İbrahimi Dinani: Meâd ve Zuhur

İbrahimi Dinani: Meâd ve Zuhur
Eğer bu perdeler kaldırılırsa o zaman hakikatler sizde zâhir olur. Yani “meâd” (son-dönüş yeri) aslında “mebde”ye (başlangıç) dönüşten başka bir şey değildir. ‘‘Son ne olacak’’ diye soruyorlar. Azizim son, başa dönmekten başka bir şey değildir. “İnna lillah ve inna ileyhi râciun.” (Allah’tanız ve yine O’na dönüyoruz.) Kıyamet, başlangıca dönüştür. Nereden geldiysen oraya geri döneceksin.

 

 

İsmail Mansuri Laricanî: Bismillahirrahmanirrahim. Merhaba sevgili izleyiciler, değerli dostlar ve Marifet programının sevdalıları. Bildiğiniz gibi aziz üstadımızla birlikte ölüm ve meâd konusunu ele alıyoruz. Bir önceki programda varlığımızın kıyamet sahrasına dönüşünün niteliği konusunda güzel bir sonuca ulaşmıştık.

 

Üstat konu, Henry Corbin'in Arz-ı Melekût (Spiritual Body and Celestial Earth) adlı kitabına gelmişti. Corbin'in düşüncelerinin bizim okurlarımız üzerindeki ve onun İslami irfan ve İran felsefesi konularındaki uzun geçmişi düşünüldüğünde onun meâd konusundaki görüşleri dikkate değerdir.

 

Bu noktada izin verirseniz Üstat Dinanî'nin Henry Corbin'le olan tanışıklığına ve Henry Corbin'in kendisi ve onun bu konuyla ilgili görüşüne biraz değinelim. İzleyicilerimiz de sizin Henry Corbin ile olan tanışıklığınızı ve onunla olan geçmişinizi öğrenmeyi çok istiyorlar.     

 

Üstat Dinanî: Bismillahirrahmanirrahim. Evet, benim merhum Henry Corbin ile olan tanışıklığım, büyük üstadım merhum Allâme Tabatabâî aracılığıyla oldu. O yıllarda Henry Corbin yılda dört-beş ay İran'a geliyordu. İslam üzerine araştırmalar yapıyordu. Kendisi o dönemde İran'da bulunan seçkin İranlı üniversite hocalarının vasıtasıyla Allâme Tabatabâî'yle tanışmak istedi. Onların aracılığıyla görüştüler ve görüşmeden sonra birbirlerine yakınlık duydular.

 

Merhum Henry Corbin, Allâme Tabatabâî'ye cezboldu. Zira Allâme Tabatabâî, liyakatli biriydi, çok şey biliyordu ve ondan istifade edilebilirdi. Henry Corbin, Batı'daki büyük filozoflardan biriydi. Günümüzün birçok felsefî ekolüne hâkimdi. Büyük filozofları herkesten çok daha fazla görmüştü.   

 

Mesela Heidegger'le yıllar boyunca birlikte zaman geçirmişti. Resmi olarak öğrencisi değildi ama onu görmüştü. Gilson, Emile Brehier gibi çağımızın büyük filozoflarının öğrencisiydi. Massignon'un öğrencisiydi. Bütün bu kişileri görmüştü ve bunlar, çağımızın en büyük filozoflarıydı.

 

Henry Corbin, çok ayrıntılı sebeplerden dolayı İslam kültürüne, özellikle de Şia kültürüne bağlanıyor. Hocalarından biri olan Massignon, o yıllarda Kahire'deydi. Arapçayı çok iyi bilirdi, İslami eserlere büyük aşinalığı vardı. Bildiğiniz gibi Selmân-ı Fârisî konusunda çok değerli bir araştırması vardır. Şu ana kadar da hiç kimse Selmân-ı Fârisî konusunda Massignon'un incelemesi düzeyinde bir araştırma yapamamıştır.

 

O dönemde Sühreverdî'nin Hikmetü'l İşrâk kitabının bir nüshasına sahip olan Massignon, kitabı Henry Corbin'e veriyor ve “bu senin işine yarar” diyor. Henry Corbin, Sühreverdî'nin Hikmetü'l İşrâk kitabını okuyunca adeta bir kalple değil yüz kalple Sühreverdî'ye, İslam ve İşrâk felsefesine âşık oluyor.

 

Daha sonra bir görevle İran'a geliyor ve burada yıllarca kalıyor. Derin ve kapsamlı araştırmalar yapıyor. Molla Sadrâ'yı ve İslam irfanını tanıyor. Ardından kendisinin merhum Allâme Tabatabâî ile görüşmeleri oldu. O yıllarda Tahran'da Zulmecd Tabatabâî adlı bir avukat vardı, oldukça da zengin biriydi ve İslam irfanına çok ilgiliydi. Onun bir evi vardı, o evi bu toplantılar için tahsis etmişti.

 

Perşembe ve cuma geceleri, merhum Allâme Tabatabâî Kum'dan buraya gelirdi. Ben de o yıllarda Kum'da bulunuyordum. O yıllarda onun yanında olan tek kişi bendim. Otobüs biletini alırdım, ikimiz birlikte otobüsle gelirdik. O dönemde o yavaş otobüslerle yolculuk üç saat sürerdi. Tahran'a gelir, Şuş Meydanı'nda iner ve bir taksiyle Zulmecd Bey'in Bahar Caddesindeki o evine giderdik.

 

Orada akşam ve yatsı namazlarından sonra toplantı başlardı ve gece yarısına kadar sürerdi. Henry Corbin, hep tam zamanında gelirdi. Diğer üniversite hocaları da katılırdı. O toplantılarda manevî meseleler ve İslam, Hıristiyanlık, dünyadaki maneviyat ve maddiyat, dönemin şartları ve o şartlarda ne yapılması gerektiği gibi çeşitli konular konuşulurdu.

 

O dönemde o toplantıdaki en genç kişi bendim. Ben tabii hocam olan Allâme Tabatabâî'ye eşlik ediyordum. Ama bazen başkalarının sormadığı bazı özel soruları Henry Corbin'e soruyordum.

 

Laricanî: Peki ne tür özel sorular soruyordunuz?

 

Üstat Dinanî: Peki madem sordunuz, söyleyeyim. Bildiğiniz gibi merhum Henry Corbin, irfan ve İslam tasavvufu ve Şia velayeti üzerine çok çalışmış biridir. Hem sizin bahsini ettiğiniz Arz-ı Melekût kitabı hem de diğer eseri Fransızcadır. Onlardan bazıları tercüme edilmiştir. Dili biraz ağırdır, yani eserlerini başka dillere çevirmek biraz zordur. Yani herkes o kitapların tercümesinin üstesinden gelemiyor.

 

O, mürşidin veya yol göstericinin lüzumu üzerinde çokça duruyor. Bir gece toplantının gündemi resmi olarak sona ermişti ve ikramlar yapılıyordu. Ben onun yanında oturuyordum. Ona dedim ki ‘‘Sayın Henry Corbin, siz zikir ehlisiniz ve tarikatta, irfanda mürşidi gerekli görüyorsunuz. Acaba size mürşidinizin kim olduğunu sorabilir miyim?''  

 

Tabii, bu özel bir soruydu ve belki de bunu sormamam gerekirdi. O sırada gençliğin verdiği küstahlıkla ve belki de aşırı meraktan dolayı sordum.

 

Laricanî: Siz her zaman cesur oldunuz.

 

Üstat Dinanî: Ben bu soruyu sorunca merhum Allâme bir anda dikkat kesildi. Çünkü kendisi böyle bir soru sormazdı ve onun vereceği cevabı merak ederek kulak kabarttı. Sayın Corbin bana tebessüm etti ve “Ben Üveysî'yim” diye cevap verdi. Bu çok rindâne bir cevaptı.  

 

Çünkü ‘‘Üveysîye'', tasavvuf ve tarikat ehli arasında mürşidi gerekli görmeyen bir gruptur. Onlara göre Hz. Üveys el-Karanî, Hz. Peygamber'in (s.a.a.) yanına geldi ama O'nu yakından göremedi. Medine'ye geldi ancak Hz. Peygamber o sırada orada olmadığı için onu görmeyi başaramadı ve geri gitti.

 

Onlara göre, işte bu yüzden mürşidi görmeden ve ondan doğrudan talimat almadan da olabilir. Sayın Corbin bana Üveysî olduğunu söyledi. Çok rindâne ve bilgece bir cevap verdiğini gördüm. Kensine ‘‘Pekâlâ Sayın Corbin, siz Üveysî'siniz ama tarikat ehlinin açık zikri ve gizli zikri vardır. Bu, Üveysîlerde de böyledir. Hadi ben sizin gizli zikrinizi bir tarafa bırakayım ama acaba rica etsem sizin açık zikrinizin ne olduğunu söyler misiniz?'' diye sordum.

 

Uzun süre bakındı ve ciddi bir tavır takındı. Onun kulağı duymuyordu ve işitme cihazı kullanıyordu. Geceleri çalışır, okur, araştırma yapar ve gündüzleri uyurdu. Diğer Batılıların aksine onun âdeti böyleydi. Benim soruma cevaben dedi ki: “Bakın ben her gece sabaha kadar oturuyorum ve “Qale'l-Bâkır ve qale's-Sâdık” (İmam Bâkır şöyle dedi, İmam Sâdık şöyle dedi) okuyorum. İşte benim zikrim budur.”

 

Bana verdiği cevap işte buydu. Bu gerçekten benim açımdan çok tatmin edici bir cevaptı. Bunu ne şaka olsun diye ne de gerçeğe aykırı bir şey olarak söylemişti. Ehl-i Beyt ve Şiîlik irfanına inancı vardı. Her halükarda bilge bir insandı. Eserleri birçok dünya diline tercüme edildi. Mesela kitapları Türkiye'de, Endonezya'da, Bosna Hersek'te tercüme edilerek yayımlandı.

 

Ben Bosna'ya yaptığım bir gezide gördüm. Kendisi de çok bilge bir insan olan Sayın Hafızoviç onun kitaplarını Boşnakçaya tercüme etmişti. Onun eserleri Bosna Hersek'te büyük bir etki yarattı. Burada ilginç bir şey söyleyeyim. Henry Corbin'in eserleri Suudi Arabistan'da yasaktır. Onun kitaplarının yayımlanması, haram olduğu gerekçesiyle yasaktır. Ancak Arabistan dışındaki birçok İslam ülkesinde kitapları tercüme edildi ve okunuyor.

 

Laricanî: Siz o genç yaşınızda ona ne güzel bir soru sormuşsunuz ve o da ne kadar güzel cevap vermiş. Yani Ehl-i Beyt'in hadislerinin okunması, kendi başına en iyi zikirdir. Fikir veren zikir de işte budur zaten.

 

Ben burada sizin kullandığınız ifadeyi kullanmak istiyorum. O, Şiîliğe çok tutkun biriydi, özellikle de Şiî velayetine... Şimdi benim sorum şu: Üstat, Sayın Henry Corbin, büyük haşr konusuna velayet çerçevesinde bakıyor. İmam Humeyni de hem Kırk Hadis kitabında hem de Namazın Sırları kitabında bu konuya rivayetler ekseninde değiniyor. Dolayısıyla biz şöyle bir sonuca ulaşıyoruz. Biz Kur'ân'ın gerçekleşeceğini belirttiği o hakiki kıyametten önce başka bir kıyamete giriyoruz. O da velayet haşrıdır. Bunu biraz açıklar mısınız?

 

Üstat Dinanî: “Mecmeu'l-bahreyn” (“iki denizin kavuştuğu yer” anlamına gelen ve Kehf Sûresi 60. ayette geçen ifade) ve “multeka'l-iklimeyn” (İki bölgenin buluştuğu yer) kelimeleri, cismanî ve ruhanî meâd bahsinin tüm sırrını içeren kelimelerdir. Zira meâd bir anlamda cismanî de olmalıdır. Yoksa “mecmeu'l-bahreyn” ve “multeka'l-iklimeyn” olmaz.

 

Varlık âleminde “mecmeu'l-bahreyn” ve “multeka'l-iklimeyn” olan tek varlık, insan-ı kâmildir. “Bayreyn” yani ‘‘iki deniz'' nedir? “Mana, nur ve hakikat denizi” ve “madde âlemi denizi”. Âlimlerin kendilerine göre yaptığı “mülk”, “melekût”, “nefis”, “sır”, “hafi”, “ahfa”, “ruh” vs. gibi âlem taksimleri şu an bizim konumuz değildir, onlar kendi düzleminde doğrudur.   

 

Fakat genel bir taksim ile varlık âlemi, “mana” ve “suret” diye bölünebilir. Suret ve mana çok açık bir taksimdir. Tabii suretin de mananın da kısımları vardır. Ama ben şimdi çok özetle söylüyorum. Çünkü mana âleminin de suret âleminin de bölümleri vardır. Ancak genel ve kapsayıcı bir taksimle varlık âlemini “suret” ve “mana” yahut “cisim” ve “ruh” diye iki kısma ayırabiliriz.

 

Sınırsız olan ve şekle sahip olmayan mana âlemi, suretsiz değildir. Suret âlemi de manasız değildir. Daha önceki bir programda ‘‘nefis ve beden birliğinden (ittihat) bahsetmemiz gerekir'' demiştim. Bunlar çeşitli isimlerle anılsa da tek bir yere ulaşıyor. İnsanın kendisi nefse ve bedene sahiptir.

 

Sınırsız mana âlemine giriş kapısı “nefs-i nâtıka”dır. Bedene muttasıl olan nefs-i nâtıka bedenle birleşiktir (müttehit), inzimamî (eklenmiş, onun içinde) değildir. Beden ise madde âlemine açılan kapıdır. Yani bu zaman ve mekâna, bu yaşadığımız âleme açılan kapıdır.

 

Bu âlemde yaşayan ben ve siz, “multeka'l-iklimeyn”iz (iki bölgenin buluştuğu yer). Yani bâtından, içten mana âlemine açılan bir kapımız var ve o âlem sınırsız bir âlemdir. Bir diğer kapımız da gözümüz, kulağımız, elimizle yani beş duyumuz bu âleme açılmaktadır. Yani görme, tatma, işitme, koklama ve dokunma adlı beş duyumuz, bu dünyayla irtibat halindedir.

 

O halde “multeka'l-iklimeyn” veya “mecmeu'l-bahreyn” biziz. Biz bu âlemin denizini ve diğer âlemin denizini birbirleriyle buluşturuyoruz.

 

Bu dünya bölgesiyle öbür dünya bölgesi buluşuyor. Peki nerede buluşuyor? İnsanda buluşuyor.

 

Laricanî: Kapasiteler farklıdır ama. Değil mi?

 

Üstat Dinanî: Tabii ki kapasiteler farklıdır. Ben genel prensibi söylüyorum. Elbette bunun tam olarak gerçekleşmesi insan-ı kâmildedir. Ancak herkes de kendi kapasitesi ölçüsünde bu istidada sahiptir. Bitkiler ve hayvanlar bu âleme aittirler, mana âlemine açılan kapıları yoktur. Melekût âleminin ve mana denizinin giriş kapısı insandır. İnsan aracılığıyla olmadıkça başka hiçbir varlığın mana âlemine ulaşacağı bir yol yoktur.

 

Mana âlemi, insan yoluyla bu âleme geliyor. Peygamberler, mekmen-i gaybın hakikatlerini bir insan olarak kendileri aracılığıyla bu âleme getiriyorlar. Bu âlemden de sınırsız mana âlemine ulaşmak isteyen her varlığın insana ulaşması ve insanla birleşmesi gerekir.

 

O halde insan, bir kapısı bu âleme, diğer kapısı da öteki âleme açılan bir geçittir. Bu açıdan “mecmeu'l-bahreyn”dir, yani iki deniz insanın varlığıyla bir birbirine bağlanıyor. Mana âleminin denizi ile madde âleminin denizi insanda birbirine bağlanıyor. Aynı şekilde de “multeka'l-iklimeyn”dir, iki bölgeyi birbiriyle buluşturur. İşte bu “insan-ı kâmil”dir, Allah'ın mutlak velisidir.

 

Henry Corbin, işte bu anlama ulaşmıştır. Sizin geçen programda bahsettiğiniz cismanî ve ruhanî meâd da işte budur. Yani o âleme giden siz, bu âlemin bir varlığı olarak oraya gidiyorsunuz. Siz zaten bir geçitsiniz. İzin verirseniz Mevlâna'nın şu şiirine değinelim:

  

Zâde-yé sânist Ahmed der céhân

Sed qıyamet bûd u, ender ıyân

Z'u qıyamet ra hemi porsideend

Ey kıyamet tâ qıyâmet râh çend

Bâ zeban-é hâl mi gofti besi

Ké z mehşer heşr ra porsid kesi.

 

İkinci kez doğandır Ahmed bu dünyada

Yüzlerce kıyamet oldu, apaçıkça

Herkes O'na kıyameti soruyordu

Ey kıyamet, kıyamete ne kadar kaldı diye.

Hâl diliyle derdi yeter

Zira kalkmış mahşere haşrı soruyorlardı.

 

Bakın, Mevlâna ne kadar müthiş bir şey söylüyor! Ne kadar hayret vericidir! En sade ve en basit şekilde ifade ediyor. Diyor ki “Sen mahşere, mahşerin ne olduğunu mu soruyorsun?” Yani mahşerin kendisine haşrı veya mahşeri soruyorsun; hâlbuki varlığı mahşer olan kişi zaten Hâtemü'l-Enbiyâ'dır (s.a.a.).

 

Diyor ki ‘‘sen asıl büyük haşır olan Peygambere büyük haşır neresidir'' diye soruyorsun. Hâlbuki Peygamberin kendisi büyük haşirdir. Peki büyük haşir ne demektir? Yani gayb âleminin tüm hakikatleri O'nun içindeki sırdadır. Gayb âleminin tüm hakikatleri O'nun içindeki sırdan dili aracılığıyla bu âleme ulaşıp bizim kulağımıza geliyor. Şiirin bundan sonraki kısmını siz okuyun.

 

Laricanî:      

  

Bâ zeban-é hâl mi gofti besi

Ké z mehşer heşr ra porsid kesi

Pes qıyâmet şov, qıtâmet ra bébin

Dîden-é her çîz râ şartest în.

 

Herkes O'na kıyameti soruyordu

Ey kıyamet, kıyamete ne kadar kaldı diye.

Kıyamet ol da kıyameti gör

Her şeyi görmenin şartı budur.

 

Üstat Dinanî: “Kıyamet ol da kıyameti gör” demek, ‘‘sen kendin de bir kıyametsin'' demektir. Kıyamet senin içindedir de. Corbin, Arz-ı Melekût kitabına ne kadar güzel bir isim vermiş. Bakın, Kur'an-ı Kerim'in ayeti ne diyor:

 

“Yevme tubeddelul ardu gayrel ardı ves semavatu” (O gün yeryüzü ve gökler başka bir hale dönüştürülür. İbrahim, 48)

 

Yani bu yer artık başka bir yerdir. Peki bu büyük haşrin yeri bu âlemin coğrafyası mıdır? Mars gezegeni midir? Yoksa Ay mıdır? Bu neresidir? Bu, “mekân-ı lâ mekân”dır. Arz dediğine göre bir mekândır ama “la mekân”dır.

 

Laricanî: Üstat kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

 

Sevgili üstat konu çok güzel bir yere geldi: Yani “kıyametimiz, bizim kendimiziz.”

 

Beheşt u duzekh bâ tost der pûst

Çéra bîrun z khod mi cûyi ey dûst.

 

Cennet ve cehennem seninledir

Onu neden dışında arıyorsun ey dost.

 

Üstat Dinanî: Evet, yani kıyameti kendi dışında arama. Büyük kıyametin isimlerinden biri de “Yevme tuble's-serâir”dir. (Bütün sırların ortaya serileceği o gün. Tarık, 9) “Tuble's-serair” kabrin perdeleridir. Serâir, tabiatın perdeleridir.

 

Şu an bizim gözümüzü ve kulaklarımızı ve diğer tüm duyularımızı perdeler kapatmıştır. Perde üstüne perde vardır. Bizim duyularımızın, hayallerimizin kendisi bir perdedir. Vehmimiz, hissimiz, hayalimiz perdedir. Halis aklı, aklın özünü kastetmiyorum. Ama aklın belirli kesimleri bile perdedir.

 

Eğer bu perdeler kaldırılırsa o zaman hakikatler sizde zâhir olur. Yani “meâd” (son-dönüş yeri) aslında “mebde”ye (başlangıç) dönüşten başka bir şey değildir. ‘‘Son ne olacak'' diye soruyorlar. Azizim son, başa dönmekten başka bir şey değildir.

 

“İnna lillah ve inna ileyhi râciun.” (Allah'tanız ve yine O'na dönüyoruz.) Kıyamet, başlangıca dönüştür. Nereden geldiysen oraya geri döneceksin.

 

Fakat biz hem başlangıcı yanlış buluyoruz hem de sonu. Hâce Nasîrüddîn-i Tusî'nin Âğâz ve Encâm (Başlangıç ve Son) adlı bir kitabı var. Kitabın ismi “Âğâz ve Encâm”. “Mebde ve Meâd”ın en güzel Farsça ifadesidir. “Mebde ve meâd” Arapça iki kelimedir. Bazı kitapların adı “Mebde ve Meâd”dır. Hâce Nasîrüddîn-i Tusî ise kitaba “Âğâz ve Encâm” ismini vermiştir.

 

Biz eğer başlangıcı bulmaya çalışıyorsak yolumuz yanlış demektir. Mesela ‘‘şu an burada olan masanın başlangıcı ne zamandı'' diyerek geçmişe gidiyoruz. Birkaç yıl önce yapıldı. Marangozu falanca kişiydi, üstündeki bu cam falanca yerden geldi. ‘‘Şu tahtalar hangi ağaçtandır, o ağaçlar ne zaman kesildi'' vs. diyerek sürekli olarak zamana dönüyoruz.

 

Siz bu masanın, bu âlemdeki herhangi bir olayın veya bizatihi kendinizin başlangıç zamanını bulmak istediğinizde geçmişe gidersiniz. Mesela kendinizi düşündüğünüzde önce babanız, ardından dedeniz, sonra büyük dedeniz vs. diyerek Hz. Âdem'e gidersiniz. Zaman çizgisi üzerinde geri dönüyorsunuz. Zaman çizgisinde ne kadar giderseniz gidin, zamandan başka bir yere ulaşamazsınız. Zamandan dışarı sıçrayamazsınız.

 

Mekânda da durum aynı şekildedir. Mesela en fazla başka gezegenlere gidersiniz. Nereye giderseniz gidin, orada “hayyiz” (mekân-uzam) vardır. Cisim âleminin olduğu her yerde “hayyiz” vardır. Hayyiz, her cismin fezasına, ortamına denir. Her cismin bir konumu yeri vardır ki kelamcılar buna “hayyiz” der.

 

Cisimler âleminde her nereye giderseniz gidin, hangi gezegene giderseniz gidin “Big Bang”a kadar gitseniz de yine cisimler âlemindesiniz ve mekân görürsünüz. Mekânın da en fazla şekli değişir.

 

Şimdi benim sorum şu: Siz zamandan ne istiyorsunuz? Zaman size ne veriyor? Siz zamanın ürünü müsünüz? Bazıları ‘‘zaman her şeyi halleder” diyor. Acaba gerçekten zaman mı hallediyor?

 

Zaman bir şeye sahip değildir ki bize versin. Bir an için zamanlılığı bir kenara bırakarak zamanın kendisini tasavvur edin. Zamanın mahiyet olarak nesi var ki size versin? Hiçbir şey veremez. Verebileceği tek şeyi size söyleyeyim. Zaman eğer size bir şey verebilirse vereceği tek şey kendisidir. Peki zamanın kendisini size vermesi ne demektir? Size kendini vererek ne yapıyor? Sadece sizi zamanlı yapıyor. Nitekim bunu yapmıştır. Zaman kendini bize vermiştir.

 

Peki mekân bize bir şey verecek olsa ne verebilir? Mutlak bir mekân tasavvur edin. Zamanın bize vereceği bir şeyi yok. Mekân bana bir şey verecek olsa sadece kendisini verir ve beni mekânlı yapar. Nitekim de beni mekânlı yapmıştır.

 

Ben hem mekânlıyım hem de zamanlıyım. Peki bu zaman ve mekânda neye sahibim? O halde biz hakikatler için sadece geçmişe gitmemeli veya mekânda dolaşmamalıyız. Hakikat bu yolla elde edilemez.

 

Peki, hakikati bulmak için hangi tarafa gideyim? Kendi içime, derûnuma. Bu, insanın derûnunda gitmen gereken bir yoldur.

 

Kimileri ‘‘derûnum neresidir'' diyebilir. Derûn, coğrafî bir alan değildir. Siz derûnunuzda perde içinde perde aşabilirsiniz. Tefekkür, anlayış, sülûk, şuhûd, tecrübe ve her bir merhale ardından bir diğer tecrübeyi, şuhûdu sülûku beraberinde getirir. Bu şekilde sonsuza kadar gidebilirsiniz. Bu derûn içerisindeki yolculukta perde içinde perde ve sırlar vardır. Ta ki her şey size zâhir olana dek…

 

Laricanî: Üstat biraz önce “Mecmeu'l-Bahreyn” konusunda çok güzel bir şey söylediniz. İnsan-ı kâmil bizim hem gayb alanına giriş hem de çıkış kapımızdır. Ayrıca Mevlâna'nın şiirinde geçtiği ve Allah'ın Resulü'nün de söylediği gibi biz de bir başlangıca ve sona sahibiz. Kendi kıyametimize ulaşamadıkça velayet kıyametine de ulaşamayız. Bu da benim sizden duyduğum çok güzel bir açıklamaydı.

 

Ancak Muhyiddin Arabi de “velayetin hâteminden” bahsediyor. O, Hz. İsa'dan mutlak anlamda “hâtem-i velayet” olarak söz ediyor, bazı yerlerde de İmam Mehdi'yi ‘‘hâtem-i velayet'' olarak kabul ediyor.

 

İnsan içinde başka bir dünya olduğunu hissediyor. Yani bu dünyadan daha büyük bir dünyayı yuttuğunu ve şu an daha küçük bir dünyada yaşamakta olduğunu düşünüyor. Sürekli olarak da o günün gelmesini bekliyor. Yani insan sizin de bahsettiğiniz üzere o perdelerin ve bağlılıkların ortadan kalkmasını istiyor ve o hakiki dünyaya ulaşmak için riyazet yapıyor.

 

Birçok dinde Hz. İsa'nın kurtarıcı olarak kabul edildiğini görüyoruz. Yine biz Şiîler, İmam Mehdi'yi bir kurtarıcı olarak bekliyoruz. Kurtarıcı, tüm bu perdelerden ve hicaplardan bizi kurtaracak veya o kıyama bizi davet edecek kişi olarak görülüyor.

 

Bu açıdan biraz bu “bekleyiş”ten (intizar) bahsetmenizi istiyorum. Acaba sadece beklemek, insanı o kıyama ulaştırır mı yoksa başka şeyler de mi yapmamız gerekir?

 

Üstat Dinanî: Bakınız, “bekleyiş” de insanın özünde olan bir şeydir. İnsan beklentisi olmaksızın yaşayamaz. Beklentinin çeşitleri ayrı konu. Ben şu an bekleyişin kendisinden bahsediyorum. Her insanın bir beklentisi, umudu vardır. İnsanlarda hem beklentiler farklıdır hem de beklenen şey farklıdır.

 

Bu, son derece manevî bir mesele olduğu ve çok yanlış anlaşıldığı için izin verirseniz ben bunu bir örnekle açıklayayım. İşin ilginç yanı şu an size söyleyeceğim konu Batılı bir düşünür tarafından dile getirilmiştir. Bu Batılı düşünürün belki dini bile olmayabilir. O bir şey söylüyor ve bir düşünsel dağdağa içine giriyor.   

 

Ben şimdi onu nakledip bundan bir sonuca varmak istiyorum. Bir dine inanıp inanmadığını bilmediğim bu düşünür, kitabında bir soru soruyor. Ondan sonra da ‘‘bir düşünsel dağdağaya kapıldım'' diyor.

 

Bu soruyu sorduğunda muhtemelen 60 yaşındadır. Diyor ki ‘‘Ben kendi kendime şöyle sordum: Eğer ben yirmi yaşındayken tüm arzularıma ulaşmış olsaydım acaba mutlu bir insan olur muydum, tam anlamıyla mutluluğa kavuşmuş olur muydum?''

 

Siz de bu soruyu kendinize sorun, sizce bu sorunun cevabı nedir? Mutlu bir insan olması ve tam anlamıyla mutluluğa kavuşması uzak bir ihtimaldir. Ben bunu yorumlamak istiyorum. Madem istediğine ulaştı, peki neden mutlu olamıyor? Ben buradan ‘‘beklenti'' konusuna gelmek istiyorum.

 

O kişi, fiiliyata geçmemiş istidatları olduğunu düşünüyor. Henüz ortaya çıkmamış olan güçleri, henüz gitmediği yolları, henüz kenara çekilmemiş perdeleri ve henüz karşılaşmadığı sorunları olduğunu düşünüyor. Ve bütün bunları bilmek istiyor.

 

Yani insanın o bilmek istediği şeyler nedir? O kenara çekilen perde ve benim o perdenin arkasında görmeyi beklediğim şey nedir? Bekleyiş durumu tüm dinlerde vardır. Tüm İbrahimî dinlerde bu vardır. Örneğin Yahudiler vaat edilen Mesih'i, Hıristiyanlar Hz. İsa'nın geri dönüşünü ve Müslümanlar -özellikle de Şiîler- Hz. Mehdi'yi bekliyor.

 

Bekleyiş, sadece İbrahimî dinlerde değil, diğer dinlerde de vardır. Mesela Antik İran'ın dini olan Zerdüştlükte de bu vardı. Zerdüşt öldükten sonra Suşyant'ın zuhur edeceğini bildirmiştir. Suşyant, Zerdüşt'ün oğluydu ve bin yıl sonra Suşyant bir kurtarıcı olarak gelecekti. Yani bu tür bir düşünce, iki-üç bin sene önce Antik İran'da da mevcuttu. Bu çok ayrıntılı bir konu. Ama özetle, ‘‘son bekleyişi'' tüm dinlerde vardır.         

 

Sonuç olarak bekleyiş insanda var olan bir şeydir. Ancak onun mısdakları konusunda farklılıklar mevcuttur. Birisi onun Suşyant başka birisi ise Mesih olduğunu söyler. Biz ise Hz. Mehdi'nin gelişini bekliyoruz. Bekleyiş insana ait bir şeydir. İnsanın bekleyişi yoksa ne için yaşar? Tüm istediklerine kavuşmuş olmasına rağmen hâlâ mutlu olamayan o şahsın da hâlâ beklediği bir şey vardır.

 

Bunun anlamı şudur: İnsan “bâbu'l-ebvâb” (kapıların kapısı), “mecmau'l-bahreyn”, “multeka'l iklimeyn” ve sınırsız âlemlere açılan kapı olmakla birlikte sınırsız kapasitelere de sahiptir ve her merhalede o kapasitelerinin hâlâ dolmadığını düşünmektedir. Bu istidat da fiiliyata ulaşmalıdır. Peki bu ne zaman dolacaktır? Büyük haşirde…

 

Her şey, tüm hakikatler zâhir olduğu zaman artık beklenecek bir şey kalmayacaktır. Ancak bu, üzüntü verici olmayacaktır. Bazılarına göre yeni bir beklenti olmayacaksa bu üzüntü vericidir. Hayır, orada artık üzüntü olmayacaktır. İnsan orada her bakışta ve lahzada Hak Teâlâ'nın yeni bir tecellisini görür. Orada artık tekrar yoktur, yeni şekiller, nimetler, suretler söz konusudur.

 

Orada gördüğün gönlünün istediğidir

Orada gönlünün istediği, gördüğündür.

Orada gördüğün, istediğin şeydir.

Orada istediğin, gördüğün şeydir.

 

Biz, bu yaşadığımız âlemde birçok şeyi görürüz. Ama gördüğümüz bir şeyi istemiyor olabiliriz. Yahut birçok şeyi istiyorum ama onları göremiyorum. Bazı istediklerimi göremiyorum, bazı gördüklerimi ise istemiyorum. Orada ise böyle değildir. Orada gördüğün, istediğin şeydir.

 

Laricanî: Şeyh Behâî de sizin belirttiğiniz çerçevede bekleyişe anlam veriyor. Diyor ki ‘‘insan kendi ezeli istidadının fiiliyata geçmesinin peşindedir.'' Sizin sürekli olarak vurguladığınız ilim ve marifet de zaten budur. Nitekim eğer insanı bu mükemmel fiiliyata ulaştırdığı zaman insan, İmam-ı Zaman'ın huzuruna çıkmış olacak. Yani zuhuru ayrı bir şey ama huzuru gerçekleşmiş olacak.

 

Şimdi bu noktada birkaç cümleyle huzurun adabına değinelim. Yani siz bu berrak suyu bize gösterdiniz, şimdi de ona nasıl ulaşacağımıza biraz değinin.

 

Üstat Dinanî: Evet, huzur adabı ve bekleyiş hâli sürekli sorulan sorulardandır. Marifet ve bilgi açısından yeterli hazırlığa sahip olmak gerekiyor. Hazırlık yapmak, gönül evini süpürmek ve gayrılardan yüz çevirmektir. Gayrılardan yüz çevirmek ise marifet huzuru makamına ulaşmaktır.

 

Yani, Hz. Peygamberle, İmamlarla ilgili bilgi ve marifeti artırmak, Kur'ân-ı Kerim'in hakikatlerine dair marifeti artırmak gerekir. İmam Mehdi (a.s.) yeni bir hakikat getirmeyecek. O, Kur'ân'ın hakikatini getirecek. O, konuşan Kur'ân'dır. Yani yeni bir şey getirmiyor. Âlemin tüm hakikatleri o iki kapak arasındaki Kur'ân'dadır. Ancak gayrılardan yüz çevirerek ve marifet düzeyini yükselterek Kur'ân hakikatlerine âşina olmak gerekir.

 

Kur'ân hakikatlerine ve maarifine ne kadar aşina olursanız zuhur ve huzura olan hazırlığınız da o kadar fazla olur. Bu konuda slogana, iddiada bulunmaya değil, Kur'ân bilgimizi arttırmaya ihtiyaç vardır.     

 

Ba muddeî meguyid esrar-é eşq u mesti

Ta bî khber bémîred der derd-é khod peresti.

 

İddia sahibi birine aşkın ve sarhoşluğun sırlarını söylemeyin

Ta ki bencillik acısıyla habersiz ölsün.

       

 

Laricanî: Çok güzel bir sohbet oldu. Allah hepimizi gerçek bekleyenlerden kılsın. Bunun edebine bizi nail etsin.

 

Dil-é men tâlib-é pîr-é mogan est

Heman pîri ké ez dîde néhân est

Eger dem mi zenem az sâger u mey

Murâd Mehdi-yé sahib zemân est

 

Benim gönlüm mürşit talep eder,

O gözlerden gizli mürşidi,

Kadehten ve meydan bahsediyorsam da

Maksadım zamanın sahibi Mehdi'dir.                         

      

Allah bizi ve sizleri İmam-ı Zaman'ın huzur ve zuhuruna ulaştırsın. Üstat Dinanî ile yeni bir programa kadar hepinizi Allah'a emanet ediyoruz.

 

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

 

Medya Şafak

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=qwQDR22mPcI