Ayetullah Kemal Haydari: Ey Ali! Sen benden sonra halifemsin! hadisi (7)

Ayetullah Kemal Haydari: Ey Ali! Sen benden sonra halifemsin! hadisi (7)
Bundan dolayıdır ki İbn Kesir’in döneminden günümüze dek âlimleri, Hz. Ali’nin hiçbir şekilde sahâbenin geriye kalanından ayırt edilmemesi ve meziyet sahibi olmaması gerektiğinde ısrar etmişlerdir. Onlar ‘‘Ya İmam Ali’yi diğer sahâbîler ile eşit tutacağız ya da O’nu daha alt konuma yerleştireceğiz’’ derler.

 

Sunucu: Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla, hamd Allah'a özgüdür. Salat ve selâm Allah'ın sâdık elçisi Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a), tertemiz Âl'ine, seçkin ve değerli sahâbîlerine olsun.  

 

Değerli izleyicilerimiz sizleri en güzel duygularla selâmlıyoruz. Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e hoş geldiniz diyoruz. Saygıdeğer efendim geçen programdan bir sorumuz kalmıştı. Suudî Arabistan'dan arayan Naif kardeş ele almış olduğumuz konu ile İbn Teymiyye'nin görüşlerinin, onun birçok hadisi nakzetmesinin ve muhtevasını boşaltmasının reddi arasında ne tür bir ilişki olduğunu sormuştu. Programın konusu ‘‘Ey Ali! Sen benden sonra halifemsin'' hadisi ile içerik arasında bağ bulunmadığını söyleyerek itiraz etmişti. Bu itiraza cevabınız nedir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahman Rahim olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salat ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Öncelikle değerli izleyiciler bilmelidirler ki devamı gelecek olan bu programımıza verdiğimiz başlıktaki amaç, sadece bu hadisi ispatlamak değildir. Bu durum ‘‘Sen benden sonra her mümin için halifemsin'' veya ‘‘Sen benden sonra her müminin velisisin'' hakkında da geçerlidir. Konu, İmam Ali'nin Allah Resûlünün halifesi olup olmadığıdır. Yani bizler bu hakikati ispat etme sadedindeyiz. Bu başlığı bu hakikate ulaşmak için koyduk. Bu ilk dikkat edilecek nokta.

 

Bundan dolayı kimsenin zihnine ‘‘Bu konuyu hadisin kapsamından niçin daha geniş tutuyoruz?'' şeklinde bir düşünce gelmesin.

 

Değerli izleyicilerin dikkat etmeleri gereken ikinci nokta -ileride de ortaya konulacağı gibi- Şeyh İbn Teymiyye'nin ‘‘Sen benden sonra her müminin velisisin'' şeklindeki naslara da taan etmesidir. O bu hadisin bütün ehl-i ilmin ittifakıyla uydurma olduğunu söyler. İbn Teymiyye'nin Ali ve Ehl-i Beyt (a.s.) hakkında nazil olan ayetlere veya Hz. Peygamber'den aktarılan hadislerin vermek istediği mesaja yönelik metodunu açıklama sadedindeyiz. Esasında o bu metodunu sadece tek bir mesele için kullanmaz. Onun genel metodu budur.

 

Değerli izleyicilerin dikkatini şu hakikate çekmek istiyorum: Şeyh İbn Teymiyye'nin bağlıları, sevenleri ve onu savunanlar, sizlere soruyorum. Ehl-i Sünnet'in büyük bilginleri tarafından sahih kabul edilen ve delaletinin de açık olduğu belirtilen ve vurgulanan İmam Ali'nin ve Ehl-i Beyt'in (a.s.) faziletlerini, menkıbelerini ve makamlarını ispat eden bu nasları İbn Teymiyye niçin ısrarla inkâr etmektedir? Sorunu nedir? Bu inkârın gerekçesi nedir?

 

Şeyh İbn Teymiyye aslında bir asıl ortaya koymakta, bir esas tesis etmekte ve hilafet nazariyesi çerçevesinde teorik açıdan oldukça önemli bir kaide oluşturmaktadır. Genel hak ve insaf açısından bu oldukça önemlidir. Belirtmiş olduğu kaide de Resûlullah'tan (s.a.a.) sonraki hilafet ve imamet açısından en önemli kaidelerden sayılmaktadır.

 

O bu nazariyeye Minhâcü's-Sünne adlı eserinde işaret eder. O şöyle der:

 

Hz. Peygamber (s.a.a.) insanların en faziletlisidir. Bütün yönlerden O'na en çok benzeyen şahıs da en faziletli kişidir. Hilafet peygamberliğin halifeliği olup mülk değildir. Hz. Peygamber'in (s.a.a.) halifesi olan ve O'nun makamına geçen kimse O'na daha çok benzer.[1]

 

Öncekilerin ve sonrakilerin en faziletlisinin O olduğu hususunda herhangi bir problem bulunmamaktadır. İlim, yargı, nefsanî sıfatlar yönünden Resûlullah'a (s.a.a.) en çok benzeyen… Bu oldukça önemli bir asıldır. Ona en çok benzeyen böyle olmayandan daha üstündür. Yani birisi O'na %99 oranında, diğeri de %90 oranında benziyorsa %99 benzeyen elbette daha önceliklidir. Bu öncelik tahyirî bir öncelik değildir. Aksine tayini (belirlenmiş) bir durumdur ve ‘‘Peygamber (s.a.a.) müminlere kendi nefislerinden daha evlâdır'' türündendir. Bu evleviyet tayin ve ilzam türü bir evleviyettir. ‘‘Çeşitli rabler mi daha hayırlıdır yoksa Vahidü'l-Kahhar olan Allah-u Teâlâ mı?'' Yani tevhid, şirkten daha faziletlidir. Bu ‘‘şirk iyidir ama tevhid daha iyidir'' anlamında değildir. “Hayr” kelimesi her ne kadar “tahyir” (daha hayırlı olmak) sığasında olsa da tayin ve ilzama delalet etmektedir.

 

Bu halifelik, Muaviye'nin mülkü türünden veya Muaviye'nin yaptığı şeyler benzeri değildir. Zira onun uygulamaları ısırıcı melikliktir. Öyleyse bu, Muaviye'nin Allah Resûlüne daha çok benzediği anlamına gelmez, çünkü onun halifeliği melikliktir.

 

Yazarın ‘‘Hz. Peygamber'in (s.a.a.) halifesi olan ve O'nun makamına geçen kimse O'na daha çok benzer'' cümlesi tam bir demagojidir. ‘‘O'nun yerine geçen O'na en çok benzeyendir'' şeklindeki yargı yanlıştır. Doğru yargı ‘‘O'nun yerine geçen O'na en çok benzeyen kişi olmalıdır'' şeklindedir. Onun yerine geçen kişi insanlar içinde O'na en uzak şahıslar da olabilir. Nitekim Muaviye'de, Abdülmelik b. Mervan, Yezid ve diğerlerinde durum bu şekildedir ve bu şahıslar ‘‘müminlerin emiri'' unvanını alabilmişlerdir.

 

Devamında şöyle demektedir: O'na en çok benzeyen en faziletli olandır. Yerine geçen O'na diğerlerinden daha çok benzeyendir.[2]

 

‘‘Ali b. Ebû Tâlib, insanlar içinde Allah Resûlüne en çok benzeyen değildir sadece; O, Allah Resûlünün nefsidir.'' Bu ifade iki kere iki dört eder, türündendir. Şeyh İbn Teymiyye'nin tesis ettiği bu ilke sahih bir ilkedir. Durum bu şekilde olduğuna göre geliniz Kur'ân nassına müracaat edelim. Kur'ân nassı İmam Ali'nin (a.s.) Allah Resûlünün nefsi olduğunu söylüyor. Bu ayrı bir konu. Şimdi bundan da vazgeçelim. Elimizde İmam Ali'nin vasiyetine ilişkin bir nas bulunmadığını varsayalım. Gerçi elimizde böyle bir nas var. Ancak biz şimdilik böyle bir nassın olmadığını kabul edelim. İbn Teymiyye ve bağlıları bu nükteye dikkat etmişlerdir. Bu faziletlerin, menkıbelerin ve makamların İmam Ali'ye aidiyetini ve dolayısıyla nassa gereksinim kalmadığını ve tayinî evleviyetin Ali'ye ait olduğunu görünce eldeki bütün delilleri inkâr etmeye yeltenmişlerdir. Evet, insanlar ‘‘Bu faziletler ile İmam Ali hilafet ve imamet makamına en layık,  en evlâ kişidir'' yargısına ulaşabilirler!

 

Bu inkâr gelişigüzel bir inkâr değildir. Altyapısı oluşturulmuş, ince elenip sık dokunmuş ve temelleri sağlam atılmış bir stratejidir. Ümeyyeci din anlayışının sahipleri bu faziletlerin tümünü inkâr etmişler veya bu faziletler karşısında faziletler uydurmuşlardır. Nihayetinde ashabın diğer bölümü de ya İmam Ali'ye eşit olmuş veya O'ndan daha ileri ve daha faziletli bir pozisyona yükselmiştir! Tabiatıyla hilafet ve imamet makamına ulaştıran bütün kapıları ve nas kapısını kapatmışlardır.

 

Bundan dolayıdır ki İbn Kesir'in döneminden günümüze dek âlimleri, Hz. Ali'nin hiçbir şekilde sahâbenin geriye kalanından ayırt edilmemesi ve meziyet sahibi olmaması gerektiğinde ısrar etmişlerdir. Onlar ‘‘Ya İmam Ali'yi diğer sahâbîler ile eşit tutacağız ya da O'nu daha alt konuma yerleştireceğiz'' derler.

 

Seyyidim bunu açıkça söylüyorlar mı, şeklinde gelebilecek muhtemel bir soruya ‘‘evet'' cevabını verelim.

 

Çağdaş Vehhâbîliğin ileri gelenlerinden birisi olan İbn Baz Mecmûu Fetâvâ adlı eserinde şöyle der:

 

Resûl'den Başkası için “aleyhi's-selâm” İfadesinin Kullanılması (Başlık)

 

Bazı rivayetlerde övgü ifadesi olarak şununla karşılaştım: Ali aleyhi's-selâmdan rivayet edildiğine göre O şöyle demiştir: Hz. Resûlullah (s.a.a.), Ehl-i Beyt'imden bir kişi çıkacak… Resûl'den başkası için “aleyhi's-selâm” veya benzer bir lafzı kullanmanın hükmü nedir? El-cevap: Bu lafzı İmam Ali'ye tahsis etmek uygun değildir. Aksine meşru olan, bu ifadenin İmam Ali'ye özgü şekilde kullanılması hakkında delil bulunmadığından, O'nun ve diğer sahâbîler hakkında “radiyallahu anhu” veya “rahimehullah” ifadelerinin sarf edilmesidir.[3]

 

Yani ‘‘aleyhi's-selâm'' ifadesinin kullanılması caiz midir, değil midir? Sizler de biliyorsunuz ki ‘‘aleyhi's-selâm'' ifadesi sahâbe içinde sadece Hz. Ali için kullanılmaktadır.

 

İmam Ali için neden kullanamayız? Bu durum İmam'a özel bir makam verdiğinden böyle bir ifadeyi kullanmak caiz değildir! Böyle bir ifade kullanıldığında akıl sahibi ve insaflı bir kişi O'nun hilafete daha layık olduğunu görecektir. Öyleyse bu hususiyeti, İmam Ali'den almamız gerekmektedir! Hatta İmam Ali'den başkasını da Ali'ye takdim etmeliyiz ki eşitlik gerçekleşsin.

 

Anlayamıyorum, Ali'ye (a.s.) farklı derecelerin ve faziletlerin verildiğini gösteren onlarca yüzlerce delil vardır. İmamet ve hilafeti bir tarafa bırakınız, bunlar İmam Ali için farklı bir hususiyetin varlığını ispata yeterli değil midir?

 

Bunlar ‘‘Bu özelliği Ali'ye tahsis etmek caiz değildir. Salatı herkesi kapsayacak bir şekilde genelleştirerek kullanmak caizdir'' diyorlar. Yani hepsine salat ve selâm getiriniz, diyorlar.

 

Devamında şöyle diyor:

 

Kimilerinin kullandığı ‘‘kerremallâhu vecheh'' ifadesi de caiz değildir. Çünkü buna dair bir delil bulunmamaktadır. Böyle bir tahsisin hiçbir gerekçesi yoktur. En faziletli tavır Hz. Ali'ye diğer halifeler gibi muamele etmektir ve hakkında delil bulunmayan lafızları da diğerlerini dışta tutarak Ali hakkında kullanmamaktır.[4]

 

Yani Ali'ye (a.s.) hiçbir hususiyet vermeyin, demeye çalışıyor. Ey insan! Allah Resûlü (s.a.a.) O'na bu hususiyeti vermişse biz ne yapalım? O ‘‘Ali'yi seven beni sevmiş, O'na buğzeden bana buğzetmiş olur. O'na söven bana sövmüştür.”, ‘‘Seni ancak mümin sever, sana ancak münafık buğzeder”, ‘‘Sen bana Harun'un Musa'ya nispeti konumundasın'' demişse, O'nu tathir ayetinin kapsamına giren Itret'ten biri kılmışsa…

 

Allah Resûlünün İmam Ali'ye (a.s.) hususiyet ve meziyet veren daha nice nassı vardır.

 

İkinci kaynağa geçelim; Ahmed Duveyş tarafından derlenen Fetâva'l-Lecneti'l-Dâime adlı eser.

 

Soru: Ali b. Ebû Tâlib niçin ‘‘kerremallâhu vecheh'' lakabını almıştır?

 

El-cevap: İmam Ali'ye “kerremallâhu vecheh” lakabını vermek ve bu lakabı O'na özgü kılmak Gulat-ı Şia'nın özelliklerindendir. Denilmiştir ki bu lakabı almasının nedeni ‘‘asla birisinin avretine muttali olmaması veya hiçbir puta secde etmemesidir.'' Bir puta ibadet etmemiş olmak sadece O'na mahsus değildir. Bu hususta birçok kişi O'nunla ortaktır. İslamî dönemde dünyaya gelen pek çok sahâbî vardır.[5]

 

Bu anlayış da Ümeyyeci din anlayışının ve İbn Teymiyye'nin stratejisinin aynısı!

 

Şaşılacak şey doğrusu, ahmaklık! Azizim! Bizler İslam'ın olmadığı bir dönemde puta tapmamaktan bahsediyoruz. Elbette İslam daveti başladıktan sonra puta secde etmeyip de Müslüman olan birçok kişi vardır. Allah aşkına selim akıl sahibi bir insanın mantığı böyle mi çalışır? İslamî dönemde ve İslam'dan sonra doğan bütün Müslümanlar O'nunla eşittir, diyor!

 

Sunucu: Problem fetvanın sahibinde.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Üçüncü kaynak, İbn Kesir'in Tefsirü'l-Kur'âni'l-Azim'idir.

 

Bu konuda kitap yazanlar arasında bu ibare pek çok kez vârid olmuştur; şöyle ki çoğunlukla Hz. Ali için “aleyhi's-selâm'' denir ama diğer sahâbeye denmez. Veya Hz. Ali için “kerremallâhu vechehu'' denir. Bu ifadenin manası her ne kadar doğru ise de sahâbeyi tazim hususunda onlar arasında eşitliğe riayet etmek gerekir. Bu tazim ve tekrim kabilinden ise Ebû Bekir ve Ömer'le müminlerin emiri Osman için bu ifadenin kullanılması daha evlâdır. Allah hepsinden razı olsun.[6]

 

Yani İmam Ali için ‘‘kerremallâhu'' ifadesinin kullanım gerekçesinin haklılığını İbn Kesir de kabul ediyor.

 

Ancak sahâbe arasında eşitsizliğe neden olduğundan böyle anılmasına da karşı çıkıyor. Çünkü biliyorlar ki Müslümanlar ve ehl-i ilim, İmam Ali'nin (a.s) meziyetçe diğerlerinden ayrıldığının farkına varacak olurlarsa O'nun hilafete daha layık olduğu da anlayacaklardır.

 

Özetle şunu belirtelim: Esasında bunlar bu makamların, derecelerin, faziletlerin ve menkıbelerin İmam Ali'ye ait olduğunu görünce imamet, hilafet ve velayet makamının evleviyetle O'na ait olduğunu anladılar. İşte Emîrü'l-Müminîn'in Nehcü'l-Belâğa'nın hutbelerinde takip ettiği metot da budur. İmam Ali (a.s.) ‘‘Benim hakkım'', ‘‘ben daha çok hak etmekteyim'' vb. ifadeleri kullanmaktadır. İmam Ali (a.s.) akrabalık ve sahâbîlik ile istidlal etmiştir. Nas bulunmadığını varsaysak dahi tüm bunlar hakkında ne diyeceksiniz?

 

Emîrü'l-Müminîn Ali (a.s.) bir cümlesinde şöyle buyurmaktadır: Hilafetin kendilerine ait olduğuna dair sahâbîlikle istidlal ettiler. Ancak sahâbîlik ve akrabalıkla beni hilafetten uzaklaştırdılar!

 

Yani halifelik için sahâbîlik yeterliyse bizler bunun yanı sıra akrabalığa da sahibiz.

 

Sunucu: Saygıdeğer efendim, sizler önceki programda Hz. Ali (a.s.) ve Ehl-i Beyt (a.s.) hakkında vârid olan nasları yalanlamanın İbn Teymiyye'nin dayanak aldığı stratejilerinden biri olduğuna vurgu yapmıştınız. Acaba bu stratejiye delalet eden başka kanıtlar bulunmakta mıdır?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Değerli izleyiciler! Bu konularla ‘‘Ey Ali! Sen benden sonra halifemsin'' hadisi arasında nasıl bir bağ vardır, sorusunu soran kardeşimize verdiğimiz cevabın anlaşıldığını düşünüyoruz. Bu açıklamaların tamamının konunun özüyle bağlantılı olduğunun ve mevzunun dışına çıkmadığımızın anlaşıldığını düşünüyorum.

 

Azizlerim, bu konulara başlarken dile getirdiğimiz gibi Şeyh İbn Teymiyye'nin içeriği doğrudan hilafete ve yönetime delalet etmese de İmam Ali ve Ehl-i Beyt'in bir faziletini ispatlayan tüm karinelerin kapısını kapattığını ve bunu da kendisine metot edindiğini belirtmiştik.

 

Temel hususlardan biri de Mecmûu Fetâvâ adlı eserde geçen şu ifadeleridir:

 

İnsan Sûresi'ne gelince ise, ‘‘Sûrenin İmam Ali, Hz. Fâtıma ve iki oğlu hakkında indiğini'' söyleyen kimsenin bu sözü yalandır. Çünkü bu sure Mekkîdir, İmam Hasan ve İmam Hüseyin ise Medine'de dünyaya gelmiştir.[7]

 

Yani bu iddiada bulunan kimse yalan söylüyor, demeye çalışıyor. Kural gereği doğrudan yalan olduğunu söylüyor.

 

Peki niçin yalandır? Bize nedenini söyle!

 

Eğer rivayetin sahih olmadığını söyleyecek olursa biz rivayetleri inceleriz ve sûrenin Hz. Ali, Hz. Fâtıma ve Hasaneyn hakkında nazil olduğunu görürüz veya görmeyiz. Ancak o başka bir delillendirmede bulunuyor ve şöyle diyor:

 

Çünkü bu sure Mekkîdir. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ise Medine'de dünyaya gelmiştir.

 

Sunucu: Açıklama mantıklı.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Sûrenin Mekkî olduğu kesinse Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Medine'de dünyaya gelmiştir. Dolayısıyla bu ayetlerin Ehl-i Beyt hakkında nazil oluşunun hiçbir delili yoktur.

 

Şöyle bir soru gelebilir: Seyyidim bu onun görüşüdür. Sen de âlimlerin şahsî görüşlerini sunmasını münakaşa edemezsin. Sûrenin Mekkî olduğunu kabul etmesinin ne sakıncası olabilir ki!

 

El-cevap: Mesele burada kalmıyor. O başka bir eserinde İnsan Sûresi'nin Mekkî oluşunda tefsir ehlinin ittifak ettiğini söylüyor!

 

O şöyle diyor:

 

İnsan Sûresi tefsir ve nakil ehlinin ittifakıyla Mekkîdir. Onların içinde sûrenin Medenî olduğunu söyleyen hiç kimse yoktur.[8]

 

Sizler de mantık ilminden biliyorsunuz. Tümel-olumsuz, tekil-olumlu ile çürütülmektedir. Yani tek bir müfessir dahi sûrenin Medenî olduğunu söylerse bu yargı çürütülmüş olur. Böyle bir durum bu tümel olumsuz yargıda bulunan şahsın ya cehaletini ya yalan söylediğini veyahut da insanları aldattığını gösterir.

 

Üçüncü hâlin imkânsızlığı. Eğer aykırı görüşte bir müfessirin varlığını bile bile bu yargıda bulunmuşsa bu onun dalavereci olduğunu gösterir. Eğer böyle bir kişinin varlığından habersizse bu durumda da cahildir. Öyleyse‘‘Şeyhü'l-İslam'' unvanını nasıl hak ediyor?

 

Dahası var! Aynı eserin bir başka yerinde şöyle demektedir:

 

İnsan Sûresi'nin Hz. Ali hakkında nazil olmasına gelince, ilim ehlinin ittifakıyla bu hadis yalandır ve uydurmadır. Bunun yalan olduğunun açık delili insanların ittifakıyla surenin Mekkî oluşudur.[9]

 

Kural gereği o, bir yerde İmam Ali'nin ismi geçiyorsa hemen o hadisin uydurma ve yalan olduğunu söyler. Rivayetin yalan olduğuna dair elimizde sahih bir rivayet yoktur, demiyor. Yegâne delili, surenin Mekkî oluşudur!

 

Pasajın son cümlesinde ‘‘müfessirlerin ittifakı'' kelimesi yerine ‘‘insanların ittifakı'' ifadesini kullanıyor. Yani çarşı pazarda karşılaşılan sıradan insanlar dahi bu surenin Mekkî olduğunu bilirler. Yani bu bilgi sabah namazının iki rekât olması gibi kesindir. Gün ortasındaki güneş gibi delile ihtiyaç duymamaktadır.

 

Buna göre ilk merhale; sûrenin Mekkî olduğunu söylemektir.

 

İkinci merhale; sûrenin tefsir ehlinin ittifakı ile Mekkî olduğu ve müfessirlerden birinin dahi Medenî olduğunu söylemediği iddiası.

 

Üçüncü merhale; bütün insanların sûrenin Mekkî olduğunu bildiğini söylemek.

 

Doğrudan konuya geçiş yapalım. Çünkü bizler o döneme gidip de insanların neler uydurduklarını okumaya güç yetiremeyiz. Müfessirler ve büyük müfessirlere gidelim. Bu müfessirlerin bir bölümü İbn Teymiyye'den önce yaşamışlardır. Dolayısıyla kimse bize ‘‘Niçin İbn Teymiyye'den sonra yaşayan müfessirleri dayanak alıp da onu mahkûm ediyorsunuz?'' diyemez.

 

El-cevap: Bizler İbn Teymiyye'den 100, 200 ya da 250 yıl önce yaşayan müfessirlerin sözlerini zikredeceğiz.  Bakalım bunlar neler demişler?

 

Bunların ilki Beğavî'nin (h. 516) Meâlimü't-Tenzil adlı eseridir. Müfessirimiz İbn Teymiyye'den yaklaşık olarak 250 yıl önce yaşamıştır. Müfessirimiz İnsan Sûresi'nin girişinde şöyle der:

 

Ata, sûrenin Mekkî olduğunu söylerken, Mücahid ve Katade ise Medenî olduğunu söylerler. Hasan ve İkrime ise “Rabbinin hükmüne sabret” ayeti hariç sûrenin Medenî olduğunu söyler.[10]

 

Bu durumda ‘‘Sûrenin Medenî olduğunu söyleyen hiçbir âlim yoktur'' iddiası nerede kalıyor? Konuyu uzatmak istemiyorum. En azından insanın sözlerinin nereye vardığını düşünmesi gerekir.

 

İkinci kaynağımız İbnü'l-Cevzî'nin (h. 597) Zâdü'l-Mesir adlı eseridir. O bu kitapta şöyle der:

 

Hel-eta Sûresi -ki İnsan Sûresi de denilmektedir- hakkında üç görüş bulunmaktadır.

 

İlk görüş; sûrenin tamamı Medenîdir. Ulemanın cumhuru bu görüştedir. Mücahid ve İkrime de bu görüştedir.

 

İkinci görüş; sûrenin tamamı Mekkîdir. İbn Abbas'ın bu görüşte olduğu rivayet edilmiştir.[11]

 

Sahâbenin, tâbiûnun vd. cumhuru bu görüştedir.

 

Bu şahıs müfessirlerin tümü ibaresini nereden getirmiş acaba!

 

Bu programda sadece İbn Teymiyye'den önce yaşayan müfessirlerin görüşlerini ele alacağız.

 

Üçüncü kaynak; Sülemî'nin (h. 660) Tefsirü'l-Kur'an'ıdır. Bu şahıs da bir asırdan az sayılmayacak bir süre kadar İbn Teymiyye'den önce yaşamıştır.

 

Müfessirimiz şöyle der: Cumhurun nezdinde sûre Medenîdir.[12]

 

Müfessirlerin, insanların, sahâbenin, tâbiûnun, muhakkiklerin ve ilim ehlinin cumhurunun nezdinde!

 

Dördüncü kaynağımız İmam Kurtûbî'nin (h. 671) el-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'ân adlı eseridir. Bu şahıs da İnsan Sûresi'nin tefsirinin girişinde şöyle der: İbn Abbas, Mukatil ve el-Kelbi'nin görüşüne göre Mekke'de inmiştir. Cumhur (çoğunluk) ise Medine'de inmiştir, demiştir.

 

Sunucu: Üç kişiye karşılık cumhur.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Beşinci kaynağımız İmam Beyhakî'nin (h. 458) Delâilü'n-Nübüvve adlı eseridir. Bu şahıs da İbn Teymiyye'den yaklaşık üç asır önce yaşamıştır.

 

O şöyle der:

 

İkrime ve Hasan'dan rivayet edildiğine göre ikisi şöyle demişlerdir: Medine'de nazil olan sureler: Mutaffifin, Bakara, Âl-i İmran… Ra'd, Rahman, Hel Eta (İnsan)…[13]

 

Bu rivayet İmam Beyhakî'nin Delâilü'n-Nübüvvet adlı eserinde geçmektedir. Ancak İmam Suyutî'nin el-İtkan fi-Ulûmi'l-Kur'ân adlı eserin muhakkiki bu esere düştüğü dipnotta kaynak olarak Delâilü'n-Nübüvvet'i gösterir ve burada geçen bu rivayetin hasen olduğunu söyler.[14]

 

Buna göre rivayet, sened açısından da muteberdir ve dayanak olarak alınabilir.

 

Öyleyse dile getirilen böyle bir görüş haktan uzaktır. İbn Teymiyye'den sonra gelen onlarca müfessir de sûrenin Medenî olduğunu söylemişlerdir. Örneğin Tefsirü'l-Hazin (h. 725), el-Lübâb (h. 880), İmam Şevkânî'nin (h. 1250) Fethü'l-Kadir'i vd.

 

Seyyidim İbn Teymiyye'den sonra gelen müfessirlere atıf yapmak etik değildir, denilebilir. Zaten biz de şimdilik bunlara işaret etmedik.

 

Elimizde yukarıda sunduklarımızdan daha açık ve net bir delil bulunmaktadır. İbn Teymiyye'nin görüşlerini benimseyen ve onun metoduna göre hareket edenler dahi bu sûrenin nerede indiği hususunda İbn Teymiyye'ye itina etmemişler ve sûrenin Medenî olduğunu açıkça söylemişlerdir.

 

Önümüzde şu anda bir eser bulunmaktadır. Bu eser Suudî Arabistan'da seçkin Vehhâbî bilginlerinden oluşan bir komisyon tarafından hazırlanmıştır. Eserin adı et-Tefsirü'l-Müyesser. Kitabın önsözünü İslamî İşler Bakanı Meali'ş-Şeyh Salih b. Abdülaziz b. Muhammed Âli'ş-Şeyh kaleme almıştır.

 

Geliniz bu eserin fihristine bakalım. Eserin fihristinde -sûrelerin nerede nazil olduğunu gösteren listede- “İnsan Sûresi Medenîdir” ifadesi geçmektedir.[15]

 

Yani Vehhâbî müessese de sûreyi Medenî olarak görmektedir!

 

Tefsir ehlinin ittifak ettiği iddiası nerede kaldı peki?

 

Elimizde Tefsirü'l-Müyesser yok diyebilirler.

 

Azizim çoğu Müslümanın evinde Suudî Arabistan'da basılı olan bir Kur'ân-ı Kerim mushafı mevcuttur. Onun fihristine bakabilirler. 76. sûrenin yani İnsan Sûresi'nin Medenî olduğunu göreceklerdir.

 

Bütün bunlara rağmen bu insan, kesin bir dille tefsir ehlinin ittifak ettiğini ve surenin Medenî olduğunu söyleyen bir müfessirin bulunmadığını söylemektedir!

 

Bütün araştırmacılara, hakikat taliplerine ve değerli izleyicilere yönelik şunu ifade etmek istiyorum. Azizlerim, Şeyh İbn Teymiyye'nin bu iddiasını okuyan kimse ona nasıl güvenebilir? Bu yalandan ve cehaletten daha açıktır. Allah aşkına insanları itham etmek istemiyorum ama ben diyorum ki bu şahıs ya dalavereci düzenbaz, şerir bir âlimdir ya da cahildir ve bu yüzden tefsir ehlinin ittifak ettiğini iddia etmektedir. Sizler tefsir ehlinin hatta Suudî Arabistan'ın resmi dinî kurumunun ne dediğini gördünüz.

 

Sunucu: Bu sûrenin Mekkî mi Medenî mi olduğunu bilmiyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Tefsir ehlinin ittifak ettiğini iddia ediyor.

 

Bunun nedeni nedir?

 

El-cevap: Sevgi ve nefret insanı kör eder. İnsan nefret ettiğinde veya sevdiğinde güzellikleri veya kusurları göremez. İbn Teymiyye İmam Ali'ye ve Ehl-i Beyt'ine buğzetmektedir. İbn Teymiyye'nin problemi birinci dereceden Nâsıbî olmasıdır. Kur'an-ı Kerim ‘‘Allah-u Teâlâ'dan sakınan kimseye Allah çıkış yolunu gösterir.'', ‘‘Allah-u Teâlâ'dan korkunuz ki size öğretsin.'' ‘‘Allah-u Teâlâ'dan sakınan kimseye Allah furkan bağışlar.'' der. Furkan, hak ile bâtılı birbirinden ayırt etmektir. Furkan muttakilere verilir, Nâsıbîlere ve buğz ehline verilmez.

 

Sunucu: Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e teşekkürlerimizi sunuyoruz. Sizlere de teşekkür ediyoruz. Allah'a emanet olunuz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 

 



[1] İbn Teymihyye, Minhâcü's-Sünne, c. 4, s. 513, tahkik: Muhammed Reşad Salim, Dârü'l-Fazilet.

[2] A.g.e., a.g.y.

[3] İbn Baz, Mecmûu Fetâvâ ve Makâlâtün Mütenevvietün, c. 6, s. 501, derleyen: Muhammed b. Said eş-Şuveyir, Dârü İsdai'l-Mücteme.

[4] A.g.e., a.g.y.

[5] Fetâvâ'l-Lecneti'l-Daimeti li'l-Buhusi'l-İlmiyyeti ve'l-İfta, c. 3, s. 402, derleyen: Ahmed Duveyş, Dârü'l-Müeyyed.

[6] Tefsirü'l-Kur''ani'l-Azim, c. 6, s. 244, tahkik: Hikmet b. Beşir b. Yasin, Dârü İbni'l-Cevzî.

[7] Mecmûu Fetâvâ Şeyhi'l-İslam İbn Teymiyye, c. 4, s. 419, edisyon: Abdurrahman b. Muhammed b. Kasım ve Muhammed b. Abdurrahman, Hadimü'l-Haremeyni'ş-Şerefeyn.

[8] Minhâcü's-Sünneti'n-Nebeviyye, c. 4, s. 171.

[9] A.g.e., c. 4, s. 692.

[10] Muhyi's-Sünnet İbn Mesud el-Beğavî, Meâlimü't-Tenzil, c. 4, s. 521, Dârü Taybe, 3. baskı, 1431.

[11] Ebü'l-Ferec Cemalüddin Abdurrahman b. Ali b. Muhammed el-Cevzî el-Kureşî el-Bağdadî, Zâdü'l-Mesir fi-İlmi't-Tefsir, c. 8.

[12] Sultanü'l-Ulema İzzüddin Abdülaziz b. Abdüsselam es-Sülemî ed-Dımaşkî, Tefsirü'l-Kur'ân, c. 3, s. 398.

[13] Ebû Bekir Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvvet ve Marifeti Ahvâli's-Sahhibi'ş-Şeriat, c. 7, s. 142-3, Abdülmuti el-Kalacî, Darü'l-Kütübi'l-İlmiyye.

[14] Celalüddin es-Suyutî, el-İtkân fi-Ulûmi'l-Kur'ân, c. 1, s. 57, tahkik ve tahric: Fevvaz Ahmed Zemirli, Dârü'l-Kütübi'l-Arabî.

[15] et-Tefsirü'l-Müyesser, el-Memleketü'l-Arabiyyeti's-Suudiyye, İrşad Bakanlığı, Mecmeü'l-Melik Fahd, komisyon.