İbrahimi Dinani: İlahî Sevgi

İbrahimi Dinani: İlahî Sevgi
Bilinci aldığınızda her şey bir hiç olur. Varlık dünyası, bilinç esası üzerinedir. Hatta sizden çekinmesem ‘‘varlık, bilincin tecellisidir’’ derim. Hak Teâlâ ilim ve hikmetin ta kendisidir. Çünkü Hak Teâlâ’nın sıfatları zâtının aynısıdır.

 

 

İsmail Mansuri Laricanî:

 

Ey saba nekheti ez hak-é reh-é yâr biyâr

Béber enduh-é dél mojde dildar biyâr

Ruzigârist ké dél çehre-yé maqsûd ne dîd

Saqiyâ ân qâdeh-é âyine kirdâr biyar.

 

Ey sabah meltemi yârin yolunun toprak kokusundan biraz getir,

Gönül kederini götür, sevgiliden müjde getir,

Öyle bir dönem ki gönül maksadın çehresini görmedi,

Ey saki o davranış aynasının kadehini getir. 

 

Bismillahirrahmanirrahim; merhaba sevgili izleyiciler, değerli dostlar ve Marifet programının daimî takipçileri. Çeşitli yollarla programımıza gösterdiğiniz ilgi ve sevgiden dolayı içten teşekkürlerimizi sunuyoruz. İslamî irfanın ve İran hikmetinin bizim milletimizin derinliklerinde bu ölçüde kök salmış olmasından dolayı Allah'a ne kadar şükretsek azdır...

 

Sayın Dr. İbrahimi Dinanî'den daha fazla istifade ederek göstermiş olduğunuz ilgiye cevap verebilmeyi ümit ediyoruz. Birçok değerli izleyicimiz geçen birkaç ay boyunca bizden Hace Ahmed Gazzâlî'nin Sevânihu'l-Uşşâk'ından bahsetmemizi istemişti. Biz yaptığımız planlama doğrultusunda nihayet bu kitaba gelmiş bulunuyoruz. Bu, son derece sembolik ve coşku verici bir kitaptır. Bu kitapta birçok estetik, felsefî ve irfanî noktalar yer alıyor.

 

Bizler üstadımızın bu kitapla ilgili açıklamalarından istifade etmeyi ve yapabildiğimiz ölçüde sorularınıza cevap vermeyi umuyoruz. Mutlaka bu kitap evinizde vardır ve bu kitabı okumuşsunuzdur. Sahip olmayanlar da bu kitaptan istifade edebilir ve soru sorma ihtiyacı duyarlarsa programımızla iletişim kurmaları halinde onlara mutlaka cevap vereceğimizi söylemek isteriz.

 

Üstat, Sevânihu'l Uşşâk kitabı, irfan ve hikmet alanındaki önemli kitaplarımızdan biridir. Biz kitabın metin yapısını bir tarafa bıraksak bile bu kitapta birçok bedii, derin irfanî ve felsefî konunun söz konusu edildiğini görüyoruz. Ben bazı bölümleri not ettim ve programın akışı içerisinde onları okuyacağım. Programın çok fazla ağır ve karmaşık olmamasına dikkat edeceğiz ve geçmişteki yapısını korumaya çalışarak zatıalinizin yalın açıklamalarınızdan ve güzel yorumlarınızdan istifade etmeye çalışacağız. Böylece bu irfan hazinesi kitaptan azami derecede yararlanmaya çaba göstereceğiz.

 

Üstat bildiğiniz gibi o, kitabına aşkın tarifiyle başlıyor ve aşkın hakikatinin ezelî olduğunu söylüyor.

 

“Fe sevfe ye'tîllâhu bi kavmin yuhıbbuhum ve yuhıbbûnehû” (Mâide,54) (Allah, yakında öyle bir toplum getirecek ki O onları sever, onlar da O'nu severler) ayetini delil getiriyor. Şöyle bir sonuca varıyor: İnsan Allah'ı seviyor olmaktan önce Allah'ın sevdiğidir. İnsanın sevgili olması ezelî olduğuna göre o halde onun aşkı da ezelîdir.

 

Sizden ‘‘Gazzâlî'ye göre aşkın ezelî oluşu konusunu ve aşkın ezelî oluşuna istinaden insanın sevgili oluşunun bizim açımızdan ne ölçüde ufuk açıcı olduğunu'' açıklamanızı rica ediyorum.

    

Üstat Dinanî: Bismillahirrahmanirrahim. Sizin de işaret ettiğiniz gibi hacim olarak küçük ama dopdolu bir içeriğe sahip olan Sevânihu'l-Uşşâk adlı kitap 5. yüzyıl Farsçası ile yazılmıştır.

 

Laricanî: Bundan dolayı da biraz karmaşıktır üstat.

 

Üstat Dinanî: Evet, biraz karmaşık. Ama karmaşıklığı muhtevasından dolayıdır. Zira muhtevası karmaşık olunca kaleme alınma şekli de biraz karmaşık oluyor. Bu kitap demin de arz ettiğim gibi hacim bakımından küçük olmakla birlikte İslam irfanı alanında yazılmış en ağır kitaplardan biridir. Muhtemelen çok az kitap bu kitabın ağırlığında olabilir. Bununla birlikte -yaklaşık olarak- yüz sayfadan fazla da değildir.

 

Genel olarak şunu söyleyebilirim ki Ahmed Gazzâlî, az yazan biriydi ama yazdıklarının muhtevası oldukça yoğundu. Sadece birkaç eseri vardır. Bahru'l-Muhabbe adlı kitabı bunlardan biridir ve yine bu alanda yazılmıştır. Ayrıca öğrencisi ve dostu Aynü'l-Kudât Hemadânî'ye yazdığı mektuplar ve Kelimetu't-Tevhid ona ait küçük kitaplardır. Bir de yine ona ait olduğu kesin olan Sevânihu'l Uşşâk kitabı vardır.

 

Sorduğunuz soruya geçmeden önce izin verirseniz Ahmed Gazzâlî de söz konusu olduğuna göre kısaca İran irfan tarihinin büyük şahsiyetleri hakkında birkaç şey söyleyeyim. Ahmed ve Muhammed Gazzâlî adlı bu iki kardeş Tus kentindendir. Yani İran'ın Horasan iline bağlı Tus kentinde doğdular. Birlikte okula gittiler, tahsil gördüler. Onların yükseköğrenimi Bağdat Nizamiyesi'nde oldu.  

 

Nizamiye, Nizamu'l-Mülk tarafından kurulmuş bir üniversiteydi. O üniversitenin misyonu, Şâfiî fıkhını ve Eşarî kelâmını öğretmekti. Bu okuldan mezun olan herkes, Şâfiî fıkhını ve Eşarî kelâmını yayıyordu ve bu iki kardeş de bunlar arasındaydı. Ancak bazen bu üniversiteden mezun olanlar arasından bu okulun misyonuna çok da uygun düşmeyen yollara gidenler de çıkardı. Yani o üniversiteden üniversiteyi kuranın anlayışına ve üniversitenin misyonuna uygun olmayan kişiler de mezun olmuştur.

 

Mesela Sadî, oradan mezun olmuş biridir. Ama Sadî'nin söylediği birçok şeyin Nizamiye'nin anlayışıyla hiçbir ilgisi yoktur. Gerçi Nizamiye Medresesinin etkileri Sadî'de görülür ama o farklı bir yola girmiştir. Ve yine bunlardan bir diğeri de Ahmed Gazzâlî'dir.

 

Ahmed ve Muhammed Gazzâlî iki kardeştir. Ahmed az yazan biri olmasına rağmen Muhammed pek çok eser kaleme almıştır. İslam dünyasında Ahmed'in kardeşi olan Ebu Hamid Muhammed Gazzâlî kadar çok kitap yazan çok az kimse bulunur. Elbette kitapları oldukça muhtevalı ve ağırdır. Örneğin İhyâü Ulûmi'd-Dîn, Kimya-yı Saadet vs. gibi. Onun yayımlanmış veya yayımlanmamış kitaplarından burada bahsedecek olursak söz çok uzar.

 

Bununla birlikte bu iki kardeşin yolları da ayrıdır. Her ikisi de Bağdat Nizamiye Medresesinden mezundur. Ancak Ebu Hamid Muhammed Gazzâlî, felsefe karşıtı bir Eşarî kelamcısıdır. Tabii önceleri irfana karşı olsa da ömrünün sonlarında irfana yönelmiştir. Ben eminim ki bu durum kardeşinin etkisiyle olmuştu. Ahmed ise en başından beri irfan yolunda yürüdü. Az yazdı ama seçkin şeyler söyledi. Şimdilik bu kısa özetle yetineyim. İnşallah başka bir zaman eğer gerekirse İslam kültüründe çok önemli rolleri olan bu iki kardeşin biyografilerine daha uzun değinirim.

           

Ahmed Gazzâlî, sizin de işaret ettiğiniz gibi “Sevânihu'l Uşşâk” ve “Bahru'l Muhabbe” kitaplarının yazarıdır. Ahmed bir ariftir.

 

Laricanî: Kendisine “Ebu'l-Futûh” (Fetihlerin Babası) lakabı verilmiş.

 

Üstat Dinanî: Gerçekten de o bir “Ebu'l-Futûh”tu çünkü “fütûhât”ı vardı. Doğrudur, 6. yüzyılda Muhyiddin İbn Arabî Fütûhât kitabını yazdı. “Fütûhât”, kalbî fütûhâttır. Ancak onun ciltler dolusu Fütûhât kitabından önce birçok arif gibi Ahmed Gazzâlî de fütûhât yazmıştır ve Sevânihu'l-Uşşâk kitabı gerçekten de bir ‘‘fütûhât''tır. Bu kitap, Fütûhât-ı Mekkiyye'nin özüdür…

 

Laricanî: Galiba bu lakabı ona Aynü'l-Kudât vermiş.

 

Üstat Dinanî: Bunun bir önemi yok. Evet, Aynü'l-Kudât Hemadânî bir anlamda Ahmed Gazzâlî'nin öğrencisidir ve aşırı derecede onun etkisi altındadır. Ahmed Gazzâlî, kendi büyüklüğünü o küçük kitabında göstermiştir. O kendi yolunu belirlemiştir, onun yolu aşk yoludur. O, en az kardeşi kadar tahsil görmüştür ancak onun kelâmî konulara hiç ilgisi yoktur. Kelâm ilmini arkasında bırakmış, muhabbet vadisine girmiştir.  

 

Sevânihu'l-Uşşâk kitabındaki “sevânih”, “sanihe” kelimesinin çoğuludur. ‘‘Sanihe'' fütûhâtla ilgilidir. Sanihe; kalpte olan bir şeydir, bir kalp hâlidir, bir açılıştır. “Sevânih” de “sanihe”nin çoğuludur. Onun bu kitaptaki her bir sözü bir “sanihe”dir. Bir sıçramadır, şimşektir, parıldamadır, parlayıştır… Yani gayb âleminden bir kapı ona açılmakta ve kendisi de oradan bir şeyler almaktadır.

 

Burada şunu da eklemeliyim. O büyük insan, irfanda Kur'an'dan yardım alıyor. Birazdan onun Kur'an'dan nasıl yardım aldığını açıklayacağım. Ama onun ‘‘İran irfanı'' yönü de vardır. Bakın mesela bu kitapta defalarca ‘‘Rüstem ve Rahş''tan bahsediyor. Bu da şunu gösteriyor ki o, Hekim Ebu'l Kasım Firdevsî'nin -milliyetimizin ve hüviyetimizin belgesi olan o büyük ve eşsiz kitap- Şehnâme'sine aşinaydı.  

 

Laricanî: Her ikisi de Tusluydu.

 

Üstat Dinanî: Evet, her ikisi de Tusluydu ve her ikisi de İran ve İran kültürü konusunda görüş sahibiydi. Ondan önce de Baba Tâhir-i Uryân'da bu görülmektedir. Onun iki beyitlik şiirlerine “Fehleviyât” diyorlar. “Fehleviyât” aslında “Pehleviyât”tır. Yani bu iki beyit tarzı İran edebiyatına özgüdür. Tabii bu ayrıntılı bir konu ve ben bu konuya girmek istemiyorum. Şimdi sizin sorunuza gelelim: O, Sevânihu'l-Uşşâk'ta ne demiştir?    

 

Sevânih kitabının ekseni Kur'an-ı Kerim'deki bir ayettir. Bu gerçekten müthiş ayetlerden biridir. Ben sadece iki kelimesini okuyacağım: “Yuhibbuhum ve yuhibbunehu.” Şimdi önce bu ayeti tercüme edelim. “Yuhibbuhum”daki “hum” zamiri insanları ifade ediyor. “Yuhibb”in faili ise Allah'tır. “Yuhib”, seviyor demektir. O halde “yuhibbuhum” “Allah insanları seviyor” anlamına geliyor. “Yuhibbunehu” ise “insanlar da Allah'ı seviyor” demektir.

 

Bu, iki taraflı bir sevgidir. Peki bu sevgi nereden başlıyor? Hak Tebarek ve Teâlâ'dan başlıyor, sevgi Allah'a aittir. Bu ayet gereğince insan, Allah'ın sevgilisi oluyor. Bakın Sayın Laricanî, bu az bir makam değildir! İnsan başka hiçbir şey bilmese sadece bunu bilse ve sadece buna dayansa yeter! İnsan Allah'ın sevgilisidir. Keşke insan Allah'ın sevgilisi olduğunu bilse...

  

Allah'ın sevgilisi olmak az bir şey midir? Allah'ın sevgilisi olmanın dengi ne olabilir ki? Bir terazi farz edelim. Terazinin bir kefesine tüm varlık âlemini diğer kefesine ‘‘Allah'ın sevgilisi'' olmayı koyalım. Bunlardan hangisi ağır basar? Kuşkusuz Allah'ın sevgilisi olmak… Âlemin kendisi Allah'ın sevgisinin eseridir. İşte bundan dolayı merhum Ahmed Gazzâlî bu ayete odaklanıyor ve “yuhibbuhum” ifadesine parmak basıyor. O, kitapta bir kelime kullanıyor: “krişme-yi mahbubi''…

 

Laricanî: Üstat “krişme-yi mahbubi” konusuna geçmeden önce aşkın ezelî oluşu meselesini açıklayalım.

 

Üstat Dinanî: Şimdi tam da ona giriyorum. “Krşime-yi mahbubi” işte buradan başlıyor. Kaç tane ‘‘krişme'' vardır? İnsanın iki “krişme”si vardır. Krişme, çok güzel bir kelimedir. Ahmed Gazzâlî bunu 5. yüzyılda kullanmıştır. Güzelliği olan kimselerin krişmesi olur. Güzel olmayan birinin krişmesi olmaz. İyilik krişmesi bilinen bir şeydir. Herkes iyilik krişmesinin ne olduğunu bilir. Güzel insanın iyilik krişmesi olur.

 

Elbette krişme kelimesini tercüme etmek çok zordur. Tıpkı “melahet” kelimesi gibi tercüme edilmesi zor olan bir kelimedir. Mesela “melahet", “tuzlu” demektir. [Türkçede sevimli, hoşa giden, sempatik şeyler için kullanılan tatlı kelimesinin benzeri. *Çeviren] Kimi insanlar güzeldir, kimileri ise “tuzlu”dur. Peki “tuzlu” ne demektir? Şimdi iyiliği, güzelliği aşağı yukarı açıklamak mümkündür. Mesela; gözü şöyledir, kaşı böyledir, vs. diyerek birinin güzelliğini anlatabilirsiniz. Ama şimdi gelin “tuzlu”yu veya “melahet”i anlatın! Melaheti anlatmak çok zordur.   

 

Laricanî: “Husnet bé ittifak-é melahet céhan girift / Aré bé ittifak céhan mi tevan girift” (Güzelliğin melahetle birlikte dünyayı tuttu. Evet, birlikte dünyayı tutmak mümkündür.)

 

Yani eğer melahet olmasaydı, güzellik tek başına dünyayı tutamazdı.

 

Üstat Dinanî: Evet, aynen öyle… Zaten güzellik ancak melahet sayesinde yüzlerce kat oluyor. Melahet, iyiliği daha iyi, güzelliği daha güzel yapıyor. Şeyh Mahmud Şebüsterî'nin deyimiyle:

 

Melahet ez céhan-é bî misâlî

Deramed hemçu rind u laubali

Bé şehristan-é niku âlem zed

Hemé tertib-é âlem rab ehem zed.

 

Melahet, dünyada benzeri yoktur,

Adeta bir rind ve laubali ortaya çıkar,       

İyilerin kasabasına bayrak dikerse

Dünyanın tüm düzenini birbirine katar.

 

Yani melahet iyilik kasabasına bayrak diktiği zaman tüm âlem birbirine giriyor. Dolayısıyla “sevimlilik krişmesi” (cilve, cazibe) (krişme-yi mahbubi), “güzellik krişmesi”nden (krişme-yi husn) farklıdır.

 

İnsan sevimlilik krişmesine sahiptir ve insanın sevgili olması sizin de işaret ettiğiniz üzere ezelîlik peşinde olmasındandır. Tabii ki ezelîlik peşinde olacak. Allah'ın sevgisi hadis, yani sonradan var olmuş değildir ki. Allah'ın kendisi hadis değildir. Allah tek, kadim ve ezelî varlıktır. “Lem yezal vela yezal”dir. Mutlak ezelî olan Hak Tebarek ve Teâlâ'dır. Hak Tebarek ve Teâlâ'dan başka mutlak surette ezelî olan yoktur. Eğer Hak Tebarek ve Teâlâ ezelî ise -ki öyledir- o halde O'nun “la yezal sıfatları” da ezelîdir.  

 

Muhabbet sıfatı da tıpkı alim (bilen), hâkim (hikmet sahibi), basir (gören), semi (işiten), latif (letafet sahibi), hayy (diri), müdrik (idrake den) vs. sıfatları gibi -muhib (seven) olması- ezelîdir. Muhabbet sıfatı da ezelîdir.    

 

Laricanî: Hâfız ne kadar da güzel söylemiş;

 

Ne bûd naqş-é do âlem ké reng-é olfet bûd

Zemane tarh-é mohabbet ne în zeman endâkht.

 

Henüz iki âlemin sureti mevcut değilken sevgi ve ülfet vardı,

O halde devran (zaman), muhabbetin temelini bu zamanda atmadı.

 

[Yani seven ve sevilen arasındaki muhabbet ilişkisi bu zamana özgü değildir, ezelîdir. *Çeviren]  

 

Üstat Dinanî: Hâfız kesinlikle Sevânih kitabını okumuş olmalı. Benim Hâfız'ın Ahmed Gazzâlî'nin Sevânih kitabını okuduğundan hiç kuşkum yok. Zira bu beyit Ahmed Gazzâlî'nin “yuhibbuhum” ayetiyle ilgili söylediklerinin tercümesidir. “Henüz iki âlemin sureti mevcut değilken…” Yani sadece bu âlem değil iki âlem de yoktu. Ne mülk âlemi ve melekût âlemi, ne Cebrail, İsrafil, Mikail ne de cennet ve cehennem vardı. Sadece Hak Teâlâ vardı...

 

“KânAllâhu ve lem yekûn meahu şey'un el'an kema kan.” (Allah vardı ve O'nunla başka bir şey yoktu. Şimdi de öyledir.)

 

Yani Hak Teâlâ'nın bulunduğu mazharda, hazrette -ki biz burada yer kelimesini kullanamıyoruz- veya Hak Teâlâ'nın bulunduğu makamda muhabbet vardı ve O ‘‘muhabbet'' olduğundan insan da Hak Teâlâ'nın “mahbubu” (sevdiği) idi. O halde muhabbet ezelîdir. ‘‘Sevginin ezelî olmasının anlamı nedir'' diye sormuştunuz. İşte insan, Allah'ın “mahbubu”dur, sevdiğidir.

 

Laricanî: O zaman insan da ezelî mi oluyor?

 

Üstat Dinanî: Hayır, insanın maddi bedeni ezelî değildir, hadistir. Nitekim herkesin doğum tarihi de bellidir. Ama insanın tıpkı diğer her varlık gibi bir “ayn-ı sabit”i vardır. Fakat diğer varlıkların değil, insanın “ayn-ı sabit”i Hak Teâlâ'nın mahbubuydu.

 

Laricanî: Belki de “ayan-ı sabit” değildi, onun da ötesiydi. Çünkü ezelî sevgili ancak böyle bir kimse olabilir…

 

Üstat Dinanî: Hayır, “ayn-ı sabit”ten ötesi yoktur. Evet “ayan-ı sabite” de ezelîdir, işte bu sebeple de sabittir. Ayan-ı sabite, Hak Teâlâ'nın ilminin mezâhiridir. Hak Teâlâ'nın ilmi ezelî olduğu için de ezelîdir. Dolayısıyla insan “ayn-ı sabit”inde Hak Tebarek ve Teâlâ'nın mahbubuydu. Aynı zamanda “malum”u ve “makdur”uydu. Hak Teâlâ'nın muhabbeti insana taalluk etti. Taalluk etmesi “hadis” bir şey değildir. Aynen Hâfız'ın sizin okuduğunuz beytinde söylediği gibidir. Hâfız'ın bu beyti bu konuyu en güzel şekilde ifade etmiştir.

     

“Henüz iki âlemin sureti mevcut değilken sevgi ve ülfet vardı.” Ülfet, Hak Teâlâ'nın muhabbetidir. Ne mülk vardı ne de melekût… Hiçbir şey yoktu. Fakat insan “ayn-ı sabit”inde Hak Tebarek ve Teâlâ'nın mahbubuydu. Bu, “yuhibbuhum” ayetinin tefsiridir. Bu apaçık bir şekilde Kur'an'ın söylediği bir şeydir.

 

Bunu söyleyen biz değiliz. Bu ne bir tevil ne de bir tefsirdir. Apaçık şekilde Kur'an'ın söylediği bir şeydir. “Yuhibbuhum” kelimesi ve “hum” zamirini hiç kimse inkâr edemez. İşte bu Kur'an'ın mucizelerindendir ve böylesi bir konuyu çok az kitapta bulabilirsiniz. Muhabbet ezelîdir, Hak Teâlâ'dandır ve insan da Hak Teâlâ'nın mahbubudur.   

 

Peki bu mahbubluğun yansıması yok mudur? İnsanın mahbup olmasının insana bir etkisi yok mudur? İnsanın muhib olması (seven), O'nun mahbub (sevilen) olmasının yansımasıdır.

 

Laricanî: Üstat izin verirseniz kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

 

Üstat buyurduğunuz gibi, Ahmed Gazzâlî'nin sözleri çok güzel, bediî ve âşıkane bir üsluba sahiptir. Aynı zamanda onun sözlerinin ziyneti, Kur'an-ı Kerim'in ayetleridir. Buyurduğunuz gibi “yuhibbuhum ve yuhibbune” aşk, âşıklık rengini taşımadan önce maşukluk (âşık olunan) rengini taşır. Bu, söz konusu ayetten çıkarılan bir kuraldır ve çok güzel bir şekilde ifade edilmiş oldu.

 

Mâide Sûresi'nin 54. ayetinde, insan Allah'ın ezelî sevgilisidir ama insanın bu şekilde sevgili olması, tamamen Allah'ın muhabbetinin çokluğundandır, deniyor. Dolayısıyla şöyle demiş oluyor: Eğer siz beni sevmezseniz, ben başka bir sevgili seçerim…

 

Üstat Dinanî: Çünkü ezelîlik sevgilisiz (maşuksuz) olmaz. Âlemin esası muhabbettir. Hâfız'ın şiirinde dediği gibi her şey sevginin eseridir. Hace Ahmed Gazzâlî, bu ayetten birçok hususu ortaya çıkarıyor. Bunlara daha sonra değineceğiz. Burada öncelikle asıl olan sevgilidir. O, âşığı değil, maşuku (sevgili) esas kabul ediyor. Bunu açıklayacağız, zira Allah'ın kendisi de bir sevgilidir (maşuk).

 

“Yuhibbuhum” (O, onları sever) ve “yuhibbune” (onlar O'nu sever)… İnsanın sevilmesinin yansıması, O'nun sevmesidir. Eğer insan ezelî bir sevgili ve Hak Teâlâ'nın sevgisine muhatap olmasaydı sevmenin tadını anlayamazdı. Sevginin tadını aldı ve “muhib” (seven) oldu. Eğer bu yansıma yaparsa insanın Hak Teâlâ'yı sevmesi gerekiyor ve insanın âşıklığında sadık olması gerekiyor.       

 

Laricanî:

 

Saye-yi maşuk eger ufâtad ber âşık çé şod

Mâ bé u muhtac bûdîm u bé mâ muştak bûd.

 

Sevgilinin gölgesi aşığa düştüyse ne oldu

Biz ona muhtaçtık, o bize müştaktı.

 

Üstat Dinanî: İşte Hak Teâlâ ile Hak Teâlâ'nın kulları arasındaki bu ülfet ilişkisi, iki taraflıdır. Ama iyi bakarsanız burada iki taraf yoktur. Hekimlerin deyimiyle buradaki bağlantı (izafe) “makulî izafe” değildir. Burada bir bağlantı kuruluyor ve çoğunlukla da saf ve basit düşünceli insanlar, genellikle izafeyi (bağlantıyı) “makulî izafe” olarak anlıyorlar.

 

İki türlü izafe vardır. Birincisi “makulî izafe”, ikincisi ise “işrakî izafe”. İzafede daima iki taraf vardır. Mesela “uhuvvet” (kardeşlik), “bunuvvet” (evlatlık), ubuvvet (babalık), “yemin” (sağ), “yesar” (sol) vb. gibi. Örneğin; sol dediğinizde karşısında sağ vardır. “Ubuvvet”te bir tarafta baba, diğer tarafta evlat vardır. Uhuvvette bir tarafta bir kardeş, diğer tarafta diğer kardeş vardır. Yani kısaca izafe, iki tarafla kaimdir. İşte buna “makulî izafe” veya nisbet deniyor.

 

Ama bir başka izafe daha var ki o da aslında izafedir ama onda iki taraf yoktur. Tek tarafla kaimdir. Mesela ışık ve güneş. Şu an daha basit başka bir örnek aklıma gelmedi. Işık ve güneşin, aynı şekilde de güneşle ışığın birbiriyle nisbeti vardır. Peki burada ışık bir tarafta güneş ise diğer tarafta duruyor da bir başka şey arada bunları ilişkilendiriyor mu? Hayır! Burada üçüncü bir şey yoktur.

 

Mesela; sağ ve solda üçüncü bir taraf vardır. Yani orta bir sınır vardır ki o ne soldur ne de sağdır. Yani sola ve sağa o orta taraf nisbet verir. Ancak ışık ve güneş için aynı şey yoktur. Mesela ışık ‘‘ben bir tarafım güneş de diğer taraftır ve ben onunla izafe kazanıyorum'' diyemez. Çünkü güneş olmayınca ışık yoktur. Yani burada bir izafe vardır ama bu izafe işrakî bir izafedir. Hekimler buna işrakî izafe adını verirler. Ancak izafe olmakla birlikte hakikatte tek taraf vardır. Güneş ve ışık iki taraf olarak gözüküyor olsa da iyi bakıldığında ışığın güneşin tecellisinden başka bir şey olmadığı görülür.

 

İşrakî izafe ile ilgili ikinci bir örnek vermek istiyorum. Mesela siz ve ilminiz… Mesela sizin algılarınız ve bilgileriniz var. Sizin bilgilerinizle nisbetiniz nedir? Sizin bilgilerinizle nisbetiniz var, bilgilerinizin de sizinle nisbeti var.

 

Peki sizin bilgileriniz bir kefede siz ise bir başka kefede misiniz ve üçüncü bir şey mi sizin irtibatınızı sağlıyor? Hayır. Bilgileriniz, sizsiniz ve siz de bilgilerinizle aynısınız. Yani idrak eden ile idrak edilenin veya akleden ile akledilenin birliği söz konusudur.   

 

Her insanın bilgisi ile kendisi arasında bir bağlantı vardır ama bu işrakî izafedir. Aynı şekilde ışıkla güneşin bağlantısı, işrakî izafedir. Hak Teâlâ'nın insana ülfeti -hatta ezelde de- işrakî izafedir. İki taraflı bir ülfet olduğu, bunların yaratan (hâlık) ve yaratılan (mahlûk), seven (muhib) ve sevilen (mahbûb) olduğu doğrudur. Ancak kimi saf düşüncelilerin sandığı gibi burada bir tarafta seven, diğer tarafta sevilen ve ortada da bunların ilişkisini sağlayan biri yoktur.

 

Hak Teâlâ, seven (muhib), insan ise sevilendir (mahbûb). Ancak bu bağlantı işrakîdir. Yani Hak Teâlâ'nın işrakıdır. Hak Teâlâ daima feyz verme (ifaze) halindedir. Hak Teâlâ'yla ilgili olarak iki kavram söz konusudur. Biri “izafe”, diğeri de “ifaze”. İfaze, feyiz ulaştırmak demektir. “İfaze”nin içinde de “izafe” vardır. Neden? Çünkü Allah feyiz veren (mufiz) olarak feyiz gönderdiği zaman (ifaze) bir de o feyzi alan (mufaz) söz konusu olur. Feyzi alan olmadan feyiz vermek olabilir mi? Feyiz verme işi, bir feyiz alanı yani bir tarafı gerektirir. Ancak burada ifaze -yani feyiz ulaştırma- kadimdir ama mufaz -yani feyzi alan- hadistir. Tecelli kadimdir, tecelli edilen hadistir. Halk (yaratma) kadimdir, mahlûk (yaratılan) hadistir. İlahiyatta bu mesele çok önemlidir.

 

Allah her zaman ifaze halindedir yani feyiz gönderir, Hak Teâlâ'nın feyiz göndermesi hiçbir vakit kesilmemiştir. Allah mutlak mufizdir (feyiz gönderen) ve mutlak işrak edendir. Ezelden ebede kadar her an feyiz ve işrak sahibidir. Ancak bu, feyiz alanların (mufaz) kadim olduğu anlamına gelmez. Bizler Hak Teâlâ'nın ifazesiyiz, ancak hadisiz. Çünkü ifaze kadim, mufaz ise hadistir.

 

Laricanî: Bizler, Hz. Ahmed Gazzâlî'yi, aşk ve duyguları coşkun ve galeyan halinde biri olarak tanıyoruz ama aslında o çok akleden biri olarak görünüyor. Eserlerindeki cümleler adeta öylesine bir mühendislik içeriyor ki hiçbir cümlenin yerini değiştiremiyorsunuz.

 

O, bu kitabında diyor ki Hz. İsa'nın mucizesi, ölüyü diriltmesiydi. Hz. Musa'nın mucizesi, asasının ejderha olmasıydı. Peygamberimizin mucizesi, Ay'ın ikiye bölünmesiydi. Allah'ın mucizesi ise insanı yaratmasıdır.

 

Yani o, insanı bir rububiyet mucizesi olarak görüyor. O, insanın yaratılışını mucize olarak görecek kadar insanı yüceltiyor. Burada da ‘‘Eğer insanın ezelî boyutu olmasaydı, Allah'ın sevgilisi olmazdı. İnsan ezelî olduğu gibi ebedidir de. Ne başlangıcı ne de sonu malum olan insanın tarifi yoktur, onun en temel yönü mahbubiyetidir'' diyor. Acaba mahbubiyeti, aklî açıdan insanın temel yönünü olarak görmek mümkün müdür?

 

Üstat Dinanî: Çok zor bir soru sordunuz. Akıl ve aşk ilişkisi ile ilgili olarak sizin de buyurduğunuz gibi Ahmed Gazzâlî coşkun bir aşk ve sarhoşluk hâli içinde olmakla birlikte aynı zamanda akıl ehlidir. Akıl olmaksızın irfan zaten olamaz ki. Allah'ın ezelî muhabbeti aynı zamanda Allah'ın hikmetidir. Allah'ın sıfatları birbirinden ayrı değildir. Muhabbet, hikmet esasına dayalıdır. İçinde hikmet ve akıl olmayan sevgi, sevgi değildir. Sevginin ve muhabbetin özünde akıl ve bilinç vardır. Sevgiden eğer bilinci çıkarıp alırsanız geriye içgüdüden başka bir şey kalmaz.

 

Aslında bu her şey için geçerlidir. Bilinci aldığınızda her şey bir hiç olur. Varlık dünyası, bilinç esası üzerinedir. Hatta sizden çekinmesem ‘‘varlık, bilincin tecellisidir'' derim. Hak Teâlâ ilim ve hikmetin ta kendisidir. Çünkü Hak Teâlâ'nın sıfatları zâtının aynısıdır. Eğer bir fırsat olursa Allah'ın sıfatlarının kesrette olmakla birlikte zatının aynısı olduğu konusundan bahsederiz. Yani kesret olmasına rağmen vahdetin ta kendisi olması kendi başına bir mucizedir.                   

 

Ancak ben şimdi konuyu dağıtmamak için asıl meseleye dönüyorum. Onun sözü mucizeyi gösteren bir sözdür: ‘‘Allah'ın mucizesi insanı yaratmasıdır.'' Allah'ın her işi bir mucizedir, bu son derece açık. Mucize kelime anlamıyla ‘‘başkasının yapmaktan aciz olduğu şey'' demektir. Yani mucize başkasını aciz bırakan şeydir. Başkası o işi yapmaya güç yetiremez. Allah'ın yaptığı işleri hiç kimsenin yapamayacağı son derece açıktır. Dolayısıyla Allah'ın her işi bir mucizedir. Ancak Allah'ın yaratma işi bir mucize olmakla birlikte, insanın yaratılışı ayrı bir mucizedir.

 

İnsanın yaratılışı özel bir mucizedir. Yaratılış zaten insan içindir. Peki, ben nasıl böyle bir iddiada bulunuyorum? “Levlake lemâ halaktü'l-eflâk.” (Sen olmasaydın, ben âlemleri yaratmazdım.) Demek ki yaratılış insan sayesindedir. Pozitivistler ve materyalistler, ilahî atmosferde olmadıkları için bu sözü kabul etmeyebilirler.

 

Bunu bir ayete dayalı olarak açıklayalım. Allah, bu mucizevi işi için “tebarek” diyor. Yani insanın yaratılışını anlattıktan sonra “fe tebarek Allahu ahsenu'l-hâlıkîn.” (Mü'minûn, 14) (Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir) diyor. Peki Allah niçin “ahsenu'l-hâlıkîn”dir? Allah yaratanların en iyisidir, çünkü en iyi ve en güzel mahlûku yaratmıştır.

 

Allah birçok şey yaratmıştır. Ama Allah; Cebrail'i, Mikail'i, yeri, göğü, küçüklü büyüklü diğer varlıkları yarattığı zaman “fe tebarek Allahu ahsenu'l-hâlıkîn” dememiştir. Ancak insanı yarattıktan sonra bunu söylemiştir. Çünkü yaratılmışların en iyisini yaratmıştır. Bu yüzden Allah bir anlamda kendini takdir etmiştir.

 

Belki şimdi bazı izleyicilerimizin aklına şu soru gelebilir: Bunca kötülük yapan nasıl “yaratılmışların en iyisi” oluyor? Ebu Cehil'in neyi “yaratılmışların en iyisi”dir? Tarihteki bu kan döken, hırsız, haydut, zalim, yağmacı insanların neresi “yaratılmışların en iyisi”dir? Birçok kişinin aklına bu yanlış sorular gelebilir. Hatta melekler bile bu yanlışa düşmüştü:

 

Rabbin meleklere "Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim" demişti. Melekler, "Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz" dediler. Allah "Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim" dedi." (Bakara, 30)

 

Allah'ın verdiği cevap hem çok açık hem de kinayelidir. Allah'ın bu cevabında birçok semboller vardır. Allah cevabında açıklama yapmıyor sadece “Ben sizin bilmediklerinizi biliyorum” diyor. İşte şimdi şu soruyu sormanın tam yeri:

 

Allah Teâlâ'nın bildiği neydi?

 

Siz akıl ve aşkı sormuştunuz. İşte Allah hem biliyor hem de seviyordu. Ben işte burada Mâide Sûresi 54. ayetteki “yuhibbuhum” (onları seviyordu) ayeti ile buradaki “İnni a'lemu ma la ta'lemun” (Ben sizin bilmediklerinizi biliyorum) ayetini ilişkilendirmek istiyorum. Benim söylediğim bu husus Gazzâlî'nin Sevânih'inde yoktur.

 

Bakınız, Allah o ayette “yuhibbuhum” diyor. Yani insanları sevdiğini söylüyor. Burada ise meleklere cevaben “İnni a'lemu ma la ta'lemun” yani ‘‘Ben sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum'' diyor. Peki Allah'ın bildiği o şey neredeydi? İnsandaydı... Yani benim insanda olduğunu bildiğim o şeyi siz bilmiyorsunuz, diyor. Allah'ın insanda olduğunu bildiği şey, ‘‘akıl''dır. Allah akıl kelimesini kullanmıyor ama ilim kelimesini kullanıyor. Allah âlimdir, ama akıl kelimesini bir sıfat olarak kullanmamıştır. O yüzden biz de Allah'la ilgili olarak “âkil” kelimesini bir sıfat olarak kullanmıyoruz. Allah ile ilgili olarak ‘‘âlim'' kelimesini kullanıyoruz.

 

Burada âlim olmak ile muhib olmak tek bir şeydir. Yani Hak Teâlâ hem insanın muhibbi (seveni) hem de âlimidir (bileni). Allah insanda ne olduğunu biliyor ve bildiği için de insanı seviyor.

 

Laricanî: Bu yüzden de bir sonraki ayette “Ve'alleme Âdeme-l-esmâe kullehâ śumme ‘aradahum ‘ale-lmelâ-iketi fekâle enbi-ûnî bi-asmâ-i hâulâ-i in kuntum sâdikîn” (Ve Âdem'e bütün isimleri öğretti, sonra eşyayı meleklere gösterdi. "Eğer sözünüzde doğru iseniz bunların isimlerini bana söyleyin" dedi.) diyor.

 

Üstat Dinanî: Evet, yani meleklere özet olarak söylediği şeyi açıklıyor ve insanın tüm isimleri bildiğini söylüyor. Yani Allah'ın tüm isimlerini bilen tek varlık insandır. Başka hiçbir varlık Allah'ın bütün isimlerini ve “ilm-i husûlî”yi bilmiyor. Bu varlık âleminde Allah'ın bütün isimlerinin istisnasız bir şekilde mazharı olan tek varlık, insandır. İşte bu Allah'ın bildiği şeydi. Ben Allah'la ilgili olarak akıl kelimesini kullanmayacağım için şöyle diyorum:

 

İşte bu, Hak Teâlâ'nın ilmidir ve bu sırla da insan Allah'ın sevgilisidir.

 

Laricanî: Konu aslında yeni açıldı ama programımızın süresi bitti üstat. Sevânih kitabında bahsedeceğimiz çok konu var. Konumuza bundan sonraki programımızda da devam edeceğiz. Bir sonraki programda görüşmek umuduyla aziz üstatla birlikte hoşça kalın diyoruz.

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

Medya Şafak

 

     

         

https://www.youtube.com/watch?v=9xdkqw2l2Ms