"Fars Körfezi’nin Arap Monarşileri: Barbarlığın Kalıntıları"

"Fars Körfezi’nin Arap Monarşileri: Barbarlığın Kalıntıları"
"İngiliz himayesinde Osmanlının enkazı üzerine kurulmuş olan Arap monarşileri, sürekli bir anakronizmi temsil etmiştir ve modern tarihin yönüne keskin bir karşıtlık ve yeryüzünün her köşesindeki insanlığın gelişimiyle bir çelişki oluşturmaktadırlar."
Fars Körfezinin Arap Monarşileri: Barbarlığın Kalıntıları

Webster G. Tarpley

Press TV

 

İngiliz himayesinde Osmanlının enkazı üzerine kurulmuş olan Arap monarşileri, sürekli bir anakronizmi temsil etmiştir ve modern tarihin yönüne keskin bir karşıtlık ve yeryüzünün her köşesindeki insanlığın gelişimiyle bir çelişki oluşturmaktadırlar.

Son aylarda Katar, Suudi Arabistan ve Fars Körfezi’nin diğer gerici Arap rejimlerinin, birçok ülkede, özellikle de son günlerde Suriye’de insan hakları ve demokrasinin liderliğini yürütüyormuş gibi yaptığı grotesk bir gösteriye tanık olduk.

Bu aralar Suudi Arabistan ve Bahreyn’de meydana gelen devrimci kabarmanın Katar, BAE, Kuveyt ve Umman’a da sirayet edeceği yönünde çok sayıda işaretler var. Bu ülkelerdeki baskıcı rejimlerin devrilmesi, çok önemli bir tarihi dönüm noktasını teşkil edebilir, dünya barışının zaferi ile Washington ve Londra’nın başını çektiği emperyalist dünya hegemonyasının büyük bir hezimetini temsil edebilir.

Fars Körfezi kıyılarındaki Arap bölgesinin gerici monarşilerinin tamamı, İran-Irak Savaşı sırasında Saddam Hüseyin’e destek olmak üzere oluşturulmuş Körfez İşbirliği Konseyi’ne üyedirler. Körfez İşbirliği Örgütü dışında kalan iki Arap ülkesi Ürdün ve Fas, bu konseye katılmaya davet edilmişlerdir ki bu durum söz konusu örgütü, tehlikede olan krallıklardan kendi kendini savunan bir birlik haline dönüştürmektedir. Körfez İşbirliği Konseyi’nin (KİK) bölgesel bir bloktan konfederasyona doğru evrilmesi hakkında da görüşmeler yapılmıştır. Suudi Arabistan bu düşünceyi savunurken diğer monarşiler ise (yeni kurulacak birlik içerisinde eriyip) yok olmaktan korkmaktadırlar.

İngiliz himayesinde Osmanlının enkazı üzerine kurulmuş olan Arap monarşileri, sürekli bir anakronizmi temsil etmiştir ve modern tarihin yönüne keskin bir karşıtlık ve yeryüzünün her köşesindeki insanlığın gelişimiyle bir çelişki oluşturmaktadır.

Son yüz yılda neredeyse kesintisiz bir şekilde birbiri ardına filiz veren ancak daha sonra sönen bir dizi monarşik yönetime tanık olundu. Çin İmparatorluğu 1911’de ömrünü doldurdu. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda monarşiler bowling lobutları gibi teker teker devrildi. Bu hanedanların içinde Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun sahibi Habsburg hanedanı, Rusya’nın Romanof ailesi, Prusya ve Almanya’nın İmparatorları Hohenzollernler vardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun sultanı ya da halifesi de aynı şekilde tahtından inmek zorunda kaldı. Aynı akibeti İspanya monarşisi takip etti. Japonlar, Mançurya’da yeni bir imparatorluk kurdular fakat bunda başarılı olamadılar. II. Dünya Savaşı’nın sonunda İtalya, Romanya, Bulgaristan ve Yugoslavya’da monarşiler sönümlendiler. 1952 Temmuzu’nda Mısır Kralı Faruk, Albay Nasır ve Özgür Subaylar Hareketi tarafından devrildi. İngilizler Kral İdris’i 1951 yılında Libya’ya yönetici olarak yerleştirdiler. Ancak bu kraliyet de Albay Kaddafi’nin liderliğini yaptığı bir subay hareketi tarafından alaşağı edildi. Irak’ın Haşimi yöneticileri, 1958 yılında General Kasım ve arkadaşlarının gerçekleştirdikleri bir darbeyle yönetimden uzaklaştırıldılar. 1970’li yıllarda İspanya kraliyet evini yeniden restore ederek akıntıya karşı yüzmeyi sürdürdü. Fakat hemen hemen aynı dönemde Yunan monarşisi ömrünü hitama erdirmişti. İran’daki İslam Devrimi de Şah Muhammed Rıza Pehlevi’yi de Şubat 1979 yılında tahtından indirdi.

İngiliz etkisi ve giderek artan Amerikan desteği nedeniyle nedeniyle sadece eski Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyet alanındaki Arap bölgelerinde monarşilerin yeniden hüküm sürmesi mümkün olabilirdi. Şu anki Suud Hanedanı, I. Dünya Savaşı boyunca İngilizlerin sponsorluğunda, Arapları Türk Sultana karşı ayaklanmaya teşvik eden ve kışkırtan Arap Lawrence’ın aktiviteleri sayesinde ortaya çıktı. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra, İngilizler Suriye ve Irak’ı Haşimilere bırakmak istediler ve Haşimiler bugün Ürdün Krallığını yönetmektedirler.  

Suudi Arabistan halen mutlak bir monarşidir. Batı’da çok az insan bunun ne anlama geldiğini bilir. Suudi ailesinin yönetimi altında ne garanti altına alınmış haklar, ne güçler arasındaki ayrım, ne dengeler, ne kontrol mekanizmaları ne de yargı sürecine ilişkin bir garanti vardır. Yazılı bir anayasa yoktur. Kral, bütün ülkenin ve içindekilerin tek sahibi olarak görülmektedir. Kimin ölüp kimin yaşayacağına teorik ya da pratik olarak o karar verir. Temsilciler bazen seçilir bazen de atanır, fakat görevleri tamamen danışmanlık düzeyindedir. Krala bir şey tavsiye edebilirler, ancak herhangi bir politikayı engelleme ya da bu politikayı hayata geçirmeye güçleri yetmez.

Mutlak krallık, El Cezire propaganda kanalının ana yurdu Katar’da hüküm süren Sani ailesinin eliyle hayata geçmektedir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Katar bölgenin en fakir ülkelerinden biriydi. Endüstri ve üretim sektörü çok küçüktü ve düşüşteydi. Sani ailesi, Suudiler gibi militan Vehhabi mezhebinin üyeleri olup bir süredir Suud Krallığı tarafından yutulma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Sani hanedanını kurtaran petrol yataklarının keşfi ve İngilizlerle imzaladığı özel/imtiyazlı anlaşmalar olmuştur. Katar, kraliyet ailesi içerisinde hoşnutsuz hizipler tarafından yapılan darbeler geleneğinin mevcut olduğu bir ülkedir. 2012 sonbaharında bu türden bir darbe Katar’da gündeme gelebilir.

Diğer bir mutlak monarşi örneği, Temmuz 1973 tarihinde babasına karşı darbe gerçekleştirerek, son günlerini Londra’daki Claridges Otel’de geçirmek üzere onu İngiltere’ye gönderen Sultan Kabus yönetimindeki Umman’dır. Sultan Kabus’un üyesi olduğu Said ailesi, Umman’ı 1744 yılından beri yönetmektedir.

Bahreyn, 1783 yılından beri Halife hanedanının yönetimi altındadır. Kendisinin anayasal monarşi olduğunu iddia etse de son 18 ayda meydana gelen olaylar, monarşik iktidarın pratikte totaliter olduğunu göstermiştir. Bahreyn, 1971 yılına kadar İngiliz himayesinde altında kalmıştır. Halife ailesi, Şii çoğunluğa sahip bir ülkede Sünni karakterli bir yönetim yürütmekte olup yönetimdeki birçok stratejik makamı deruhte etmektedir. Petrol, Bahreyn’de diğer bütün Fars Körfezi ülkelerinden önce 1932 yılında keşfedilmiş olup şu an petrol üretimi baş aşağı düşüşe geçmiş durumdadır. Sonuç olarak, buradaki yaşam standardı komşu ülkelerden daha düşüktür. Monarşi, 2011 Martı’nda başlayan ayaklanma dalgasıyla devrilme ihtimalinden son anda kurtulmuştur. Bu anlamda Bahreyn yönetimi protesto gösterilerini bastırma görevini üslenen Suudi ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ortak bölgesel güçlerine şükran borçludur. Göstericiler, acımasız hapis cezalarına çarptırılmış olup sansür ve elektronik takip artık her gün yapılan sıradan uygulamalar haline gelmiştir.

BAE yedi küçük emirlikten oluşan mutlak monarşiyle yönetilen bir federasyondur. Bu emirlikler içerisinde en önemli olanları Nahyanların yönetimindeki Abu Dabi ile Maktum ailesinin yönetiminde olan Dubai’dir. Buraları 1971 yılına kadar İngiliz yönetiminde olan ülkelerdi. Katar’la birlikte BAE, Suriye’yi istikrarsızlaştırmada başı çeken bir ülkedir. BAE, aynı zamanda Libya’ya karşı savaşta da koçbaşı rolünü üslenmiş ve şimdi de yeni rejim altında Libya’nın petrol zenginliğini yağmalama noktasında öncü bir rol üslenmeyi umut etmektedir.

Birinci Körfez Savaşı’nda ABD tarafından kurtarılan Kuveyt, Sabah ailesi tarafından yönetilmektedir. Çatışma yıllarında Sabah ailesi de diğer monarşik yönetimler gibi halen ev içi köleliği uygulamaktadır. Bu nedenle de George Bush’un güvenini kazanmıştır. Irak savaşı boyunca Kuveyt, Amerikan garnizonu haline gelmiştir. Kuveyt’in bir parlamentosu olmakla birlikte hükümet Sabah ailesi tarafından atanmaktadır. Muhalefet ise tam parlamenter demokrasi için bastırsa da Sabah hanedanı, seçim kanununu değiştirerek iktidarı elinde tutmak istemektedir.

Bütün bu monarşiler, kendi halklarından korkmaktadır. Onlar bu yüzden ABD ve İngiltere’nin desteğine dayanıyorlar. Ayrıca İsrail istihbarat örgütü MOSSAD’la da işbirliği yapmaktadırlar.

Zevke düşkün Fars Körfezi Monarşileri, Fransız Devrimi’nde Orleans Dükü olan II. Louis Philippe’yi yeniden hatırlamak durumundadır. Bourbon Fransız Kraliyet evinin soyundan gelen Philippe, devrimin ajitasyon dalgasını kendi lehine kullanarak gücüne güç katacağını düşünmüştü. Kendisini Philippe Egalite olarak adlandırmaktaydı, 1789 yılında devrimi ateşleyen Bastille fırtınasını organize etmişti. Akrabası olan 16. Louis’in idamına onay vermişti. Ancak sonunda Philippe’nin güçleri başıboş kalınca bu sefer kılıcın keskin tarafını kendisine döndürdü. 1793 yılında, başıboş kalmasında bizzat kendisinin büyük katkıları olduğu devrimci terör operasyonlarında giyotinle idam edildi. Körfez ülkeleri monarşilerinin bölgedeki devrimlere olan destekleri de bu çerçevede not edilmelidir.

Bir devrimin gerçek anlamda bir devrim olabilmesi için politik ayaklanmaların kalıcı ve köklü kurumsal değiştirmeler gerçekleştirmeleri gerekir. Örneğin bir hanedanın otoritesine son verebilir, yabancı emperyal ya da işgalci bir gücün topraklardan çıkarılmasını sağlayabilir, toprak ağalarının iktidarına son veren bir toprak reformu hareketi başlatabilir, köleliğin kaldırılması ya da benzeri öneme sahip başka hareketler gerçekleştirebilir. Bu anlamda Fransız, Amerikan, Rus, Çin, Mısır ve İran devrimleri bu kriterleri karşılamaktadır.

Buna karşın, Arap Baharı olayları bu kriterlerden oldukça uzaktır. Özellikle Mısır örneğinde olduğu gibi ordunun iktidara Mübarek’in iktidardan çekilmesinden sonra el koyması, ikinci bir devrime ihtiyaç duyulduğunu göstermiştir. Tıpkı Rusya’da 1917 yılında Şubat ayında meydana gelen devrimin ardından aynı yıl Ekim Devrimi’nin gerçekleştirilmesi gibi. Mısır’ın ikinci bir devrim yaşayıp yaşamayacağını bekleyip göreceğiz.

Ancak Suud hanedanının devrilmesi, ardından Suud’u benzeri şekilde Bahreyn, Katar, Kuveyt ve BAE gibi uydularının takip etmesi, yeryüzünde olumlu dalgalar yayacak gelişmeler olabilir. Halkların üzerinde yük oluşturan zincirlerinden kurtulması için 1992’den sonra Anglo-Amerikan güçler tarafından gerçekleştirilen tek taraflı dünya hegemonyasında yaşanacak dönüşüme ivme kazandırabilir ve dünyanın çok kutuplu bir temelde normalleşme yolunda gerçekleşecek dönüşümü hızlandırabilir. Zira emperyalizm, bütün bu kralların varlığıyla daha da zayıf bir hale gelebilir, ulus devletlerin geleceği yeryüzünde daha da parlayabilir.

medyaşafak