Tek Kemer Tek Yol: Yeni bir jeopolitik paradigma

Tek Kemer Tek Yol: Yeni bir jeopolitik paradigma
Amerika Birleşik Devletleri’nin ve dolayısıyla Avustralya’nın karşı karşıya olduğu ikilem, jeopolitik stratejinin iki eski önde gelen taraftarı olan Henry Kissinger ve Zbigniew Brzezinski’nin farklı perspektiflerinde somutlanmaktadır.

 

 

James O'Neill

 

 

New Eastern Outlook

 

 

Donald Trump'ın ABD başkanlığına gelişi, dünya meselelerinin yürütülmesindeki belirsizliğe ilave bir unsur daha getirdi. Trump'ın retoriğinden ve ABD'nin Trans Pasifik Ortaklığı'ndan  (TPP) çekilmesi gibi ilk yürütme kararlarından hareketle bir değerlendirme yapıldığında, atasözündeki kedi, jeopolitik güvercinlerin arasına konulmuş gibi görünüyor.  

 

Avustralya hükümeti Trump'ın başkanlığına tamamen hazırlıksız, onun TPP'deki Amerikan katılımını rafa kaldırma kararına ise daha da hazırlıksız yakalanmış gibi görünüyor. Verilen siyasi yanıt bir itiraz yanıtı oldu ve TPP'nin daha da olağanüstü bir şekilde devam edebileceği savunulup, Çin ve Endonezya'nın giden Amerikalıların yerini alabileceği ileri sürüldü.

 

Bu, bir endişe konusu olan bir naiflik derecesini gösteriyor. Daha da kaygı verici olan şey ise şu: muhalif sendika sözcüsü Jason Clare'e göre bilgi edinme özgürlüğü yasası kapsamında yapılan iki talebin ardından Dışişleri ve Ticaret Bakanlığı, herhangi bir nedenle TPP'nin çökmesi durumunda alternatif senaryolar hazırlamadı.

 

TPP, açıkça böyle olmadığı halde devamlı olarak bir ticaret anlaşması olarak sunuldu. Ortaklık metninin 29 bölümünden yalnızca 7'si ticaretle ilgili. Şirket dünyasından yararlanmak ve yatırımcı devlet çözümü prosedürleri gibi prosedürler üzerinden ulusal egemenliği azaltmak dışında bu anlaşmanın altında yatan hedef, Asya-Pasifik bölgesinde ABD hegemonyasını korumaktı.

 

Bu anlaşmanın Avrupa için muadili olan Trans-Atlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) da aynı işlevi yerine getirmeyi amaçlıyordu. Coğrafyaları, ekonomik, askeri ve siyasi güçleri nedeniyle dışlanmalarının epey saçma olmasına rağmen Çin'in TPP'ye, Rusya'nın TTIP'ye davet edilmemesi dikkat çekicidir – bu dışlama, eğer daha geniş bir jeopolitik bağlamda görülmeyecekse.  

 

ABD öncülüğündeki TPP ve TTIP'yi getiren kavramsal çerçeveyi anlamak için 1904 yılına dönmek gerekir. O tarihte Londra İktisat Fakültesi (LSE) Müdürü Sir Halford Mackinder, Kraliyet Coğrafya Derneği'ne uzun bir sunum yapmış, bu sunumda geleceğin dünyasının çerçevesini çizmişti.  

 

Bu dünyanın merkezinde, Mackinder'ın “dünya adası” olarak tanımladığı tek parça bir kara parçası vardı. Bu kara parçasının Mackinder'ın terminolojisindeki “kalbi”/”merkezi” (heartland), bizim bugün Avrasya olarak adlandırdığımız “Avrupa-Asya” idi. Ona göre bu merkezi yöneten dünya adası yönetir, dünya adasına hükmeden de dünyaya hükmederdi.

 

Avustralya ve Amerika Birleşik Devletleri de dâhil olmak üzere diğer kara parçalarına “çevre adalar” statüsü verilmişti.

 

Aradan bir yüzyıl geçti, fakat şimdi bu vizyon gerçekliğe dönüşüyor. Geride kalan bu yüzyılda Rusya ve Çin üzerinde yıkıcı etkileri olan iki büyük savaş, kolonyal sömürü ve siyasi, ekonomik ve askeri avantaj peşinde acımasızca koşulması vardı. 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin çöküşüyle birlikte, görece kısa bir süre boyunca tek bir süper güç vardı: Amerika Birleşik Devletleri.

 

Amerika Birleşik Devletleri'nin kendi hâkimiyetini korumaya çalıştığı, ABD Savunma Bakanlığı tarafından 2000 yılında yayınlanan Ortak Vizyon 2020 metniyle yeterince açık edildi. Bu belge stratejik hedefi, geri kalan herkesi dışlayacak şekilde kara, deniz, hava, uzay ve siber alanda kontrolü sağlayacak “tam spektrumlu hâkimiyet” olarak tanımlıyordu.

 

Peter Dale Scott bu hedefin “delice olduğu söylenebilir” demişti, ancak son birkaç on yılda ABD'nin dış politikasının temelini bu oluşturdu. Bununla çarpıcı bir karşıtlık içinde, Çin'in 11 Ocak 2017 tarihinde yayınlanan Asya ve Pasifik güvenlik işbirliği politikaları metni, jeopolitik ilişkilerde bunun antitezini teşkil eden bir yaklaşımı temsil ediyor.

 

Her türlü rakip gücün (veya güçlerin) mümkün olan bütün araçlarla karşısında durmak, tam spektrumlu hâkimiyet stratejisinin zorunlu sonucuydu. Bu, itaatsiz ülkelerin bombalanmasını, çoğu zaman suikastları de içeren rejim değişikliklerini, ülkelerin işgal edilmesini ve kendisini TPP ve TTIP gibi anlaşmalarda gösteren ekonomik tahakküm stratejilerini beraberinde getirdi.

 

Barack Obama Ocak 2017'de başkanlığı sona erdiğinde, tarihte başkanlığının her gününde savaş halinde olan tek ABD başkanı olmak gibi bir sıfat taşıyordu. Ülkesi eş zamanlı olarak yedi savaşa girdi ve 2016 yılı boyunca ABD Hava Kuvvetleri, yılın 365 günü, günün 24 saati, saatte ortalama üç bomba bıraktı.

 

Suikast, sabotaj ve karışıklık çıkarma eğitimi almış olan ABD özel kuvvetleri, 100'dan fazla ülkede faaliyet yürütüyordu. Mackinder'ın tanımladığı merkezdeki ülkelerin çoğu bu politikaların kurbanı oldu.

 

Bu politikalar ve onların sonuçlarıyla ilgili bilgilerin çoğu, Batı kamuoyundan saklandı. Sözde “özgür basın”, son on yıllarda, Eisenhower'ın 1961 yılındaki veda konuşmasında “askeri-endüstriyel kompleks” olarak tanımladığı şeyin yıkıcı, ancak büyük ölçüde kârlı aşırılıklarına amigoluk yapmaktan pek de fazlasını yapmadı.

 

Bu günlerde bu matrise dev “istihbarat” endüstrisini de eklememiz gerekir. Ana akım medyanın bu kompleksi ve daimi kâr için daimi savaş politikasını bu boyutta desteklemesi tesadüfen vuku bulmadı. Mockingbird Operasyonu, kitle medyasının editoryal kontrolünü ele geçirmeyi amaçlayan bir CIA programıydı.  

 

Buna, kitle medyası ile askeri-endüstriyel kompleksin ana unsurlarının iç içe geçen yönetimlerini ve ortak sahipliklerini de ekleyince, kamuoyunun neden devamlı olarak kendisi için önem taşıyan meselelerde yarım gerçeklerle, çarpıtmalarla, yanlış bilgilendirmelerle ve açık yalanlarla beslendiğini görmek kolay olacaktır.

 

Bu durum 1967 yılında CIA'in,  Warren Komisyonu'nun John F. Kennedy suikastı hakkındaki masalı andıran raporu karşısında kamuoyunda büyüyen şüpheciliğe yanıt olarak küçümseyici bir sıfat olarak “komplo teorisyeni” terimini formüle etmesine kadar varmıştı.

 

Bir dizi önemli jeopolitik olay hakkındaki resmi versiyonu sorgulayanları karalamada elde edilen yıldırma başarısı şu anda, 11 Eylül, Saddam Hüseyin'in kitle imha silahları, İran'ın nükleer silah programı ve Ukrayna üzerinde MH17 uçağının düşürülmesi gibi çok çeşitli olaylar hakkında ana akım medyanın yaptığı çok zayıf haberlerde görülebilmektedir.

 

Güney Çin Denizi'ndeki “Çin saldırganlığı” ya da Avrupa'daki “Rus saldırganlığı” gibi ifadelerin bıktıracak kadar tekrar edilmesi, kamuoyunun zihnine olaylar hakkında belli bir versiyonu yerleştirme amacı taşıyor. Saddam'ın kitle imha silahlarında olduğu gibi, bu iddiaların olgulardan tamamen yoksun olması, onlar için herhangi bir sorun teşkil etmiyor. 

 

“Komplo teorisyeni” yaftasının kullanılmasından daha da yaygın olan bir taktik, meselelerle ilgili bilgilerin basitçe oradan kaldırılmasıdır. Örneğin 1999 yılında ABD'deki bir sivil mahkemenin, üç haftadan uzun süren (ve ana akım medyada hiç yer almayan) bir yargılama sonucunda oy birliğiyle, Martin Luther King'in FBI, Memphis Polis Teşkilatı ve Kara Kuvvetleri Bakanlığı'nın da dahil olduğu bir komplo sonucunda öldürüldüğüne hükmettiğini çok az kişi bilir.  

 

Benzer şekilde, 8 Ağustos 2014 tarihinde Avustralya, Belçika, Hollanda ve Ukrayna arasında varılan, tüm taraflar arasında oy birliğiyle alınan bir karar olmaksızın MH17 uçağının düşürülmesiyle ilgili hiçbir soruşturma sonucunun yayınlanmaması yönündeki anlaşmayı da çok az kişi bilir. Bu anlaşma, baş şüpheli olan Ukrayna'ya araştırma sonuçlarını veto etme hakkı da veriyordu.

 

Devamlı olarak ülke dışında savaşlara girişmek bir bedeli gerektirir, bu örnekte ise bedel iki mislidir. Bir yanda, ülke içi kaynaklardan karşılanamayan devasa bir finansal maliyet vardır.

 

Obama Ocak 2009'da göreve geldiğinde yaklaşık 8 trilyon dolar olan ABD ulusal borcu, Trump bu yılın Ocak ayında görevi devraldığında şişerek yaklaşık 20 trilyon dolara ulaşmıştı.  Alibaba CEO'su Jack Ma'nın son Davos zirvesinde işaret ettiği gibi, son 30 yıl içinde Amerika'nın yürüttüğü 13 savaş, 14,2 trilyon dolara mal oldu.

 

Denklemin diğer tarafı ise, Amerika'nın zor durumda olan kendi altyapısına yatırım yapacak fonların yetersiz olması. Başkan Trump, altyapı geliştirmeye 1 trilyon dolar harcamaya niyetli olduğunu açıkladı, ancak Davos toplantısından bir gün önce düzenlenen Asya Finansal Frumu'nda Çin Yatırım Şirketi başkanı Ding Xuedong, ABD altyapısını şu an olması gereken seviyeye getirmek, yani yeni projeler için yeni yatırımlar yapmadan bunu gerçekleştirmek için bile 8 trilyon dolar gerekeceğini ifade etti.

 

Şu halde, bir tarafta, sonu gelmez bir şekilde tercih ürünü savaşlar yürüten ve blöf, küstahlık ve zorbalık yoluyla çaresizce, süper güç statüsünün kalıntılarına tutunmaya çabalayan, gerileyen bir imparatorluk var.

 

Diğer yanda, Mackinder'ın dünya adasına dönersek, tamamen farklı bir jeopolitik ve ekonomik model var. Geride bıraktığımız yirmi yıl içinde Çin, bambaşka bir ekonomik çerçeve inşa etti. Her adıma sıfır toplamlı bir oyun, yani kendilerinin kazanması, başka birilerinin de kaybetmesi gereken bir olgu olarak bakan Amerikalıların aksine, Çin'in yaklaşımı mükemmel ifadesini, Başkan Xi'nin “kazan-kazan”  terminolojisinde buluyor.

 

Jeopolitik meselelerin temel yeni yönelimi, Şangay İşbirliği Örgütü'nün (ŞİÖ) kurulmasıyla önemli bir başlangıç noktası buldu (bu, birkaç başlangıç noktasından biri oldu). Şu anda ŞİÖ'de üç üyelik düzeyi var:

 

Üyeler: Çin, Hindistan, Kazakistan, Kırgızistan, Pakistan, Rusya, Tacikistan ve Özbekistan.

 

Gözlemciler: Afganistan, Belarus, İran ve Moğolistan.

 

Diyalog Partnerleri: Ermenistan, Azerbaycan, Kamboçya, Nepal, Sri Lanka ve Türkiye.

 

Hindistan ve Pakistan ŞİÖ'ye 2016'da katıldı ve İran'ın 2017'de tam üye olması muhtemel. Haritaya bakıldığında bu ülkelerin, Mackinder'ın “dünya adası”nın tamamını kapsadığı görülecektir.

 

Kronolojik olarak bir sonraki önemli gelişme, 2006 yılında BRICS'in (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) kurulması ve 2009 yılında ilk resmi zirvesini toplaması oldu. Bu kuruluşun üyesi olan ülkeler üç kıtayı birbirine bağlıyor; toplam üç milyarlık bir nüfusa ve 16 trilyon doları aşan bir GSYİH'ye sahip. Önemli bir şekilde BRICS, kendi kalkınma bankasına sahip ve üyeleri (ŞİÖ'de olduğu gibi) aralarındaki ticareti giderek artan oranda ABD dolarıyla değil, kendi para birimleriyle yapıyor.

 

Yine kronolojik olarak bakıldığında bir sonraki önemli gruplaşma, ilk adımları 2000 yılında atılan ve 2014 yılında resmi bir sözleşmenin imzalanmasıyla kurulan Avrasya Ekonomik Birliği (AEB) oldu. Birliğin üyeleri Ermenistan, Belarus, Kazakistan, Kırgızistan ve Rusya. Birlik toplamda 183 milyonluk bir nüfusa ve 4 trilyon dolardan fazla GSYİH'ye sahip.  

 

ŞİÖ ve BRICS'in kesişen bir üyeliğinin olduğuna dikkat edilmelidir. AEB ve ŞİÖ, 2016 yılında formel bir ticaret ilişkisine girdi.  

 

Kasım 2012'de Kamboçya'da düzenlenen ASEAN zirvesinde, bir Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık (RCEP) kuruldu. 10 ASEAN ülkesine ilave olarak Çin, Hindistan, Japonya, Güney Kore ile Avustralya ve Yeni Zelanda da buraya üye. RCEP, küresel nüfusun  %46'sını, dünya ticaretinin  %40'ını temsil ediyor ve 17 trilyonu aşkın bir GSYİH'ye sahip. TPP'nin ölümüyle, Asya-Pasifik bölgesinde Avustralya'nın üye olduğu tek önemli ticaret topluluğu haline geldi.

 

Kuruluşundan bu yana geçen beş yıl boyunca Avustralya medyası RCEP'ten ender olarak bahsetti ve bu yalnızca TPP'nin ölümüyle birlikte oldu (Bir çıkar ateşinin yeniden canlandığı, Avustralya hükümeti tarafından tam olarak kavranamadı).

 

Avustralya'nın buraya dâhil olması, Escobar'ın belirttiği gibi Avustralya'yı Amerikalıların “Truva atı” olarak gören pek çok RCEP üyesi tarafından şüpheyle karşılanıyor. Escobar'ın analizinin üstünden geçen 18 ay boyunca Avustralya'nın yaptığı hiçbir şey, bazı RCEP üyelerini bu düşünceden vazgeçirecek gibi görünmüyor. Dışişleri Bakanı Julie Bishop'un SMH tarafından aktarılan yorumları bu şüpheyi yalnızca güçlendirecektir.

 

Avustralya hükümetinin kasıtlı bir kayıtsızlıkla karşıladığı bir diğer potansiyel ticari gelişme güzergahı, Pekin'de 2014 sonlarında düzenlenen APEC toplantısında kurulan Asya-Pasifik Serbest Ticaret Bölgesi (FTAAP).

 

Avustralya hükümetinin Washington'un arzularına ters düşerek attığı tek olumlu adım Asya Altyapı Yatırım Bankası'na katılmak oldu. Bu yapının kuruluş esnasında 57 olan üye sayısı, 2016 sonu itibariyle 70'e çıktı. Asya-Pasifik bölgesindeki tek önemli eksik, Japonya.

 

Tüm bu gelişmeler, son derece önemli olmakla birlikte, ölçek ve tutku bakımından, yaygın olarak Yeni İpek Yolları diye bilinen, ancak Mandarin dilinden yapılan daha doğru çevirisi Tek Kemer Tek Yol (OBOR) olan projenin düzeyine ulaşmıyor.

 

OBOR, Mackinder'ın bir dünya adası vizyonuna şekil ve işlev kazandırıyor. Ekim 2013'te Çin Devlet Başkanı Xi Jinping'in Kazakistan'ın başkenti Astana'da yaptığı bir konuşmayla başlatılan bu proje, dünyanın en büyük altyapı programını ifade ediyor.  

 

OBOR hem kara hem de deniz temelli. Kara yolları, kuzey (Vladivostok'tan), orta kısım ve güney yollarıyla Çin'den Avrupa'ya uzanması beklenen yüksek hızlı ray hatlarıyla genişliyor.

 

Doğuya doğru giden ilave yolların meydana getirdiği Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru (CPEC), ray ve fiber optik kullanılan 46 milyar dolarlık bir yol. Bu yol, Pakistan'ın Arap Denizi kıyısında bulunan ve Çinlilerin kontrolünde olan Gwador limanında son bulacak. Sağladığı çok sayıda avantajdan biri, şu anda Çin petrolünün %70'den fazlasının geçtiği hayati bir suyolu olan on Malacca Boğazı'nı devre dışı bırakacak olması.  

 

Malacca Boğazı'nda yapılan yıllık tatbikatlardan biri, Çin'i kuşatıp “kontrol altına alma” genel stratejisinin bir parçası olarak bu hayati önemdeki boğazı bloke etme denemesi yapılan bir ABD-Avustralya ortak tatbikatı (Tılsımlı Kılıç Operasyonu). Bu tatbikatın ve hedeflerinin varlığının bizzat kendisi, Escobar'ın “Truva atı” analizinin göstergelerinden biridir.

 

Gwador Arap Denizi'ne bağlantı sağlayıp OBOR'un deniz bileşeni rolüne katkı yaptığı gibi, aynı zamanda İran sınırına da yakın. İran şimdiden sınırın kendi tarafında bir yüksek hızlı demiryolu hattı inşa etti ve bu, OBOR ağlar mozaiğinin parçası olarak Gwador'a bağlanacak.  

 

OBOR'un daha güneydeki bir bileşeni, Kunming'i Singapur'a bağlayan Çin-Çinhindi Yarımadası Ekonomik Koridoru (CIPEC). Bu da Malacca Boğazı'nın savunmasızlıklarından kaçınmayı sağlayan kara temelli bir araç.

 

OBOR'un deniz bileşeni, Doğu Afrika'dan Kuzey Afrika'ya, Ortadoğu'ya ve Avrupa'ya uzanıp, Çin'den gelen ana yüksek hızlı demiryolu hatlarından birine bağlanacağı Venedik'te son bulan bağlantılar sunacak.

 

Projelerin büyüklüğü dudak uçuklatıyor. Temmuz 2016 itibariyle Çin, 900 milyar doların üstünde bir yatırım değeri getirebilecek 900'ü aşkın sözleşmeyi imzalamış veya müzakere etmekte idi. Buna, doğalgaz tedariği için Rusya'yla imzalanan, 400 milyar doların üstünde bir değerde olan ayrı bir anlaşmayı da eklemek gerekir. 

 

Temel olgusal bilgilerin bile çoğu zaman mevcut olmadığı Avustralya'da bu gelişmelerin içerimleri pek de bilinmiyor. Yukarıda sözü edilen jeopolitik ve ekonomik gelişmelerin, ilave bir bahsi hak eden iki önemli sonucu bulunuyor.  

 

Bu büyük içerimlerden ilki, bunun yalnızca hâlihazırda OBOR ağının parçası olan 60'tan fazla ülkeyle, dönüştürücü demiryolu, karayolu, su ve fiber optik bağlantıları inşa etme meselesinden ibaret olmaması.

 

Başta Çin, Hindistan, Rusya ve İran olmak üzere kilit ülkelerin liderlerinin yaptığı bir dizi resmi politika açıklamalarından, taşımacılık ve iletişim altyapısının gelişme sürecinin yalnızca bir parçası olduğu açıkça görülüyor.

 

Politikanın amacı, katılımcı ülkeler arasında bir ekonomik zemin geliştirmek. Bütün katılımcılar için projenin pek çok faydası olacak (Xi'nin kazan-kazan stratejisi), fakat OBOR'un Avrasya bileşenindeki kilit ülkelerden bazılarının kaynak potansiyelinden çıkarılacak netice özel bir önem taşıyor. Bu nokta aşağıdaki tabloda gösteriliyor:

 

Ülkelerin ana kaynakları

 

·         İran: Petrol, doğalgaz, bakır, boksit, kömür, demir cevheri, kurşun, çinko, kalay.

 

·         Kazakistan: Boksit, bakır, altın, demir cevheri, kömür, doğalgaz, petrol.

 

·         Kırgızistan: Kömür, altın, kurşun, uranyum, çinko.

 

·         Moğolistan: Bakır, altın, molibden, flüorit, uranyum, kalay, tungsten.

 

·         Rusya: Kömür, doğalgaz, petrol, kereste.

 

·         Tacikistan: Antinomi, altın, gümüş, tungsten, uranyum.

 

·         Özbekistan: Kömür, bakır, altın, kurşun, molibden, doğalgaz, tungsten, uranyum, çinko.

 

Avustralyalı okuyucu için bir şey hemen dikkat çekmelidir. Bu tabloda yer alan (ve hepsi de ŞİÖ ile ilişkili olan) ülkelerin tamamı ve OBOR ağının parçası olan onlarca başka ülke, son 30 yıl boyunca Avustralya'nın refahının motor gücü olmuş metaların hepsini üretmektedir.

 

Dahası, bu ülkelerin hepsi yüksek hızlı demiryolu ve başka bağlantılar üzerinden doğrudan Çin'e bağlıdır veya bağlanacaktır. Bu halleriyle, ABD'nin Çin'e denizden yaklaşma üzerindeki deniz kontrolünden veya kontrol girişiminden emniyettedirler.

 

Tüm bunların siyasi bir boyutu da var. Bu yazara göre Çin'in, dostça ilişkilere sahip olduğu ülkelere karşı ayrıcalıklı bir muamelede bulunması doğal olacaktır. Bu bağlamda, Avustralya'nın ABD'yle olan yakın ve itaatkar ilişkisi, ana amacı Çin'i “kontrol altına almak” olan ABD askeri tesislerine ev sahipliği yapma isteği, bazı siyasi figürlerin absürt duruşları ve özel olarak Güney Çin Denizi'ndeki provokasyonlara isteyerek katılması, Çin liderliği tarafından not edilecektir.

 

İkinci önemli içerim ise ilkinden ileri geliyor. Tanık olduğumuz şey, jeopolitik dünyanın, Mackinder'ın bir asırdan daha eski vizyonuna şekil ve yapı kazandıracak şekilde temelden yeniden hizalanmasıdır.

 

Gördüğümüz şey pek çok açıdan, Han hanedanının M.Ö. 2. yüzyılda kurduğu İpek Yolları'nın güncellenmiş bir versiyonudur. Bu kadim ticaret sistemi M.S. 15. yüzyıla kadar, yaklaşık 1500 yıl boyunca varlığını korumuştu.

 

O zamanlar İran, şimdi olduğu gibi İpek Yolu'nun temel bir bileşeniydi. Başkan Xi Ocak 2016'da İran'a gittiği zaman bu, bir Çin devlet başkanının 14 yıldır yaptığı ilk resmi ziyaret oldu, ancak 2000 yıldan uzun zamandır var olan bir ilişkiyi tasdik etti.

 

Modern İran, yukarıdaki tabloda belirtilen kaynakların dışında, 3000 yıllık bir kültüre sahip bir ülke ve bu ona Çin'le başka bir ortak özellik kazandırıyor. İran, ABD'nin nükleer silah programı hakkındaki sahte iddiaları temelinde uygulanan ABD öncülüğündeki yaptırımlara rağmen, cinsiyet ayrımı olmaksızın dünyadaki en yüksek dokuzuncu okur-yazarlık düzeyine ulaştı.

 

Kasım 2016'da Çin ve İran bir savunma işbirliği anlaşması imzaladı ve aynı ay içinde Ruslarla 10 milyar dolar değerinde bir silah anlaşması yapıldı. Bu ve bununla bağlantılı gelişmeler, Batı'da İran hakkında yapılan saldırgan yorumların çoğuna damgasını vuran siyasi duruşları düşündürmelidir.

 

İran'ın ŞİÖ ve OBOR üzerinden yeni bir jeopolitik düzene entegre olması, 21. yüzyılın liderliği cephesinde yürütülen muharebenin bir belirtisidir.

 

White'ın belirttiği gibi Güney Çin Denizi, kayalar, resifler ve uluslararası deniz hukukundan ibaret değildir. Ona göre meseleler yalın ve sadedir: “Amerika Asya'daki önde gelen stratejik güç olarak kalmak istiyor, Çin ise onun yerini almak istiyor. Bu yüzden kavga çok büyük.” Bishop'un aktarılan vurgularından hareket eden Avustralya hükümeti, Amerika'nın Doğu Asya'da ve her yerde kendi üstünlüğünü koruma mücadelesini destekliyor.

 

Amerika Birleşik Devletleri'nin ve dolayısıyla Avustralya'nın karşı karşıya olduğu ikilem, jeopolitik stratejinin iki eski önde gelen taraftarı olan Henry Kissinger ve Zbigniew Brzezinski'nin farklı perspektiflerinde somutlanmaktadır.

 

Kissinger, 2016 yılında verdiği bir seminerde “Her iki ülkenin (ABD ve Rusya) uzun vadeli çıkarları, günümüzün türbülans ve akışını, artan ölçüde çok-kutuplu ve küreselleşmiş bir nitelik taşıyan yeni bir denkleme dönüştüren bir dünyayı gerektiriyor. Rusya her türlü küresel denklemin temel bir unsuru olarak görülmelidir; öncelikli olarak Amerika Birleşik Devletleri'ne yönelik bir tehdit olarak değil” şeklinde konuşmuştu. 

 

Öte yandan “ABD'nin askeri-teknik avantajlarının erozyona uğraması” Brzezinski için alarm verici. Bu erozyon, Amerika'nın küresel hâkimiyetinin sonu anlamına geliyor. Brzezinski'ye göre bu hiç arzulanabilir bir şey değildir, zira sonuç “büyük ihtimalle küresel kaos” olacaktır.  

 

Kissinger ve Brzezinski önerdikleri çözümlerde farklılaşıyor. Kissinger Rusya'yla ittifakı avantajlı görürken, Brzezinski Çin'in yanında olmayı tercih ediyor. Her ikisi de, dünyanın küresel süper güçlerinden biri veya diğeriyle işbirliği ihtiyacı bunu ölçülü hale getirecek olsa da, arzulanan sonuç ABD'nin küresel hâkimiyetini korumak olacak şekilde, etkili bir böl ve yönet stratejisini savunuyor. 

 

Bu hırs, Çin'in yeniden bir güç olarak ortaya çıkışının ve OBOR ile onunla bağlantılı ekonomik ve finansal stratejilerin jeopolitik yapıyı, Mackinder'ın 100 yıldan daha uzun süre önce öngördüğü gibi temelden değiştirebileceği gerçeklerle örtüşmüyor.

 

Trump'ın seçilmesi, bu rakip stratejileri keskin bir şekilde açığa çıkarıyor. Avustralya'nın seçimi açık bir seçim olmalıdır. 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde dış ilişkiler, savunma ve ticaret stratejilerimize temel teşkil eden İngiliz-Amerikan kesinliklerine tutunacak mıyız? Bu yol, Avustralya'ya verilen “çevre adası” statüsünün yerleşmesi ve ABD gibi, modası geçmiş stratejilerin devamlı olarak peşinden koşmak yoluyla bir konu dışı kalma uçurumuna sürüklenme riskini getirecektir.  

 

Bir alternatif mevcuttur. Avustralya, OBOR, RCEP ve FTAAP'nin sunduğu fırsatlardan istifade edip son 100 yıldır kendi lehine yaşanan en büyük jeopolitik değişime katılabilir.

 

Bir orta yolun olması gerektiği düşüncesi fena halde yanıltıcıdır. Avustralya bu tehlikeli yolu izledi ve kendisini, yalnızca birkaçının ismini zikredecek olursak Vietnam'dan Afganistan'a, Irak'tan Suriye'ye bir dizi dış politika felaketine sürüklenmiş halde buldu. Torunlarımız bize, bir yanlış seçim daha yaptığımız için teşekkür etmeyecektir.

 

 

Çeviri: Selim Sezer

 

www.medyasafak.net