed Gazzâlî bunu zati olarak görmek istiyor. Ben de zati olduğunu düşünüyorum ve bu konuda delillerim de var. Hace Ahmed'in bu konudaki sözleri o kadar açık ve belirgin değil.

 

Ben aşkı marifetten ayrı görmüyorum. Ben aşk ile idrak ve marifeti iki ayrı şey olarak ama bunları aynı hakikatin iki sureti ve cilvesi olarak görüyorum. Çünkü marifet (bilgi) olmadan aşkın bir anlamı olmadığına inanıyorum. Ancak zati olduğu için insan, hem “muhib” (seven) hem de “mahbub” (sevgili) oluyor. Allah da “yuhibbuhum ve yuhibbune” diyerek işte bunu bildiriyor.

 

Geçen programda demiştim ki Allah Teâlâ ezeli ve ebedi olduğu için, hadis olmadığı için sıfatları da hadis değildir, ezeli ve ebedidir. O'nun zati sıfatları zatının aynısıdır. Mesela ilim Allah'ın zati bir sıfatıdır. Allah'ın sıfatlarını zati, fiili, icabî ve selbi sıfatlar diye birtakım kısımlara ayırmışlardır. Şu an bu konuya girmeyeceğiz ama tüm büyük ilahiyatçılar, düşünürler zati sıfatları Allah'ın zatıyla aynı görmüşlerdir. Yani onları zatından ayrı görmemişlerdir.

 

Allah'ın zatı ezeli olduğuna göre sıfatları da ezelidir ve ilim de kesinlikle zati bir sıfattır. “Hâlik” (yaratan) ve “râzık” (rızık veren) gibi sıfatları da fiili sıfat olarak değerlendirmişlerdir ki şu an biz bu konuya girmiyoruz. Fiili sıfatlar da yine zati sıfatlara döner ama zati sıfatlar kesinlikle kadimdir. Nasıl zat kadimse zati sıfatlar da kadimdir.

 

Şimdi tartışma konusu şu: Acaba sevgi (muhabbet), fiili mi yoksa zati sıfat mıdır? Ben sevgiyi fiili değil, zati sıfat olarak görüyorum. Yani Allah nasıl zat olarak “âlim” ise aynı şekilde zat olarak “muhib”dir. Muhabbet, Hak Teâlâ'nın varlığından ayrı değildir. Hak Teâlâ'nın varlığı muhabbettir, rahmettir. O'nun rahmeti gazabını geçmiştir.

 

“Hubbî tecelli” (sevgi tecellisi) “mahbub”suz (sevgilisiz) olmaz. Sevgili olmadan sevgi olmaz, tıpkı malum olmadan ilim olmayacağı gibi. Sıfatlar böyledir. Yani belirli tarafı vardır. Nitekim bunu da açıklamıştık. Taraf da işrâki bağıntı şeklindedir. O halde insan zat olarak sevgilidir. Ve eğer Allah'ın sevgisi tecelli ederse bu, insanda daha çok zahir olmaktadır.

 

Aslında Allah'ın yaratması, O'nun sevgi tecellisidir. Ancak bu tecellinin tam şekli insandır. Çünkü insan Allah'ın tüm sıfatlarının mazharıdır. Adeta her şeyi gösteren aynadır. Yani eğer insan kemâl merhalesine ulaşabilirse Hak Teâlâ'nın tüm sıfatlarını gösterebilir.

 

İnsan çoğu zaman kendini araştırmıyor, günlük meşgalelerle uğraşıyor. İnsanın kendini araştırması ve bulması kolay bir iş değildir. İnsan kendini keşfetmeyi başardığında sevgiye sahip olduğunu görecektir. Evet, merhametsiz, acımasız, kan dökücü insanlar da olabilir. Yetişme tarzı, aldığı eğitim, yetiştiği çevre sebebiyle tarihin en kan dökücü insanlarının olduğunu biliriz.

 

Ancak insan fıtrat itibariyle muhabbet ehlidir. İnsan bu sıfatını yok etmedikçe, gizlemedikçe ve açığa çıkmasını engellemedikçe bu böyledir. İnsanda birçok sıfat vardır ki ortaya çıkma imkânı bulamamıştır. Yani insanda öyle güçler vardır ki insanın ömrünün sonuna kadar fiiliyata geçemeyebiliyor. Bu ise insanın kendi kusurudur. Çünkü onların ortaya çıkmasını sağlayacak şartları hazırlamamıştır.

 

Sevgi ise insanın zati sıfatıdır ve insan eğer bilinçli bir şekilde bunun şartlarını hazırlarsa bu apaçık bir şekilde ortaya çıkar. Dolayısıyla insan hem Hak Teâlâ'nın sevgilisi (mahbubu) hem de O'nu sevendir (muhibbi).

 

Bir kez daha tekrar ederek vurgulayayım. İnsanın kendini idrak etmesi, keşfetmesi kolay bir iş değildir. Neden kolay değildir? Çünkü insanın kendini idrak etmesi “ilm-i husûlî” ile olan bir şey değildir. Biz her şeyi ilm-i husûlî ile anlamaya alışkınız. İlm-i husûlî ile anlamak kavramlarla anlamak demektir. Ama biz kendimize kavramla ulaşamayız.

 

Hacim olarak küçük olmasına rağmen oldukça büyük olan bu Sevânih kitabında bir konu geçiyor. Kitapta diyor ki Hz. Yakub'un (a.s.), oğlu Yusuf'un (a.s.) ayrılığından dolayı gözüne beyazlık inmişti. Ayette geçen gözündeki beyazlık ifadesini kimileri ‘‘kör oldu'' diye de tefsir etmişlerdir. Yani kimilerine göre üzüntüden dolayı gözleri görmez olmuştu.

 

Ancak onca ayrılıktan sonra Hz. Yakub, Yusuf'a kavuşunca onu kucakladı ve öpüp kokladı. Onu öpüp koklarken “Yusuf nerede? Yusuf nerede?” diye seslendi. Oradaki biri dedi ki “Ey Allah'ın nebisi, sen yıllarca ayrı kaldın, Kenan (Filistin) ile Mısır'ın mesafesinin o kadar uzak olmasına rağmen sen onun gömleğinin kokusunu aldın! Gömleğini getirdiklerinde sen o gömleğin kokusundan, Yusuf'a ait olduğunu anladın. Şimdi ise Yusuf'u kucaklamışsın ama hâlâ onu arıyorsun! Bu ne hâldir?”

 

Bu soruya Hz. Yakub'un verdiği cevap çok acayiptir. Hz. Yakub (a.s.) diyor ki:

 

“O zaman ben Yakub idim ve Yusuf'un kokusunu çok uzaktan, gömleğinin kokusundan anladım. Fakat şimdi Yusuf'un kendisiyim ve şu an Yusuf olduğum için kendimi göremiyorum.”

 

Bu söz çok müthiştir! Yakub, Yusuf'u görüyordu, işitiyordu ve kokluyordu. Ama ‘‘bugün Yusuf olduğum için onu görmüyorum'' diyordu. Çünkü insan kendini görmez. İnsan neden kendini görmüyor? Çünkü gören, görülenden ayrıdır. Tıpkı gözbebeği gibi. Ayna olmadıkça… Hatta gözün kendisi gibi. Göz görme organı olmasına rağmen kendisini göremez.  

 

İnsan kendi kendini ilm-i husûlî ile yani kavramlarla ve tasavvurla idrak edemez. Çünkü benim kavramım ben değil, benim kavramım sadece benim kavramımdır. Benim görüntüm ben değilim, benim görüntümdür.

 

Laricanî: Size göre seven ve sevgili aşkı bir anlamda aynı oluyor, değil mi?

 

Üstat Dinanî: Ben seven aşkını, sevgili aşkının yansıması olarak görüyorum. İnsan-ı kâmil, hakiki sevgiliye sahiptir. Sıradan insanların da bir sevgilisi vardır. Sevdiği bir şeyi olmayan bir insan bulamazsınız. İnsan-ı kâmilin sevgilisi bellidir, onun sevgilisi Hak Tebarek ve Teâlâ'dır. O hakikattir, insan-ı kâmil hakikati ve Hakk'ı ister. Diğer insanlar da -her ne kadar aşağı düzeyde olursa olsun- bir şeyleri sever.

 

Mesela kimi insanlar parayı, kimileri makamı sever. Yani sonuçta insan “muhib”dir. Sağlıklı olup da bir şeyi sevmeyen bir insan bulamazsınız. Sevdiği hiçbir şey olmadığını söyleyen biri varsa o hastadır ve tedavi olması gerekir.

 

İnsan seven olduğu kadar, aynı zamanda sevgili de olmak ister. Başkalarının sözlerini dinleyen bir insan, kendi sözünün dinlenmesini de ister. Bakan insan aynı ölçüde görülmek de ister. Tadan insan aynı ölçüde tadılmak ister. Bir şeyi sevdiği ve bir sevgili istediği ölçüde sevgili olmak da ister. İşte sevgili krişmesi budur.

 

İzin verirseniz burada bir hikâye nakledeyim. Şu an tam sırası. Bu hikâye sizin de işaret ettiğiniz üzere Hace Ahmed Gazzâlî'nin Sevânih'te naklettiği hikâyedir. Diyor ki:

 

Son derece güzel ve görkemli bir padişah vardı. Geniş bir mülkü ve her şeye hâkimiyeti vardı. Eşsiz bir güzelliğe sahipti ve cemâl ve celâl içinde yürürdü. Bu padişahın çok zeki, bilgili ve bilge bir veziri de vardı. Bunlar bir gün bir yerde giderlerken bir külhancı gördüler. Külhancı, eskiden hamamlardaki külhanların ateşini yakan kimselere denirdi. Külhancılar genelde odun taşıyıp, ateş yaktıkları ve ateşle uğraştıkları için üstleri başları kirli ve siyah olurdu.

 

Bu külhancı da yaşlı, üstü başı kirli, is pas içinde ve dış görünüş bakımından çok kötü durumda olan biriydi. Külhancı, padişahın güzelliğini hayranlıkla izliyordu. Ona tüm gönlüyle hayranlık duyuyordu. Vezir onu gördü ve padişaha göstererek ‘‘bak sana nasıl kendini kaptırmış'' dedi. Padişah ona baktı. Üstü başı çok kötü, görüntüsü hiç de hoş olmayan bu adamdan rahatsız oldu. ‘‘Ben böylesine güzel ve görkemli biriyim, böylesine bir saltanatım var. Beni böylesine kötü görünüşlü, çirkin biri mi beğenecek ve hayranlık duyacaktı, bula bula bu mu buldu beni'' diye söylendi. O kadar kızdı ve rahatsızlık duydu ki ‘‘şunu götürüp öldürün, gözüm görmesin'' dedi. Bilge vezir bunun üzerine müdahale etti ve ‘‘Sultanım bu senin adaletine yakışmaz. Sevgi insanın elinde olan bir şey değildir. Onun size duyduğu sevgi, muhabbet ve aşk onun elinde değil. Onu, elinde olmadan yaptığı bir işten dolayı cezalandırmanız adalete de akla da uygun değildir'' dedi.  Genç padişah bu sözü doğru ve mantıklı buldu. ‘‘İyi, peki, bırakın gitsin'' dedi ve kendisi de uzaklaşıp gitti. Ve bu mesele kapandı. Bu padişah her yıl o güzergâhtan geçiyordu. Ertesi yıl bir kez daha geçti. O olay vezirin aklındaydı. Önceki yıl o şahsı gördükleri yere ulaştılar ama bu kez o yaşlı adam yoktu. O bilge vezir, padişahın bir o tarafa bir bu tarafa bakınıp durduğunu gördü. Yani padişah geçen yıl ters davrandığı o adamı arıyordu. Ancak bir şey söylemeden geçip gitti.

 

Hace Ahmed Gazzâlî, bu hikâyeyi naklederek demek istiyor ki bu sevgili, o seveni sevmemiş ve onu beğenmemiş olabilir. Zaten adamın kılığını kıyafetini beğenmemiş ve ondan rahatsız olmuştu. Böylesine birinin kendisini sevmesinden hoşlanmamıştı. Ama “sevgilinin cazibesi” padişahın etrafa bakınıp kendisini seven o adamın nerede olduğunu aramasına sebep oldu. Ancak onu bu kez bulamadı.

 

Demek ki insan nasıl kendisi her zaman bir şeyi seviyorsa, aynı şekilde her zaman sevgili de olmak ister. Ben işte bu hasletin insanın zati hasleti olduğunu söyleyebilirim. Bu da insanın marifeti ve fıtratıyla ilgilidir.

 

İnsan diğer her varlık gibi hadis olmasına, ölümlü olmasına rağmen insanın önünde her zaman sonsuzluğa ve ezeliyete açılan bir pencere vardır. Ezeliyetin anlamını anlayan sadece insandır. Eğer insanın ezeliyetten bir payı olmasaydı ve varlığından ezeliyete açılan bir pencere olmamış olsaydı bunun anlamını idrak edemezdi.

  

Laricanî: Üstat izin verirseniz kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

 

Üstat, güzellik krişmesi ve sevgili krişmesi ile ilgili söyledikleriniz ve külhancı hikâyesinde değindiğiniz üzere Hace Ahmed Gazzâlî'nin çıkardığı sonuçlar çok önemlidir. O, “Ben gizli bir hazineydim” cümlesine işaret ederek Allah'ı gizleyebilecek hiçbir şey olmadığını söylüyor. “Güzellik krişmesi” ifadesini özellikle kullanıyor. Çünkü güzellik krişmesi, ezeli tecellidir. Dolayısıyla “Ben gizli bir hazineydim” ifadesi, Allah'ı gizleyen bir şeyin olduğu anlamına gelmez. Cevşen-i Kebir duasında “ya men huve ihtefa li farti nurihi” ifadesinde olduğu gibi ‘‘-Allah- nurunun şiddeti sebebiyle'' gizlidir. Bu iyi bir sonuç çıkarmadır.

 

İkinci olarak ise “bilinmeyi istedim” kısmıdır. Bu sevgili krişmesidir ve sizin de belirttiğiniz gibi o padişah tekrar oraya gidip de o külhancıyı göremeyince hâli değişiyor. Yani sevgili krişmesini âşığın aynasında görmek istiyor. Bu da çok iyi bir noktadır. Yani âşık, sevgilinin güzelliğine ayna tutandır. Dolayısıyla sevgili krişmesi hem âşık için dertlerinin dermanı olabilir hem de sevgili için bir cilve olabilir.

 

O, bu önemli sonuçları çıkardıktan sonra şöyle devam ediyor. Ben kitaptan metin olarak okuyayım, siz buradaki “civanmertler” ifadesinin neden kullanıldığını da açıklayın:

 

“Ey civanmertler, hüsndeki (güzellik) maşuk (sevgili) krişmesi ve hüsn krişmesi tıpkı bir tenceredeki tuz gibi melahetin ve hüsnün kemâline karışmalıdır.”         

 

Üstat Dinanî: Bahsini ettiğiniz bu mesele, daha önce de işaret ettiğim gibi önemli bir felsefî ve irfani meseledir. Yani her iki mesele de önemlidir, hem “civanmertler” hem de “melahet” … Nitekim Hace Ahmed Gazzâlî kitapta bunları sürekli tekrar ediyor. Ayrıca “gizli bir hazineydim” kudsî hadisi de çok önemlidir.

 

Allah “Ben gizli bir hazineydim” derken, hiçbir şey Allah'ı gizleyemez… Gizlilik iki türlüdür. Birincisi “kusurun şiddetindendir”, mesela küçüklük böyledir. Örneğin siz bir atomu gözle göremezsiniz. Bir şeyi binlerce, milyonlarca defa daha büyük gösteren mikroskoplar olmasına rağmen hala göremediğimiz şeyler vardır. Bunun gizli kalmasının sebebi nedir? Onun küçüklüğüdür. Çok aşırı derecede küçük olduğu için görülmemektedir.

 

Bazı şeyler de görülmez. Çünkü aşırı derecede büyüktür. Allah gizlidir. Çünkü aşırı derecede açıktır. Cevşen-i Kebir duasında geçen demin sizin de okuduğunuz bölüme, bizim ilahiyatçı filozofumuz Hekim Hac Sebzevârî, Şerh-i Manzume'sinde yer vermiştir: “Ey nurunun ve açıklığının, zuhurunun şiddetinden dolayı gizli olan.”

 

Yani o kadar açık ve aydınlıktır ki bu yüzden bizim gözlerimiz o büyük aydınlığı idrak edemiyor. Allah, aşikârlığının şiddetinden dolayı gizlidir. Yoksa âlemdeki hiçbir şey Allah'ı gizleyemez. Çünkü Hak Teâlâ'nın azametinde başka hiçbir şey yoktur. Merhum Sadi'nin deyimiyle:

 

Çu soltan-é izzet âlem ber keşed,

Céhan ser bé ciyb-é âdem der keşed.

 

İzzet sultanı bayrak açtığı zaman,

Dünya yokluğun cebine çekilir.

 

Yani Hak Teâlâ'nın bayrağı göründüğünde her şey gizli kalır. Ateş böceği geceleri görünür ama güneş çıktığında artık ateş böceği görülebilir mi? Daha önce de galiba söylemiştim, büyük ariflerden biri şöyle diyor:

 

Ben hayret ediyorum, günümüz insanı âlemin zahir, Allah'ın ise gizli olduğunu söylüyor ve Allah'ı araştırmaya, ispat etmeye çalışıyor. Hâlbuki bu insanlar ne büyük bir yanlış içindedir! Zira zahir olan Allah, gizli olan ise âlemdir. Siz asıl gidip âlemi bulun!

 

Yani âlemi buldunuz da Allah'ı mı arıyorsunuz! Eğer gerçekten marifet nuruna ulaşmışsan gidip âlemi aramalısın. Allah zahirdir. Âlem nerede, sen git de onu araştır!

 

Evet, Allah bir şeyin içinde gizlenmiyor, Allah'ın gizli oluşu zahir oluşunun şiddetindendir.

  

Laricanî: Peki “bilinmeyi istedim” nedir?

 

Üstat Dinanî: O'nun bir aynada görülmesidir. Yani bir araçla görülmesidir. Hak Teâlâ, ayna olmadan görülemez. Mesela maneviyat nurunun yanında bir hiç olan Güneş'i düşünün. Güneş'e gözlüksüz bakabilir misiniz? İnsan çıplak gözle Güneş'e bakmaya çalışırsa kör bile olabilir. Ona ancak isli bir cam ardından bakabilmek mümkündür.

 

Hak Teâlâ'yı da bir ayna ile görmek gerekir. Peki o ayna nedir? Hak Teâlâ'yı hangi ayna ile görebilirsiniz? Hak Tebarek ve Teâlâ'ya ayna tutanlar enbiya ve evliyadır. İnsan-ı kâmil, Hak Teâlâ'ya ayna tutandır. Hz. Peygamber'e (s.a.a.) baktığınızda Hak Teâlâ'yı görürsünüz. İmam Ali'ye (a.s.) baktığınızda Allah'ı görürsünüz. 

 

Bu konuda rivayet vardır: “Men reani fe kad rael'l Hak” (Bana bakan Hakkı görür). ‘‘Ben Hakk'ın zuhuruyum bana bakarsan Hakk'ı görürsün'' diyor. İnsan-ı kâmil Allah'a ayna tutandır. İnsan-ı kâmilin bulunma zorunluluğunun sebebi de budur. Çünkü âlemde insan-ı kâmil olmasaydı, Allah bu âlemde zahir olamazdı.

 

Eğer enbiya ve evliya olmasaydı ezelden ebede kadar âlemde Allah zahir olmazdı. O halde “gizli bir hazineydim” ifadesinin anlamı şudur:

 

Allah, zuhurunun şiddetinden dolayı gizliydi ve bizler Hak Teâlâ'yı görebilelim diye Allah'ın kendisi bir ayna yaptı.

 

Şimdi burada daha ileri bir şey söyleyeceğim:

 

Biz Hak Teâlâ'yı insan-ı kâmilin aynasında görüyoruz. Ben ise şunu demek istiyorum. Hak Tebarek ve Teâlâ da kendisini insan-ı kâmilde görüyor.

 

Şimdi gelelim sorunuzun ikinci kısmına… Çünkü sorunuz iki kısımdan oluşuyordu.

 

Laricanî: İkinci kısma geçmeden önce birinci kısmın konusunu tamamlayalım. Bu kısımda çok güzel bir noktaya işaret buyurdunuz. Bu yeni bir burhandı ve çok önemliydi. ‘‘Bizler Allah'ı bulmaya çalışıyoruz. Hâlbuki Allah'tan daha zahir olan başka bir şey yoktur'' dediniz. Allah, kendisini de görmek için bir ayna istemektedir. Muhyiddin Arabî de aynı konuya Âdem Fassı'nda değinmiştir. Ancak sizin burhanınız çok daha latif ve zariftir üstat. Bu konuyla ilgili olarak bana göre Allah'la insan arasında bir sır vardır.    

 

Üstat Dinanî: Evet, kesinlikle… İnsanın özelliklerinden biri de âlemde sırrı olan tek varlık olmasıdır. Muhabbet ehli olduğu için sırrı vardır. Başka hiçbir varlık sır sahibi değildir. Yani diğer varlıklar neyse odur. İnsan ise hem açık hem de gizlidir. İnsanın hem açığı vardır hem de gizlisi, sırrı vardır.

 

İnsanın sırrını anlamak için enbiya ve evliyanın hayatlarına baktığımız zaman en ilginç hikâyeyi Kur'an'da Hz. Hızır (a.s.) ile Hz. Musa (a.s.) arasındaki hikâyede görürüz. Hz. Musa, Kur'an'da “kullarımızdan biri” diye geçen ve bizim ‘‘Hızır'' diye adlandırdığımız kişiyle yolculuğa çıkar. Hızır, Arapçada “hudr” yani yeşillik kelimesiyle aynı köktendir. Yeşillik; hayat, canlılık, devamlılık ve ebediyet alâmetidir. Dolayısıyla Hızır daima var olan ebedi bir varlıktır. Bu yüzden ismi Hızır'dır.

 

Yolculuk sırasında Hz. Musa'ya ‘‘gördüklerinle ilgili soru sorma, bazı şeyler sırdır ve bunları sormaman gerekir'' demişti. Ancak Hz. Musa onun yaptıklarına dayanamayıp soru sordu. Birincisi öldürdüğü o gençle, ikincisi gemiyi delmesiyle ve üçüncüsü de o duvarı yıkmasıyla ilgiliydi. Hz. Musa soru sormayacağına dair söz vermesine rağmen bu üç konuda da dayanamayarak soru sordu.

 

Hz. Musa üçüncü defa da sorunca bu kez Hz. Hızır “haza firak” yani ‘‘Ayrılık vakti geldi. Artık birlikte olamayız çünkü sen tahammül gösteremedin'' dedi. Ama Hz. Hızır, artık kendisiyle birlikte yolculuk yapamayacağını ve ayrılık zamanının geldiğini söylemekle birlikte o üç olayın sırrını kendisine söyledi. Yani Hz. Hızır o duvarı niye yıktığını, o gemiyi neden deldiğini ve o çocuğu neden öldürdüğünü Hz. Musa'ya anlattı.

 

Bazı arifler bununla ilgili bir tefsir yapıyorlar. Peki madem bu sırların sebebini söyleyecektin o hâlde neden ondan ayrıldın? Yani O'nu uyararak ayrıldı ama sırlarını da söyledi. Bazı arifler bu sırrı söyleyip ayrılmasını “infitam” diye adlandırmıştır. İnfitam, bir annenin çocuğunu emzirmekten kesmesi demektir. Çocuk doğal olarak iki yıl annesinin memesinden süt emer. İki yıl dolduktan sonra anne çocuğunu sütten keser. Ama annesinin memesini emmeye alışmış olan çocuğu sütten kesmek çok zordur.

 

Çocuğu sütten kesmek için ona tatlılar, sevdiği yiyecekler verirler. Böylece çocuğun annesinin sütünü unutmasını sağlamaya çalışırlar. İşte annenin böylesine ilgilenerek, çocuğunu sütten kesmesine “infitam” denir. Bazı arifler Hz. Hızır'ın Hz. Musa'yla yolunu ayırmasını annenin çocuğunu sütten kesmesi demek olan “infitam” kelimesiyle ifade etmiştir.

 

Hz. Hızır, Hz. Musa'yı infitama rağmen O'nunla ilgilenmiş yani bir bakıma ona tatlılar, hoş yiyecekler vermiş ve bu üç olayın sırrını O'na açıklamıştır. Peki Hz. Hızır, bu üç olayın sırrını Hz. Musa'ya açıkladı ama acaba sırlar bitti mi? Hayır, belki de yeni başlamıştır. Çünkü Hz. Hızır'ın Hz. Musa'ya söylemediği diğer sırlar sonsuzdur... Yani insan eğer ehil ise önünde ulaşması gereken daha nice sırlar bulunmaktadır...

 

Laricanî: Üstat programımızın süresi doldu, artık biz de bu sırları başka bir programa bırakalım. Konu çok güzel bir noktaya geliyor ama maalesef programın süresi yetersiz kalıyor. Çok teşekkür ederiz üstat, çok istifade ettik.

 

Bir başka programda buluşmak dileğiyle aziz üstatla birlikte hoşça kalın diyoruz.           

 

 

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

Medya Şafak

            

   

https://www.youtube.com/watch?v=atFMqmgrgV8